Bologna : Medeniyetle Tarihin Kesiştiği Şehir...

Floransa’ya kadar gelmişken Bologna’yı da görmek lazım diye düşünerek çok önceden Floransa-Bologna tren biletimi almıştım (Gidiş-dönüş 13,50 €). 08.19’da hareket edecek olan Bologna trenine binmek için FSM tren istasyonuna geldiğimde saat tam 08.00’di. Boşluktan yararlanıp Siena tren biletimi de aldım (7,70 €). İki kruvasanı paket yaptırdıktan sonra (tanesi 1 €) trene atladım.Trendeki seyyar kahveciden sıcak bir kahveyle (1,30 €) kahvaltımı tamamladıktan sonra yol boyunca Bologna hakkındaki notlarımı gözden geçirdim.

Bologna, Emilia-Romagna bölgesinin başkenti. Nüfusu yaklaşık 400.000. Tarih boyunca Etrüksler, Keltler ve Romalılar döneminde önemli bir merkez olmuş. Şehrin İtalyanlar arasındaki lakabı “Kızıl Şehir”. Şehirdeki binaların büyük bölümünün kırmızı tuğla kullanılarak yapılmış olması önemli bir etken. Ancak şehrin solculuğuyla da meşhur olması kızıllığının hakkını vermesi sağlıyor. 1088 yılında kurulan üniversite Avrupa’nın en eskilerinden birisi olarak kabul ediliyor. İtalya’nın zengin şehirlerinden olan Bologna 2000 yılında Avrupa kültür başkenti seçilmiş.,



Tren tam zamanında (09.40) Bologna Merkez tren istasyonuna vardı. Lonelyplanet’e (LP) göre tren istasyonunda bir turizm danışma olması gerekiyor ama sorduğum polis memuru turizm danışmanın Maggiore Meydanında olduğunu söyledi. Tren istasyonuna sırtınızı verdiğinizde sol çaprazınızda kalan 20 Eylül Meydanından devam eden, iki tarafı kemerli bölümlerle ve dükkanlarla süslü Via dell Indipendenza’dan ilerledim. Şehrin en geniş ve uzun caddesi olsa gerek. Birkaç gün öncesine kadar yağmış olan kar hala şehirden örtüsünü kaldırmamış. Yaklaşık 9 derece sıcaklık var, güneşli ve açık bir hava. Yılın bu mevsiminde oldukça şanslı sayılırım.

Sol tarafta kalan Montagnola Parkının devamındaki 8 Ağustos Meydanında çok büyük bir pazar kurulmuş. Çantadan kıyafete, parfümden iç çamaşıra ne isterseniz mevcut. Böyle yerlerde dolaşmayı çok seviyorum. Hele bunun gibi turistik değil de yerel halk için olanlar daha hoşuma gidiyor. Bunun bir benzerine Roma’da Trastevere’de de rastlamıştım. Ama o dümdüz uzun bir caddede gidiyordu, bu ise meyve-sebze pazarları gibi koridorlar halinde. LP’ye göre pazar sadece cuma ve cumartesi günleri kuruluyormuş.



Yaklaşık yarım saatlik pazar gezisinin ardından Indipendenza’dan devam ettim. Yavaş yavaş tanıdık markalar etrafı süslemeye başladı. İlk ziyaret noktam olan Bologna Katedrali (Metropolitana di San Pietro) caddenin üstünde yer alıyor. Daha öncekiler farklı tarihlerdeki yangınlarla tahrip olduğu için bugünkü katedral 16. ve 17. yüzyıla tarihleniyormuş. Hemen yan tarafında ise silindirik bir çan kulesi var. Oldukça büyük olan katedralin sağlı sollu her bölümünde devasa yağlı boya tablolar eşliğinde minik şapeller mevcut. Tam içerideyken şapellerin birisinde papaz vaazına devam ederken bir diğerinde ise ölmüş birisinin başında üzgün insanlar vardı.



Katedralden ayrıldıktan sonra Nettuno (Neptün) Meydanına ulaştım. Şehrin en önemli meydanı olarak kabul edilen Maggiore’ye bitişik olan bu meydanın tam ortasında Neptün Çeşmesi yer alıyor. 1563-1566 yılları arasında yapılan bu heybetli çeşme Papa’nın gücünün simgesi olarak inşa edilmiş. Neptün nasıl denizleri yönetiyorsa Papa’da Hıristiyanları yönetiyor tarzı bir şey. Alt tarafında yer alan küçük melekler o dönemde keşfedilmiş olan dört farklı nehri simgeliyormuş: Ganj, Nil, Amazon ve Tuna. Hemen yanı başındaki minik çeşmeden kana kana su içtim. Çeşmenin bir tarafında belediye binasının uzantısı ve Sala Borsa olarak bilinen eskinin borsa şimdinin multimedya kütüphanesi, diğer tarafında ise Palazzo del Re Enzo bulunuyor.


Maggiore Meydanı...

Ve geldik şehrin kalbinin attığı yer olan Maggiore Meydanına. 13. yüzyıla tarihlenen dikdörtgen şeklindeki meydanın ortası karla kaplı. Bologna’nın olmazsa olmazlarından olan meydan aynı zamanda şehrin tek turizm danışma bürosuna da ev sahipliği yapıyor. Turizm danışmadan şehrin çok güzel hazırlanmış bir haritasını ve müzelerin açılış-kapanış saatleri ile ücretlerini gösteren bir bilgisayar çıktısı aldım. Bu arada elimdeki 2009 baskısı LP’ye göre pek çok müzenin ücretsiz olduğu yazıyordu ama işin aslının öyle olmadığını turizm danışmada öğrendim. Neredeyse tamamı ücretli.


Maggiore Meydanın en önemli yerlerinden birisi hiç kuşkusuz batı bölümünde yer alan belediye binası. Palazzo Communale ya da diğer adıyla Palazzo D’Accursio olarak adlandırılan bina 1336 yılından itibaren belediye binası olarak kullanılıyormuş. İki ana bina var. Saat kulesi ile Meryem ve Hz. İsa heykeli 15. yüzyılda eklenmiş. Ön cephesinde Bologna’lı Papa 13. Gregory’nin de heykeli var. Bir tarafı Sala Borsa olarak bilinen kütüphane binası. Sala Borsa’nın ön cephesindeki üç farklı panelde Alman istilasına karşı direnen ve öldürülen vatanseverlerin küçük resimleri asılı.






İçeriye girince avluyu geçerek arka taraftaki asansörle yukarıya ikinci kata çıktım. Burada iki müze var: Museo Morandi (giriş ücreti 6 €) ve Collezioni Comunali d’Arte (4 €). Sanat özürlü olduğum için her ikisini de es geçerek ikinci katın girişinde Papa 13. Gregory’nin heykelinin bulunduğu salonu gezdim. Duvardaki resimler ve oymalar tek kelimeyle nefis.

Dışarıya çıkınca turizm danışmanın yanındaki Cafe Vittorio Emanuele’de bir Americano içerken (2,60 €) hem meydanı seyrettim hem de notlarımı toparladım. Bazilikanın üstünden kendini gösteren güneş içimi ısıttı. Kafeden kalktığımda saat 12.15’i gösteriyordu. Notlarımı karıştırırken gezmeyi unuttuğum Kırmızı Salon (Red Hall) ve Hercul Hall’ü görünce yeniden belediye binasına girdim. Herkül Salonu bakımda olduğu için gezme şansım olmadı ama Kırmızı Salon, perdesinden koltuklarına kadar kıpkırmızı. Şehir meclisinin özel toplantılarının yapıldığı salon şimdiki haline 19. yüzyılın başlarında kavuşmuş. Aslında salon diye geçse de genişçe bir oda bile denebilir. Devasa avizelerle süslenmiş. Tam ben burayı gezerken belediye meclisinin toplantı halinde olduğu belliydi. Zira hoparlörden dışarıya tartışmalar veriliyordu.






Maggiore Meydanının bir diğer simgesi ise San Petronio Bazilikası. Bologna’nın en büyük, dünyanın ise beşinci büyük bazilikası olan San Petronio, şehrin baş azizi San Petronio’ya adanmış. 132 metre uzunluk ve 47 metre yükseklikle gerçekten büyük bir yapı. Aslında hiçbir zaman tamamlanamamış. LP’ye göre aslında Roma’daki St. Peter Bazilikasından büyük olması planlanmış ama Papa 4. Pius, inşaat başladıktan 169 yıl sonra 1561’de buna izin vermeyerek doğu bölümünü üniversiteye çevirtmiş. İçerisi gerçekten çok büyük. Aynı zamanda ferah ve aydınlık. Diğer pek çok kilise ya da katedralde olduğu gibi yarı karanlık bir kasvet yok içeride. Sağ ve sol kanatlarda devasa resimler mevcut. Ayrıca Papa 2. Paul’un Bologna’yı 1982-1988-1997 yıllarındaki ziyaretlerine ait fotoğraflar da sergileniyor. Bazilikanın ön cephesi bakım nedeniyle kapatılmış. Bakım çalışmasının 2013 yılında tamamlanması planlanıyormuş ve bittiğinde orijinal kırmızı mermerlerin de görünmesi sağlanacakmış.



Bazilikanın yan tarafından Via dell’Archiginnasio boyunca yürüdüm. Arkeoloji Müzesi de bu yol üzerinde. İtalya’nın en iyi Etrüks eserlerinin bulunuyormuş ama bu güzel havada hem de günübirlik bir gezide ayıracak zamanım yoktu. Meraklısı için giriş ücreti 4 €. Buradaki Palazzo dell’Archiginnasio Papa’nın emriyle 1805 yılına kadar şehir üniversitesinin merkezi olmuş. 1838’den itibaren de şehir kütüphanesi olarak hizmet vermeye başlamış. İkinci dünya savaşında ağır hasar gören bina daha sonra restore edilmiş.

İtalyan fizikçi Galvani’nin heykelinin de bulunduğu meydanı gezdikten sonra önce sola sonra da sağa dönerek San Domenica Bazilikasına ulaştım. Ancak kapalı olduğu için gezemedim. Bologna’da kiliseler 12.00-15.30 arası kapalı. Bir tür öğle tatili de diyebiliriz. Diğer İtalyan şehirlerinde pek rastlamadığım bir uygulama. San Domenica 12. yüzyılda inşa edilmiş, oldukça eski. Ünlü besteci Mozart Bologna’da geçirdiği bir ay kaldığında müzik akademisinde bazilikanın orgunu çalmış. Dış tarafta türbe gibi bir şey dikkatimi çekti ama kimindir, nedir anlamadım. Ayrıca ince uzun sütun da meydanı süsleyen bir diğer eser.






Tekrar Maggiore Meydanına doğru yollandım ama bu sefer farklı bir güzergah olan Via dell’Azeglio’dan. Dar, birbirine yakın evlerle bezenmiş, kiremit rengi tuğlaların hakim olduğu ortaçağ kokan yapıların arasında gezmek son derece keyifli. Belediye Sarayının oraya çıkınca bu sefer yanından giden 4 Kasım Caddesinden ilerledim. Saray geriye doğru da bayağı gidiyormuş. Yüksek duvarlarla örtülü bir kale havasında inşa edilmiş. Porta Nova’nın altından geçtikten sonra Marconi Caddesine ya da başka bir ifadeyle San Francesco Bazilikasının oraya vardım. İtalya’da Fransız Gotik tarzı ile inşa edilen ilk kiliselerden birisi olan San Francesco 1236 ila 1254 yılları arasında inşa edilmiş. Kapalı olduğu için gezemedim ama dışarıdan bakılınca oldukça büyük bir alanı kapladığı belli oluyor.

Bu arada hava gerçekten çok güzel ama iki ciddi problem var. Birisi, önceden yağan karın bazı yerlerde yürümeyi zorlaştırması. Gerçi pek çok yer temizlenmiş ama yine de sıkıntı doğurduğu yerler de olabiliyor. İkincisi ve belki de daha önemlisi ise güneşi gördüğü için eriyen karların yürüyen insanların üzerine yağmur olarak düşmesi. Yani yağmur yağmıyor, hava son derece açık ama eriyen kar suyu yağıyor. Bunun da yağmurdan pek bir farkı yok. Allahtan Bologna’ya hakim olan mimari anlayışta sütunlarla kapanmış kaldırımlar revaçta da çoğu zaman yırtıyorsunuz.

İtalyan Katolik rahip Ugo Bossi ile aynı isimli caddeden merkeze doğru ilerlerken 27 numarada şehrin kapalı pazarı Mercato delle Erbe’ye denk geldim. Hafta içi saat 13.00’a kadar açık olan marketin son demlerinde bazı dükkanlar kapanmıştı. Yine de tezgahlardaki meyve-sebze, et-balık ve şarküteri ürünlerini seyretmek ve satıcılarla sohbet etmek çok keyifli. Oldum olası böyle yerleri sevmişimdir zaten.



Via Rizzoli’den devam ederek Bologna’nın simgesi olarak kabul edilen meşhur “ikiz kuleler”in (Le Due Torri) bulunduğu Porta Ravegnana Meydanına geldim. İki kuleden yüksek olanı Asinelli Kulesi. 1109-1119 yılları arasında inşa edilen kule 97,20 metre yüksekliğinde ve 498 basamakla çıkılıyor. Elbette asansör yok. Hemen hemen aynı tarihlerde inşa edilen diğeri ise Garisenda Kulesi. Yüksekliği 47 metre. Asinelli ailesinin prestij adına yaptırdığı kule özellikle savunma ve askeri amaçlı olarak kullanılmış. O dönemlerde Bologna’da 100’den fazla kule varmış ama zaman içinde yangınlar ve savaşlar nedeniyle bugün için yaklaşık 20 tanesi ayakta kalmış. Kulelerin hemen ön tarafında şehrin azizi San Petronio’nun 1670 yılına tarihlenen heykeli var. Heykel trafik akışı nedeniyle bir ara yerinden kaldırılmış ama sonradan yeniden konmuş.

Yol boyunca Asinelli’ye çıkıp çıkmayacağımı düşünürken yanına ulaşınca bunun pek bir anlamı kalmadığını gördüm. Zira kule uzun süreli bir bakımda. Etrafa herhangi bir şey düşmesin diye yarıya kadar kıyafet giydirilmiş gibi beyaz şeyler asılmış. Halk arasında kuleye çıkan öğrencinin hiçbir şekilde mezun olamayacağına dair bir inanış varmış. Denemesi Bologna’da okuyanların işi. Yine de meraklısı için çıkış ücretinin 3 € olduğunu belirteyim.

Kulelerin hemen arkasında kendi kaderine terk edilmiş gibi mahzun duran Santi Bartolomeo Kilisesini de fotoğrafladıktan sonra Mercanzia Meydanına geldim. İki sokağın köşesinde yer alan 14. yüzyıla tarihlenen aynı isimli saray bugün için Ticaret Odasına ev sahipliği yapıyormuş. Yüksek kemerleri, kale gibi burçları ve dış cephesindeki küçük beyaz balkonumsu yerle çok estetik görünüyor.


Sarayın sol tarafındaki Santo Stefano caddesinden ilerleyince yolun sonunda Santo Stefano Kompleksine ulaştım. Önündeki meydanda daha önceden yağan karları temizleme çalışmaları devam ediyordu. Halk arasında “yedi kiliseler” olarak adlandırılan kompleks beş ila sekizinci yüzyıllarda inşa edilmiş. Gerçekte yedi farklı kiliseyi barındırıyormuş ama bugün için sadece dört tanesi ayakta kalabilmiş. Zaten karşıdan baktığınızda da tek bir yer olmadığı çok net biçimde anlaşılıyor. Bunlardan Santa Vitale e Agricola şehrin en eski kilisesiymiş. Ayrıca şehrin azizi San Petronio’nun kemikleri de ön taraftaki giriş yapılan Crocefisso Kilisesinde bulunuyormuş. Söylememe gerek yok elbette: öğle tatilinde kapalıyız…

Tekrar kulelerin oraya döndükten sonra Via Zamboni boyunca ve sağlı sollu sokaklarda amaçsızca yürüdüm. Eski dar ve kısa sokaklardan birisi olan Valdonica bir zamanlar şehrin Yahudi Gettosu olan yermiş. Burada geçen yaklaşık iki saat boyunca Rossini Meydanındaki 13. yüzyılda inşa edilmiş olan San Giacomo Maggiore Kilisesi, cadde üzerinde yer alan ve bir zamanlar yerel yöneticilerin ikamet ettiği Malvezzi De’Medici Sarayı, Giuseppe Verdi Meydanında 1763 yılından bu yana şık konuklarını bekleyen Belediye Tiyatrosu (Teatro Comunale) objektifime takılan hoş yapılar. Bu arada dolaştığım bölge aynı zamanda Bologna’nın üniversite bölgesi olduğu için neredeyse her sokakta bulunan kafelerde ya da dışarıda onlarca hatta yüzlerce öğrenci görmek de mümkün. Bunun zirve yaptığı yer ise şüphesiz Verdi Meydanı ve buradaki kafeler.





Poggi Sarayına gidip burada bulunan Poggi Müzesini gezmek istedim ama maalesef kış mevsiminde Avrupa’nın pek çok şehrinde tarihi yapıların ve müzelerin başına gelen gibi tadilat vardı. İnsan Anatomisi, Doğal Tarih, Fizik, Askeri Mimari gibi ilginç bölümlerin olduğu müzeye giriş ücretinin 3 € olduğunu hatırlatayım.

Ara sokaklar, orası burası derken saat 16.00 olmuştu. Karnım zil çalıyordu. Sabah gezime başladığım Indipendenza boyunca merkeze doğru ilerlerken PizzAlerto adlı pizzacıda ciddi bir kalabalık olduğunu görünce daldım içeriye. 1957’den beri faaliyet gösteren pizzacıda neredeyse hangi tür pizza ararsanız o çeşit pizza var gibi. Bende klasiklerden birisi olan Margaritayı denemeye karar verdim.(1,30 €) Fırından yeni çıkmış, yaklaşık 150-200 gramlık parça pizza daha dışarıdaki masaya oturamadan bitti gitti. Pizza öyle lezzetliydi ki tekrar içeri girdim ve bana servis yapan kıvırcık saçlı melez çocuğa bir parça daha ısmarladım. “Başka dener misin?” diye bir soru gelince “hangisi?” dedim. “Mantarlı-patatesli” dedi. (1,60 €) O da fırından yeni çıkmış. Nefis bir şey. İtalyanların pizzalarını sevmeyen daha doğrusu Amerikan pizzalarına alıştığı için İtalyan pizzalarını yadırgayan dostlara duyurulur.



Caddede aylak aylak dolaşırken rastladığım hediyelik eşya dükkanından şehrin güzel bir magnetini de aldıktan sonra (3 €) küçük bir kafede ayaküstü, dışarıda elektrikli soba eşliğinde kahvemi içtim (1,90 €). Saat 17.00’ye geliyordu. Yeniden Maggiore Meydanına çıktım. Neptün amcanın yanındaki çeşmeden mataramı – pardon şişemi- doldurduktan sonra bu kez meydanın doğu tarafındaki (belediye binasının karşı tarafındaki) dar Pescherie Vecchie sokağına daldım. Burası Ouadrilatero denilen şehrin eski Roma dönemini barındıran bir bölge. Ortaçağı andıran bu dar ve birbirini dikine kesen sokaklarda aynı zamanda bir sokak pazarı da var. Balıkçılar, peynirciler, kafeler, restoranlar…Burada zaman geçirmeden Bologna’dan sakın ayrılmayın derim.


Havanın kararmasıyla birlikte kış da kendini iyice hissettirdi. Notlarımı karıştırarak yemek yiyecek bir yer bakmaya başladım. LP’de verilen üç yerden birisi komple kapalı, diğer ikisi ise kapalı. Arasındaki farkı hemen açıklayayım: İtalya’da restoranların büyük bölümü 15.00-19.00 saatleri arasında kapalı oluyor. Ben telaştan bunu atlamışım. Yani son ikisi bu yüzden kapalı. Ama benim onların açılmalarını bekleyecek kadar vaktim yok. Aramalarım devam ederken yavaş yavaş tren garına doğru yaklaşıyordum. Daha önce tadı damağımda kalan pizzacının önünden geçerken şeytan dürtüyor ve dalıyorum yeniden içeriye. Mantarlı-patatesli pizza afiyet olsun…



İlerlerken Via dei Mille, 5/a adresindeki Trattoria Bolognese’nin ışıklarını yanık görünce oraya doğru yönlendim. Kapalıydı ama yaşlı bir adam bana İtalyanca “gel” dedi ve kapıyı açtı. Yaşlı adamın adı Stefano. Romalı. Sekiz yıldır Bolognadaymış. Daha akşam yemeğini bile yemediğini söyledi. Spagetti Bolognese yemek istediğimi söyledim. Aramızdaki diyalog şöyle gelişti:
- Bolonezli makarna yemek istiyorum…
- Olur, buyur.
- Ne eti var bolonez sosun içinde Stefano?
- Dana ya da kuzu fark etmez. Ama mutlaka dörtte bir kadar domuz eti…
- Nasıl yani? Domuz etsiz bolonez olmaz mı?
- Olmaz. Var diyen yalan söyler. 40 yıldır bu işteyim. Katoliğim, Allaha inanırım, yalan söyleyemem. Biz “al ragu” deriz boloneze.
- Eee, ne yiyeceğiz Stefano?
- Tortelloni vereyim, peynirli, beğeneceğine eminim.
- İyi, napalım…
- Nasıl olsun?
- Ne demek yani nasıl olsun?
- Domates soslu ya da tereyağlı?
- Sence?
- Ben her zaman tereyağlı tercih ederim.
- Bende…
Sizin anlayacağınız 40 yıllık Stefano domuz kıyması olmayan bolonez olmaz arkadaş dedi ve konuyu kapattı. Efendim bu tortelloni peynirli olan ve hayli iri taneli. Tortellini ise etli, küçük, bizim Kayseri mantısına benziyor. Bir de Peroni marka 33’lük bira söyledim. Tortelloni siz sipariş ettiğinizde hazırlandığı için biraz zaman alıyor. Gezerken dikkatimi çekmişti, kendiniz almak isterseniz de tortelloninin kilosu 30 € civarında. Daha lüks yerlerde 45 €’ya kadar çıkabildiğini söyledi Stefano.



Allahtan gelirken parça pizzayı yemişim zira 10-11 parçalık irice bir mantı tabağı ve yanında ayrı bir kapta parmesan peyniri geldi. Parmesan içinde de varmış ama extra isteyenler olabiliyormuş. Azdı ama son derece lezzetliydi. Özellikle mis gibi tereyağı kokusu aklımı başımdan aldı. Ben tortellonimi o da kendi yemeğini yerken sohbet ettik. Üç farklı yemek mekanının arasındaki farkı sordum Stefano’ya. Şöyle açıkladı: Ristorante, her türden şeyi yiyebileceğin büyük bir yer. Trattoria, 6-7 çeşit başlangıç ve bir o kadar da ana yemek bulabileceğin bir tür lokanta. Osteria ise sadece 2-3 çeşit yemek yapan, tam geleneksel yiyecek sunan küçük işletmelermiş. Daha çok aile işletmesi.

Mekandan ayrılırken Stefano ile foto çektirmek istedim ama çekecek hiç kimse yoktu. Ahçının kullandığı kapı arka tarafta olduğu için gelemiyormuş. Sağlık olsun, ne yapalım. Yediklerim lezzetliydi ama kaliteli mi, süper mi bilemiyorum. Bunun için birkaç defa daha aynı şeyi yemek lazım. Hesaba gelince: Tortelloni burro e salvia (tereyağlı tortelloni) 7,50 €. Küçük bira 2,5 €. Yani toplam 10 €. Adresi verdim, yolunuz düşerse hem ekonomik, hem merkezi bu lokal mekana bir uğrayın isterseniz.



Tren istasyonuna vardığımda saat 19.30 olmuştu. Sabah geldiğimde fark etmemişim ama istasyonun çapraz köşesinde Mc. Donalds varmış. Oradan bir kahve aldım (1,10 €) Bu arada Bologna tren istasyonunun içinde doğru dürüst oturup bir şeyler yiyeceğiniz ya da içeceğiniz yer yok. Çevresindekiler de zayıf bana göre. Burada kral Mc. Donalds. Kahrolsun diğer fast foodlar…

Bologna orta çağ havasında güzel bir üniversite şehri. Belki özel olarak Bologna’ya gelmeyebilirsiniz ama yolunuz Floransa civarına düşerse birkaç saatinizi ayırın derim. Dar sokakları, güzel kafeleri, iki kulesi ve nefis lezzetleri ile bu tarihi şehri gezerken pişman olmayacaksınız…

Seyahatle kalın…





 Yazılan Yorumlar...
TAMER
(02 Eylül 2012)
Sevgili Hakan, yine bir İtalya yazısı ile gönüllerimizi fethettin... Eski anılar yine canlandı. Bologna da iş dolayısı ile iki gün kalmıştım. Özellikle yayaların güneşte ve yağmurda bile ıslanmadan, güneş altında kalmadan dolaşabilmelerini sağlayan binaları ile meşhur Via Independenza caddesi ile Maggiore Meydanı ve şehrin kızıllığı çok hoşuma gitmişti...Teşekkürler,
Not: Bu arada hakikaten İtalya da çok sıcak bir kahve içebilmek için önceden çok ciddi bir şekilde belki bir kaç sefer uyarmak yani çok uğraşmak gerekiyor...:) Teşekkürler
hakangeziyor
(13 Ağustos 2012)
Hocam, güzel sözleriniz için teşekkürler. Bologna gerçekten keyifli bir yer. Eminim bahar aylarında çok daha güzel olacaktır. Öğle tatili de oldukça ilginç bir uygulama. Ya ben hiç dikkat etmedim ya da denk gelmedim.
Sevgili Sibel, söylediğin kanala giden yol tadilat nedeniyle kapalı olduğu için diğer yoldan dolaşmaya üşendim ve göremedim. Eminim çok hoştur...Bu arada İtalyada Bergamo Havaalanı dışında neredeyse hiç bir şehirde adam akıllı sıcak bir kahve içebildiğimi hatırlamıyorum. Yani bu konuda yalnız değilsin :)...Teşekkürler...
Sibel Sönmez
(12 Ağustos 2012)
Keyifli bir yer Bologna. Fazla popüler değil bizde ama belki Pegasus uçmaya başladığı için gidenler artacaktır. Güzel bir Mayıs gününde Francesco Bazilikasına doğru olan tarafta tarihi kanal kenarında bir kafede, sıcak getirmediği için, bir türlü içemediğim sütlü kahve aklıma geldi. En sonunda hem garson hem biz pes etmiştik. Elinize sağlık...
NEŞE
(12 Ağustos 2012)
Hakan ,her zamanki gibi nefis bir yazı,Bologna ya gidecekler bir kopya almalı.Ben de senin gibi yöresel pazarlara bayılırım,etraftakilerle sohbetler ederim,çok keyifli olur yöresel yaşamak.Kiliselerdeki öğle tatiline gelince,Roma da ve Sicilya da çok hatırlıyorum böyle kapalı kiliseler önünde açılışı beklediğimi.Hele Sicilya da bir kilisede papazı evinden rica edip çağırdık..Teşekkürler