Arabamla Dünya Turu – Botswana 2-(Son) (Okavango Deltası - Chobe Ulusal Parkı) | |
DWNP bizi önce, artık park sahasındaki kamp yerlerinin işletme ve kiralamasını yapan özel şirkete yönlendirdi. Anlayacağınız gibi, Okavango Deltası’ndaki ulusal parklara ait kamp yerleri özelleştirilmiş. Orada konaklamayla ilgili formaliteleri yerine getirip, paraları bayıldıktan sonra dönüp, DWNP’den park giriş iinlerini ayarlayacağız. Şirketteki güler yüzlü hanım bizler, her iki ayrı kamp yerinde de en iyi noktaları verdiğini söyledi. Teşekkürümüzü sözlü ve ‘paralı’ olarak ifade ettikten sonra DWNP’den izinlerimizi (satın)alıp yola çıktık. Program şöyle : İlk gün, Okavango Deltası’nın en güney-batı ucuna, yani Moremi Dili (Moremi Tongue) olarak da bilinen Moremi Game Reserve’e gidiyoruz. Orada, parkın kuzey-doğu ucundaki Khwai kamp sahasında kalacağız. İkinci gün, delta bölgesinden çıkıp, hemen doğu komşusu olan Chobe Ulusal Parkı’na gireceğiz. ‘Çıkıp girmek’ derken, aslında ikisinin arasında mevcut olan ‘zahiri’ bir sınırı aşıyorsunuz, o kadar. Bazen de, karşınıza bir takım ‘kapı’lar çıkıyor. O kapılardan geçerken, elinizdeki izin belgelerini gösteriyorsunuz. Burada, size Okavango (ya da Okawango) Deltası’ndan bahsetmeliyim. Botswana’nın kuzeyinde sulak bir alan, Okavango. Kuzeydeki Namibya sınırından (Namibya, Botswana’yla Angola arasına, doğuya doğru bir dil gibi uzanır burada) giren Okavango Nehri, sınırdan bir süre sonra, sanki bir ağacın kökleri gibi dallanmaya ve dağılmaya başlar. Yani bir delta oluşturur. Bizim bildiğimiz deltalar hep nehirlerin denize döküldüğü yerlerde olur ama, bu bir iç deltadır. Hem de, dünyanın en büyük iç deltası. Peki bu dağılan ve saçaklanan akarsular ne olur, bu iç deltalarda? Öyle ya, normal deltada bunların hepsi deniz dökülürler. Burada da toprağa… Yani, incele incele, yok olup giderler. Hiç bir uçağa yol sormuşmuydunuz acaba? Okavango Deltası’nda, yani bu bölgede yağış mevsimi Ocak-Mart arasında. Bu dönemden sonra, Haziran’a kadar bölge hemen hemen tümüyle sular altında kalıyor. Daha sonra sular çekilmeye başlıyor. Aralık ortaları da suların en düşük olduğu seviye. Bu zamanlar da delta bölgesinin birçok yerine karadan ulaşılabiliyor. ‘Ulaşılabiliyor’ derken, öyle rahat olduğunu sanmayın sakın. Bu ancak 4x4 araçla mümkün ve yine de bazı yollar su altında olabiliyor halâ; geçen yağışsız dönemin kuraklık derecesine bağlı olarak. Bu ‘ıslak’ özelliği nedeniyle Okavango, Afrika’daki vahşi yaşamın en yoğun popülasyonuna sahip. Ama, halâ bazı cinsleri görmek için sabır ve şans lâzım. İşte biz de bu görsel verimliliği yüksek bölgede şansımızı denemeye gidiyoruz. Hem de, bölgenin, daha da yoğun Moremi kısmına… Moremi’ye güney kapısından giriş yaptık; öğle saatlerinde. kamp kuracağımız yer ise, kuzey-doğuda kalıyor. Bu yüzden, parkı güneyden, kuzey-batıya kadar kesen yolu takip etmemiz lâzım. Ancak biz farklı bir yol izleyip, önce kuzey-batıdaki Xakanaxa’yı bulup, sonra doğuya, kamp yerimizin olduğu Khwai’ye gideceğiz. Yol başlarda kabul edilebilir zorlukta bir off-road’du. Sonraları giderek zorlaşmaya başladı. Yol "iz" oldu, "iz" de yokoldu... Uzun süre sonra (akşam üstü, güneşin artık iyice yattığı bir zamandı) ilk insanı ve aynı zamanda görevliyi görebildiğimiz noktada, Xakanaxa yolunun tarifini ve ondan sonrasının (Khwai’ye kadar olan kısım) durumunu sordum. İlk kısmın yol tarifi kolay. GPS’imde yer almasa da, Xakanaxa tahmin ettiğim yerde. Sonrası için ise pek de parlak olmayan bir durum var; sular altında olabilirmiş. “Peki, durumu siz bilmiyor musunuz?”. Bilmiyormuş. Xakanaxa’ya varınca, orada birilerine sorabilirmişim. “Peki ya kapalıysa?”. O zaman geri dönmem gerekirmiş. “Ama, geceye kalırsınız, tehlikeli olur” dedi, hanım. Şansımızı denemeye karar verdik. Xakanaxa, daha önce bahsettiğim ‘ara kapı’lardan birisi. Görevli yok ama, tam o sırada bir görevli aracı geçiyordu ve aracı kullanan hanıma Xakanaxa-Khwai yolunun durumunu sordum. “Yol açık, merak etmeyin” dedi. Rahatladım. Bir yandan oralarda kısılmak endişesi var ama, diğer yandan ve çok daha da önemlisi, Buket’in morali. Xakanaxa aynı zamanda Moremi’deki lükse ve pahalı lodge’lardan birisinin olduğu yer. Hemen yakınında ufak pervaneli uçaklar için toprak bir pist var ve yol pistin hemen yanından geçiyor. Yeni inen ufak bir uçağın pilotu, uçağını kenara parketmiş ‘bağlıyordu’. Onu bekleyen de bir araç var. Aracın şoförüne de, biraz önceki soruyu sordum; o da aynı rahatlatıcı cevabı verdi. Mesele yok gibi görünüyor, yola çıktık. Çıktık da, birazdan o çıktığımız yol, suların altında kaybolup gitti. Zaten, yol demek de biraz yanıltıcı olur, ‘iz’ demek daha doğru olacaktır. Biz yol bulacağız diye kıvranırken, onlar pek sakin görünüyor. Yavrularıyla bir impala. Dedim ya, bu mevsimde Okavango’da yolların geçilebilir olması tümüyle geçen aylardaki kuraklık durumuna bağlı. Anlaşılan bu sene sıcaklıklar pek yükselmemiş. Bir de küresel ısınmadan bahsediliyor. Üstelik, sizlerin de izlediği gibi, yağışlar erken başlamış durumda buralarda. Neyse! Kendimize, sulak bölgenin bittiği yerlerden geçiş arıyoruz. Kimi zaman buluyoruz, kimi zaman da bulamayıp, sulara dalmak zorunda kalıyoruz. İtiraf etmeliyim ki, Asya’dan beri en zor yolumuzu yaptık o gün; ben de, Lando da. …ve tabii Buket de -herhalde- hayatınınkini… O gece kamp yapacağımız Khiwa’ya vardığımızda hava çoktan kararmış, ortalıkta hiçbir görevli kalmamıştı. Saat 8 buçuğu geçmişti ve çadırı zorlukla açıp, hızlı bir yemeğin ardından pestil gibi serildik, yatağımıza. Günün bilançosu: Üç-beş impala ve birkaç su aygırı. Chobe Ulusal Parkı Sabah uyandığımda halâ yorgun olduğumu hissediyordum. Kahvaltının ardından yola çıktık; hedef Chobe. Yine dala-çıka ilerliyoruz. Chobe’nin Mababe kapısından, kağıtlarımızı gösterip girdik. O sıkıntıda tek güzellik bu nilüfer çiçekleri. Yollar aynı yol. Birazdan ileride ağaçların arkasından bir filin çıkıp, yolun karşısına geçtiğini gördük. Sonra da yavruları, sırayla; bir, iki, üç… Arkadan baba fil. Fillerin çıktığı yere geldiğimizde, sağlı sollu bir sürü filin, ağaçların arasında, dallardan hortumlarıyla yoldukları yaprakları afiyetle midelerine indirişini seyrettik. Bu görüntüler yol boyunca devam etti, ta kamp yapacağımız Makumba Çanağı’nın olduğu yere kadar. Chobe Ulusal Parkı’nın en büyük özelliği, hayvanların mevsimler arası göç yolunun üzerinde oluşu. Makumba Çanağı’nın olduğu nokta da tam bu göç yolunun ortasına denk geliyor. Uygun olmadığına karar verdiğim bu noktadan geri dönüp, başka yerlere bakarken, suya girdiğim yerin hemen ötesinde bir su aygırının keyifle serinlemekte olduğunu farkettik Baba, ağaçların arasından bizi gözetliyor. Öğleden sonra vardığımız kamp yerinden kıpırdama niyetinde değiliz. Yerimiz, tam Molapo Nehri kıyısında (aslında Molapo wapiphofu). Yani, öküz başlı antilopların kuzeyden güneye (ya da tersi) geçerken büyük kedilere yem oldukları yer. Hani, onlar tam önümüzden geçer, kediler de onları tam önümüzde ‘ham’ yaparlarsa seyrederiz. Yoksa, kendileri bilirler. Gece havanın kararmasına doğru hava iyice ağırlaşmaya, bulutlar iyice çökmeye başladı. Birazdan da şimşekler çakmaya, çevremize yıldırımlar düşmeye... Anlaşılan gece çetin geçecek. Tenteyi açıp, eşyalarımızı altına yerleştirdik. Yemeğimizi yedikten sonra da -yine- erkenden yattık. Dünün yorgunluğunu üzerimizden atamamıştık. Bizi seyreden bir zürafa.. Gece yıldırım ve şimşek gümbürtüleriyle birlikte sağlam bir yağmur başladı. O korkunç gürültüye rağmen, çok güzel uyumuşum. Buket de öyle. Sabah kalktığımızda yağmur -nispeten- azalmıştı ama, yüz metre ilerideki tuvaletlere gitmek yine de yürek ister. Şemsiyeyle tuvalete giderken, kafamda -uzaktan- çektiğim kendi fotoğrafıma da için için gülüyordum; ayağımda parmak arası terlikler ve şort, kolumda havlu, bir elimde sabun, diğerinde şemsiye. Bir sarı gagalı boynuzgaga kuşu (south yellow billed hornbill). Adı ne kadar uzun, değil mi? Çağırmaya kalkasanız… Pek samimi bir hali vardı; yamacımıza kadar sokuldu Fazla telaşa vermeden kahvaltımızı ettik. Bu arada yağmur dindi. Sonra toparlandık. Çadırı ben topladım, Buket ıslak çadırdan pek haz etmezmiş. kıssadan hisse, çadırı hep erkekler açmaz ve toplamazmış. Onlar yalnızca ıslak çadırları açmak ve toplamak konusunda ‘tek yetkili’ler. Bu gün çadırı Buket açıyor. “Çadırı niye hep erkekler açar” diye şikâyet ediyordu. Zor değilmiş. Canıma minnet Botswana’dan çıkıyoruz ama, nereye? Chobe’den çıkana kadar yol aynı. Sonrasında, önce düzgün bir toprak yola, hemen arkasından da kaymak gibi asfalta dönüştü. Bugün Zimbabwe’ye geçeceğiz. Çok değil, belki bir, belki de iki gün Zimbabwe’de kalıp, hemen arkasından Zambiya. Amaç yalnızca, o ta Afrika seyahatimde göremediğim ve içimde ukde kalan Viktorya Şelalesi’ni görmek. Şelale en güzel, Zimbabwe’nin Victoria Falls kentinin olduğu yerdeki parktan görülürmüş, çünkü. Her iki ülkeye de vize sınırda alınıyor(muş). Halbuki önceki Afrika seyahatimde Malawi’den Zambiya’ya, sınırda vize alacağım beklentisiyle girmeye çalışırken hezimete uğramış, hatta daha giremediğim Zambiya’dan bir de ‘sınırdışı’ edilmiştim. Ama, artık Türkiye’de fahri konsolos düzeyinde temsil edilmeye başlanan Zambiya Türk vatandaşlarına da, diğer birçok ülke vatandaşı gibi, ‘kapıda vize’ uygulamasına başlamış. Zimbabwe için de aynı şey söyleniyor. Hatta geçenlerde bana mesaj gönderen Eskişehirli gezgin dostum Murat, daha yeni döndüğü seyahatinde Zimbabwe’ye, adam başı US$100.00 vererek kapıda vize alıp girdiklerini yazmıştı. Bütün bu güncel bilgilerle biz de, yakıt ve yiyecek-içecek ikmalimizi yapıp, Kazungula’daki Zimbabwe sınırına yöneldik. Kısa bir işlemle Botswana sınırını geçip, Zimbabwe sınır kapısına geldik. Geldik de, pasaport polisi bizi hoş olmayan bir sürprizle karşıladı. Türkiye, önceden vize almak zorunda olan ülkeler listesinde yer alıyordu. Murat’ın bana mesajında yazdıklarını anlattım; daha birkaç hafta önce Zambiya’dan girdiğini falan. Ne dediysem, para etmedi. Şefini çağırdı, ona da aynı dilleri döktüm. Duvarda asılı ‘Yolsuzluğa yol açmayın!’ posterine sırtımı dönerek, bu işin kolay bir yolu olup olmadığını sordum. Yalandan “Botswana’ya tek girişli vizemiz vardı. Şimdi oraya da dönemeyiz. Gözünüzün yaanı yiim!” falan… Nafile! “Nuh” diyorlar, “peygamber” demiyorlar. Sonuçta kös kös Botswana sınırına geri döndük. Pasaport tamam da, triptik belgesi yeniden damgalanacak, zaten azalan sayfalardan birisi daha eksilecek. Gümrük görevlisine durumu anlattım. “Zimbabwe’ye giremedik, şimdi doğru Zambiya’ya gidiyoruz. Triptik belgesini boşuna harcamasak” dedim; anlayışla karşıladı. “Zambiya sınır kapısındaki arkadaşları arayayım da, durumu anlatayım. Yoksa, problem olur” dedi. Telefonla arayıp diğer kapıdaki kişiye durumu anlattı. Karşıdakinin adını alıp, bana not kağıdına yazarak verdi. Teşekkür ederek ayrıldık. 10-15 denemenin ardından, ancak bunu yakalayabildim. Zimbabwe sınır kapısı ile Zambiya kapısı birbirine çok yakın. Birisi (Zimbabwe’ye olanı) Kazungula’nın hemen doğusunda, diğeri de kuzeyinde. Zambiya ile o noktada sınırı çizen Zambezi Nehri; Viktorya Şelalesi’ne su taşıyan Yukarı Zambezi, yani. Nehrin güney kıyısında Botswana gümrüğü, kuzeyinde de Zambiya gümrüğü var. Aradaki geçiş ise pantonla (ufak araba vapuru) yapılıyor. Her bir panton en fazla iki TIR ve belki 2-3 de ufak araç alabiliyor. Her iki tarafta bekleyen ise onlarca TIR ve 8-10 da ufak araç var. Neyse! Bizi (ufak araçları) TIR’lardan ayrı ve önden alıyorlar. Bizden önce irice bir kamyonet (ya da ‘ufakça’ bir kamyon) vardı ve ilk panton seferine yerleştik, güç belâ. Yalnız, bu arada muazzam bir taciz var. Geçen yazımda anlattığım ‘geleneksel’ Afrika sınır geçişlerindeki tacizlerden. Onlarca adam başınıza üşüşüyor ve karşı taraftaki işlemlerin zorluğundan ve karmaşıklığından dem vurup, yardım teklifinde bulunuyorlar. Hepsini savuşturup, pantona arabayı -ve kendimizi- atmamız pek kolay olmadı, tabii. Daha, aynı taciz karşıda da devam edecek. Pantondan bin bir zorlukla indikten sonra, pasaport ve gümrük binasına varıncaya kadarki salvolardan sıyrılmak sıkıntılı ve gerçekten ciddi bir çaba gerektiriyor. Ama, gerisini Zambiya’da anlatacağım. Pantona binmeden… Karşısı Zambiya.. Böylece Botswana’yı bitirdik. Sonraki yazıda, Zambiya’da buluşmak üzere, hoşça kalın.
|