Nikaragua deyince, herkesin gözleri yuvalarından dışarı uğrar, tüyleri diken diken olur. Aklına, o 1970’lerin sonlarındaki çatışma ve iç savaş görüntüleri, Sandinista haberleri, ABD beslemesi Kontralar gelir. Daha sonraları çeteler tarafından kaçırılan, öldürülen yabancılar… Arkasından, şehir efsaneleri; sanırsınız ki, Nikaragua’ya giden herkes bir şekilde tacize uğruyor, başkent Managua’da gece sokağa çıkan ya öldürülüyor, ya da kaçırılıp ailesinden fidye isteniyor (sonra da, yine hazin son ve öldürülüyor) falan.
İşte bütün bu efsanelerle dolmuş olarak, korkuyla gidiyorsunuz Nikaragua’ya. Adımlarınızı korkarak atıyorsunuz. Kaplumbağa gibi kafanızı kabuğunuzdan (odanızdan) yavaşça çıkarıp, ürkek ürkek etrafınıza bakınıyorsunuz; sizi kaçırmak üzere bekleyen çetelerin hangi köşe başının ardına gizlenmiş, sizi öldürmek için bekleyen keskin nişancının tüfeğiyle hangi perdenin arkasına sinmiş olduğunu anlamaya çalışarak.
Her ne kadar, 2005’teki Afrika seyahatim öncesinde dinlemeye ve okumaya başladığım bu ‘şehir efsaneleri’ne fazla da kulak asmamayı öğrenmiş, bunca ülke gezdikten sonra nispeten ‘kaşarlanmış’ birisi olarak, artık duyduklarım için yeterli filtrelemeyi yapabildiğimi düşünüyorsam da, Nikaragua deyince birazcık akan sular duruyordu açıkçası. Ülkeye girene kadar hafiften endişeleniyorsunuz, ister-istemez. Aklımda da hep, Nikaragua ile ilgili okuduklarım arasında yer alan ABC muhabiri Bill Stewart’ın Nikaragua’da Somoza güçleri tarafından öldürülmesi ve ardından, bir gazetecinin (gazeteciyi Nick Nolte oynuyordu, sanırım) Nikaragua maceraları üzerine kurgulanmış Ateş Altında filminin sahneleri var.
2 Nisan Cumartesi günü Tegucigapan’dan erken çıktım yola, işte bu kaygılarla. Sınırı geçmem hiç de zor olmadı. Nikaragua gümrüğünde görevli genç hanım, işlemleri çabuklaştırmak için, sırada bekleyen diğerlerini boş verip, ofisinden çıkıp, aracı kontrol edecek kolcuyu bulmakta yardımcı bile oldu. Sınırın öte tarafında beni ne Sandinistalar, ne de sonraları çeteciliğe soyunmuş olan Kontralar bekliyordu. Sıcakta, klimanın beni rahatlatabilmek için çılgınca çırpınması eşliğinde, ilk durağım Esteli’ye vardım.
Esteli Esteli, 1978-79 yıllarında Sandinista gerillaları ile, Nikaragua’dan kaçıp, Honduras’a sığınan ve CIA tarafından eğitilen, Somoza’nın Ulusal Muhafız askerlerinden oluşturulmuş Kontralar arasında yaşanmış yoğun savaşı en ağır şekilde hissetmiş şehirlerden. Hatta, sınıra yakın olması nedeniyle en ağır hasarı yaşamış ve kayıpları vermiş şehri, aslında. Fazla bir işim yok burada ama, iki şey var, görmek istediğim. Birincisi, Galeria de Heroes y Martires (Kahramanlar ve Şehitler Galerisi), ki Devrim öncesi ve sırasında hayatını kaybedenlerin aileleri tarafından hazırlanmış bir müze bu aslında. Diğeri de, bu bölgede var olan puro fabrikalarından birisi.
LP’de yer alan seçenekler dışında, sokaklarda turlarken rastladığım birkaç yere de uğrayıp, hem kendim, hem de Lando için güvenli ve rahat bir yer aradım. Nihayet, park yeri de olan sevimli bir otelcik buldum. Cumartesi açık olması gereken müze -nedense- kapalıydı; karşıda oturan yaşlı adam Pazartesi açılacağını söyledi. Puro fabrikaları da çalışmıyor. Bu durumda, planladığımdan bir gün daha fazla kalıp, Pazartesi’yi beklemekten başka çarem yok. Pazar gününü, Honduras’la ilgili yazıyı bitirmek için ayırdım. Akşamüstleri ve gecelerimi de ufacık şehirde dolaşarak geçirdim.
Pazartesi sabahı için planım, puro fabrikalarından birisini gezdikten sonra, bahsettiğim müzeye gitmek ve sonra da yola çıkmak. New York’lu orta yaşlı bir çiftle birlikte gezdik, Tabsanisa fabrikasını. 40 kişinin çalıştığı fabrikayı gezdirmek üzere bizi bir taksiyle götüren rehber, turu bir süre sonra kendisinden daha iyi İngilizce bilen fabrika çalışanlarından birine devretti. Günde değişik boy, kalite ve isim altında 5,000 puro üretilen fabrikanın ürünlerinin çok büyük bir kısmını ihraç ettiğini öğrendim. Türkiye’de, puro gönderdikleri ülkeler arasında. Daha önce buket’le gittiğimiz Küba’da gezdiğimiz fabrikalardakine benzer üretim aşamaları burada da var. Hatta, bazı detaylar oradakinin tümüyle aynı. Teknikler son derece basit ve hatta ilkel denilecek düzeyde. Ama, her ilkel teknik, insan gücüne ihtiyacı daha da arttırıyor. Dolayısıyla, işsizliğin bu denli yüksek olduğu (%30’a yakın) böyle bir ülkede, daha ‘ileri teknoloji’ kullanmamak en hayırlısı.
Bazı detayların Küba’da gördüklerime şaşırtıcı derecede benzediğini söylemiştim. Buna aslında şaşırmamak gerekiyor. Gerek Honduras’ta, gerekse Nikaragua’da puro üretimi, Küba’da 1959 sonundaki Devrim’den sonra başlıyor. Küba’dan kaçan puro üreticileri bu bölgelere gelip, bildikleri işi sürdürebilmek için ufaktan tezgâhlarını kurmaya başlıyorlar ve böylece Honduras ve Nikaragua puroları doğuyor. Küba’dakilere göre burada puro fabrikası gezmenin en büyük avantajı, buradakilerde fotoğraf çekmenin serbest olması. Ben de çektim, tabii.
Tabasanisa Puro Fabrikası’ndan Fabrika gezisinden sonra tekrar müzeye gittim. Bahçe kapısı açık ama binanınki kilitli. Bahçede oturan genç kıza sordum;cevap “Mañana!” (Yarın!). Yarını beklersem açılacak mı, acaba? Tabii ki emin olamazsınız. Leon’a doğru yola çıkmak üzere, arabamı almaya, Hotel Le Meson’a gittim.
Esteli’den Leon’a giderken, kahve cenneti Matagalpa’ya doğru sapıp, LP’da bahsi geçen kahve müzesini gezmek ve Buket’in ısrarla sipariş ettiği kahve çekirdeği almak gibi bir gaflete düştüm. Gaflet diyorum; öncelikle kahve müzesi tam bir hezimetti (bir ‘kahve müzesi’nden daha ne bekliyorsam), sonra da çekirdek kahve satmıyorlarmış. Üzgünüm Buket!
Burada da kahve plantasyonları -ve dolayısıyla kahve üretimi- 18. yüzyıldan beri Almanlar’ın elinde. Üstelik burada Almanlar, Honduras’ta olduğu gibi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra gitmeye zorlanmamışlar da. Halâ buradalar ve halâ işlerinin başındalar. Ama kahve ile Almanlar’ı bağdaştırmaya gelince, işte onu çözemedim.
Leon Leon, koloniyel dönemde, Managua 1857 yılında nöbeti devralana kadar ülkeye başkentlik yapmış bir şehir. 1524 yılında kurulan şehir 1610 yılında, hemen yakınındaki Volcan Tomomombo’nun hışmıyla oluşan deprem ve ardından Nikaragua Gölü’nden taşan suların basmasıyla tamamıyla yerle bir olmuş. Onun üzerine, yakında bulunan yerli yerleşimi Subtiava’da yeniden inşa edilmiş.
Basílica Catedral de la Asunción Nikaragua’nın kültür ve sanat başkenti sayılan Leon’u gezmek, şehre vardığım 4 Nisan Pazartesi akşamıyla, ertesi gün öğleye kadar olan zaman diliminde mümkün olabildi. Orta Amerika’nın en büyük katedrali olduğu iddia edilen Basílica Catedral de la Asunción’un inşaatı 1747 yılında başlamış ve 67 yıl sürmüş. Bir iddia; İspanyollar böyle ihtişamlı bir yapının inşasına karşı çıkmasın diye yerel yöneticiler onay için daha mütevazı hazırlanmış plânları sunmuşlar. ‘Evrakta sahtecilik’, yani.
...ve oturanlar
İhtişamlı görünüşüne karşın, içi oldukça sade Leon, 1979 Devrimi’nin en önemli direniş noktası. Deniliyor ki, Somoza rejimi ve onun artıklarından oluşan Kontralar’a karşı, tüm halkıyla birlikte topyekûn direnmiş. Bugün artık, bu direnişle ne kadar gurur duyuyorlar, bilemiyorum. Ama, Esteli’de gezemediğim Galeria de Heroes y Martires (Kahramanlar ve Şehitler Galerisi) müzesinin bir eşi de burada var ve onu -neyse ki- gezebildim. Müze, bir dişçinin muayenehane olarak kullandığı müstakil bir binanın küçük bir kısmına kurulu. Genellikle Somoza rejimi tarafından katledilen ve 1978-79 yılında, sonu devrimle sonuçlanan çarpışmalarda hayatını kaybeden Sandinistler’in resimleri, bazı önemlilerinin giysileri ve kullandıkları eşyalardan oluşan mütevazı müzenin temizlik ve bakımı, bu savaşın kurbanı FSLN üyelerinin -genellikle- anneleri ya da başka yakınları tarafından yapılmakta. Orada bulunan iki annenin gözlerindeki, sergilenenlere gösterdiğim ilgiden duydukları memnuniyeti okumak mümkündü. Maalesef üç-beş kelimeden oluşan İspanyolcam’la, daha detaylı bilgi almam mümkün değildi.
El Calvario Kilisesi. 15 Şubat 1979’da bu kilisede kıstırılan 4 gencin, Kontralar tarafından öldürülmesi ile biliniyor. Bu sevimli yapıya yakışmayacak bir tarih, bence
Burada kısaca Nikaragua tarihine girip, geçelim. Çok eskiye değil, şöyle 19. yüzyıla ve son 50 yıla dokunalım.
Önce eski olanı: Nikaragua, diğer Orta Amerika ülkeleri gibi 1821 yılında İspanya sömürgesinden kurtulur ve Meksika’nın bir parçası olarak 1838 yılına kadar hayatına devam eder. Sonrasında da bağımsız bir ülke olur. 20. yüzyılın başlarında Panama kanalı açılıncaya kadar ABD’nin batı ve doğu kıyıları arasındaki taşımacılığı Nikaragua üzerinden devam etmektedir. Nikaragua, Atlantik ve Pasifik Okyanusları arasındaki bu önemli pozisyonunu, Nikaragua Gölü’nün suyunu Atlantik Okyanusu’na (aslında, Karayip Denizi’ne) boşaltan San Juan Nehri ve gölün kendisiyle sağlamaktadır. Bu yolla, Pasifik Okyanusu sahiline yakın sayılabilecek Granada’ya ulaşan Atlantic Steamship Şirketi’ne ait gemiler burada yolcu ve yükünü karadan sahile götürecek, önceleri posta arabalarına, daha sonra da inşa edilen trene devretmektedirler. 1850’lerde Liberaller’le (Leon şehrini mesken tutan), Muhafazakarlar (Granada’da kuvvetli olan) arasında baş gösteren mücadele, ABD’nin, özellikle “Altın’a Hücum” zamanının yoğun trafiğini tehlikeye atmaktadır. Bu durumdan kendine vazife çıkaran bir Amerikalı, William Walker (ki zaten Orta Amerika’da İngilizce konuşulan bir imparatorluk kurma hayalindedir) olaya derhal müdahale eder. Aslında, parlak bir eğitim kariyeri var, William Walker’ın; önce tıp tahsilini bitirip doktor olur, ardından da hukuk eğitimi alır. Aynı zamanda gazetecilik de yapmaktadır. Walker 1855’te 56 (yazıyla, ellialtı) kişilik silahlı birliğiyle Nikaragua’ya girer. Liberaller’den de aldığı yetki ve destekle, Granada’yı işgal eder. Daha sonra kendisini yeni kurduğu Nikaragua Devleti’nin başkanı olarak ilân eder. ABD ‘serbest seçimle’ ülkenin başına gelen bu yeni başkanı ve kurduğu yeni devleti hemen tanır. Walker, bu önemli icraatının hemen arkasından Costa Rica’ya girişir. Bu arada Granada’yı neredeyse tümüyle yakarak yok etmesi hikâyesi var, falan. Neyse! İşin ciddiye gittiği fark edilince, Walker’a ‘işten el çektirilir’ ve ABD’ye geri gönderilir. Ancak uslanmayan Walker 1860’ta bölgeye bir sefer daha düzenler. Bu sefer de duruma el koyanlar İngilizler olur ve Walker’ın hakkının kötek olduğuna karar verip onu Honduraslılar’ın şefkatli ellerine teslim ederler. Walker’ın, hemen ortadan kaldırılması gereken bir ‘süne zararlısı’ olduğuna kanaat getirilir ve derhâl idam edilir.
Öğleye hazırlık. Dumanlar tütmeye başlamış bile Gelelim ikincisine : ABD’nin, ülkede, William Walker’dan çok daha öncesinden beri var olan ve menfaat ilişkisi, Waker’dan sonra da-haliyle- sürmektedir. Bu yüzden de, ülkede menfaatine zarar veren her türlü politik gelişmeye doğrudan müdahale eder. Bunlardan birisi de 1912’de 2500 deniz piyadesini göndermesidir. Gelişmeleri bu tür geçici tedbirlerle manipüle edemeyeceğini anlayan ABD, sonrasında ülkenin başına yıllarca belâ olacak Somoza hanedanının ilk üyesi Anastasio Somoza Garcia’yı, deniz piyadelerinin yardımıyla oluşturulan resmi Guardia Nacional’in (Ulusal Muhafızlar) başına getirtir. Somoza bu görevi sırasında, asi lider General Augusto Sandino’yu 21 Şubat 1934’te öldürtür. Bunu, bir dizi Sandino taraftarının ortadan kaldırılışı izler. Haziran 1936’da Somoza, Başkan Sacasa’yı istifaya zorlar ve arkasından yapılan seçimlerde 100 (yazıyla, yüz) oy farkla başkan seçilir. Onu, arkasından önce büyük oğlu Luiz Somoza Debayle ve sonra da onun küçük kardeşi Anastasio Somoza Debayle takip ederler. Bu ailenin saltanatı sırasında uygulanan işkencelerin, öldürülen masum aydınların, gazetecilerin ve muhalif politikacıların hesabı tutulamaz. Ülkenin gelirinin yarısı aileye akmakta, geri kalanı da diğer rejim yanlıları arasında paylaşılmaktadır. 1961 yılından itibaren muhalif hareketler başlar ve giderek artar. Ancak, esas bardağı taşıran damla 23 Aralık 1972 yılında başkent Managua’yı yerle bir eden, 6,000 kişinin ölümüne ve 100,000’den fazlasının evsiz kalmasına sebep olan deprem sonrasında ülkeye dünyanın her yerinden akan yardım paralarının aile arasında paylaşılması olmuştur. Bundan sonra silahlı muhalefet hızla tırmanır. ABD halâ menfaatleri açısından Somoza ve hükümetini desteklemektedir. Bu desteği, kanlı çarpışmaların ardından 1979 devrimi ile FSLN’nin (Frente Sandinista de Liberacion Nacional, Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi) ülkede kontrolü ele geçirmesinden sonra bile, gerek Honduras’ta (bunu Honduras yazisinda kısmen anlatmıştım), gerekse Costa Rica’da beslediği Ulusal Muhafız artıklarından oluşan Contralar’la sürdürür. 1980’lerin ortalarına kadar süren bu kanlı çarpışmalar, ülkenin zaten yaşadığı politik kaosu daha da ağırlaştırmaktadır. Bu durum, kocası Somoza rejimi tarafından öldürülmüş olan ve başta FSLN tarafından kurulan 5 kişilik komitede yer alan, ancak daha sonra FSLN’nin uygulamalarını tasvip etmediği için ayrılan Violeta Barrios de Chamorro’nun Nisan 1990’da başkan seçilmesine kadar sürer. Önceleri karşı olduğu Amerika’nın, bu sefer daha insani amaçlı görünen desteğini de arkasına alan Chamorro, ülkeyi istikrara kavuşturma yolunda önemli adımlar atar.
Kısa dedik, neredeyse bir sayfa yazdık, yine.
Amcam tezgâhı dizmeye başlamıştı, sabahın erken saatinde
Managua’dan transit geçiş ve Volcan Masaya Başkentleri pek sevmiyorum, biliyorsunuz. Hele, Orta Amerika’daki son iki başkentten (Guatemala’nın Başkenti Guate ve Honduras’ın başkenti Tegucigalpa) sonra bu düşüncem daha da bir kemikleşmişti. …ta ki, Managua’yı görene kadar. Diğerlerine kıyasla çok daha düzenli ve modern bir şehir, Managua. Üstelik burada trafik problemi de yok. Şehre girişte sizi ilk olarak ABD’nin kaleye benzer Büyükelçilik binası karşılıyor. O bakımlı ve ihtişamlı binayı görünce etkileniyorsunuz, tabii. “Nereye geldim ben” oluveriyorsunuz, bir an. Sonra tepesinde sallanan bayrağı görünce anlıyorsunuz, ülkenin yıllarca dibini oyan ülkenin büyükelçiliği olduğunu. Ama, bu ilk intiba yerini hayal kırıklığına bırakmıyor sonrasında da, pek. Geniş ve düzgün caddeler, bol yeşil alan, göze rahatsızlık veren pürüzleri olmayan bir şehir planı ve mimari… Genel intiba, olumlu. Ama, kalmayacağım. Hedefim, Granada. Öncesinde de Volcan Masaya’ya uğrayıp, hayatımda ilk defa bir volkan kraterinin, üstelik hala gaz sızdıran kraterin dibinden aşağıya bakacağım.
Kenarına kadar çıktığınızda görebildiğiniz işte bu; sarı sülfür gazı Nikaragua bir ‘volkanlar ülkesi’. Ülkenin batısındaki eyaletleri Chinandega, Leon, Managua ve Granada neredeyse tümüyle volkanlarla kaplı. Bu bölgede toplam 11 volkan var ve bunlardan bazıları halâ aktif de, üstelik. Aktif derken, lâv püskürtmüyorlar ama, yakın zamanlarda çevresine zarar veren aktiviteleri de olmuş. Bunlardan birisi de Volcan Masaya’nın 2001’deki ufak bir gösterisi. Söylendiğine göre, kendisini ziyarete gelen turistleri taşıyan bir otobüsü, -neyse ki- yolcular içinde değilken, fırlattığı iri kayalardan biriyle ikiye bölmüş.
Volkan, çevresiyle birlikte milli park haline getirilmiş. Nikaragua’da kenarına kadar arabayla çıkabildiğiniz tek volkan, Masaya. Ben de hayatımın ilk volkan kraterini görmek için özellikle burayı seçtim ki, lando da görebilsin, eksik kalmasın çocuk, diye.
Rivayet muhtelif; gece havadan bakıldığında dibindeki kızıl lâv görülebiliyormuş.
Granada sokaklarından…
Parque Central. Arkada Katedral binası Granada Nikaragua’nın belki de en sevimli kenti, Granada. Nikaragua Gölü kıyısına kurulu olan şehri William Walker acımasızca yakıp, yok ettikten sonra yeniden inşa edilir. Aslında 1524’te kurulan şehirden, o devirlere ait kalan orijinal hiçbir şey yok; yerlerine yeniden inşa edilen replikaları dışında. Ama, bu haliyle bile sevimli ve sakin. Öğleden sonra şehre girip, Lonely Planet’ta belirtilen otellerden dişime uygun olanlarını tararken, yolda Nikaragua Bayrağı renklerinde kıyafeti ve uzun fırfırlı eteğiyle ve kolunda sepetiyle dolaşan bir hanım arabaya yanaşıp, turist rehberi olduğunu söyledi, İngilizce. Henüz bunu düşünmeye fırsatım olmadığını, otel aradığımı söyledim. Aramakta olduğum Hotel La Pergola’nın yerini sordum, tarif etti. “Fiyatını bilmiyorum ama şurada Hotel Granada var, hemen ileride. İstersen oraya da bak” dedi. 100m kadar ilerideki Hotel Granada’nın önüne yanaşıp, resepsiyona yöneldim. Fiyatı biraz yüksek geldi ama otelin içi çok güzel. “Bir kere de felekten çal bakalım Ali” dedim, kendi kendime. Odayı gördüm; şimdiye kadar kaldığım otelimsiler ya da hostellerin -neredeyse- kendileri büyüklüğünde. Serin, geniş, rahat ve her türlü konforu var. Tamam, burada kalıyorum!. Resepsiyona döndüğümde kanıma giren rehber de oradaydı. Kandırmış olmanın muzipliğiyle yüzüme bakıyor. Ertesi gün bana şehri gezdirmesi için sözleştik Gioconda’yla; 3 saatlik şehir turu 10 ABD Doları. O günü dinlenerek geçirdim. Ertesi sabah kahvaltımı yaparken geldi Gioconda. Hazır bulmuşken, aklımdaki bazı Nikaragua sorularını sordum. 10 dakika diye başlayan muhabbet neredeyse 1.5 saat sürdü. Yazımı bitirmem lâzım. Öğleden sonra 3’te buluşmak üzere müsaade istedim.
Casa de La Tres Mundos. Avusturyalı aktör Dietmar Schönherr tarafından kurulmuş olan bu vakıf, Nikaragua’da müzik, resim-heykel ve diğer sanat dallarında dünya sanatçılarıyla, yerel sanatçıları buluşturmak, yetenekli gençlerin sanat eğitimlerine katkıda bulunarak eğitmek ve desteklemek amaçlı bir enstitü. Yerdeki mozaik, Dietmar Schönherr’in portresi. Sağ üst köşesinde de Gioconda yerel kıyafetleri ile… - Vakfın, Endülüs Arap mimarisden esinlenilmiş girişi Saat 3’te kapıda buluştuk. Durmak bilmeden konuşan, sürekli Granada’yla ilgili isimler ve tarihler söyleyen Gioconda’nın konuşmasını bir ara özür dileyerek kesmek zorunda kaldım. Benim ufacık balık hafızamın tüm bu isimleri ve tarihleri saklamaya mecali yok. Biraz daha yalın ve yavaş anlatmasını rica ettim ondan; anlaştık. Gioconda turizm okumuş, üniversitede. Mesleği, profesyonel turist rehberliği. Aksanlı ama iyi İngilizcesi’nin yanı sıra, Nikaragua ile ilgili engin tarih bilgisi var. Ama, Gioconda’nın bir başka kariyeri daha var; konservatuar şan bölümünü de bitirmiş. Bu iki özelliğini birleştirince ortaya, alışılmış rehberlik hizmetinden farklı, renkli ve keyifli bir karışım çıkmış. Turun çeşitli noktalarında, örneğin müzede, ya da katedralde, ya da mezarlıkta, ya da ana meydanda, ya da sokakta, ilgisiz bir noktada, o an anlattığı konunun ‘yeri gelmişken’ bir şarkı, bir ezgi ya da Nikaragua milli marşını söyleyiveriyor. Yalnızca siz değil, etraftaki herkes de durup bu güzel sesi keyifle dinliyor. İlginç bir kadın, Gioconda. Fotokopiyle çoğalttığı tanıtım yazısında şöyle diyor : “Beni nerede bulabilirsiniz? Calzada Sokağı’nda akşam saat 7:00 ilâ 9:00 arası yürüyor olurum”. Onu renkli ve ilginç giysisi, yine Nikaragua Bayrağı’nın renklerinde -aşırı boyanmış- göz makyajıyla tanımamanız mümkün değil. Granada’yı bir rehber yardımıyla gezmek isterseniz, Gioconda’yı salık veririm. Aşağıda kontakt bilgileri var. Yalnızca Granada değil, Leon ve Managua şehir turları ve volkan turları dahil daha bir çok programı var. Son derece tok gözlü ve alçak gönüllü bir turist rehberi :
E-posta adresi : yoconica2003@yahoo.com GSM telefonu : 89 67 31 97 (Movistar) Ya da, Hotel Granada’nın resepsiyonuna sorun, onlar size Gioconda’yı bulurlar.
Granada’dan fotoğraflarla Nikaragua’yı bitirelim :
Granada’daki tren garı. Kuzey batıda, Pasifik kıyısından bir haliç girer içeri; Estero Real. Onun kıyısındaki Puerto Morazan’a kadar uzanıyor, demiryolu. 1994 yılına kadar çalışmış 7 Nisan Perşembe sabahı Hotel Granada’dan ayrıldım. Cebimdeki son Nicaragua Cordobaları’yla sınırdan önceki son istasyondan 4.5 litre mazot aldıktan sonra, gümrüğe girdim. Girişten çok daha hızlı ve kolay bir operasyonla Nikaragua’yı terk ettim.
Granada mezarlığından… Gioconda burada da yeni milli marşı söyledi - Kiralık mezarlıklar. Senelik kiraya verilirmiş. Kira dönemi bitiminde kiracıyı toplu mezara gitmek üzere ‘tahliye ediyorlarmış’ Nikaragua hiç de korkulacak bir ülke değil. İlginç güzellikleri, cana yakın insanları ve sükûneti ile görülmeye değer. Tavsiye ederim.
Hepiniz kalın sağlıcakla!
Nikaragua Gölü kıyısından…
|