Arabamla Dünya Turu – Meksika : 1 (San Ignacio- Loreto - La Paz) | |
Dünya turumuz Meksikayla devam ediyor…Calxico’da kaldığım otelden çıkıp 1.5 kilometre gittiğimde gördüm ki, Meksika’ya girmişim. E ne olacak şimdi? Niye kimse sormuyor Amerika’dan çıkarken? Hadi ona alışmıştık Kanada’dan Alaska’ya, oradan geriye, sonra yine Amerika’ya girerken soran eden yoktu. Peki, burası Meksika. Hani, artık tehlikeli ülkeler listesine alındı, falan. Ya peki Meksikalılar? Onlar niye sormuyor, “Kardeşim, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” diye? Velhasıl, biz kafadan daldık böyle Meksika’ya. Üstelik, böyle olmasın diye, “uyanık” bir Türk vatandaşı olarak 250km fazladan yol katetmiştim. Sorun şu. Eğer Meksika girişinde aracınızla ilgili gerekli gümrük işlemlerini tamamlamazsanız, sonra çıkışta çarşafa dolanıyorsunuz. Girerken yüzünüze bile bakmayan gümrük görevlileri, işte o zaman soruyor size “Kardeşim, nereden gelip, nereye gidiyorsun? Bu araba ne iş?” falan diye. Diyemiyorsun ki, “Girerken neredeydiniz?”. İnternette gezginler-arası forum sayfalarında, arabalarını girerken kaydettirmeyi -aslında, bilmediği için- akıl etmeyen kişilerin, Guetamala’ya geçerken yaşadığı hazin hikâyelerle dolu. Neyse! Çok abartmayalım tabii. Hiç de öyle hazin falan değil. Sadece, bir sürü formaliteyle boğulmak zorunda kalıyorsunuz. Ben bunları bildiğim için, daha girişte arabanın gümrük işlemlerini yaptırayım, bunu yaptıracağım ofisi bulmak için labirentlerde kaybolmayayım diye, Lonely Planet ve internetteki bazı sayfalardan aldığım istihbarat doğrultusunda, ABD’yi Calxico’dan terk etmeyi uygun bulmuştum. Oradaki sınır kapısının daha düzenli ve daha bir “sınır kapısı”na benzediğini söyledikleri için. Ama, hiç de öyle değilmiş. Neyse, uzatmayalım… Sınırı geçer geçmez arabayı park edip, çevremde gümrük binası olabilecek bir yerler aramaya başladı gözlerim. Öyle olduğunu düşündüğüm bir yere girdim. Kısıtlı İngilizcesi’yle bana yardımcı olmaya çalışan genç kız, yaklaşık 15km doğuda bulunan yeni sınır kapısına gittiğim taktirde, araba ile ilgili işlemleri yaptırabileceğimi, pasaport işlemini de oraya gitmişken birlikte halletmemin benim için daha uygun olacağını söyledi. Pekala! Amerika sınırını geçtiğimden beri, GPS’imde, Amerika’daki gibi detaylı bir harita yok. Smellybiker’dan “satın aldığım” kötü haritada da detay hak getire. El yordamıyla ve koklayarak yeni sınır kapısını buldum. Arabanın gümrük işlemleri ve pasaport işlemim fazla uzun sürmedi. Şimdi yapmam gereken tek şey, arabayla ilgili “3. şahıs malî mesuliyet sigortası”. Meksika’da, sebep olacağınız bir trafik kazası sonucu doğabilecek beklenmedik ve aşırı sonuçlara karşı bir sigorta bu. Herkes şiddetle tavsiye ediyor. Vardır bir bildikleri. Ancak, Mexicali’de, Pazar günü açık bir sigorta acentesi yok. Bu sınır kapısı, San Diego-Tijuana kapısının aksine, çok az kullanılıyor. O nedenle olsa gerek, sigorta şirketleri de fazla ilgi göstermek gereği duymamışlar. Aslında, Meksika ve ABD hükümetleri, San Diego-Tijuana sınırının yükünü hafifletmek için bu sınıra yeni ve modern bir sınır kapısı yapmış ama, boş binada görevliler, avladıkları sinekleri birbirlerine gösterip, iddiaya tutuşuyorlar, daha çok. Dışarıda sıcaklık 38°C. Neyse ki, rutubet yok. Yine de çölün ortasındaki bu küçücük kasabada yapacak bir şey yok. O yüzden Tijuana’ya doğru yola çıktım. Yani, yeniden 250km’lik yolu geri gidiyorum. Uyanığız ya… Neyse! Tijuana’da araç gümrük işlemlerini yaptırmak için daha fazla zorlanıyormuş insan. Ben “az zorlanıp”, 500km fazladan yol teptim. Ne der bana? Seyahatin başından beri 56 bin küsur kilometre yol yapmış adamım ben. Devede kulak. Büyük Meksika Seddi Amerika Birleşik Devletleri, yıllardır Meksika’dan ülkeye kaçak olarak giriş yapan binlerce -çoğu- Meksikalı, Orta ve Güney Amerikalı göçmenlerden yakınır. Bunun yanı sıra, dünyanın en büyük uyuşturucu pazarı olan ülkelerinde, uyuşturucu ticareti ve tüketimini azaltmak için yıllardır sürdürdükleri mücadelenin en büyük açık noktası olarak da yine bu 3,141km’lik kara sınırını görürler. Her yıl binlerce kişi sınırı geçmeye çalışırken, ABD güvenlik güçlerince yakalanır. Bazıları sınır muhafızları tarafından vurulurlar. Yüzlercesi sınırın, korunması -ve, tabii, hayatta kalınması- en güç bölümlerinde, örneğin Sonora Çölü’nü geçmeye çalışırken sıcak, susuzluk ve açlıktan “itlâf” olurlar; sonradan sınır muhafızları tarafından cesetleri bulunur. İşte, bu trafiğin önüne geçmek için Amerikan Senatosu, 2005 yılında, sınırın konvansiyonel yöntemlerle korunması en güç bölümlerini, aşılması mümkün olmayan bir “duvar”la kapatmayı uygun görür ve toplamı 1,125km olacak Büyük Meksika Seddi projesini onaylar. Şu ana kadar önemli bölümü tamamlanan proje, tabii başta öngörülen bütçeyi çok aşar. Yerden 6m yükselen, yerin altına 1.8m’ye kadar batan ve 60cm genişliğinde beton bir temelin içine gömülü olan çelik köşebentlerden oluşan bu duvar, kilometrelerce Meksika-ABD sınırında uzanmakta; gittikçe paslanarak ve her geçen gün daha da çirkinleşerek. Tabii, bu seddin yapılması, kaçak göçmenleri ya da uyuşturucu girişini önlüyor mu? Tabii ki hayır? Yalnızca, göçmen kaçıran insan (daha doğrusu, bir anlamda “köle”) tacirlerinin ve uyuşturucu kuryeliğinden para kazananların işlerini zorlaştırırken, fiyatlarını da arttırmış oluyor. Biraz önce “köle” tabirini kullandım. Ondan önce de, zor tabiat ve iklim koşullarında ölenler için “itlâf olmak” deyimini kullanmıştım; hayvanlar için kullanılan. Sakın yanlış anlaşılmasın. Bunu, o zavallı insanları aşağılamak için yapıyor değilim. Ama, zaten o insanlar o kadar aşağılanıyorlar ki, gerçek durumu vurgulamak için kullandım bu çarpıcı deyimleri. Çünkü, o insanlar gerçekten hayvanmış ya da köleymiş gibi görülüyor. O insanları sınırdan kaçak geçirme vaadiyle paralarını alanlar, aynı zamanda o insanları ucuz iş gücü (daha doğrusu, “köle”) olarak çalıştıracak kişilerden, ya da o kişilere pazarlayacak simsarlardan da para alıyorlar. Yani, onları “satıyorlar”. Düşünün! Bu adam (ya da kadın) satılmak için satıcıya para ödüyor. Satıcı, onu satarken alıcıdan da para kazanıyor. Alan, onu boğaz tokluğuna (ya da, açlığına) çalıştırarak para kazanıyor. Herkes onun sırtından para kazanıyor ve o sonuçta it gibi çalışan, yeri yurdu belli olmayan bir kaçak göçmen statüsünde. …ve, bu öyle az buz bir iş değil. Amerika’ya her yıl 500,000 civarında kaçak göçmen geliyor. Bunun büyük kısmı Meksika sınırından ülkeye giriyorlar. Bu insanların ticaretinden ortaya çıkan gelir, yine bu insanların -özellikle tarım sektöründe- kaçak olarak çalıştırılmasından ortaya çıkan rantın yanında, devede kulak. …ve, halâ bazı eyalet valileri ve senatörler, seçmenleri arasında büyük nüfuz sahibi olan yandaşlarını korumak adına, kaçak işçi çalıştırılmasına karşı göz yumacak “ılımlı” kanunları savunarak, bu kaçağın önlenmesine ket vuruyorlar. Uyuşturucu kaçakçılığı ise ayrı ve çok daha büyük bir konu. İleride, yeri “daha da” gelmişken ve halâ anlatma iştahım varsa (ve de anlatmayı unutmazsam, tabii), o konuya da girerim. Tijuana’da zorunlu olarak kalmam gerekiyor; iki sebeple: Birincisi, yola çıkmadan arabanın sigorta işini halletmeliyim. Her ne kadar, Mexicali’ye kadar sigortasız kulandıysam da… İkincisi ise, bir başka fiyasko. Amerika’ya seyahat edenler bilir; girişte pasaportunuza beyaz bir kağıt iliştirirler. O kağıt iliştirildikten sonra artık, üzerinde yazılı tarihe kadar ülkeye karadan “elinizi kolunuzu sallayarak” girip çıkabilirsiniz (karadan gittiğiniz ülkeden, uçakla başka bir yere gitseniz bile). Bu kağıt, sizin gerekli güvenlik kontrollerinden geçtiğinizin göstergesidir. Ancak, ülkeden son olarak ayrılırken, bu kağıdı gümrük polisine teslim etmek zorundasınızdır ki, bir dahaki vize müracaatınız ya da ülkeye giriş teşebbüsünüzde sorun yaşamayasınız. Çünkü, bunu teslim etmemiş olmanız, ülkeyi henüz terk etmemiş olduğunuzun göstergesidir. Hatta, üzerinde yazılı tarihe kadar teslim edilmemiş olan belge sahipleri, “ülkede kaçak olarak bulunuyor” muamelesi görürler ki, bu daha da feci bir durum, tabii. …ve eğer bu belgeyi, ülkeden çıkarken -örneğin, benim gibi unutup- teslim etmemişseniz, sonradan bunu telafi etmek çok güçtür. Ülkeyi terk ettiğinizi ispat edecek bir sürü belge isterler sizden; ülkeyi terk ederken kullandığınız ulaşım aracının (örneğin, uçak) bileti, ülkeyi terk ettiğiniz günden itibaren kredi kartı harcamalarınızı ABD dışında yaptığınızı gösterir bilgileri içeren dökümler, bir sonraki ülkeye girdiğinize dair giriş damgasının da bulunduğu -aslında- pasaportunuzun tüm sayfalarının fotokopileri ve daha olabilecek her türlü delil… Bunları o belge ile belli bir adrese göndermelisin, falan. Anlayacağınız, bir sürü iş. Ben ise bu işi, cin gibi bir fikirle çözmeye karar verdim. Pazartesi günü yeniden Amerika’ya girip, geri gelecek, geri gelirken de -bu sefer ve umarım unutmayarak- bu belgeyi teslim edecektim. Gece Tijuana’yı dolaşmaya çıktım. İki-üç ana cadde üzerinde, içeridekileri sağır edercesine gürültüyle çalınan müziklerin eşliğinde “eğlenenler”, dışarıda “Nice girls!” (“Güzel kızlar!”), “Drugs!” (“Uyuşturucu!”) teklifiyle yanınıza yanaşanların nereden Amigo’ları (İspanyolca’da “arkadaş” anlamına gelir) olduğunuzu hatırlamaya çalışan siz… Sevimsiz ve tatsız bir şehir. Dünyada, en yüksek trafiğe sahip kara sınırıymış, Tijuana-San Diego arası. Her hafta sonu binlerce araç, sınırı güneye geçip, hafta sonundan sonra da kuzeye geri dönüyorlar. Bunların bir kısmı da Tijuana’nın “turistik eğlence yerleri”nde “limitsiz eğlenmeye” gelen Amerikalı erkekler. Tijuana’da her şey mubah! Pazartesi sabahı otelden ayrılıp, büyük bir iştahla Amerika’ya doğru yola çıktım. Sınıra kadar olan o kısacık mesafenin daha başında, trafik tıkanıp kaldı. Amerika’da, birbirlerinin hakkına saygı göstermek konusunda incelikten neredeyse kırılacak olan Amerikalılar’ın, yolun emniyet şeridinden gelip de önünüze geçmeye çalışmalarını, bunu başaramayacaklarını anlayınca da, çevrede dolaşan ve ellerinde kirden rengi belli olmayan bezleriyle “Sileyim abi!” diye yanaşanlardan birisine camı -korkudan- 2cm kadar aralayıp, kendilerine yol bulmalarını rica etmelerini, o “sileyim abi”cilerin arabanızın önüne kendini siper edip, ricacı komşusunun arabasını araya sokuşturuşunu ve bunun karşılığında tekrar 2cm aralanan camdan uzatılan birkaç Peso’ya (1 ABD Doları yaklaşık 12 buçuk Meksika Pesosu, bu arada) boynu bükük razı oluşunu biraz hayret, ama daha çok da acı bir tebessümle seyrededurdum. Ülkelerine döndüklerinde dostlarına büyük bir gururla anlatırlar herhalde 3 Peso’ya, aradan nasıl kaynak yaptıklarını. “Abi, mesarifini verdim, girdim sıraya”. 2 saat bu keşmekeşte, sakin bir şekilde ilerleyip, -daha- Meksika sınırı olduğunu sandığım yerde ve Meksika sınır görevlisi olduğunu sandığım Hispanik adama, “Amerika’ya yalnızca bu belgeyi vermek için geçiyorum. Yani, geri döneceğim. Yani, ülkenizi terk etmek gibi bir niyet içerisinde değilim” falan diye telaş içerisinde anlatıyorum. Biraz, eskiden girişte “duhuliye” ödenen diskoteklere ödemeden girmek için kapıdaki görevliyi “Abi, bir arkadaşıma bakıp çıkacağım” yalanıyla kandırmaya çalışan beleşçiler gibi hissettim kendimi. Ben “Amerikan sınır polisine…” falan derken, adam göğsündeki kokartı işaret etti; baktım ki Amerikan sınır polisi karşımda. “Pardon abi!”. Yahu, ne zaman çıktım ben Meksika’dan? Neyse, durumumu fark edip, halime acıyan görevli, bana kısa yoldan ülkeden “çıkışı” gösterdi, o belgeyi de kime vereceğimi işaret ederek. Bu iş de halloldu. Çıkarken giriş tarafında gözüme kestirdiğim sigorta acentesinde sigorta işini de halledip, pek de sevimli olmayan Tijuana’yı terk ettim. Daha önceden, çeşitli internet sayfalarında gördüğüm, motosikletçiler ve off-road meraklılarının hakkında sitayişle bahsettiği Erendira yakınlarında, okyanus sahilinde Coyote Cal’s International Hostel’da kalacağım. Oraya kadar terk edilmiş izlenimi veren turistik tesisleri geçtim, hostelin açık olduğunu umarak. GPS’le yolu bulmam mümkün değil. Neyse ki, yol ayrımında kocaman bir tabela var, yolu işaret eden ve altında da açık olduğu yazılı. Hostele vardığımda, aynı terk edilmiş görüntü orada da vardı. İçeriye girdiğimde masa başında oturan genç bir çift gördüm, önce. Sonra da kanepede oturan genç bir kızı... Lulu (adı böyleymiş), bana tek kişilik bir oda gösterdi; geceliği 10 Dolar’a olurmuş, iki gece kalırsam. Kalıyorum o zaman. Hostelde benden başka, Kanadalı genç çift (masa başında oturan), Lulu ve Taiwanlı tai masözü Ta (onun da adı buymuş) var. Bir de bahçede dolaşan tavuklar ve ortalıkta zıplayan tavşanlar… Lulu’ya neden ortalıkta hiç turist olmadığını sordum. Hem sezon dışıymış (buranın sezonu, Amerika’nın kışına denk geliyor, yani Kasım-Şubat arası), ama bu yıl her zamankinden daha da tenhaymış. Onun sebebi de, son zamanlarda Meksika’yla ilgili basında çıkan haberler ve ardından Amerika’nın Meksika’yı “gidilmesi tehlikeli olan ülkeler” listesine almış olması. Çıkan haberler ve Amerika’nın böyle bir uyarıda bulunuyor olmasının gerekçesi, son zamanlarda uyuşturucu trafiğini elinde tutan çetelere karşı sürdürülen mücadelede çıkan çatışma ve baskınlarda, devlet güçlerinden, çetelerden ve sivil halktan ölümlerin kayda değer şekilde artması. Bu çatışmalar yer yer çeteler arasında güç mücadelesi amaçlı da olabiliyor. İki gün boyunca okyanus sesini dinleyip, yan gelip yazı yazdım. Bu yazı yazma işi, seyahatimin gittikçe daha fazla kısmını işgal etmeye başladı. 3-4 gün yol yaptıktan sonra “şöyle biryerde 2-3 gün kalıp da biraz yazılarla uğraşsam” demeğe başladım. Sanki, seyahatin amacı yalnızca yazı yazmakmış, gibi oldu, biraz. Artık bu dediklerim size ne söylüyorsa… Hani, anlayana sivrisinek… Baja California’da güneye doğru ilerliyorum. Bir sonraki durak Guerrero Negro. Önce Baja (“baha” olarak okunur) California’nın neresi olduğunu anlatayım. hani Meksika’nın kuzey doğusunda, Pasifik Okyanusu’nda güneye doğru upuzun bir dil gibi uzanan yarımada vardır ya? İşte oranın adı Baja California. “Kaliforniya’nın aşağısı” demek. Ellerinden Kaliforniya’nın kendisini kaçırınca “aşağısı”yla yetinmek zorunda kalmışlar. Gelelim Guerrero Negro’ya. Burası 28. paralelin hemen güneyinde yer alıyor; yani Baja California ile Baja Kalifornia Sur eyaletleri arasındaki sınır. Amerikalı bir girişimcinin (ki, Acapulco Princess Oteli’nin de sahibi olurmuş kendisi) 1957’de, bölgedeki lagunun muhteşem bir tuz yatağı olacağını düşünüp, burada bir tuz üretim tesisi kurar. 1973’te dünyanın en büyük tuz üretim tesisiyken Meksika Devleti ve Japon Mitsubishi Corp. arasında paylaştırır, yaptığı satışla (%51 ve %49 oranında). Böyle bir başarı öyküsü işte. Guerrero Negro’nun esas önemli özelliği ise, buradaki gölün (Laguna Ojo de Liebre), senenin belli döneminde (Aralık-Mart arası) Pasifik’in kuzeyinden gelen gri balinalara “doğumevi” hizmeti veriyor olması. Aslında bu bir gölden çok bir lagün, aslında. Çünkü denize kısa ve geniş bir kanalla bağlanıyor ve suyu tümüyle tuzlu. Bu sayede, kasaba, “balina izleme turizmi” ile meşhur olmuş. Belirttiğim dönemde binlerce turist buraya gelip, doğumevinde doğuran balinaların yavrularıyla hasbıhal oluşunu izleyip, hatta yavru balinaların korkusuzca yaklaşmalarından istifade edip onları okşarlarmış. Bir balinayı okşamak ne kadar ilginç bir duygu olsa gerek. Ben buraya balina izlemeye gelmedim tabii. Öyle olsaydı, birkaç ayımı burada geçirmek zorunda kalırdım, yoksa. Yalnızca, mola vermek için… Mario’nun kampingine vardığımda hava kararmak üzereydi. Benim saatim akşamın 7 buçuğunu gösterse de, duvardaki saate baktığımda aslında 8 buçuk olduğunu fark ettim. Yine saat dilimi değişmiş. Kampingte benden başka bir araç daha var, arkasına takılı karavanla. Kalabalık bir aile; plâka California plâkası ama, belli Meksika asıllılar. Bugün, Baja California’nın (aslında 28’inci paralelden sonra, Baja California Sur oldu, yani “Güney Aşağı Kaliforniya”) batısından, doğusuna geçeceğim. Yolda, iki durak var, uğramam gereken. İlki Sierra de San Francisco. Burası, Cochimiler’in kaya resimleri ile meşhur bir yer. Cochimiler, buranın yerli halkı ve ilk kez 16-17.yüzyıllarda İspanyollar tarafından keşfedilip, çevrede kurulan misyonlar vasıtasıyla “ehlileştirilerek” Hıristiyan yapılıyorlar. Sierra de San Francisco’daki kaya resimlerine girebilmek için de, ikinci durağım olacak olan San Ignacio’dan “müze bekçisini” almam gerekiyor ki, anahtarla girebileyim. San Ignacio da, Baja California “çölü”nün ortasındaki vahalardan birisi. San Ignacio’ya ilk varışımda, Mısır’ın Batı Çölü’nde kaldığım Bahariya Vahası’nı hatırladım. Kupkuru çölün ortasında yemyeşil, sulak, sık ağaçlarla dolu ve -tabii- gölgelik bir kasaba. Dünyanın, birbirinden onbinlerce kilometre uzakta iki noktası. İkisi de çölün ortasında, ikisi de vaha ve birbirinin aynısı. Neyse! Bekçiyi bulamadım. San Ignacio’da biraz dolanıp, bir yemek yedikten sonra, tek başıma şansımı denemeye karar verdim, Sierra de San Frnacisco yolu, San İgnacio’dan önce ayrılıyor, dağlara doğru. Önce güzel bir asfalttan gidiyorsunuz. Daha sonra yol toprak oluyor. Neyse ki, artık klimam var ve dışarıdaki 38 derece sıcaklığı, içeride, şoför koltuğu çevresinde 35 dereceye falan düşürüyor. Yoksa, camı açmak zorunda kalacaktım ki, içerisi toz duman olacak o zaman da. Toprak yol, bir süre sonra sertleşmeye, virajların keskinliği artmaya, eğim ve engebe, normal vites aralıklarında arabayı zorlamaya başladı. Takviye şanjmanıyla gitmek zorundayım Klima açık olduğu için, motor harareti de bir yandan artıyor. O zaman klimayı kapatıp, bir süre kaynamak zorunda kalıyorum. Neyse, bu minval üzerine yoluma devam ettim. Yolun zorluk derecesinin artık iyice zirveye ulaştığı bir noktada ve San Pablo Kanyonu’nun diplerinde bir yerde, Cieva Raton’a ulaştım. Çevresi yüksek tel örgülerle çevrili bölgenin kapısında da kocaman bir kilit var. Yola devam edip, Sierra de San Francisco misyonuna ulaştığımda, çevrede kimseyi bulamadım, ilerisini soracak. Yola biraz daha devam ettim ama, ısrar etmenin fazla bir faydası yok. Aynı yolu, gerisin geriye döndüm, mecburen. Bu bölge Unesco tarafından Dünya Kültür Mirası listesine alınmış bir yer. Böyle bir yerde, kaya resimlerini görmek istiyorsunuz; ne bekçiyi, ne de soracak birisini bulabiliyorsunuz. Bu bana bir şeyler hatırlatmadı değil, tabii… Sonunda Baja California’nın doğusuna ulaştım o akşam. Burası, yarımadayla, anakara arasında kalan körfez, Golfo de California. Sahilde önce Santa Rosalia var. Ancak, pek iç açıcı gelmedi bana. Saatin geç olmasına rağmen daha güneye devam ettim. Aslında kıyıda kamp kuracak çok yer var ama, dışarıda havanın kararmış olmasına rağmen hava sıcaklığı halâ 38°C ve rutubet doruklarda. Hiç de kamp yapmak gelmiyor içimden. O yüzden Loreto’ya kadar inmeye kararlıyım. Loreto’ya vardığımda benim saatim 22:30’u gösteriyordu. Artık, korkudan duvar saatlerine bakmaz oldum. Sürekli saat dilimi değiştirmekten serseme döndüm çünkü. Loreto, Baja California’da ilk İspanyol yerleşimi. Ayrıca, antropologlara göre, yarımadanın ilk yerli yerleşimi de Loreto’da imiş. İspanyollar buraya yerleştikten sonra, bir süre Loreto’yu California bölgesinin başkenti yapmışlar. Yani, öyle böyle değil. Düşünün, Kaliforniya’nın -bir zamanlardaki- başkentindeyim. İspanyol yerleşimi bu kadar eski olunca, bölgedeki en eski misyon da burada oluyor. “Misyon” deyip duruyorum. Nedir bu misyon, diye soranlara açıklayayım, kısaca. Misyonun buradaki anlamı, İspanyollar’ın Katolik Hıristiyanlığı yaymak için sürdürdükleri misyonerlik faaliyet üsleridir. Yani, gittikleri yerlerde, o yerlerin esas sahibi olup da, Katolik Hıristiyanlık dışında bir dini benimsemiş, hatta hiçbir dini benimsememiş olan “kâfirleri” yola getirmek, Şamanizm falan gibi anlamsız şeylerle uğraşan doğru yolu bulamamış yerlilere yön vermek ve onları -daha önce söylediğim gibi- “ehlileştirmek” için kurulan kiliseler. 27 Temmuz Salı akşamı, Yarımadanın -bence- en sakin ve keyifli şehrine ulaştım; La Paz. Sanmayın ki burası Bolivya’nın başkenti La Paz. Bu keyifli şehirde iki günümü geçirip, sonra feribotla, anakaranın Topolobampo limanına feribotla geçeceğim. Ancak, Topolobampo’ya kalkan feribotta, 28 Temmuz’a kadar araç için yer yok. Bu ne trafik, kardeşim! Mecburen buradaki kalış süremi 3 güne çıkarıp, sonra da güneydeki popüler tatil kentlerine “şöyle” bir uzanmayı düşünüyorum. Dönüşte La Paz’da bir gece daha kalır, 28 Temmuz’da da ana karaya geçerim diye düşündüm. Bir yerde, fazla kalınca benim bitim kanlanır. Burada da öyle oldu. Yazı yaz, küçücük şehri dolaş, tekrar yazı yaz, yine dolaş… Bir süre sonra sıkıcı olmaya başlıyor. Açıkçası, güneyde “göz kamaştırıcı” tatil beldelerine gidip, hatta özellikle Amerikalı yabancı turistlerin “çılgınlar gibi” eğlendiği San José Del Cabo ve Cabo San Lucas da hiç zevk vermedi. 27’sinde La Paz’a geri döndüm. Ertesi gün feribotun kalkacağı, şehrin 25km kuzeyindeki Pichilingue limanına erken varmıştım. Biraz daha kuzeye çıkıp, Tecolote ve Coyote plajlarını da göreyim dedim. Denize girmekse eğer amaç, işte buralarda girmeli insan, diye düşündüm. Benim ise amacım, o değildi. Bir sonraki yazıda Anakara’da olacağız. Hosça kalın! Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz. |