Arabamla Dünya Turu – Arjantin 2 (Buenos Aires) | |
Nihayetinde, 5 Haziran Pazar akşamüzeri Buenos Aires’e girdik. Önceden rezervasyon yaptırdığımız oteli bulmak zor değil. Ne de olsa günlerden Pazar. Büyük şehirlere giriş için en ideal gün. Buenos Aires seyahatin bu aşamasında son durağımız. Fazla kalmak niyetinde değiliz. Madem buraya hızla geldik, burada da çok fazla oyalanıp, vakit geçirmenin anlamı yok. Buket zaten daha önce yaptığı Güney Amerika gezisinde görmüş bu şehri. Birlikte bir şehir turu yapıp, birkaç ilginç yere birlikte gittikten sonra yapacak çok fazla bir şeyimiz kalmıyor. İlk gece, önce Casa Rosada’nın önündeydik; bayrak törenini seyrettik. Tam gün batımında yapılan töreni Arjantinliler büyük bir gururla izliyorlar. Casa Rosada’yı (Pembe Ev) çoğunuz bilirsiniz, aslında. En azından Evita filmini seyretmiş herkes bilir. Hani, filmin adını aldığı Eva Peron’un ateşli konuşmalarına mekân olan balkonun olduğu bina. Yalnızca Eva’nın mı? Kocası Juan Peron’un ve diğer birçok Arjantin başkanının konuşmalarına da… Casa Rosada, başkanların çalışma ofisi olarak kullanılan bina. İsmiyle müsemmâ, kendisi de pembe olan bu bina, geceleri de -pembe olmasa da- mor-lila arası renkte lâmbalarla ışıklandırılıyor. Plaza de Mayo’ya bakan yüzü, yani meşhur balkonun olduğu bizim de bayrak törenini izlediğimiz tarafı, aslında binanın arkası. Önü ise, denize, bir başka deyişle Rio de La Plata’ya (Gümüş Nehri) bakıyor. Casa Rosada ve bayrak töreni Eva Peron’a geri dönersek… Belki de dünya tarihinde Eva kadar tanınan, bilinen ve sevilen, ya da en azından sempati duyulan bir başka first lady yoktur. Arjantinliler’in sempatik bir dille çağırdıkları gibi Evita, kocası Juan Peron’un ikinci eşi. Peron’un Arjantin başkanlığına ilk kez seçilmesinden bir yıl önce (1945) evlenen çiftin birlikteliği, Eva’nın 1952’de 33 yaşındayken kanserden ölümüne kadar sürüyor. Bu kısa yaşamının first lady’lik dönemini Eva, ateşli bir işçi ve kadın hakları savunucusu olarak geçiriyor. Bu kısacık sürede kurduğu Eva Peron Vakfı; ülke çapında onlarca okul, hastane yaptırıyor, fakirlere yardım ediyor. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı için savaşıyor ve -tabii- kazanıyor. Arkasından da Peronist Kadın Partisi’ni kuruyor. Ölümünden kısa bir süre önce, 1952’de Başkan Yardımcılığı için adaylığını koyuyor ve fakat, Peronlar’ın bu önlenemez yükselişinden hoşnut olmayan ordunun üstü kapalı tehditleri sonucu adaylıktan çekiliyor. Ölümünün ardından da zaten Juan Peron’un, halk desteğine rağmen çöküş dönemi başlıyor. Nihayet 1955’te Cordoba’dan başlayan askeri isyan ve hareket, Peron’un koltuğunu bırakıp ülkeden kaçmasına ve 1973’te başlayacak olan ‘3. Peron dönemi’ne kadar sürgünde yaşamasına sebep olur. 1961’de İspanya’da evlendiği üçüncü karısı Isabel, onun 1974’te geçirdiği son kalp krizinin ardından ölümünden sonra başkanlık koltuğuna oturunca (hanedanlık gibi) Arjantin’in kara günleri de başlıyor, yavaş yavaş. Sonrası da, yukarıda Cordoba bölümünde bahsettiğim Guerra Sucia. Bayrak törenini izledikten sonra Puerto Madero’ya indik. Atlas Okyanusu’nun derin bir körfez olarak Güney Amerika’nın içlerine sokulduğu Rio de La Plata, adının nehir olmasına karşın, aslında bir körfez. İçerilere bir haliç şeklinde giren bu körfez, kuzeyde Rio Uruguay’la ve batıda Rio Parana’nın oluşturduğu deltayla besleniyor. Sonuçta bu korunaklı girinti, Buenos Aires ve çevresinde -sonradan oluşan- bir dizi kentin Güney Amerika’nın en cazip limanları olmasını sağlamış. İşte Puerto Madero da, Buenos Aires’in ilk tam teşekküllü inşa edilen limanı. Ufak da bir hikâyesi var, size anlatacağım. 19. yüzyılda Buenos Aires’in şanına yakışır bir liman yapılması kararlaştırılır. Muazzam paralar harcanır, başta öngörülen bütçe birkaç misline katlanır ve 1898’de liman bitirilir. Bu arada, çevresindeki arazilerin de fahiş fiyatlarla satışına göz yumulduğu, haksız kazançlar elde edildiği söylentileri de gırla gitmektedir. Buenos Aires’in şanına yakışır o liman iyidir, güzeldir de, daha yapıldığının üzerinden 10 yıl geçmeden, Buenos Aires’in hızla gelişen deniz ticaretinin yükünü kaldıramayacağı anlaşılır. Yapılan onca yatırım boşa gitmiştir. Şimdilerde o Puerto Madero ve çevresi güzelleştirilmiş; gezinti alanları yapılmış, eski dok binaları restoran, kafe, bar ve sanat galerine dönüştürülmüş. Liman vinçleri de boyanmış ve ışıklandırılmış; olmuş size birer ‘teknoloji heykeli’. Madero Limanı’ndan… Üstte, solda Fragata Sarmiento okul gemisi var. 1899-1938 yılları arasında tam 40 kez dünyayı dolaşmış. Üstte sağda ve aşağıdaki fotoğrafta da Puente de La Muher, yani ‘Kadın Köprüsü’. Mimarisini çok başarılı buldum İstanbul’a dönmeden çözmemiz gereken bir sorunumuz var: Lando’ya, ben yeniden Buenos Aires’e dönene kadar kalabileceği güvenli bir yuva bulmak. Bu bir otopark olabilir, bir depo olabilir v.s. Ama, mutlaka güvenli bir yer olması lâzım. Aklımda hep, Asya’dan sonra, Lando’yu Vancouver’a (Kanada) gönderdiğimde yaptığım gibi bir şey var; yani, onu bir depoya koymak. Oralarda (ABD, Kanada v.s.) self storage dedikleri yerler oluyor; yani, kendi eşyanızı kendinizin depoladığı alanlar. Bunlar, genellikle büyük kapalı depolama alanları içerisinde, depolayacağınız ‘şey’e göre büyüklükleri (hacimleri) değişen odalar/kabinler şeklinde. Ama, o depolamak istediğiniz ‘şey’ eğer bir -örneğin- tekne, konteyner v.s. gibi hacimli ve dış ortama dayanıklı ise, onlar için de açık alan yerler kiralayan self storage’lar bulunuyor. Bu self storage denilen yerlerde kiralar -tabii- kiraladığınız hacme -ya da alana- göre değişiyor. Ama fiyatı etkileyen en önemli faktör -tabii ki- şehir merkezine olan uzaklığı. Vancouver’da ben şehir merkezi ile havaalanı arasında bir yerdeki böyle bir depoya Lando’yu 4.5 ay bırakmak için 435 Kanada Doları ödemiştim. Yani, ayda 100 Kanada Doları’ndan daha az. Buenos Aires’te (ya da burada dendiği gibi ‘BA’) ise, internette yaptığım incelemede, böyle bir depolama alanı bulmak mümkün değil. Yani, self storage’lar var ama, hep ev eşyası türü ufak malzemelerinizi depolayabileceğiniz ufak kabin ya da odalar kiralayan kapalı depolar. Öyle arabanızı -ya da teknenizi- da koyabileceğiniz türde açık depolama alanı kiraya veren yer ben bulamadım. Arjantin Otomobil Kurumu’na (ACA) gittim; onlar da yardımcı olamadılar. Böyle olunca da tek çare, otoparklardan otopark beğenip, Lando’yu bırakmak. Ama, şehir merkezindeki otoparklar ateş pahası. Örneğin kaldığımız otelin hemen arkasında, kaldığımız sürece Lando’yu park ettiğimiz otoparkın geceliği 90 Arjantin Pesosu; yani -yaklaşık- 22 ABD Doları. ‘Geceliği’ dedim, dikkat edin. Günlük bırakırsanız (yani, 24 saat) bu rakam AR$130.00’a çıkıyor ki, bu da yaklaşık US$30.00 demek. Otoparkın sahibine aylık ne kadar ödemem gerektiğini sordum. Verdiği rakamın ABD doları karşılığı 600’e denk geliyordu. Üstelik, 15 gün dahi kalsa 1 aylık para alıyorlar. Yani, kafamda tasarladığım 2.5 aylık süre için ödemem gereken toplam tutar 1,800 ABD Dolarına geliyor. Çılgınlık! Neyse! Ben, BA’te kaldığımız iki günün önemli bir kısmını Lando’ya güvenli bir yuva aramakla geçirdim. Bu arada, internetten de sürekli araştırma yapıyorum. Öyle çok alternatifi değerlendiriyorum ki, arada enteresan tesadüfler de olmuyor değil, tabii. Bir tanesini de, BA’teki evinin park yerini uzun dönemli kiraya vermek isteyen bir Amerika’lıyla yaşadım. İlanına başvurduğum Ed’den enteresan bir cevap geldi. Ed çocukluğunun bir kısmını, babasının görevi nedeniyle Ankara’da geçirmiş ve ortaokul ve liseyi orada okumuştu. Ed’in park yeri benim işime yaramadı; apartmanın altındaki park yerinin yüksekliği Lando’nun endamına müsait değildi çünkü. Yine de Ed’le bir süre yazıştık, Ankara’yla ilgili nostaljik anılarımızı birbirimize anlattık. O sıralarda Ed karısıyla İspanya’daydı ve aldıkları 2 tane BMW motosikletle İstanbul’a doğru yapacakları yolculuğa hazırlanıyorlardı. Ama yine de Ed’le olan e-posta arkadaşlığım işe yaradı. Onun tavsiyesiyle gittiğim ve sokağının köşesinde bulunan otopark da yükseklik problemi nedeniyle liste dışı kaldı ama, oraya giderken yolda tesadüfen gördüğüm bir otoparkın Lando’ya güzel bir mekan olacağını düşündük. Üstelik dönüşte girdiğimizde, otoparkta görevli genç çocuğun İngilizce biliyor olduğunu da öğrendik ya, iş tamamdır. 2.5 ay için ödeyeceğim para da 1,500 Arjantin Pesosu; yani yaklaşık US$370.00. Ertesi gün akşamı arabayı bırakacağımızı söyleyip ayrıldık. Bu dertten de kurtuldum. O akşam kendimize güzel bir ziyafet çektik. Hani Arjantin’in şöyle ‘tuğla’ misali dev ve kalın biftekleriyle. Bu kadar kocaman ve kalın bir et nasıl oluyor da böyle pamuk gibi yumuşak pişebiliyor, anlamıyorum doğrusu. Buket o gece, uzun zamandan sonra ilk defa şarap içti. Şerefe! Bu arada bifteklere dikkatinizi çekerim İkinci ve son günümüzü BA’i gezmek ve ertesi gün yapacağımız uçuşun biletlerini almakla geçirdik. Bilet öyle kolay alınamıyor çünkü. Böyle bilet almakla zaman geçiriyorsunuz, falan. Buenos Aires’ten mi, yoksa bir başka ve bilmediğimiz şehirden mi uçacağız, belli değil. Neden mi? Bir ay kadar önce Şili’de patlayan Puyehue Yanardağı’nın külleri Buenos Aires hava sahasını tehdit ediyor da, ondan. Örneğin, bizim bilet almakla zaman geçirdiğimiz o günün tamamına yakın bir kısmında uçuşlar durmuştu. Bir önceki günün de tüm öğleden sonrasında… Uçmayı düşündüğümüz ertesi günü durumun ne olacağını -tabii- kimse bilemiyor. Böyle olunca da, uçak bileti almakla ‘vakit geçiriyorsunuz’ işte. Bu belirsiz durumda bilet işlemlerini yapan acentedeki kız bize Uruguay’a feribotla geçip, otobüsle başkent Montevideo’ya gitmeyi ve oradan uçmayı bile önerdi. Ancak, daha sonra Montevideo havaalanının da kapandığını öğrendik. Hatta ben bir ara, Sao Paulo’ya (THY uçağına aktarma yapacağımız Brezilya kenti) arabayla gitmeyi bile düşündüm. Alt tarafı 2,200km; ne der bana! Sonunda, ertesi günün belirsizliğine rağmen biletlerimizi almaya ve akşamüstüne kadar durumun netleşmesini beklemeye karar verdik. Aradaki boşlukları da gezerek değerlendirdik. Daha önce Santiago’da yaptığımız gibi bir ‘hop on-hop off’ tur bileti aldık. Tüm şehri onunla şöyle bir tavaf ederken arada La Boca’da indik. Buenos Aires’in bohem ve turistik bölgesi, La Boca. Restoran ve barlar, sanat galerileri, hediyelik eşya satıcıları ile dolu. Sokaklardan birinde de bir film çekiliyordu. Ben de fırsatı kaçırmadım, tabii. Kızlar, sette çekimleri bırakıp, bana poz vermenin derdine düştüler. Onları Türk dizilerinde oynatma sözüyle kandırdım; “Sizleri artiz yapıcaam!” La Boca sokaklarından… Öğleyin de El Estaño’da kısa bir mola verdik. “1880’den beri…” Biz oradayken -sanırım- belediye işçileri eylemi vardı ve çöpler toplanmıyordu. İşte durum… …ve Buenos Aires’ten başka manzaralar. Altta Kongre Binası Lando’ya veda ve yurda dönüş 7 Haziran Salı akşamı, söz verdiğimiz gibi, Lando’yu otoparka götürdük. Önceki gün karşılaştığımız İngilizce bilen genç çocuktan başka bir de orta yaşlı bir adam var. Lando’yu görünce gözleri parladı. Meğer Fernando da Arjantin Land Rover Kulübü’nün bir üyesiymiş. Onun da 1980’lerin sonlarından bir Range Rover Vogue’u var. İngilizce bilmiyor ama, genç olan Fernando’nun (tesadüf, ikisi de Fernando) tercümanlığıyla konuşuyoruz. Otoparkın en uygun yerine karar verdiler ve Lando’yu park ettim. Bir süre sohbet ettikten ve 2.5 aylık otopark ücretini ödedikten sonra Buket’le oradan ayrıldık. Fernando (yaşlı olanı) ayrılmadan son olarak bir hatıra fotoğrafı çektirtti, genç Fernando’ya. Fernando Ibarra’nın koleksiyonundan… Ertesi gün uçağımız öğleden sonra. Rahat rahat kahvaltımızı yapıp, hava trafiğinin de halâ normal olduğunu öğrendikten sonra, öğleye doğru taksiyle alana gittik. Uçağa kadar çok vaktimiz var ve daha check-in de başlamamış. Tüm eşyalarımızla bir kafede vakit geçirdik, kontuar açılana kadar. Sonra da, Sao Paulo’ya kadar 2.5 saatlik ilk bacak uçak yolculuğumuzu yaptık. Burada beklememiz 5 saat ve arkasından THY uçağı ile 11 saatlik bir uçuşun ardından İstanbul’a uçuyoruz. Aylar sonra ilk defa Türk gazetelerini elime alıyorum. Aeroparque Jorge Newbery havaalanında, eşyalarımızın arkasında Buket, Skype’ta Nedim’le konuşuyor Ne olacak bu seyahatin hali? Güney Amerika daha bitmedi, biliyorsunuz. Daha kıtanın dibini bulamadık, henüz. Güney Amerika’nın en güney ucuna kadar yolum var. En uçtaki hedefim Ushuaia (aynen yazıldığı gibi okunuyor; ‘Uşuağya’ diye değil, yani). Aslında Ushuaia Güney Amerika anakarasının bir parçası değil. Kıtanın hemen ucundaki Isla Grande de Tierra del Fuego’nun, yani, ‘Ateş Toprakları Büyük Adası’nın bir kenti. Tierra del Fuego’nun (‘Ateş Toprakları’) da bir hikayesi var ama, oralara geldiğimde anlatacağım. Anakaranın en güney noktası ise daha batıda Cabo Froward. Burası da Şili sınırları içerisinde kalıyor. Her neyse! Sonuçta kıtanın dibini bulabilmek için güneye inip, yeniden Buenos Aires’e, Lando’yu Afrika’ya doğru deniz yolculuğu için gemiye bindirmeye döneceğim. Yani, Güney Amerika’da daha yapmam gereken 7 ilâ 9,000km arası bir yol var. Başta bu bakiye yolculuğa başlamak için tasarladığım tarih 17-18 Ağustos civarıydı. Ancak bu sene Güney Amerika’da kış sert geçti ve etkileri de uzun süreye yayılacağa benziyor (unutmayın ki bizde yazken, güney yarıkürede kış yaşanıyor). Baştaki planımda Ağustos ortalarında kış şartlarının etkisini kaybedeceğini ve bahar havalarının başlayacağını düşünüyordum ama, durum pek öyle görünmüyor. Soğukta takırdamaktansa, bir ay daha beklemeyi uygun gördüm. Nasıl olsa Lando Buenos Aires’te emin ellerde (Fernando geçenlerde Lando’nun fotoğraflarını gönderdi de). Bu durumda gidişimi bir ay geciktiriyorum. Yani, Eylül ortasında, büyük olasılıkla 16-18 Eylül gibi… Bu arada, daha önce anlatmıştım; Landom’u Afrika’ya götürecek bir gemi bulamıyordum. Bu yakarışlarıma izleyenlerden bir sinyal gelmişti, uzun zaman önce. Sinyal gönderen Amerika’dan bir dost; New Orleans’ta kamp yaptığım RV parkındaki komşum Bill, namı diğer Hildich’ti. Sağ olsun, feryadım üzerine hemen tanıdığı bir lojistikçi arkadaşını aramış ve yardım istemiş. O da, B. Aires’te tanıdığı bir acenteye haber vermiş ve sonunda, B. Aires’ten Flavia’yla yazışmaya başladık. Ayda iki kez B. Aires’ten (aslında, hemen yakınındaki Zarate limanından) Güney Afrika’da Durban limanına ro-ro kalkıyormuş. Her ne kadar Durban benim hedefim olan Cape Town’a biraz uzaksa da (birazcık 1,650km kadar doğuda), belki de daha iyi oldu. Bu bana, daha önceki Afrika seyahatimde (www.turafrika.com) gürültüye gelen Güney Afrika’yı biraz daha fazla gezme imkânı sağlayacaktır. Bu arada, önceki seyahatimi Doğu Afrika’dan inerek yapmıştım. Bu sefer de Batı Afrika’dan çıkmayı planlıyordum, malûm. Ancak, Güney Afrika ve Namibya’dan sonra yer alan Angola, gerek vize, gerekse ülkeye araç sokmak konusunda beni hayli zorlayacağa benziyor. Son bir süredir eğilimim, Güney Afrika ve Namibya’dan sonra doğuya, Botswana’ya yönelmek, oradan daha da doğuya doğru, Zambiya ve Zimbabwe’ye geçmek şeklinde. Bu da bana, yine önceki seyahatte çok istememe rağmen gidemediğim Botswana’da Okavango Deltası ile Zambiya-Zimbabwe arasındaki Victoria Şelalesi’ni görme şansını verecek. Sonrasında, ufak bir (aslında tabii, hayli) sapmayla rotaya tekrar gireceğim ve Kongo Demokratik Cumhuriyeti ve Kongo Cumhuriyeti’nden sonra Kamerun’a geçeceğim. Arada Gabon’u atlıyorum. Oranın da vizesi sorunlu. Kamerun’dan sonra Çad yerine, istemememe rağmen, Nijerya’yı doğusundan yalamak niyetindeyim. Arkasından Nijer, Mali, Senegal, Moritanya ve Fas. Bu şekilde Ocak başını buluyorum. Cebelitarık Boğazı’ndan İspanya’ya geçmeden önce, Avrupa’da ağır kışın bitmesini beklemek üzere eve döneceğim. Sonra, Mart başında Fas’tan Lando’yu tekrar alıp, ilkbaharda Akdeniz kıyılarından doğru Türkiye’ye dönüyorum. Seyahatin hali şimdilik böyle görünüyor. Bakalım zaman -ve zemin- ilerledikçe ne değişiklikler olacak, hep beraber göreceğiz. Hepiniz kalın sağlıcakla. |