Portekiz’in incisi, güzeller güzeli Porto… Daha Lüksemburg’a gelmeden haftalar önce bana “nereleri gezeceksin?” diye sorduklarında “Kesinlikle Porto! Gerisi nasılsa gelir” diye cevap vermiştim. Yaklaşık iki buçuk ay önceden Avrupa’nın en büyük düşük maliyetli havayolu firması olarak kabul edilen Ryanair’den gidiş-dönüş toplam 46 €’ya (8 kg. kabin bagajı ile) Ocak sonuna biletimi almıştım. Lüksemburg - Frankfurt Hahn Havaalanı arasında çalışan Flibco otobüsünden de gidiş-dönüş 10 €’ya yerimi hallettikten sonra zamanın geçmesini beklemekten ve yerli-yabancı bulabildiğim tüm Porto bilgilerini okumaktan başka yapacak bir şeyim kalmamıştı.
Cumayı cumartesiye bağlayan gece saat 02.50’de Flibco ile başlayan otobüs yolculuğum yaklaşık iki saat sonunda Hahn Havaalanında ilk molasını verdi. Uçağa daha iki saat olduğundan havaalanını bolca turlama vaktim oldu. Hahn, küçük bir havaalanı. Terminalin hemen karşısında BB otel zincirinin bir şubesi var. Ryanair burasının tek hakimi. Onun dışında Wizzair ve Iceland Express havayolları da buradan uçuşlar yapıyor. Sabahın beşinde neredeyse bütün kafeler açık ama bizim dönerci kapalı. Hemen terminalin dışarısında bulunan büfeden 1,10 €’ya sıcacık bir kahve aldım ve check-in için sıraya girdim.
Ryanair’dan bilet aldığınızda eğer AB vatandaşı iseniz iç hat uçuşlarında hiçbir işlem yaptırmadan elinizdeki bilgisayar çıktısı ile uçağa girişte son kontrolün yapıldığı bölgeye gelebiliyorsunuz. Ama Türk vatandaşı iseniz check-in sırasına girip bilet ve pasaport kontrolü yaptırmanız gerekiyor. Daha sonradan küçük havaalanı olmanın bir özelliği olsa gerek otobüs terminalindeki gibi yürüyerek uçağa binebiliyorsunuz. 06.50’de kalkan uçak yaklaşık iki saat onbeş dakikalık bir uçuş sonucunda, saat farkı nedeniyle, 08.10’da Porto Havalimanına indi.
Havalimanında metroya ulaşmak biraz sıkıntılı. İki kat aşağıya inip otoparktan geçerek metroya ulaşıyorsunuz ve mavi otomatik makinelerden bilet almanız gerekiyor. Şehir merkezine gidebilmek için Z4 biletine tek yön 2,20 € ödüyorsunuz. Bunun 0,50 €’su “Antande” denilen mavi kart ücreti. Bu karta daha sonra da para yükleyebiliyorsunuz ancak kart ücretinin geri ödemesi yok. Makinenin başındaki görevli yardımcı olduğu için kısa sürede bileti alıp metro istasyonuna vardım. Görevli bileti makinede onaylatmamı özellikle hatırlattı.
Porto metrosu aslında hafif raylı sistem. Şehrin Kültür Başkenti olduğu 2001 yılında açılışı yapıldığından oldukça yeni sayılır. E hattı ile şehir merkezindeki Bolhao durağı yaklaşık 25 dakika sürdü. Telefondaki GPS otelin 450 metre mesafede olduğunu gösterdi. Hafif yokuşta yer alan otele ulaştığımda 09.15’i gösteriyordu.
Booking.com’dan geceliği 20 €’ya ayarladığım Residencial Belo Sonho (Rua Passos Manuel, 186) tek yıldızlı, basit bir otel. Resepsiyondaki görevli birkaç kelime hariç hiç İngilizce bilmemesine rağmen bir şekilde anlaşabildik. Sabahın bu saatinde odamın hazır olması da benim için ayrıca sürpriz oldu tabi. 11 no’lu oda minicik, adeta kutu gibi. İki kişilik yatak, küçük bir dolap ve sığmamın oldukça zor olacağı banyo-tuvalet. Ama her şey tertemiz. Bence sorun yok, 20 €’ya bundan iyisi zaten olamazdı…
Otelin tam karşısında Coliseu do Porto adlı kültür sarayı var. 1941 yılında tamamlanan bina Porto’da önemli müzik ve tiyatro etkinliklerine ev sahipliği yapıyormuş. Aşağıya doğru yaklaşık 100 metre inip sağa döndüğümde Porto’nun en meşhur alışveriş caddesi olarak bilinen Santa Catarina’ya çıktım. Hem Porto’lular hem de şehre gelen turistler açısından en önemli yerlerden birisi olarak kabul edilen cadde aynı zamanda yılların eskitemediği bir Porto klasiği olarak kabul edilen Cafe Majestic’e de ev sahipliği yapıyor.
Şehre gelen herkesin uğramadan geçmediği Majestic Cafe’nin bulunduğu yerde ilk kafe 1853’e kadar dayanıyor ama ismi başka. O zaman da üst sınıfa hitap eden kafenin ismi 1921 yılında “Cafe Elite” olarak değişiyor. Adından da anlaşılacağı gibi elitlerin, zenginlerin, aristokratların geldiği son derece lüks bir kafe. Ancak ertesi yıl gelen yeni ortak bu ismin çok itici olduğunu savununca 1922 yılının Temmuz sonunda kafenin adı Majestic olarak değiştiriliyor. Kafe zamanla artistlerin, yazarların ve şairlerin gittikleri bir mekan haline geliyor ancak 1960’lara gelindiğinde maalesef kapanıyor. Yapılan girişimlerle yeniden açılan kafe 1980’de tekrar kaderine terk ediliyor. 1983 yılında Porto Şehir Meclisi Majestic Kafe’nin şehrin kültürel varlıklarından birisi olduğunu onaylayıp restore etmeye karar veriyor. 1994 yılında kapılarını açan Majestic o günden bu yana şehrin olmazsa olmazlarından birisi.
İçeriye girince tarihi görmemeniz ve hissetmemeniz mümkün değil. Uzun avizeler, işlemeli duvar ve resimlerle müthiş görsel bir güzellik kafe. Arkaya doğru ince uzun bir şekilde gidiyor. Yaz dönemi için ön tarafında masalar oluyormuş ama aynı zamanda arka tarafta güzel de bir bahçesi var. İçeriyi gezdim ancak kapalı Pazar kapanmadan yetişeyim diye oturup bir şeyler içmeyi daha sonraya erteledim.
Yolun devamında tam sola aşağıya doğru dönecekken köşede mavi çinili cephesiyle Capela das Almas karşıma çıktı. 18. yüzyılda inşa edilen Şapelin dış cephedeki çinileri 20. yüzyılın başlarında yapılmış. Oldukça etkileyici bir görünüme sahip olan Şapelin içerisi de oldukça hoş görünüyor. Aynı zamanda küçük bir ayin olduğu için fazla vakit geçirmeden dışarı çıktım ve kapıda dilencilere rastladım. Porto gezim boyunca hangi kilise ya da şapele girmeye niyetlensem karşıma önce dilenciler çıktı. Herhangi bir rahatsızlık vermiyorlar ama ülkenin içinde bulunduğu ekonomik gerçeklik hakkında fikir sahibi olmanıza yardımcı oldukları kesin.
Fernandes Tomas Caddesinde şehrin bir başka renkli noktasının kapısına ulaştığımda saatler daha sabahın 10’unu gösteriyordu. Neresi mi? Mercado Bolhao ya da Bolhao Kapalı Pazar yeri. Porto belediye meclisi 1914 yılında şehir merkezinde yer alan irili ufaklı pazar yerlerini birleştirmeye karar verince ortaya çıkmış marketin bugünkü hali. Basit tente ve saclarla üstü kapatılan sıra sıra küçük ve nispeten dökük dükkanlardan oluşan market özellikle çiçekçileri, şarkütericiler ve manavlarla dikkat çekiyor. Böyle yerleri oldum olası sevmişimdir. Sabahın erken saati olduğu için henüz tam olarak kendine gelemediğinden sakin sayılır. Pazar günleri hiç açılmayan market Cumartesi günleri de saat 13.00’de kapanıyor. Diğer yerleri gezerken bir daha görmek nasip olmayabilir diye sabahın bu saatinde gezmek durumunda kaldım. Eminim öğlene doğru müthiş keyifli olur burada turlamak.
©Susana Ribeiro / Goporto.com Formosa üzerinden devam edince Porto’nun meşhur Aliados Bulvarına çıktım. Aliados, şehrin kalbi ya da bazılarının dediği gibi Porto’nun “yaşam alanı”. İki tarafında tek yön trafik işleyen, ortasında yer yer ağaçlardan oluşan oldukça geniş bir yaya bölgesi bulunan Aliados neredeyse bir kilometre uzunluğunda vardır. Üst taraftaki bölümün sonunda tüm ihtişamıyla yerel meclis (belediye) binası selamlarken en aşağıda Özgürlük Meydanında ise bugün için lüks bir otel olarak hizmet veren Palacio das Cardosas bulunuyor.
Beyaz mermer ve granitten oluşan göz alıcı yapısı, 180 basamak ve yaklaşık 70 metrelik saat kulesi ile birkaç yüzyıldır yerini süslüyor havasındaki belediye meclis binası (Paços do Concelho) aslında o kadar da eski bir yapı değil. İnşaat 1920 yılında başlamış ve orijinal projenin sürekli değiştirilmesi neticesinde ancak 1957 yılında tam anlamıyla bitirilmiş. Oldukça estetik görünen binanın iki farklı avlusu varmış. Ayın ilk Pazar günü kısa süreliğine de olsa gezilebilen binanın saat kulesinden çok güzel Porto manzarası olduğu söyleniyordu. Ben de kendim çekemesem de sizler için bir tane internetten buldum.
Meclis binasının hemen önünde yer alan ünlü Portekizli yazar Almeida Garret’in heykeline de şöyle bir selam verdikten sonra meclis binasının hemen yan tarafındaki turizm danışmaya uğradım. Şehrin haritası ile birkaç broşür aldıktan sonra Aliados Bulvarındaki gezintime devam ettim. Bulvarın orta bölümünde büyükçe bir havuz ve hemen onun iki tarafında belediye tarafından yerleştirilmiş masa ve sandalyeler var. Bunlar hem dinlenmek hem de bu sırada isterseniz ücretsiz wifi hizmetinden yararlanmak için. Bulvarın iki tarafındaki tarihi binalar ayrı bir hava katıyor. Bunların bir çoğu çok yıldızlı oteller veya ülkenin önde gelen bankalarının binaları. Ne olursa olsun bir bütün olarak değerlendirdiğimde oldukça keyifli bir yer olduğu kesin.
Porto’yu anlatan her belgede Aliados hakkında bir şeyler okumak mümkün. Ancak bir başka özelliği daha var bu Bulvarın. 1933 yılından bu yana bir tür müzisyenler kafesi olarak bilinen ve Perşembe-cumartesi günleri Portekiz’in ünlü fadosundan örnekler sunulan Cafe Guarany de burada yer alıyor. Günlerden cumartesi olduğu için rezervasyon yaptırmak amacıyla daldım içeriye. Duvarları devasa tablolarla süslü restoran oldukça büyük. Sabah saatleri olduğundan servis henüz açılmamıştı. Akşam fado gösterisini nasıl seyredebileceğimi sorunca ücretsiz olduğunu ancak mutlaka akşam yemeği yemem gerektiğini söylediler. Ayrıca tek kişi olduğum için akşam saat 21.30’da başlayacak konser için rezervasyona da gerek yokmuş.
Bulvarın aşağıya doğru son noktası Özgürlük Meydanı yani Plaça de Liberdade. Ve buranın incisi de tam ortada yer alan at üstündeki Kral 4. Pedro heykeli. Meydanı ve Bulvarı aşağıdan yukarıya doğru bol bol fotoğrafladıktan sonra hemen yan taraftaki Mc Donalds’a giderek sıcak bir kahve aldım (0,95 €). Kahvemle beraber meydandaki banklardan birisine oturdum ve hem 4. Pedro’nun heykelini hem de yavaş yavaş artan hareketliliği izledim. Saat 10.45 olmuştu.
Sol taraftan devam edince hemen köşede ön cephesinin güzelliği ile dikkat çeken 18. Yüzyıla tarihlenen Congregados Kilisesini gezdim. Mavi çinili ön cephesi ile hem değişik, hem güzel hem de eskimiş görünmeyi nasıl başarmış bu da enteresan aslında. İçeride ayin olduğu için çok fazla kalmadan hemen karşısındaki tren istasyonuna doğru yönlendim.
Eğer Porto’ya Lizbon’dan ya da başka bir ülkeden gelmişseniz muhtemelen Campanha tren istasyonu son durağınız olmuştur. Porto’daki gezim boyunca ben bu tren istasyonunu hiç görmedim. Benim bahsetmek istediğim şehrin tam merkezinde, Almeida Garret Meydanında yer alan Sao Bento tren istasyonu. 16. yüzyılda bu bölgede inşa edilmiş olan Benedikten Manastırında 1780’lerde büyük bir yangın çıkınca manastır bir daha iflah olmamış. Bunun üzerine şehrin ileri gelenleri 19. yüzyılın sonlarında, her iki köşesinde birer saat bulunan ve oldukça heybetli bir tren istasyonu inşa etmişler.
Peki Sao Bento tren istasyonunu şehrin “mutlaka görülmesi gereken 10 yeri” listesine dahil ettiren şey nedir? Diye içeriye daldım ve oracıkta kalakaldım. Yaklaşık 20.000 tane mavi çinili fayansa işlenmiş bir Porto ve Portekiz tarihi karşıladı beni. Bu binaya sadece tren istasyonu olarak bakmak büyük haksızlık olur. Burası devasa bir sanat galerisi aynı zamanda. Sanatçı Jorge Colaço’ya ait işlemelerin tarihi 1916 yılına dayanıyor. En büyükleri olan savaş resmi ile Kral ve Kraliçenin şehre girişlerini simgeleyen resim gerçekten harika görünüyor. Kaç tane fotoğraf çektiğimi hatırlamıyorum bile. Bir tren istasyonu da ancak bu kadar turistik olabilir herhalde.
Harika tren istasyonu gezimi bitirince hemen karşı taraftaki hediyelik eşya dükkanlarını gezdim. Devamında da biraz ilerideki mini turizm danışmadan bazı konularda ilave bilgi alarak Alfonso Henrique Bulvarından mızrağıyla at üzerinde nöbet tutan şövalye eşliğinde katedralin bulunduğu yere geldim. Katedralin hemen karşısında eski şehir meclisinin minik bir kule şeklindeki binası (Casa da Camara) yer alıyor. Temeli 15. yüzyıla dayanan bina 1875 yılındaki yangından ciddi hasar görmüş. Bugün için turizm danışma olarak hizmet veriyor.
Porto Katedrali ya da öteki adıyla Se, Porto’nun en eski yapılarından birisi olarak biliniyor. Kökleri 5. yüzyıla kadar giden katedral bugünkü görünüşüne 12. yüzyılda kavuşmuş. Ancak 20. yüzyıla gelene kadar da bayağı bir değişiklik yaşamış. Öyle ki romanesk tarzdaki kiliseye barok tarzda eklemeler yapınca dış cephede yer alan gül biçimindeki pencere dışında orijinal halinden hiçbir şey kalmamış. Katedralden daha çok sırlar içinde kalan bir kilise havası hakim. Dışarıdan baktığınızda pek bir şeye benzetemiyorsunuz ama içeriye girince fikriniz değişiyor. Metal ağırlıklı işlemeler ve süslemeler hemen dikkat çekiyor. Özellikle küçük şapellerin neredeyse tamamı altın renginde metallerle ince ince işlenmiş. Oldukça gösterişli olduğunu söylemeliyim. İçeride ayin olduğu için çok fazla zaman geçirmek istemedim. Ben gezmedim ama 3 € ödeyerek gireceğiniz iç avlu bölümünde (Cloister) nefis çiniler misafirlerini bekliyormuş. Hatta bazı kaynaklara göre katedralden daha bile güzelmiş.
Katedralin bulunduğu meydanın tam ortasında yükselen Pelourinho Anıtı son derece tarihi ve anlamı yüksek görünüyor ama gezi sonunda araştırdığımda hiç de eski olmadığını, antik döneme ait güzel bir taklit olarak, 1945 yılında meydandaki boşluğu doldursun diye konulduğunu öğreniyorum. Yine de etkileyici görünüyor. Biraz ileride minik bir ortaçağ kulesinin (Torre Mediavel) aslına uygun yapılmış kopyası var. Daha farklı bir yerde tesadüfen 1940 yılında keşfedilen kulenin aslına uygun olarak yapılan kopyası buradaki. Siz kule dendiğine bakmayın, minicik bir şey. Hemen aşağı bölüme ara sokaklara bakmak için indiğimde 17. yüzyıla tarihlenen bir çeşmeye rastladım. Her iki tarafında dişi pelikan figürleri olan çeşmenin asıl yeri burası değil. Şimdiki yerine 1940 yılında taşınmış. Ciddi bir restorasyon istediği kesin.
Katedralin bulunduğu meydanın tamamının etkileyici olduğunu söylemek mümkün. Pek çok kilise ve tarihi yapının yanında da, az katlı, çoğu onarılmaya ihtiyaç duyan çatıları ve balkonlarından çamaşırlar sarkan evleri izleyip keyifle fotoğraflayabileceğiniz manzaralar sunuyor. Ayrıca Porto’nun en önemli güzelliklerinden birisi olarak kabul edilen Douro Nehri, nazlı bir gelinlik kız gibi binaların arasından da olsa, kendini ilk kez gösteriyor bana. Neresinden bakarsanız bakın katedral meydanı keyifli zaman geçirdiğim yerlerden birisi oldu.
Katedralin yanındaki dar yoldan aşağıya doğru indiğimde solumda kalan katedrale bitişik kocaman Episcopal Sarayı’da bir süre benimle birlikteydi. 19. Yüzyıla kadar şehrin piskoposunun yaşadığı yer olan Saray daha sonradan farklı amaçlarla da kullanılmış. Ön cephesindeki işlemeli pencereleri ve buna bitişik minik balkonları ile dikkat çekiyor. Daracık sokak ve merdivenlerden aşağıya doğru devam eden yolculuğum son dönemde yaşadığım en keyifli seyahatti diyebilirim. Yer yer bir metreyi bulan sokaklar arasında balkon ya da pencerelerden sarkıtılmış çamaşırlar eşliğindeki yolculuğumda dikkatimi çeken en önemli şeylerden birisi evlerin döküklüğü ve eskiliği idi. İlk anda garipsemiş olsam da Porto gezim boyuncaki gözlemlerim neticesinde bunun yerel otoriteler tarafından bilinçli olarak yapıldığını anladım. Bu eskilik, bu sıradanlık, bu basitlik ve döküklük belki de Porto’nun tarihi bölgesini bu kadar önemli ve turistik kılıyor. Ne diyeyim, helal olsun…
En son Canastreiros Sokağındaki kısa tünelin altından geçip rehber kitaplarda yer alan popüler Porto restoranlarından Chez Lapin’i de selamladıktan sonra güzeller güzeli Douro Nehri’ne çıktım. İlk anda sanki Porto’yu ikiye bölüyormuş hissi uyandıran nehir aslında Porto ve Gaia şehirlerinin arasından akıyor. Yani nehrin diğer tarafı bambaşka bir yer ve belediye. Douro’nun bu tarafı Porto’nun olmazsa olmaz yerlerinden birisi olan Ribeira. Biz buna kısaca kordon boyu da diyebiliriz. Yaklaşık 500 metre boyunca sıra sıra dizilen restoranlar, kafeler, hediyelik eşya dükkanları, arka tarafa açılan dar sokaklardaki pasajlar, dükkanların üst bölümlerinde yer alan eski ama rengarenk evler ve sonunda kare şeklindeki aynı isimli meydanı ile Ribeira gerçekten muhteşem bir yer. Ocak ayının son günlerinde olmamıza rağmen yaklaşık 15-16 derecelik hava sıcaklığı ile bahardan kalma böyle bir günün keyfini çıkarmak isteyenlerle dolu.
Elbette bu noktada Porto’nun ve Douro Nehrinin en simgelerinden birisi olarak kabul edilen Luis Köprüsünü de unutmamak lazım. Pek çokları tarafından yanlış bilinerek Gustave Eiffel’in yaptığı söylense de 1886 yılında tamamlanan köprüyü aslında Eiffel’in talebelerinden Seyrig yapmış. Karıştırılmasının temel sebebi ise 1876-1991 yılları arasında demiryolu için kullanılan daha ilerideki Dona Maria Pia Köprüsünün Eiffel tarafından yapılmış olması ve bu köprünün Luis Köprüsü ile büyük benzerlik taşımasıymış. (Bu bilgiyi öğleden sonra yaptığım tekne turundaki anlatımdan öğrendim) Köprü, yaklaşık 395 metre uzunluğunda devasa bir demir yığını. İki katlı köprünün üst tarafını metro kullanırken alt tarafını ise araçlar kullanıyor. Elimdeki kaynaklara göre Ribeira ve Douro nehrinin güzel manzara noktalarından birisi de köprünün ikinci katı. Ben şimdilik araçların kullandığı alt katı tercih edip bol bol fotoğraf çektikten sonra geriye dönerken köprünün hemen yan tarafındaki feniküleri ziyaret ettim. Kullanmadım ama normal çıkış ücreti 1,10 €. Yani Z2 bileti lazım.
Yeniden Ribeira kordon boyuna döndüm. Bir zamanlar nehrin iki kıyısı arasında şarap fıçılarını taşımak da kullanılan küçük ahşap tekneler Douro Nehrinin kenarında ne de güzel salınıyorlar. Bunlardan biraz irice olanları bugün nehir turlarına ev sahipliği yapıyorlar. Karnım da acıktığı için hem dolaşıyor hem de sahil kenarındaki restoranların fiyat listeleri ile menülerini inceliyordum. Porto, diğer pek çok Avrupa şehrine göre gerçekten çok ucuz. Şehrin en popüler bölgelerinden birisindeki fiyatlar Lüksemburg ya da Brüksel’deki sıradan bir yerden daha ucuz diyebilirim. İşte tam bu sırada Porto’nun meşhur “francesinha”sını akşam yemeğine bırakmayıp denemeye karar verdim ve listemde yer alan restoranlardan birisi olan A Canastra da Ribeira’ya oturdum.
Fransecinha’nın kelime anlamı “küçük Fransız kız”. Ne alakası var bilmiyorum ama fransecinha aslında bir tür tost. Hafif acılı, üzerinde yumurta ve peynir, içinde ise biftek ve domuz eti bulunan sulu ve tabakta sunulan bir tost düşünün. Bu tost içinde bira da bulunan özel bir sosla ve çevresinde oldukça fazla miktarda kızarmış patatesle servis ediliyor. Hazır bir yemek olmadığı için siparişten sonra biraz beklemek zorundasınız. Garsona domuz eti ve ürünlerini koymamasını rica edince sadece biftekli yemiş oldum. Yaklaşık 15-16 derece havada üzerime keskince vuran güneş ışığıyla birlikte Porto’nun meşhur birası Super Bock ve enfes Douro Nehri de öğle yemeğime eşlik etti. Kesinlikle lezzetli ama oldukça ağır bir yemek diyebilirim. Her zaman yenmez ama Porto’ya gelenlerin tipik bir Porto’lu olan fransecinhayı mutlaka denemelerini tavsiye ederim. Hesap mı? Fransecinha 8,50 €, 30 cl.lik şişe bira ise 2,30 €.
Saat 12.30 olmuştu. Nehir boyunca ilerlerken üst tarafta bulunan kimi üç kimi dört ya da beş katlı, dar ve renkli evlere odaklandım. Pek çoğunun balkon ya da penceresinden çamaşırlar sarkıyordu. Bu doğallık işte insanı cezbeden, yoksa bunları yok etmek son derece basit. Az sonra kare şeklindeki küçük Ribeira Meydanına ulaştım. Meydan yan taraftaki kafelere ait olan masa ve sandalyelerle kuşatılmış durumda. Kökleri 1300’lerin sonlarına kadar giden meydan Porto’nun en eski meydanı olarak kabul ediliyor. Geçmişin yoğun ticaret merkezi ve balık pazarı bugün için binlerce insanın ziyaret ettiği turistik bir yer haline gelmiş. Tam ortasında küp şeklinde bir çeşme ve küçük bir havuz bulunuyor.
Yola devam edip biraz ilerideki Rua da Alfândega’dan sağa dönünce 10 numarada Casa do Infante’yi gördüm. Prens Henry’nin 1394 yılında doğduğu ev olan bina yıllar içinde gümrük binası ve şehir arşivi olarak kullanılmış. Bugün için bir tür Porto Şehir Müzesi olarak işlev gören müzeye giriş ücreti 2,20 €. Eğer Porto Kartınız varsa ücret ödemiyorsunuz. Ancak tam benim orada olduğum saatte öğle tatili nedeniyle kapalı olduğu için gezmek nasip olmadı.
Sokağın Infante Henrique Meydanına açılan köşesinde bulunan turizm danışmaya girerek son derece neşeli bayan görevliden Porto Kart ve şehir içi ulaşım sistemi hakkında bilgi aldım. Elimdeki haritaya önemli noktalara giden otobüslerin numaralarını da yazdırmayı ihmal etmedim. Görevli bayanın verdiği bilgiler ışığında “Z2 Antande” kartıyla Atlantik Okyanusu kıyısına kadar gidebiliyorsunuz. Z2 kartı nerdeyse Porto şehir merkezinin tamamına hatta daha fazlasına denk geliyor. Saat 13.30 olmasına rağmen 14.30’dan geçerli olacak bir Porto Kart satın aldım. 5 € ödediğim bu kart 24 saat geçerli ama ulaşımı kapsamıyor. Bu arada önemli müze ve kilise girişleri ile nehirdeki tekne turunda da indirim sağlıyor. Şehri turlayan iki farklı nostaljik tramvayda indirim yok. Kartın geçerli olmaya başlayacağı tarih ve saat görevli tarafından kalemle karta yazılıyor. Biraz ilkel ama beni ilgilendirmez…
Infante Henrique Meydanı oldukça büyük bir meydan. 1885 yılında yapılan meydanın ortasındaki yeşillikte Henry’nin devasa bir heykeli var. 1894 yılına tarihlenen heykelde Prens Henry ayakta, etrafında ise Portekizlilerin deniz zaferini simgeleyen başka figürler bulunuyor. Kırmızı metalden yapılma Mercado Ferreira Borges, meydanın diğer ünlü binası. 1885 yılında çevredeki pazar yerlerini bir araya getirmek için inşa edilen yapı daha sonradan şehrin en önemli eğlence merkezi olarak hizmet vermeye başlamış. Ünlü Hard Kulüp’te burada yer alıyormuş. İçeriye girdim ama açıkçası kırmızı metalden başka bir şey göremedim. Eski pazar yeri halini tercih ederdim doğrusu.
Tam ortasında yer alan saat kulesiyle Porto’luların övündükleri bir başka tarihi bina olan Borsa Sarayı da meydanda yer alıyor. 19. yüzyıla tarihlenen bina ünlü St. Francisco Kilisesine bitişik nizam duruyor. İçindeki oval şeklindeki özel Arap Salonu ile her yıl binlerce ziyaretçiyi ağırlayan sarayın giriş ücreti 7 €. Açıkçası hem ücretin yüksek gelmesi hem de saat 14.00’da açılıyor olması nedeniyle gezmekten vazgeçtim.
Yeniden Ribeira Meydanına inerek Douro Nehrindeki tekne turuna bilet satın aldığımda saat 14.00 olmuştu. Tekne turunun ücreti 10 € ancak Porto Karta 2 € indirim yapılıyor. Teknenin kalkmasına daha yarım saat olduğundan meydandaki Delta Kafenin küplü çeşmeye yakın masalarından birisine oturarak bir neskafe eşliğinde (1,80 €) hem notlarımı toparladım hem de gelip geçeni seyrettim.
Saat 14.30 olduğunda teknedeki yerimi aldım ama benden başka müşteri olmadığı için kaptan beş dakika bekleyeceğimizi söyledi. Daha o anda çocukluğumda bindiğim kasaba dolmuşları aklıma geldi. Hani binersiniz ama yeterince yolcu olmadığı için kalkmazlar da yolcu beklerler. Biz de aynen bu moda yaklaşık 15 dakikalık bir bekleme sonucunda toplam 7 yolcuyla hareket ettik. Hava son derece güneşli ve güzel olduğu için tekne turu çok keyifli geçti. Yaklaşık 45 dakika boyunca nehrin her iki yanında yapılan seyahatle altı köprü ve çevredeki binaları seyrettik. Ayrıca eğer duyabilecek kadar sağlam kulaklara sahipseniz üç dilde anlatım olduğunu da söylemeliyim. Porto’nun olmazsa olmazlarından birisi olarak notlarımda yer alan nehir turunu herkese tavsiye ediyorum.
İstikamet Sao Francisco Kilisesi. Porto ile pek çok sitede “eğer Porto’da sadece bir kilise gezmeye yetecek kadar vaktiniz varsa bunu Sao Francisco Kilisesi için kullanın” diyor. Dışarıdan baktığınızda sıradan bir kilise gibi görünüyor. Kilisenin tam karşısında bir de müzesi bulunuyor. Her ikisine tek bir biletle giriyorsunuz ve giriş ücreti 3,5 €. Porto Kart devreye girince fiyat 2,5 €’ya düşüyor.
Önce müzeyi gezdim. Birkaç dini figür ve eşya dışında en ilginç olan şey mahzendeki mezarlar. Oradaki açıklayıcı tabeladan yanlış anlamadıysam 1846 yılına kadar Porto’da açık mezarlıklar bulunmuyormuş ve insanlar kapalı yerlere gömülüyormuş. Burası da bu kapalı mezarlıklardan birisi. Üzerlerinde isimler ve muhtemelen ölüm tarihleri yazıyor. İnsanı ürpertmiyor dersem yalan olur. Müzenin üst katındaki genişçe salonda ise bir masa ve duvarlarda bolca resim bulunuyor. Aynı salonun bir tarafında yer alan Hz. İsa figürlü metal işlemeler ise gerçekten etkileyiciydi.
Elimdeki bileti kilise kapısındaki görevliye göstererek içeriye girdiğimde birkaç saniye ağzımın açık kaldığını bu yazıyı yazarken bile çok net biçimde hatırlıyorum. Gezilerim boyunca belki de yüzlerce katedral, kilise görmeme rağmen bu kadar albenili ve harika bir şey gördüğümü sanmıyorum. Altın yaldızlı sarı metalden yapılmış şapeller, oymalar, işlemeler ve devasa altar insanı adeta büyülüyor. Neredeyse kilisenin iç bölgesinin tamamı bunlarla kaplanmış. Kilise 14. yüzyılda inşa edilmiş ama bazı şapeller ve bunlara ait işlemeler 200 yıllıkmış. Tam ortasında yukarıda iki kol çarpı şeklinde duruyor. Biri Hz. İsa diğeri ise şehrin azizi St. Francisco imiş. Şu anda ibadete kapalı olan kilise özel bir vakfın mülküymüş ve müze olarak kullanılıyormuş. Tüm bunlar küçük bir Japon kafilesini gezdiren rehberin anlattıklarından aklımda kalanlar. Fotoğraf ve video çekmek şiddetle yasaklanmış olmasına rağmen ne yapıp edip her zamanki gibi birkaç kare yakalama şansım oldu.
Tam bir şok yaşamış vaziyette kiliseden dışarı çıkınca Infante Henrique Meydanındaki kırmızı metal binanın yanından Sousa Viterbo Sokağının Porto’nun keyifli caddelerinden Flores’le birleştiği yerde Misericordia Kilisesini selamladım. Kiliseyi ziyaret edemiyorsunuz ama 17. Yüzyılda Nasoni tarafından yapılmış olan kilisenin ön cephesi gerçekten hoş görünüyor. Elimdeki notlar rokoko tarzı falan diyor ama anlayana tabi ki…
Hedef Clerigos Kulesi olduğu için Trindade Coelho Sokağından devam ederek şehir içi otobüs duraklarının bulunduğu Largo dos Loios Meydanından sola döndüm. Önde Clerigos Kilisesi hemen arkasında da aynı adlı meşhur kule tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu. Hem kilise hem de kule 18. yüzyılda inşa edilmiş. İki taraflı merdivenleri ile oldukça hoş görünen kilise biraz kulenin gölgesinde kalıyor diyebilirim. Kule ilk yapıldığı 1763 yılında Portekiz’in en yüksek kulesiymiş ama sonradan Lisbon’daki Vasco da Gama Kulesi bunu geçmiş. Bugün için Porto’nun simgelerinden birisi olarak kabul edilen Clerigos 76 metre yüksekliğinde ve 240 basamakmış. Zirvesinden Porto manzarası harika dedikleri için hemen daldım tabi içeri.
Pek çok benzer kule de olduğu gibi burada da asansör yok. Pfff, kararsız kaldım ama şeytan kanıma girince “haydi oğlum Hakan” dedim ve gişeye yöneldim. Giriş ücreti 2 € ama Poro Kart’ınız varsa 1 € ödemeniz yeterli. Önce merdivenler yaklaşık bir metre genişlikle gidiyordu, derken yarım metreye indi. Yukarıdan inenleri de hesaba katınca iki kişinin karşılıklı olarak yürümesi ancak köşelerde mümkün olabiliyor. Dil bir karış dışarıda olduğu için zaten gönüllü olarak inenlere yol veriyorum. Yarıyı biraz geçtiğinizde ara bir bölüm var. Burada kısa bir mola verip biraz manzara seyrettikten sonra devam ederek zirveye ulaştım. Sonuç? Manzara hoş. Özellikle kara tarafındaki dar sokaklar, evlerin çatıları, gözünüzün görebildiği ama muhtemelen gidemeyeceğiniz yerlerden manzaralar izlemek güzel. Douro nehri de görünüyor fakat umduğum gibi değil. Belki de fazla beklentiye girdiğim için ya da çok efor sarf ettiğim için haksızlık ediyorum ama kanımca çıkılmasa da çok fazla bir şey kaybedilmez. Yine de vaktiniz varsa ve nefesiniz kuvvetliyse deneyebilirsiniz.
Kuleden indikten sonra yukarıdan gördüğüm Cândido dos Reis’deki sokak pazarını gezdim. Yerel eşyalar, antikalar, organik yiyecekler, dekoratif objelerden oluşan bu ilginç pazarda yer yer performanslarını sergileyen müzisyenleri seyretmek de oldukça keyifliydi. Fabrica sokağındaki küçük marketten 1,5 lt.lik bir su aldıktan (0,60 €) sonra caddeden devam edince tanıdık bir yere çıktım: Guarany Cafe’nin bulunduğu köşeden Aliados Bulvarı. Aliados neşesinden ve hareketliliğinden hiçbir şey kaybetmeden yeni ve eski misafirlerine hoş geldin diyor adeta. Karşı sokaktan devam edince Belediye Tiyatro Binasının bulunduğu Joao 1 Meydanına ulaştım. Caddenin devamı otelimin de bulunduğu Passos Manuel.
Sabahtan beri ayakta olmanın etkisiyle yorulmuştum. Bu yüzden otele gidip biraz dinlenmeye karar verdim ama öncelikle erken saatlerde oldukça sakin olan ünlü alışveriş caddesi Santa Catarina’da dolaşmaya karar verdim. Cafe Majestik ağzına kadar dolu, caddede adım atacak yer bulmak oldukça zor. Her köşede kestaneci, dükkanların kapıları ardına kadar açık. Saat 17.00 olmasına rağmen hava o kadar güzelki insanlar dışarıda rahatlıkla oturuyorlar. Lüksemburg’dan da bir saat ileride olduğu için henüz güneş batmadı. Harika ve keyifli bir ortam var.
Yürüyüş beni havaalanından gelirken indiğim Bolhao metro durağına getirince günlük bilet almaya karar verdim. Antande 24 denilen günlük bilet 3,80 € ama kartınız yoksa onun için de 0,50 € ödüyorsunuz. Havaalanından gelirken aldığım için ekstra ödemeden yükleme yaptım ve ilk kullanımdan itibaren 24 saat geçerli olacak olan Z2 bileti cebime koydum. Bir-iki istisna hariç normalde Porto yürüyerek rahatlıkla gezilebilecek bir yer. Atlantik okyanusundaki Foz bölgesi bu istisnalardan birisi. Nehrin karşı tarafı için de kullanılabilir elbet. Bir de feniküler var tabi. Ondan gayrisi bilet var nasılsa diye yapılan tembellik…
Otelde biraz dinlenip, ücretsiz wireless hizmetiyle maillerimi kontrol ettikten sonra 19.00’da yeniden yollara düştüm. Hava kararmıştı ve caddeler nispeten boşalmıştı. Santa Catarina üzerinden Bolhao Metro durağına geldim. Niyetim metro ile önce Trindade gidip “D” hattı aktarması ile Luis Köprüsüne ulaşmak. Neden mi? Akşam güzelliğinde Ribeira bölgesini seyretmek ve fotoğraflarını çekmek için. Yaklaşık 15 dakika sonra köprüye geldiğimde açıkçası biraz hayal kırıklığına uğradım. Köprüden bakınca Ribeira hiç de yeterince aydınlık değildi. Hatta bayağı bir karanlıktı diyebilirim. Venedik’te de akşamları aynı manzarayı gördüğümü hatırladım birden. O zaman da çok şaşırmıştım. İnsan bu tarz yerleri daha bir ışıl ışıl bekliyor demek ki.
Fotoları çekip köprüden yürüyerek merkeze geldim. Cumartesi akşamı saat 20.00 civarı ama sokaklar oldukça sakin. Kış mevsimi bunda oldukça etkili diye düşünüyorum. İnsanlar açık havada değil kapalı mekanlarda yaşıyorlar doğal olarak. Porto Kart’la birlikte verilen minik zarfin içinde 1,5 €’luk telefon kartı da vardı. Denemek için kırmızı kulübelere girdim ve Ankara’yı aradım. Benim aradığımı anlayınca çok şaşırdılar. Kartla 5-6 dakika konuşabildim. Hiç fena değil yani.
Artık yavaş yavaş Guarany Cafe’ye doğru ilerledim ve vardığımda saat 20.45’ti. Şef garson Pedro beni sahnenin hemen yan tarafındaki tek kişilik masaya aldığında program 21.30’da başlayacağından sıkılacağımı düşünmüştüm ama bardaki büyük ekranda Portekiz’in en güzel yerlerini gösteren bir film oynuyordu. Müzik başlayana kadar onu seyrederek vakit geçirmem hiç de zor olmadı.
Guarany Cafe 1933 yılında kurulmuş ve daha çok müzisyenlerin kafesi olarak ünlenmiş. Şimdilerde haftanın iki günü fado müziğine ev sahipliği yapıyor. Oldukça büyük bir mekan ve rehber kitaplarda da yer aldığı için bayağı turistik olduğunu söyleyebilirim. Programın başlaması yakınlaştıkça yavaş yavaş tüm restoranın dolduğunu söyleyebilirim. Pedro’nun tavsiyesi ile günün yemeği olan Codfish sipariş ettim. Yanında farklı yeşilliklerin haşlamasıyla oluşturulmuş bir salata. Bunun dışında “kuver” olarak adlandırılan ve küçük tabaklarda servis edilen zeytin, zeytinyağı, peynir ve ton balığı püresini de ben sipariş etmeden onlar masaya bıraktılar. Bedeli 2,5 € ancak dokunmazsanız para ödemiyorsunuz. Ben dokundum ama…Masayı şenlendirecek Super Bock birayı da unutmadım elbette. Balık, siyah ekmek ve minik patateslerle fırında kızartılıp geldi. Birkaç çekirdeksiz siyah zeytinle süslenmiş morina balığı biraz kılçıklıydı ama sorun yok. Pedro, bu balığın Porto’lular için önemli ve sevilen bir yemek olduğunu söyledi. Daha sonradan internetten baktığımda bu balıktan "bacalhau" denilen yemekler oldukça popülermiş. Hatta 365 çeşit yapıldığı söyleniyor...Süper Bock içimi oldukça keyifli bir bira. Son lokmada boğazda tatlı bir acılık bırakıyor.
Gelelim Portekiz’in geleneksel müziği olan “fado” ya… 19. yüzyılda ortaya çıkmış. Kelime anlamı tam olarak bilinmese de “kader”, “alınyazısı” ya da “mukadderat” olarak çevrilebilir. Denize açılan Portekizlilerin geride bıraktıkları eş ya da diğer yakınlarının onları bekledikleri uzun zaman boyunca yaktıkları ağıt olarak anlatılıyor çıkış noktası.. Gerçekten de dinlediğinizde acı, hüzün, isyan, özlem ne ararsanız bulabiliyorsunuz. Portekiz ruhunu yansıtan en anlamlı değer olarak düşünüyor kimisi. Fado söyleyen vokale “fadista” deniyor ve neredeyse tamamı siyah elbiselerle sahne alıyorlar. Gelmiş geçmiş en ünlü fadista olarak da 1999 yılında hayatını kaybeden Amelia Rodriges gösteriliyor. Klasik gitar ve 12 telli Portekiz gitarı ile icra edilen fado Portekiz’in gururu. Hatta Lizbon’da bir fado müzesi olduğunu dahi okumuştum.
Saat 21.35 olduğunda kuzey Portekiz’in en popüler yerel vokallerinden birisi olarak kabul edilen Juana Costa, siyahlar içinde sahne aldı. Geçen yıl Portekiz’in en duygusal şarkı söyleyen sanatçısı ödülünü almış. Pedro bunun Portekiz’de son derece prestijli bir ödül olduğunu söyledi. Juana Costa yaklaşık bir buçuk saat süren konserinde pek çok parça söyledi. Hemen hemen hepsine başlamadan önce kısacık da olsa hikayesini anlattı bize. Müthiş bir şölen olduğunu söyleyebilirim. Fado’nun isyanını ve acısını damarlarınıza kadar hissetmemeniz mümkün değil. Fadoyu canlı olarak dinlemeden sakın Portekiz’den ayrılmayın…Pişman olursunuz…
Harika fado, balık, salata, kuver ve iki biradan oluşan bu müthiş gecenin bana maliyeti, sadece 20 € oldu. (Bu arada Porto Karta %10 indirim olduğunu belirteyim) Bu rakama Avrupa’nın pek çok şehrinde ancak mütevazi bir akşam yemeği yiyebilirsiniz. Porto gerçekten pek çok açıdan ucuz bir şehir. Çıkışta Pedro ile biraz sohbet ettik. Guarany’de üç yıldır çalıştığını ve gördüğü ilk Türk olduğumu söyledi. Şaşırmadımı, zira bizden Portekiz’e turların yeni yeni başladığını ve neredeyse tamamı Lizbonu’da kapsadığı için fado gecelerinin daha çok orada yaşandığını anlattım. Fotoğraf çekiminden sonra sarılarak Pedro ile ayrıldık. Saat 11.25’ti ve ağır ağır yürüyerek otele gelmem sadece 10 dakika aldı. Ilık bir duş nasıl da güzel olacaktı…
(Devam edecek)
Seyahatle kalın
|