Arabamla Dünya Turu – Şili 4 (Santiago)



1,050km’den sonra, gece 9 sularında
Santiago’daki otelin önüne yanaştım. Buket iyi görünüyor. Her ne kadar, benim
yokluğumda da ishal azalarak devam etmiş, hatta ilk gece ateş ciddi derecede
yükselmiş ise de (bunları, aralarda yaptığımız telefon konuşmalarında bana hiç
anlatmadı)… Görünen tek problem, ciddî ölçüde kilo kaybetmiş olması. Benim
için, sağlıksız kiloya inmiş durumda. Güney Amerika seyahatimizin kalan kısmı
ile ilgili karar vermemiz lâzım. Önümüzde birkaç seçenek var:

1. Buket’i Santiago’dan uçakla
İstanbul’a gönderip, yola yalnız devam etmem;


2. Buket’le Buenos Aires’e kadar kısa
yoldan gidip, oradan göndermek ve yine yalnız olarak Güney Amerika’yı bitirmem;


3. Güney Amerika’yı birlikte tamamlamak
ve beraber İstanbul’a dönmek;


4. Buket’le kısa yoldan Buenos Aires’e
gitmek, Lando’yu orada bırakıp birlikte İstanbul’a dönmek. Bu durumda benim
daha sonra, Güney Amerika’yı tamamlayıp, arabayı Güney Afrika’ya -ya da
Afrika’da başka bir yere- göndermek üzere yeniden Buenos Aires’e dönmem
gerekecek.




İlk iki seçeneği, Buket’i bu halde
İstanbul’a tek başına göndermeye cesaret edemediğim için istemiyorum.
Santiago’dan yaklaşık 30 saatlik ve aktarmalı, Buenos Aires’ten de yaklaşık 20
saatlik ve yine aktarmalı uçuş sırasında ateş ve ishal problemi yaşarsa, tek
başına perişan olur. Üçüncü seçenekten ise, medeniyetten çok daha fazla
uzaklaşacağımız noktalara gitmek zorunda olduğumuz ve üstelik bunu çok daha
ağır kış koşullarında yapacak olmamız nedeniyle korkuyorum. Oralarda
tekrarlayacak ve hızla gelişen aynı rahatsızlığı yaşaması durumunda Buket için
bu sefer hayatî tehlike oluşur ki, bunu göze almamız söz konusu dahi değil. Bu
durumda tek seçeneğimiz kalıyor ki, buna tek engel durum, birlikte Arjantin’e
giriş yapacağım üzerime kayıtlı olan bir arabayı bırakıp, ülkeyi terk etmekte
yaşayabileceğim sorun. Eğer buna müsaade edilmiyorsa, büyük olasılıkla Lando’yu
gümrüklü bir bölgeye terk etmem istenecek falan. Bu da biraz bürokrasi demek.
Neyse! Bir yol bulunur elbet. Durum, Arjantin sınırını geçerken netleşecek,
nasıl olsa. Oradaki gümrük görevlilerinden sorup, öğreniriz.


 


Santiago


Ertesi gün kendimizi fazla yormayacak
bir şehir turuna katıldık. Hani şu ‘hop on-hop off’ dedikleri turlar var ya…
Hani, iki katlı olup, üst katı -genellikle- havadar olan otobüslerle yapılıyor.
Şehrin turistik yerlerini içeren bir güzergâhı oluyor ve o güzergâh boyunca
sürekli dönüp duruyor bu otobüsler. Aldığınız biletle otobüse, o gün içerisinde
istediğiniz kadar, istediğiniz durakta binip, istediğiniz durakta
inebiliyorsunuz. Ben büyük -ve karmaşık- şehirlerde bu ‘hop on-hop off’
turlarını seviyorum. Bir gününüzü böyle bir tura ayırırsanız, şehrin önemli
yerlerini belirleme, hatta bazılarını otobüsten inip gezme ve şehir plânını
kafanıza yerleştirme imkânı veriyor insana. Daha sonra kendi başınıza istediğiniz
yere ayrıca gidebilirsiniz, eğer vaktiniz varsa.


 


Fazla inmedik otobüsten, yorulmamak
için. İndiğimiz tek durak, Başkanlık Sarayı’nın da olduğu Plaza De Armas idi.
Biraz yürüyüp artık kullanılmayan tren istasyonunu (Estacion Mapocho) ve
Mercado Central’i gezdikten sonra da oradaki duraktan yeniden bindik. Eğer
Santiago’ya giderseniz, Mercado Central’i gezmemezlik etmeyin. Bunu da karnınız
açken ve öğle saatlerinde yapın (zaten akşam kapalı). Oradaki deniz ürünü
enflasyonu yaşayan restoranlarda yemek yemeden Santiago’yu terk etmek, pek
akıllıca olmaz. Buket’in mazereti var. Ben ise -çok üzgünüm, ama- biraz önce
Plaza De Armas’ta yemek yedim, enayi gibi.

31
Mayıs Pazartesi günü sabahı Santiago’dan, Arjantin sınırına doğru yola çıktık.
Sınıra kadar olan yaklaşık 160km’lik yolumuzun son bölümleri artık And
Dağları’nın yüksekliklerinde kıvrılıyordu. Sınırı yerin altında geçtiğimiz uzun
tünele gelmeden geçtiğimiz virajları ben sayamadım. Aslında saymaya da gerek
yok, her bir dirsekte kaçıncısını geçiyor olduğunuz bir tabelanın üzerinde
yazılı. Sonuncusunda kaç yazdığını unuttum, not da almamışım. Ama 30’lu bir
sayıydı. Aralarda bir yerdeki görüntü de şöyleydi:



Şili’nin yakın tarihinin acı dolu
dönemini; Salvador Allende’nin ABD entrikalarıyla devrilip yönetimin faşist
diktatör Augusto Pinoche tarafından ele geçirilmesini, 1989’a kadar süren
karanlık ve kanlı Pinoche dönemini, daha sonraki demokrasiye geçişi, 1998’de
Pinoche’nin sürgünde yaşadığı İngiltere’de tutuklanmasını ve yargılanmasını,
ama verilen cezanın, sanığın ‘yaşına hürmeten’ ertelenmesini anlatmayacağım.
Bunları dileyen, internette bulduğu kaynaklardan okuyabilir. Bir tek şeyi
söylemek isterim. Biz Santiago’dayken, Salvador Allende’nin mezarının açılıp,
kalanları üzerinde otopsi yapılması gündemdeydi. Malûm, Pinoche kuvvetleri
sarayı kuşatıp da, Allende’nin teslim olmasını ve yönetimi devretmesini
istediğinde o, kendisini odasına kapatmış ve daha sonra da tabancasıyla intihar
etmişti. Ya da en azından, tarih -şimdiye kadar- öyle yazılmıştı. Halbuki şimdi
yakınları, Allende’nin vurularak öldürüldüğü iddiasında ve bunun aydınlığa
kavuşturulmasını istiyorlar.



Bu arada, Orta ve Güney Amerika’da
ABD’nin oynadığı kirli oyunlarla ilgili geçenlerde bir belgesel izledim. Yerli
kanallardan birindeydi, hatırlamıyorum. Ya NTV, ya da Haber Türk… Adını
“Demokrasi Savaşları” olarak çevirmişler. Asıl adı ise “The War on Democracy”,
yani “Demokrasi Üzerindeki Savaş”. Her neyse! Yönetmenleri Christopher Martin
ve Avustralyalı gazeteci-yazar John Pilger. Zaten filmin sunuculuğunu da Pilger
yapıyor. Eğer bir yerlerde rastlarsanız, izlemenizi şiddetle salık veririm.



İstanbul’da rehavet günlerine devam.
Bundan sonraki yazım, seyahatin şu anına kadarki kısmının sonuncusu olacak;
yani, Arjantin’in ilk bölümü. Sonrasında neler olacağının plânlarını da gelecek
yazımda okursunuz.
Santiago’nun eski tren garı; diğer adıyla Estacion Mapocho. Şimdi artık kültür merkezi


Hepiniz hoşça ve sağlıkla kalın.