Arabamla Dünya Turu – Peru 3-son (Cuzco – Ollantaytambo - Machu Picchu)

Önceki yazımı bitirirken kentin adını ‘Qusco’ diye yazmıştım. Şimdi ise ‘Quzco’ diye yazıyorum. Sanmayın ki ’sehven yanlış yazılmıştır’. Resmi yazışmalarda kullanılan bu tabire de ‘hastayım’; ‘sehven’ zaten ‘yanlışlıkla’ demektir. Amaç, eski Türkçe kullanıp yazıya ‘ağda’ katmak, ama bu arada karşısındakini enayi yerine koymak mı, yoksa cehaletten mi böyle söyleniyor, bilemiyorum. Her neyse! Sonuçta her ikisi de kullanılıyor; Qusco da, Quzco da… İsmin esas kökeni, bölgenin ilk sahibi yerlilerin kullandıkları Quechua dilindeki Quscu; ‘dünyanın göbeği’ demek(miş). Eğer Britannica Ansiklopedisi’ni referans olarak alacak olursak, doğru isim Cuzco.

Cuzco yolunda, patchwork’e benzer tarlalar ve aralarından kıvrılarak uzanan karayolu

Cuzco, Peru’nun Mekke’si sayılan Machu Picchu’yu ziyaret etmek isteyenlerin kaçınılmaz durak noktası olması dışında, turistleri kendisine çeken mistik özelliklere de sahip(miş). Ben bu özelliklerini ‘hissetmek’ ve anlayabilmek için gerekli olan o yüce kata erişememiş birisi olduğumdan, okuduklarımı aktarmaktan başka yapabileceğim bir şey gelmiyor, elimden. Kozmik yoğunluk ve enerji çizgilerinden bahsediyorum. Neden bahsediyor olduğumu da bilmiyorum. İşte bahse konu bu kozmik enerjiler ve çizgiler Cuzco’da o kadar çokmuş, insan bunu o kadar yoğun hissediyormuş ki, burada yaşadı mı hayatı değişiveriyormuş. Bunu yaşamak lâzımmış; öyle anlatarak olmazmış. Bunun için de, buraya gelmek, her yerdekinin iki katı fiyatlı otellerinde kalmak, daha çok katı olan restoranlarında yemek, cafélerinde içmek lâzımmış. O zaman kozmik yoğunluğu ve enerjiyi daha da iyi hissedermişsiniz. Biz de bir şeyler hissettik tabii; ama kozmik enerjinin yoğunluğundan çok, yediğimiz kazıkların acısıydı, hissettiğimiz.

Cuzco’nun varoşları

Her ne kadar yalnızca İnkalar’la bağdaştırılsa da, Cuzco’nun tarihi 900-1200 yılları arasında bölgede hüküm süren Killkeler’le başlıyor. Bu hakkın İnkalar’a verilmiş olmasının sebebi ise, bir İnka efsanesine dayanıyor.

Güneş Tanrısı İnti, dünyaya bakar ve orada yaşayan insanların artık bir düzene ihtiyacı olduğuna karar verir. İlk Sapa Inka (Büyük İnka, İnka krallarına verilen isim) Manco Capac’ı yaratır, eline altın bir asa verir ve kardeş-eşi Mama Ocllo ile birlikte dünyaya gönderir. Dünyaya ilk ayak bastığı yer olan Titikaka Gölü’ndeki Isla del Sol’dan (Güneş Adası) yola çıkan Manco Capac, kendisine verilen asayı, yine kendisine verilmiş olan görev gereği, toprağa -tamamıyla- saplayabileceği yeri buluncaya kadar dolaşır. İşte bu yer de dünyanın göbeği, yani Cuzco’dur.

Kentin ana meydanı Plaza de Armas’ta gündüz - …ve gece

Cuzco’nun tarihiyle birlikte İnkalar’a da kısaca değinelim. Guney Amerika deyince herkesin aklına gelir, İnka medeniyeti. Hep de bölgenin, İspanyol işgali öncesi tek medeniyeti sanılır. Bu -tabii- yanlış bir kanı. Tek olmadıkları gibi, öyle çok eskiye dayanan bir geçmişleri ve uzun süren de bir ömürleri olmamış, aslında. Ancak, en geniş alana yayılmış krallığı olduğu kesin.

Plaza de Armas’taki La Catedral - Cuzco sokaklarından insan manzaraları

1200’lerde tanrı İnti’nin Manco Capan’ı ‘dünyaya göndermesinden’ (!) sonra başlayan İnka Krallığı, 1438’de Andlar’ın hırçın çocukları Chankalar’ın Cuzco kapılarına dayanmasıyla ciddi bir tehlike yaşar. O zamanki Sapa İnka olan Viracocha İnka, Cuzco Krallığı’nın sonunun geldiğini düşünür. Ancak oğlu Pachacutec aynı fikirde değildir ve kendini yeni Sapa İnca olarak ilân edip, ordunun başında, kurnaz bir taktikle Chankalar’ı defeder. Bu zaferin verdiği cesaret Pachacutec’e ve onun yönetimindeki İnka Krallığı’na emperyal geleceklerinin kapılarını açar. Pachacutec, 25 yılda küçücük Cuzco Krallığı’ndan, orta Andlar’ı kapsayan büyük İnka Krallığı’nı yaratır. Ondan sonra başa gelen oğlu Tupac Yupanqui ve sonrasında da torun Huayna Capac, Pachacutec’in izinde devam ederler. Artık, şimdiki Kolombiya’nın güneyinden başlayıp, yine şimdiki Şili’nin başkenti Santiago’nun güneyine kadar yayılan, doğuda da Arjantin’in kuzeyini kaplayan koca bir imparatorluk olmuştur, İnka. Huayna Capac ülkeyi kuzey ve güney olarak ikiye ayırıp, yönetimlerini iki oğlu, Atahualpa ve Huascar arasında paylaştırır. Tam bu sıralara da İspanyollar, Güney Amerika’da İnka topraklarına yavaş yavaş sirayet etmeye başlamışlardır.

Cuzco sokaklarından insan manzaraları

İki kardeş toprakları paylaşır ama, gücü paylaşmak istemezler. Bu da iç karışıklıkların başlamasına neden olur. Zaten İspanyollar’ın kıtaya getirdiği ve yerli halkın bağışık olmadığı hastalıklar (başta suçiçeği), toprakların esas sahiplerini kırıp geçirmektedir. İnkalar’ın çoğu, vücutlarının hiç tanımadığı bu hastalıktan ölüp giderler. Bir yandan kardeşler arasındaki güç savaşı, orduları iyice yıpratmıştır. Sonuçta, İspanyollar toprakları büyük bir hızla ele geçirir, İnkalar’ı ele geçirdikleri topraklardaki tarım alanları ve madenlerde köle gibi çalıştırmaya başlarlar. Buna alışamayan, baskı ve zulmü kabullenemeyen birçok İnka köyü halkı, hayattan umudu kesip, topluca intihar eder. Atahualpa, çevresinde onu terk etmeyen az sayıda askeriyle İspanyol general Francisco Pizarro tarafından pusuya düşürülüp yakalanır. İnkalar, krallarını kurtarmak için Pizarro’ya bir oda dolusu altın, 2 oda dolusu gümüşle, zamanında Pachacutec tarafından yaptırılmış görkemli Qorikancha Tapınağı’nın duvarlarını örten altın kaplamaları verirler. Pizarro, İnkalar’dan aldığı bunca ganimete rağmen, esir olarak tuttuğu Atahualpa’yı bir süre sonra öldürtür. Bundan sonra İnka Krallığı’nın, İspanyol tahakkümünde, çok kanlı bastırılan bir-iki başkaldırıyla kısa süre devam eden ‘esaret’ hayatı, 16. yüzyılın ikinci yarısında tamamıyla sona erer. O görkemli imparatorluğun böyle hazin biten bir öyküsü var, işte.

Cuzco sokaklarından insan manzaraları

Beni İnka uygarlığının en çok etkileyen tarafı, binalarını inşa ederken uyguladıkları o inanılmaz taş işleme tekniği ve işçiliğidir. O koca taşları, o kayar kalıptan çıkmış betonarme bina düzgünlüğünde, o aralarına jilet dahi girmeyecek kadar hassas şekilde işleyerek nasıl üst üste/yan yana dizmişler, o yüzeyleri nelerle yontup da düzeltmişler, o kimisi 300 tonun üzerinde taşları nasıl evirip çevirmişler, nasıl birbirlerine alıştırmışlar, sonra nasıl yerleştirmişler?.. İnsanın aklı ve havsalası almıyor gerçekten. Duvarların karşısında durup, saatlerce o ince işçilikleri, o birleşim çizgilerinin zarif ahengini, o kaliteyi, o sanatı hayranlıkla seyrettim.

Burası Santo Domingo Kilise ve Manastırı. Yapının sağ alt kısmında gördüğünüz koyu-gri granit taşlardan özenle örülmüş olan duvar ise Pachacutec tarafından yaptırılan görkemli Qorikancha Tapınağı’ndan kalanlar. Hani üzerindeki altın kaplamaların kendi halkı tarafından sökülerek, krallarını kurtarmak üzere İspanyol generale verildiği tapınak. İspanyollar Cuzco’yu ele geçirdikten sonra, özellikle halka İnka döneminin gücünü ve şaşaasını hatırlatacak yapıları yerle bir edip, üzerlerine, kendi dinlerini ve krallıklarını temsil edecek olanlarını inşa etmişler. Hem de İnkalar’ın taşlarını kullanarak

Cuzco’da görülmesi gereken birçok tarihi ve turistik yer var, tabii. Ancak bunlardan en önemli olanı İnka Müzesi. Her yer bir yana ama, İnka Müzesi’ni sindirerek gezmeden Cuzco’dan ayrılmak büyük eksikliktir. İnka ve hatta Peru tarihini bu kadar güzel özetleyebilmiş bir müze daha yoktur, eminim.

Cuzco’da İspanyollar tarafından yıkılıp, üzerine yeni binalar inşa edilen İnka yapılarından kalanlara birkaç örnek daha… Bunlar dikdörtgen kesme taşlara örnek

Cuzco’da, aslında kentin hemen biraz dışında, yaklaşık 3km kuzeyinde görülmesi gereken bir başka önemli yer daha var; Sacsayhuaman. İngiliz anadilliler -özellikle, Amerikalılar- bu yerin adını sexy woman (seksi kadın) olarak telâffuz ediyorlar; komik oluyor tabii. Bir kale olarak inşa edildiği tahmin edilen yerin insanoğlu tarafından kullanılmaya başlanmasının tarihi İnkalar’dan daha öncesine, Killkeler’e kadar dayanıyor, aslında. Ancak, bugünkü kalıntıları yaratan yapıların büyük kısmı, İnkalar’ın yaklaşık 400 yıllık başkentliğini yapmış kentin tarihi boyunca inşa edilmişler. Kale olmasının yanı sıra, dini törenlere de mekân olduğu tahmin edilen Sacsayhuaman, benim gözümde Machu Picchu’dan daha kıymetli bir İnka kalıtı.

Sacsayhuaman’da testere dişi şeklinde zig-zaglar çizen kale duvarları

Duvar detayları - Duvarlarda belirli aralıklarla bırakılan su tahliye delikleri



‘Gizli şehir’ Machu Picchu
Cuzco’dabir gece kaldıktan sonra, Machu Picchu’yu görmek üzere yola çıkıyoruz. Machu Picchu, Urubamba Nehri’nin oluşturduğu Gizli Vadi’nin (El Valle Sagrado) derinliklerinde, gözden uzak ve ulaşması zor tepelerin üzerine kurulmuş bir yerleşim. Buraya ulaşmak karayoluyla mümkün değil. Aslında bir ara mümkün olmuştu, Ollantaytambo ile Aguas Calientes (‘Sıcak Sular’ demektir, isminden de anlaşılacağı gibi, kaplıcaları var) arasında yol yapıldığında, yanlış hatırlamıyorsam. Ama sonradan bu yolu açık tutamadılar; sürekli heyelanla yol kapandı, falan. Şimdilerde o yolu ‘rehabilite’ çalışmaları devam ediyor ama daha uzun süre trenden başka seçenek yok gibi. Ha, bir diğer seçenek de İnkalar’dan kalma yolları kullanıp, yürüyerek gitmek tabii. Benim için değil, en azından.

Ollantaytambo yolunda

Uzatmayalım, Machu Picchu’ya gitmek için önce Ollantaytambo’ya gidiyorsunuz, oradan Aguas Calientes’e sefer yapan iki tren şirketinin birinden aldığınız biletle trene binip, Aguas Calientes’e vasıl oluyorsunuz. Buradan da Machu Picchu’nun bulunduğu dağlara tırmanan yolu katetmek için, aralıksız mekik dokuyan otobüslere biniyorsunuz. Aguas Calientes’ten Machu Picchu’ya giden otobüsler bu hatta, yuvalarıyla buldukları reçelli ekmek parçası arasında aralıksız gidip gelen karınca dizileri gibi çalışıyor ve biletleri Aguas Calientes’te kalktıkları yerden alınıyor. Tren biletini de Ollantaytambo’dan alabiliyorsunuz tabii ama, bence planlamanızı iyi yapıp, Cuzco’daki bilet satış ofislerinden -önceden- temin etmek, hem riski azaltmak, hem de zamanı iyi kullanmak açısından önemli. Bence Machu Picchu’ya ‘tırmanmak’ için en iyi zaman sabahın çok erken saatleri. Bunu başarmanın tek yolu da, son yerleşim olan Aguas Calientes’te geceleyip, sabahın ilk ışıklarıyla otobüse binmek. Ancak, Cuzco’dan itibaren, Machu Picchu’ya doğru her ‘daha yakın’ yerleşim noktasında fiyatlar, bir öncekine göre katlanarak artıyor; bunu da unutmamak lâzım. Biz Ollantaytambo’dan erken bir saate (sabah 06:15) kalkacak tren için biletimizi Cuzco’da almıştık. Ollantaytambo’da, küçük bir pansiyonda kaldık. Gece de kasabanın ufacık meydanını çevreleyen kafelerden birinde vakit geçirdik.

Ollantaytambo’daki kafelerden… Ollantay bir İnka generalinin ismi, aslında. Şehrin adı ona ithaf edilmiş; “Ollantay’ın Tambo’su” anlamına geliyor. Genellikle kısaca ‘Tambo’ olarak anılıyor

Sabahın köründe, titreyerek yaptığımız kahvaltının ardından trene binmek üzere Ollantaytambo istasyonuna gittik. Trenin kalkışından yarım saat önce orada olmanızı istiyorlar. Siz siz olun, işgüzarlık edip daha da erken gitmeyin. Bence, kalkıştan 15 dakika önce istasyonda olmak fazlasıyla yeterli. Uykunuzdan bu kadar çalmanıza gerek yok.

İstasyonda, trenin kalkmasına yakın…

1.5 saat süren tren yolculuğundan sonra Aguas Calientes’teyiz. Otobüs biletlerimizi alıp, yılankavi yoldan tırmanarak Machu Picchu’ya vardık, nihayet. Kapıda uzun bir kuyruk var; içeriye girmek için bekleyen turistlerden oluşan. İşte, Aguas Calientes’te kalıp da, bizim trene bindiğimiz saatte otobüse binilirse, bu kalabalıktan kurtulunuyor; hem kapıda fazla beklemiyor, hem de içeride bunalmıyorsunuz.

Machu Picchu’nun anlamıyla başlayalım söze: Quechua dilinde machu ‘eski’, picchu da ‘dağ’ya da ‘yükselti’ anlamına geliyormuş. Böylece Machu Picchu’nun ‘eski dağ’ demek olduğunu anlıyor ve Quechua diline da yavaş yavaş vakıf olmaya başlıyoruz, hayırlısıyla.

Machu Picchu

Machu Picchu, Urubamba Nehri’nin yaklaşık 450m yukarısında, dağlık bir bölgeye kurulmuş, çevresindeki -tarım yapmak amacıyla oluşturulduğu düşünülen- terasların dışında, yaklaşık 140 yapıdan oluşan bir yerleşim. Gerçek kullanım amacıyla ilgili çeşitli tezler var; saldırı durumunda kaçıp sığınılabilecek, gözden uzak bir ‘kale-şehir’ olduğundan başlayıp, İnka Pachacutec’in kendisine dinlenme mekânı olarak yaptığına, ya da -aslen- bir tapınak olduğuna kadar değişen. Her ne ise, inşaatı 1400’lerde başladığı tahmin edilen yerleşim, İnka uygarlığının ortadan kalkmasından çok sonra, ancak 1911 yılında, Amerikalı meraklı tarihçi, kaşif ve hazine avcısı Hiram Bingham tarafından ortaya çıkarılana kadar ‘kayıp’tı. Kaybolmuşluğu, ulaşılması güç ve sapa bir yerde bulunmasının dışında, içinde bulunduğu coğrafyanın bitki örtüsü tarafından da örtülmüş olmasından kaynaklanıyordu, aslında. Ancak, bu kayıp durumuna karşın, İnka medeniyetinin torunları tarafından da bilinmekte ve ziyaret edilmekteydi. Hatta, bazı Quechualar’ınbu bölgede yaşadıkları da iddia olunur. Aslında, burada İnkalar’a ait bazı kalıntılar olduğunun Bingham’dan daha önce fark edildiğine ilişkin çeşitli iddialar da var; 19. yüzyılın sonlarında ve 1900’lerin hemen ilk yıllarında İspanyol, Amerikalı ve Alman bazı meraklılara ait izler ve belgeler olduğu da iddialar arasında. Her ne ise!

Duvar nişlerinden… - Üç Pencere Tapınağı’nın duvar taşları

Bingham’ın bu büyük keşfinden sonra bölge Yale Universitesi ve National Geographic Society’nin büyük ilgisini cezp ediyor ve bu iki kurumun yoğun desteği ve çabalarıyla temizlenip, gün yüzüne çıkarılıyor. Biz de 2007’de ‘dünyanın yedi -yeni- harikası’ndan biri ünvanını alan bu muazzam eseri görme fırsatını buluyoruz, böylece.

Güneş Tapınağı - Machu Picchu kuşu (ben öyle isim koydum)

…ve Machu Picchu laması (bu da bunun ismi)

Machu Picchu’da güneş bir süre sonra tepemizde. O geniş ve engebeli araziyi gezmekten, yüzlerce basamak merdivenleri inip çıkmaktan bitap düşmüş, binlerce taş görmekten bıkmış, aç ve susuz bir halde otobüslere doluşup, Aguas Calientes’e indik. Atmaca gibi bekleyen restoran ‘değnekçileri’nden en sempatiğini gözümüze kestirip, elindeki mönüye de ucundan göz attıktan sonra, karnımızı doyurmak için üst katındaki masalardan birine yerleştik. Karnımızı doyurduktan sonra, trenimize binmek üzere istasyona yollandık.

Aguas Calientes’in meydanında Peru bayrağı. Arkadaki çok renkli bayrak ise indigenaları (yerlileri) temsil ediyor; yani, çok kültürlülük… Başka bir anlam çıkarmayın, sakın


Cuzco’dan sonrası ve Peru’dan kurtuluş şenlikleri
Ollantaytambo’da (kısaca ‘Tambo’da) bir gece daha kaldıktan sonra, Peru’yu terk etmek üzere güneye, Titicaca Gölü’ne doğru yola çıktık. Gece konaklamak için hedefimiz Puno kenti. Puno’ya vardığımızda hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Göl kıyısında kalabileceğimiz güzel bir otel arayışımız, Puno’nun dışında, Chucuito köyüne kadar sürdü. Burada bulduğumuz göle nazır güzel bir otelde iki gece geçirdik; hem dinlendik, hem de ben uzun zamandır vakit ayıramadığım yazılarımla uğraştım.

Titikaka dünyanın, üzerinde ticarî seyrüsefer olan en yüksek rakımlı gölüdür. Deniz seviyesinden 3,811m yüksekteki bu gölün bir diğer özelliği ise, hacimsel olarak Güney Amerika’nın en büyük gölü olması. Göl -ve deniz- büyüklükleri, barındırdığı su hacmi ya da kapladığı alana (yüzölçümüne) göre sınıflandırılıyorlar. Güney Amerika’da, kapladığı alan olarak en büyük olanı ise Venezuela’daki Maracaibo Gölü; görünüşü her ne kadar bir lagün ya da körfezi andırsa ya da suyu her ne kadar tuzlu olsa da (milyonlarca yıl önce daha bir ‘gölmüş’, aslında)… Titikaka Gölü’ne ait fotoğraflar Bolivya yazısında olacak. Peru tarafında Titikaka Gölü kıyısında bulunduğumuz yerler zaman ve zemin açısından güzel fotoğraf çıkaracak nitelikte değildi, çünkü.

Alış-veriş manzaraları

15 Mayıs sabahı kahvaltıdan sonra, kaldığımız Taypikalo Lago otelinden ayrılıp, Bolivya sınırına doğru yollandık. Yolda bir köyde durup, Pazar yerinden ufak bir alış-veriş yaptık.

Çok fazla geçmemişti ki, yolun ortasına saçılmış irili-ufaklı taşlarla karşılaştık. Etrafta heyelan olabilecek bir coğrafya yok ama, hayırlısı. Birazdan asfaltın üzerindeki taşların boyutları büyümeye, sayıları da artmaya başladı. Derken, 8-10 kişilik bir grup tarafından durdurulduk. İleride de bekleyen kamyonlar, minibüsler falan var. Yolun kapalı olduğunu söylüyorlar. Peki neden? Bir şeyler anlatıyorlar ama anlamak mümkün değil. Turist olduğumuzu, Bolivya’ya geçmek üzere sınıra gittiğimizi anlatmaya çalışıyorum. Uzun bir ‘sağırlar diyaloğu’ndan sonra sinirli bir şekilde geçmemi söylüyor, içlerinden birisi. Anladığım kadarıyla, ileride daha ciddi bir problem olduğunu ve nasıl olsa devam edemeyeceğimizi söylüyordu. Nitekim bir süre sonra yeniden aynı manzara. Yola taşlar dizilmiş, kızgın bir kalabalık falan. Anlaşılan, bir şeyi protesto ediyorlar ve Bolivya’ya doğru trafiği engelliyorlar. Karşıdan da gelen hiç araç yok. İkinci vartayı da atlatıyoruz ama bundan sonrasında ne yaparız, bilemiyorum. Derken, bir kavşağa geldik. Bizim Desaguadero’ya (Bolivya) doğru yolumuz düz gidiyor. Sola, yine Bolivya sınırında, ama Titikaka Gölü kıyısından sınırda olan Yunguyo’ya dönen bir başka yol var. Bizim yol kapalı. Ama, bu sefer durum ciddi, insanlar daha sinirli ve çok daha kalabalıklar. Sürekli geri dönmemizi işaret ediyorlar, öfkeyle ellerini kollarını sallayarak. Dertleri her ne ise, bunun bizimle alâkası olmadığının farkındadırlar, umarım.

Kalabalığın biraz ötesinde ellerinde çantalarıyla bekleyen birkaç kişi daha var. İçlerinden, yabancı olduğunu tahmin ettiğim genç bir kız bize doğru yanaştı ve İngilizce sınıra gidip gitmediğimizi sordu. Durumu görüyor, cevabım “Evet, ama…” oldu.Belki bu protestoların sebebini biliyordur, diye sordum; bilmiyormuş. Puna’dan Bolivya’ya gitmek üzere bindiği otobüs burada herkesi indirmiş ve dönmüş. Bize katılıp katılamayacağını sordu; yerimiz yok, ona da gösterdim.

Öfkeli kalabalık sonunda Yunguyo yoluna dönmemize ikna oldular. Bolivya sınırındaki Yunguyo, Titikaka Gölü’nün güney ucunda, gölün iki yakasının karşılıklı birer yarımadayla birbirine yaklaştığı bir noktada bulunuyor. Peru yakasındaki yarımada üzerinde bulunan Yunguyo’dan sınır geçilip, Bolivya’nın Copacabana kentine ulaşılıyor. Biz de bu rotayı deneyeceğiz.

Yunguyo yoluna döndükten biraz sonra, yolun kenarında bekleyen ve İngilizce bildiklerini tahmin ettiğim 3 yabancı gördüm. Özellikle en genç olan birisinden çok umutluyum. Amacım durumu öğrenmek. Yanlarında durdum, genç olanı koşarak geldi. Brezilyalı’ymış ve İngilizce biliyor; İspanyolca da… Protestoların sebebini soruyorum; iyi bilmediğini ama bir ‘gümüş’ problemi olduğunu söylüyor. “Sınıra kadar beni de alır mısınız?” diye soruyor. Arabanın arkasını açıp, durumu gösteriyorum. Eğer araya sıkışmaya razı olursa sınıra kadar (eğer varabilirsek, tabii) alabileceğimi söylüyorum. Heyecanla kabul ediyor; “Benim evim kadar rahat” diyerek. İspanyolca bildiği için, barikatlarda insanlarla anlaşabilmemiz için yardımcı olabilir. Nitekim hemen ötedeki ilk barikatta arka kapıyı açıyorum, Thiago aşağıya iniyor ve barikatın başındaki kalabalığa doğru gidiyor. Bizim tabirimizle, sıkı bir ‘peşrev’den sonra, yola dizili taşları aralıyorlar ve geçmemize müsaade ediyorlar. Önümüzde daha çok barikat olacak ve Thiago’nun her seferinde arkadan inip insanlarla konuşması, sonra yeniden binmesi iyice zorlaşacak. Buket’le yer değiştiriyorlar ve Thiago yanıma oturuyor. Yüksekokulu turizm üzerine okuyan Thiago, ana dili Portekizce dışında üç dil daha bildiğini ve büyük bir otelin resepsiyonunda (aslında İngilizce olarak front desk deniyor ya) çalıştığını anlatıyor. O kadar konuşkan, neşeli ve heyecanlı bir çocuk ki… İlk barikatı onun ikna kabiliyeti ile aştıktan biraz sonra 4-5 kişilik bir İngiliz gruba rastladık. Hepsinin sırtında çantalar, sınıra yürüyorlar. Bizden yardım istediler. Arabanın üstüne oturmaya razılar; kabul edemem. Ama çantalarını sınıra kadar taşıyabileceğimi söyledim. Sınırda nasıl olsa Thiago inecek, onlara varana kadar çantalara göz-kulak olur. Biz çantaları portbagaja aldık, onlar kalan 17km’yi yürümeye devam ettiler.


Takip eden onlarca barikatta ben emniyetli bir mesafede durdum, Thiago indi, insanlarla hemen sarmaş dolaş oldu, onları ikna etti ve biz geçtik. Bazı yerlerde barikatlar o kadar yüksek ve zorluydu ki, yolun dışından dolaşıp, barikatı by-pass etmemiz gerekti. Thiago üzerindeki t-shirt’ü çıkarmış vaziyette. Üzerinde silah olmadığını görmeleri içinmiş. Dedim ya, heyecanlı bir çocuk

O gün sınıra kadar olan 120km’yi 4 saatte aşıp, sonunda Bolivya sınırına vardık. Sınıra kadar herkes; yerliler, turistler, çoluk-çocuk, ellerinde eşyalarıyla yürüyorlardı. Sınıra varan tek araç biz olduk. Sınır karakolundaki polisler çok şaşırdılar; nasıl olup da arabayla gelebildiğimizi sordular sürekli.

Arabanın üzerindeki çantaları indirdik ve Thiago’yla orada vedalaştık. O olmasaydı bizim o gün Bolivya’ya geçmemiz mümkün olamayacaktı. Üstelik daha ne kadar süre Peru’da kalacaktık, bilmiyorum. Sağol Thiago! Yardımların ve keyifli yol arkadaşlığın için…

Thiago aynı zamanda bir futbol fanatiği, diğer tüm Güney Amerika’lı erkekler gibi. Yerlilerle ‘peşrev’e futbolla başlıyordu hep. Bizle de o yüzden, ‘futbolcu fotoğrafı’ çektirdi

Peki, bütün bu tantananın sebebi neydi? Bunu çok daha sonra, internette arayıp da bulabildim ancak. O da, maalesef bölgeden -arada- haber geçen, orada yaşayan bir yabancının sayfasından… Olay şu : Bolivya hükümeti, bizim normal rotamıza göre Bolivya sınırının hemen ötesindeki hedefimiz olan Desaguadero yakınlarında gümüş madeni çıkarmak üzere bir Kanada firmasına ruhsat vermiş. Ancak Titicaca Gölü’ne çok yakın olan maden bölgesinde yapılacak maden çıkarma ve zenginleştirme işleminin -gayet tabii olarak- göl suyunu kirleteceğinden endişe duyan Perulular da, Bolivya sınırını ve sınıra giden yolları kapatmış, özellikle Bolivya ile karayoluyla yapılan ticareti bu şekilde engellemiş. Hatta bizden bir süre önce sınır kasabasındaki gösterilere askerin müdahalesi sonucu 3 kişi ölmüş. Bu, bölge halkını iyice kızdırmış, direnişlerini daha da alevlendirmiş. Olaylar nedeniyle Peru’ya giremeyen ve sınırın Bolivya tarafında bekleyen yüzlerce kamyon nedeniyle Bolivya’dan Peru’ya yapılan ticarette milyonlarca Dolarlık kayıp meydana gelmiş ve kayıp her geçen gün katlanarak da artıyormuş (bu kısmı, Bolivya hükümet sözcüsünün açıklamasından). Sonrası ne oldu, Bolivya hükümeti maden ruhsatını iptal etti mi (bu pek mümkün görünmüyor, ama), bilemiyorum. Olayın daha sonraki gelişmeleriyle ilgili bir haber bulamadım. Bulan olursa, bana da yazsın da, ben de öğreneyim, sizlere de aktarayım.

Peru’yu böylece bitirmiş oldum. Darısı Bolivya, Şili ve Arjantin’in başına… Bolivya’yı bilemem ama Şili ve Arjantin’de -şimdilik- yazacak çok da fazla bir şey olmayacak. Sebebi mi? Yeri geldiğinde öğreneceksiniz. Beni izlemeye devam edin.