Arabamla Dünya Turu – Meksika : 3 (Guadalajara - Zacatecas - Guanajuato)

Meksika yolculuğum devam ediyor…Guadalajara’ya vardığımda saat 3 buçuğu gösteriyordu. Rayon Sokağı üzerindeki Casa Vilasanta’yı bulmam zor olmadı. Her ne kadar GPS haritam pek bir işe yaramıyorsa da, artık gideceğim yer için Lonely Planet’ta (LP) önerilen kalacak yerlerden birkaçını önceden tespit ediyor, yazılı adreslerini kullanarak Google Earth’ten koordinatları buluyor ve şehre girmeden önce GPS’ime yüklüyorum. Böylece, bir navigasyon cihazı gibi kolay olmasa da, yine de bir yandan araba kullanıp, bir yandan harita takip ederek samanlıkta iğne arar gibi adres aramaktan çok daha kolay oluyor.

Lando, Casa Vilasanta’nın önünde…

Her neyse! Casa Vilasanta LP tarafından pek de övgüyle bahsedilen bir hostel. Kalacak yer alternatifleri arasında öncelikli olarak onu koyduğum iyi olmuş çünkü, arabayı binanın önüne park edip de, kapısından içeri girdiğimde, seçimimin doğru olduğuna ve diğer alternatifleri görmeye gerek dahi bulunmadığına karar verdim. Meraklısı için web sitesinin adresi www.vilasanta.com. Eğer, kalmaya niyetiniz olursa, en üst kattaki terasa bakan 1 numaralı odayı şiddetle tavsiye ederim. Hostel, şehrin tarihi merkezinde (Centro Historico) olması nedeniyle de, eski şehri yürüyerek dolaşmak için çok uygun bir konumda.

Casa Vilasanta’nın avlusu. Huzurlu ve sakin bir mekân…

Guadalajara (“Guadalahara” diye okunur), Meksika’nın, Meksiko City’den sonra 2. büyük kenti. …ve, bence en güzeli. Guadalajara adını, İspanya’daki aynı adlı kentten alıyor. Ama, bu ismin esas kökeni, Wikipedia’ya göre, Arapça wadi al-hayara’dan (ya da, başka kaynaklara göre “hajara”, bu konuda -varsa- Arapça bilenlerden yardım isterim) geliyormuş. Wikipedia, bunun anlamının “kaya (ya da taş) vadisi” olduğunu söylüyor. İspanya’daki aynı adlı şehrin isminin Arapça kökenli olması çok normal; Emeviler zamanında kalmış olacağı için. Her ne ise, Guadalajara’nın bulunduğu bölge hiç de öyle “taş vadisi”ni andırır coğrafî bir yapıda değil. Bir yandan medeniyetin tüm imkânlarından yararlanırken, bir yandan alabildiğine tarihi bir şehir merkezine sahip Öte yandan Meksika’nın en ileri teknoloji sanayi de Guadalajara’da bulunuyor. Bu yüzden, Meksika’nın silikon vadisi de deniliyor. İnsanın, uzun süre kalmaktan sıkılmayacağı, sakin, huzurlu bir kent, Guadalajara. Bu yüzden de, başta yazlıca 2 gece kaldığım bu şehre doyamayıp, daha sonra “özlemimden” dolayı yeniden döneceğim ve çok daha uzun kalacağım. Bu “özlemin” hikâyesini, sırası geldiğinde okuyacaksınız.

Toplu aerobik…

Pazar sabahı kahvaltı yapmak için dışarı çıktığımda, önce insanların Templo Expiatorio’nun yanındaki alanda toplu aerobik yaptığını, sonra da şehrin büyük caddelerinden Juarez’in kapatılmış, bisikletini kapanın da çoluk-çocuk caddede bisiklete biniyor olduğunu gördüm. Ben de heveslenip, cadde üzerindeki Parque Revolucion’da bisiklet kiralayanlardan bir tane kiralayıp, iki saat kadar bisiklete bindim.

Etnik sanat festivalinde Volkswagen üzerine, boncuklarla süsleme yapan bir sanatçı……

Pazar günümü, şehri gezerek geçirdim. Plaza Guadalajara’da düzenlenen antik sanat festivalinde sergileri gezdim, Katedral’e gittim, sokakları arşınladım.

Guadalajara sokaklarından…...


Gece, Templo Expiatorio……


Guadalajara sokaklarından…...


Plaza de Liberacion ve arkada Teatro Degollado. İşte tam burası, 1542’de Guadalajara’nın ilk doğduğu nokta……

Pazartesi sabahı tekrar yola koyuldum. Hedefim Zacatecas ama, ondan önce kente 45km kala La Quemada kalıntılarına uğrayacağım. La Quemada, İspanyolca “yanık” ya da “yanmış” anlamına geliyor. Bu kalıntılara böyle bir ismin verilmesinin nedeni, buradaki yerleşimin yanarak yıkılmış olması. Kesin kanıtlar olmamakla birlikte, M.S. 400 ilâ 900 yılları arasında kullanıldığı sanılan yerleşimin, Teotihuacan’lardan, Caxcan’lara kadar birçok medeniyete mekân olduğu düşünülüyor.

Sütunlu salondan sütunlar kalmış, yadigâr...... La Quemada’dan genel görünüş

…ve, Zacatecas’a vardım, akşam üstü saatleriydi. Her seferinde, bir şehre giriş saatimi karanlığa bırakmayacağım diye yemin ediyorum, kendi kendime. Bu sefer şehre girdiğimde, hava daha kararmaya başlamamıştı. Üstelik, Lonely Planet’tan bulduğum 2 ayrı hostelin adreslerini kullanarak, Google Earth’ten koordinatlarını tespit etmiş ve GPS’ime kaydetmiştim. Yani, kendime kalacak yer bulmak için çok fazla zaman harcamayacağım, aklım sıra. Ama, ne mümkün. Zacatecas’ın içine girince, bu işin hiç de öyle “çocuk oyuncağı” olmadığını fark ettim ama, geç oldu. Yani, saat de geç oldu, hava karardı falan. Şimdi anlatayım.

Yukarıdan Zacatecas

Zacatecas ufacık bir çanağın, aslında, kısacık bir vadinin dibinden başlayıp, çevresindeki yamaçlara doğru yayılan bir şehir. Buranın ilk yerlileri olan Chichimecler, yüzyıllarca bu bölgede buldukları parlak madeni çıkarıp işlemişler. Ta ki, içlerinden birisi, bu parlak madeni, ülkelerini ziyarete geldiklerini zannettiği misafirlerine, İspanyollar’a gösterene kadar. Gördükleri bu parlak madenin gümüş olduğunu çok iyi bilen uyanık “misafirler”, Chichimecler’in elinden madenleri almakta gecikmemişler. Zacatecas’ın ilk kolonyel yerleşim de, 1548’de başlamış, çukurun dibinde. Tabii, yer dar, yerleşim eski, binalar da tarihi olunca, bir arabanın zor geçip, yer yer de birkaç manevrayla dönebileceği sokaklardan oluşan bir şehir çıkmış ortaya. Bu durumda da, tüm sokaklar tek yönlü. Böyle bir coğrafyada, sokakların birbirine paralel ve birbirlerini dik kesecek şekilde olması mümkün olmadığından, şehri hiç bilmeyen bir yabancı olarak o yün yumağının içerisine arabayla dalıp da, bir adresi bulmanız, samanlıkta iğne aramaktan daha zor bir iş haline geliyor. Nitekim,saat akşam üstü 6’da girdiğim şehirde, önce Hostal Las Margaritas, ardından da Hostal Villa Colonial’i aramaktan bitap düşüp, pes ettiğimde saat 9 buçuğu gösteriyordu. Sonunda arabayı, bulduğum ilk boşluğa parkettim. Açlıktan guruldayan midemin sesini bastırmak için hemen bir taco’cuya girip karnımı doyurdum. Şehrin tam göbeğinde, katedralin hemen yanındaki meydana bakan bir hostel buldum. İş, yürüyerek olunca kolay, tabii. Tesadüf, önünde de araba parketmek için boş yer var. Arabamı da hemen alıp, oraya parkettim. Artık, rahatça dolaşabilirim. Hostel biraz harap durumda ve pis ama, hiç gözümde yok, açıkçası. Bir gece uyuyacağım bir yer için, kaybolmamanın mümkün olmadığı bu kentte daha iyisine uğraşacak mecalim kalmadı, doğrusu. Sevimli Zacateca’yı o gece ve ertesi sabah dolaştım. Şehrin meydanında, madencilerin eylem çadırlarından, bangır bangır kulağıma hiç de yabancı gelmeyen şarkılar çalınıyor. Bu şarkılar beni, 30 yıl öncesine, ODTÜ yıllarıma götürdü.

Plaza de Liberacion ve arkada Teatro Degollado. İşte tam burası, 1542’de Guadalajara’nın ilk doğduğu nokta……


Zacatecas’tan gece…ve…Katedralin yanındaki meydan ve hostelim


Zacatecas’tan gündüz manzaraları…


Kolonyel kentlerin hemen hepsinde bu su kemerlerinden görmek mümkün…

Rengârenk, birbirinin üzerine yığılmış gibi duran evleriyle, daracaık, taş döşeli yollarıyla, evlerin arasından kıvrılarak inen merdivenleriyle sevimli Zacatecas’tan, öğleye doğru yola çıktım. Bu gece bir başka sevimli kentte, Guanajuato’da konaklayacağım. Oranın da hostelleri GPS’imde. Akşamüzeri, daha hava aydınlıkken şehre girdim. Merkezdeki şehrin eski kısmına ulaşana kadar kendi imkânlaımla gidip, sonra da bir taksiden, bana eskortluk etmesini isteyeceğim bu sefer. Aynı Zacatecas gibi derin bir çukura kurulu bulunan Guanajuato’nun tek ve çok önemli farkı, şehrin içindeki ulaşımın, yerin altında köstebek gibi açılmış kilometrelerce tüneller sayesinde rahatlatılmış olması. Bu tüneller aslıda doğal oluşumlar. Şehrin, üzerine kurulu olduğu Guanajuato Nehri’ne ait tüneller bunlar. Ancak, kurulduğu yıllardan sonra, yine gümüş ve altın madenciliği sayesinde hızla büyüyen kent, zaman zaman nehrin taşması sonucu sel felaketleri yaşamaya başlayınca, 20. yüzyıl ortalarında mühendisler, nehrin önüne bir baraj inşa edip, yatağını değiştirmişler. Nehirden geriye kalan tüneller de daha sonra, zeminleri paket taşla kaplanarak yer altı yol şebekesi haline getirilmiş.

Guanajuato’da karanlık çöküyor…

Tünellerden birine dalıp, merkeze yakın bir noktadan çıktıktan sonra ilk bulduğum taksiciye, elimdeki adresi verip, onu takip edeceğimi söyledim. Fakat, yollar o kadar dar, araç sayısı o kadar fazla ki, trafik kaplumbağa hızıyla ilerliyor. Taksiyi takip etmeye başlamamdan yaklaşık 1.5 saat sonra menzile ulaştık. Taksi bir kilisenin önünde durdu. Arabadan inen şoför, bana kilisenin yanından tırmanan merdivenleri gösterip, parasını istedi. Bir merdivenlere, bir adamın suratına baktım. Yapacak bir şey yok, verdik parasını. Burası olamayacağına göre, önceki günden tecrübelerim ışığında bir yenisini aramamın da nafile olduğunu bilmem nedeniyle, şehrin dışında kalacak bir yer bulmaya karar verdim. Kaplumbağa hızıyla ilerleyen trafiğe yeniden katılıp, kendime, bu izdihamdan kurtulacak yol bulmaya çalışıyordum ki, artık kararmış havada, araçların far ışıkları altında sol dikiz aynamdan, egzosttan bembeyaz yoğun çıkıyor olduğunu fark ettim. Hararet göstergesi normaldi. Peki bu duman neydi? Takip eden onlarca aracın kornalarına aldırmadan olduğum yerde arabayı stop ettim. İnip kaputu açtım. Motorda bir anormallik görünmüyor. Motoru yeniden çalıştırdım. Rölantide kaldığı sürece problem yok. Ancak, biraz gaz verip de, motor devrini turbo biriminin çalışmaya başladığı devire kadar yükseltince, yoğun yağ buharı çıkmaya başlıyor. Ne olabileceği konusunda en ufak bir fikrim yok ama, bu arabada iki kere kapak contası yaktığım için, yine aynı sorun olduğu geliyor aklıma. Buharlı lokomotif gibi dumanlar saçarak, kendime arabayı park edebileceğim bir yer aramaya başladım. Zaten zor yürüyen trafikte, yaklaşık 1km ilerideki meydan gibi yere ulaşmamız 15 dakika sürdü. Meydan diyorum ama, otobüs durağı olarak yapılmış 2 otobüslük bir cep dışında bir de, yandan gelen sokağın ağzındaki boşluk var, duracak. Durakta otobüsler olduğu için sokağın ağzındaki boşluğa girdim, aceleyle. Hemen polis bitiverdi tabii, yanıbaşımda. Egzostu gösterdim, çıkan dumanı. Çaresizliğimi anlamış olacak ki, ses çıkarmadı. Yeniden kaputu açtım. Biraz su eksiltmiş, tamamladım. Neden olabileceğini tahmin edemiyorum. Bu arada, sokaktan çıkmaya çalışan araç oldu mu, binbir güçlükle ileri-geri manevralarla ona yol vermeye çalışıyorum. Arabayı bu şekilde daha fazla ilerletmek istemiyorum, bir yandan. Şehrin kalabalığı da bir türlü eksilmiyor. Gecenin geç (ya da sabahın erken) saatlerine kadar ben, otopark değnekçisi gibi Lando’yu bir ileri, bir geri manevra yapıp durdum. Sonunda, kaldırımlar boşaldığında tek teker üzerine kaldırıma çıkıp, yolun önünü açtım; kaldırımı da yaya trafiğine kapadım, tabii. Hemen yanıbaşımda, altında internet café olan kötü bir otele de girip yattım. Yatmadan önce internetten, en yakındaki büyük kent olan Leon’da bir tamirci araştırdım. Land Rover araçlarını Meksika’ya getiren Eurocavsa firmasının satış merkezi ve servisinin olduğu görünüyor. Adres ve telefonunu defterime kaydettim.

Lando, hayatında üçüncü kez kamyon sırtında. Çok mu hoşuna gidiyor, nedir?…

Ertesi gün sabahın köründe kalktım. Polis arabanın başına dikilmiş yine. “İlle kaldıracaksın!” diyor. Çaresiz, yine bir lokomotif misali, dumanlar içerisinde şehrin hemen çıkışındaki Pemex’e (Meksika’da petrol çıkarılması, rafinerizasyonu ve petrol ürünleri dağıtım ve satışı devlet tekelinde, Pemex’ler de devlete ait benzin istasyonları) kadar gidip, parkettim. Makul bir saat gelince de her Pemex’in yanıbaşında bulunan Oxxo’dan (Oxxo da, Meksika bazlı ve Lâtin Amerika’da en yaygın olan merketler zinciri) bana bir kamyon bulmaları konusunda yardım rica ettim. Bir taksi çağırdılar, taksiciye derdimi anlattılar ve beni bindirip, gönderdiler. Oto sanayine benzer bir yerlerde, Lando’yu taşıyabilecek kapasitede rampalı bir kamyon bulduk. Pazarlığını yaptım, taksiyi gönderip, kamyoncuyla birlikte Lando’nun olduğu yere gittik. Lando’yu yükleyip, yola çıkmamız fazla uzun sürmedi.

Leon’da Eurocavsa’nın servisine arabayı indirdiğimde, herkes etrafında dolanmaya başladı. Land Rover servisi ama, belli ki hayatlarında hiç bu modelini görmemişler. Burada da, Amerika’da olduğu gibi Land Rover’in yalnızca Range Rover, Discovery ve Freelander modelleri ithal ediliyor. …ve bunlar da hep benzinli motorlu. Yakıt ucuz olunca, kimse dizel tercih etmiyor buralarda.

Servis Müdürü’ne kapak contasını yaktığımı, kapağı açıp, conta değiştireceğimizi söyledim. Bundan o kadar eminim ki. “Tamam” dedi, “ama, yarın sabah”.

Ertesi sabah saat 9’da servisteydim. Ama, beni atölyeye sokmuyorlar, şirket prensibi gereği. Bir yandan da, hayatlarında hiç Defender görmemiş, dizel tecrübesi olmayan adamların, benim kapağı söküp de, contayı nasıl değiştireceğini düşünüyorum. Öğleye doğru kapak söküldü ve beni -lütfedip- atölyeye aldılar. Contada da, kapakta da en ufak bir hararet belirtisi yok. Boşu boşuna kapağın söküldüğüne mi yanayım, kendimden emin bir şekilde “kapak contası değişecek” diye ukalâlık edip, rezil olduğuma mı yanayım, problemin kaynağının ne olabileceğini hala bilemiyor olduğuma mı yanayım…

Lando, Leon’daki serviste…

Moral bozukluğuyla, kaldığım otele döndüm. Türkiye’de saat akşam 8 buçuk ve Otokar’a ulaşmak için çok geç. Günlerden Perşembe ve hızla çözüm üretip, karar vermem lâzım. Türkiye’ye bir şey ısmarlanacaksa, bunun bir an önce belirlenmesi lâzım.Malzemenin Türkiye’den kuryeye verilmesi için bir günüm var. Aksi durumda iş Pazartesi’ye sarkacak. Land Rover gurusu Hüseyin’i (Oto Mekanik) aradım, durumu anlattım. Bana ilk söylediği “Senin turbo gitmiş, abi!” oldu. E, ne yapacağız peki? “Turboyu değiştireceksin, abi!”. Bilgisayarın başına oturdum, Türkiye’den turbo ünitesi, kapak contası ve yeni kapak saplamaları isteyen mesajı hazırlayıp, gönderdim. Gelmesi en az Salı gününü bulur. O zamana kadar benim Leon’da kalmam hem zaman, hem de para kaybı. Bir yandan, “kaybolan” paranın zaten artık “arşa” çıktığının da farkındayım. Cuma günü Otokar Servis’tekilerin ve şirketteki arkadaşların gayreti ile parçalar kuryeye verildi. Geliş tarihi Salı.

Cumartesi sabahı almak üzere ufak bir kiralık araba rezervasyonu yaptırdım. Bu sürede hiç olmazsa, doğru dürüst göremediğim Guanajuato’yla, sonra da Mexico City’i gezmiş olurum.

Hoşça kalın.



Not: Ali Eriç'in “Arabamla Dünya Turu” gezisinin başlangıcı ile ilgili detaylar için Arabamla Dünya Turu – Türkiye (Başlangıç – Karadeniz) gezi yazısını okuyabilirsiniz.