Arabamla Dünya Turu – Zambiya (Viktorya Şelaleri - Lusaka - Chimfunshi)



En son Botswana’dan Zambiya’ya geçerken kalmıştık…Pantonda, araç sürücüsünden başka kimsenin araçta bulunmasına izin vermiyorlar. O yüzden, Buket gerek binişte, gerekse inişte yayalarla birlikteydi. Binerken -Botswana tarafında- zemin beton, problem yok da, karşısı imkânsızlıklar ülkesi; çamura bulanıyorsunuz. Gümrük binasının önünde buluştuğumuzda, ayaklarını yıkıyordu.


Dedim ya, imkânsızlıklar ülkesi; gelen turistten nasıl para koparacakları konusunda uzun uzun kafa yormuşlar ve -neyse ki- para ödemek zorunda olduğunuz her kurumun gişe kulübesini yan yana dizmişler; isimleri atıyorum ama, otoyollar dairesi, Livingstone’u güzelleştirme derneği, bize de vergi ödeyin cemiyeti v.s. gibi bir şeylerdi. Birinden çıkıp, diğerine giriyorsunuz; “Kaç para abi?”. Tek sorun, kimisi ABD Doları kabul ederken, bazıları illâ Zambiya Kwachası istiyor. Onun için sınır bariyerinin hemen yanına gidiyorsunuz. Niye gittiğiniz belli; 50 kadar ‘para adam’ başınıza üşüşüyor. Taktik, diğer benzer Afrika ülkeleri sınırlarındaki gibi. İçlerinden birisi gerçek para ‘bozucu’, diğerleri de ara ‘bulucu’.


- Dolar ne kadar?
- 3 bin sekiz yüz Kwacha abi.
- (diğerine) Sende ne kadar?
- 3 bin sekiz yüz Kwacha.
- (ikinci sorduğuma) İyi, bana 20 Dolar boz.
- (ilk sorduğumu işaret edip) Ona bozdur.
- Ama ben seni beğendim.
- Onun sırası abi.

 
Jolly Boys Bacpackers

Bu işlerin acemisi bir turist iseniz “Birbirlerinin haklarına ne kadar da saygılı insanlar” diye düşünürken; bu numaraları daha önce de ‘yutmak’ zorunda kalmış ama -yine de tedbirsizlikten- kuru önceden öğrenmeyi unutmuş ‘eski kulağı kesik’lerden biri iseniz, yediğiniz kazığın acısını hissederek, 3 bin sekiz yüzden dolarınızı bozduruyorsunuz. Aslında, kuru önceden öğrenmek de size fazla bir şey kazandırmayacak; belki birkaç yüz Kwacha daha, o kadar. Aslında Dolar’ın 5 bin Kwacha olduğunu öğrendiğinizde acınız biraz daha artarken, ağrı kesici olarak ‘Onlar da bu işten para kazanıyor, ne yapsınlar?’ hapını yutturuyorsunuz, kendinize.


Ama bu arada, bozdurmayı düşündüğünüz 20 Doların size yetmeyeceği ve aslında ‘o vergisi’, ‘bu harcı’, ‘bilmem ne ödemesi’, ‘sigorta’ v.s. için size yaklaşık 100 Dolar karşılığı Kwacha gerektiği konusunda topyekûn bir ikna çalışması başlıyor. Sakın ha, buna kulak asmayın. Neleri Kwacha cinsinden ödemeniz gerektiğini önceden öğrenip, hesabınızı iyi yapın. Yoksa onlara inanmak ve Dolarlarınızı üç paraya orada harcamaktan başka çareniz kalmaz.

 

 
Kalkışta...

Sınır geçişindeki son aşama da, zorunlu trafik sigortası sınavı. Başınıza üşüşen onca adam sizi derdest edip, sınırın hemen dışında sıralanmış 8-10 sigorta kulübesinden birisine götürecektir; sakın itiraz etmeyin. Götürdükleri kulübeye, sanki sigortayı orada yaptıracakmışçasına girin. Fiyatı öğrenip teşekkür edin, dışarı çıkın ve hiç kimsenin götürmek için çabalamadığı sigortacılardan birisine emin adımlarla ilerleyip, dalın içeri. İddia ediyorum; size verilen fiyatın yarısına sigorta işinizi halledebilirsiniz ki, bana da öyle oldu. ‘Götürüldüğüm’ sigortacının söylediği 316 bin Kwacha yerine 161 bin Kwacha ödedim.


Tabii bu anlattıklarım öyle ‘hadi, hop’ diye şıpın işi olmuyor; zihinsel ve bedensel bir efor harcıyorsunuz. Zihinsel çünkü size söylenen her şeyi kısacık bir zaman dilimi içerisinde tartmak ve kendi mantığınızla doğruyu bulmak zorundasınız. Bedensel çünkü bir yandan onca adamın söylediklerine sakin ve kararlı cevaplar vermek, bir yandan da fiziksel olarak aralarından sıyrılmak üzere olmadık hareketler ve atraksiyonlar çekmek zorundasınız

 

 
Şelale dudağına yaklaşıyoruz. Sol tarafa doğru, Aşağı Zambezi’nin aktığı zig-zag şeklinde derin yarık görülüyor. İleride görünen Zimbabwe’nin Victoria Falls kasabası

Livingstone ve Mosi-oa-Tunya (Viktorya Şelalesi)
Önceki seyahatimde aşamadığım Zambiya sınırı engelini, ufak sıyrıklarla atlattık. Zimbabwe ise, girilemeyen ülkeler listemdeki yerini aldı ve -sanırım- bir daha girmeye de yeltenmek niyet ve şansım olmayacak, hayatımın sonuna kadar. Yine önceki seyahatimde en önemli hedeflerimden olan Viktorya Şelalesi’ni görmek amacına, Zambiya’ya girerek ulaşabileceğim; üstelik Buket’le birlikte.
Livingstone, Zambiya’ya, üç ülkenin birleştiği bu köşeden girildiğindeki ilk şehir. Zambezi Nehri’nin, Viktorya Şelalesi’nde, 110 metre yüksekten aşağı dökülmeden hemen önceki yukarı bölümünün sonunda yer alan Livingstone, nehrin karşı yakası Zimbabwe’deki kardeşi Victoria Falls kasabasına oranla çok daha büyük ve hareketli bir kent. Gerek çok daha fazla sayıda ve çeşitli konaklama olanağı, gerekse sunduğu turistik etkinlik seçenekleriyle, karşı komşusuna oranla ziyaretçiler açısından daha cazibeli hale gelmiş. Yine de, şelalenin o yakadan daha iyi görülebildiği gerçeğini hiçbir kaynak yadsımıyor.


Şehre girdiğimizde ilk yaptığımız, çamurdan güzelliği görünmez hale gelen Lando’yu yıkatmak oldu. Arkasından da, daha önce bahsettiğim ve Zambiya’ya sınırda vize alarak girmeyi başaran Eskişehirli gezgin dostum Murat’ın mesajında önerdiği Jolly Boys Bacpackers Hostel’e yerleştik. Hani o, nasıl olduysa, Zimbabwe’ye kapıdan vize alarak girmeyi becerebilen Murat (ya da, nasıl olduysa biz beceremedik). Yemyeşil bir bahçe içerisinde banyolu bungalovdan, çok yataklı koğuşa ve kampinge kadar çeşitli konaklama seçenekleri olan Jolly Boys, Livingstone’da kaldığımız üç gece boyunca bizim için rahat ve huzurlu bir mekân oldu.

 

 Şelalenin üzerinde, Zimbabwe ucundayız

İlk akşamüstü bahçedeki masalardan birinde, pişirdikleri koca bir tencere makarnaya yumulan gençleri görünce Buket, önceki yemek plânlarından vazgeçip, makarna yaptı. Benim için makarnanın -cinsi ve sosu ne olursa olsun- vazgeçilmez eşlikçisi sarımsaklı yoğurt da yanında olunca, itiraz eder miyim hiç!


Ertesi gün benim yazı yazma ve fotoğrafları toparlama günümdü; hostelden dışarı adım atmadım. İkinci gün için ise daha iyi bir plânımız var; Viktorya Şelalesi’ni görmek. Ama, madem benim için bu kadar takıntı haline gelmiş bir güzelliği görme şansını yakalamışız, bunun tadını en iyi şekilde çıkarmalıyız. O yüzden, ikinci gün akşamüzeri şelale ve çevresini havadan görmek üzere bir ultralight turu ayarladık, kendimize. Buralarda microlight denilen bu ‘uçar cisim’ler, arka arkaya sıralı iki oturağı olan motorlu-sivrisinekleri andırıyor; soktuydu, şiştiydi, sıtma bulaştırdıydı derdi de yok, hem bunların. Önde oturan pilot tarafından yönetilen bu ‘cisim’ler, insanın kendini uçuyormuş gibi hissetmesini sağlıyor; üstelik, hiç kanat çırpmadan. Buket’le birer motorlu-sivrisineğin arka oturaklarına bağlandık. Önden benim sivrisinek havalandı. Sonra da Buketinki. Yerden yaklaşık 500 metre yükseklikte, önce Yukarı Zambezi’nin giderek genişleyen ve şelale dudağında (tam dökülme noktası böyle adlandırılıyor) 1,700 metreye varan geniş deltası üzerinde uçuyorsunuz. Daha sonrada şelale boyunca… Sonra da geri dönüp, yukarı nehrin Zimbabwe kıyısı boyunca, bu sefer de aşağıda ‘otlayan’ filleri, su aygırılarını seyrediyorsunuz. Eşsiz bir tecrübe ve görsel bir şölendi; hem benim için, hem de THY’nda çalıştığı yıllar boyunca yüzlerce saat uçmuş olmasına rağmen, Buket için… Tek eksik, fotoğraf makinesi taşımanıza izin vermiyor olmaları; uçuş güvenliği açısından. Başta; garip karşılamak ve hatta kendi hazırladıkları ücretli fotoğraf hizmetinin bir tezgâhı olduğunu düşünmekle birlikte, uçuşun başlamasının ardından, bunun gerçekten güvenlik zorunluluğundan kaynaklanan haklı bir kural olduğuna kanaat getirdim.

 

 
Viktorya Şelalesi Birinci Boğaz’da akşam

Akşamüzeri, uçuşun yapıldığı havacılık kulübünden dönüşte, “Victoria Falls” okundan sola saptık. O saatlerde şelalenin güzel görüneceğini düşünüyorum. Düşünemediğim ise, o saatte girişin olmayabileceği. Nitekim, şelalenin seyir yerine giriş saat 18:00’de bitiyormuş. Biz tam boynumuzu bükmek üzereyken, kapıdaki güvenlik görevlisi, istersek bize izin verebileceğini söyledi. Bu tabii Buket’in ve benim dayanılmaz sevimliliğimizden dolayı yapılan bir teklif değil. Her ne kadar böyle kural dışılıkları pek benimseyen birisi değilsem de, teklif o an çok cazip geldi ve bir miktar bahşiş karşılığı daldık içeriye. Ama, lütfen siz yapmayın.


Tabii, bizle birlikte ‘fahri rehberlerden” birisi de… Onun bizle birlikte gelmesine rıza göstermemiz, havanın kararmaya yüz tutması ve bu nedenle güzergâhı, en iyi görüş noktalarına hızla ulaşarak gezmemizi sağlamak için gerekli olduğundandı. Gerçekten de, hızlı ve verimli bir ‘geç saat’ turu oldu, bizim için.


Ertesi sabah, bir de günün ilk ışıklarında görmek için, ama bu sefer yalnız gittim şelaleye. Daha kargalar kahvaltı masasına oturmamışlardı. Sabah 6’da açılan parka bu sefer normal ücretini (US$20.00) ödeyerek girdim.

 

 
Viktorya Şelalesi Birinci Boğaz’da sabah…

Burada biraz Viktorya Şelalesi’nden bahsedelim! Ya da Mosi-oa-Tunya’dan; buranın yerli halkının dediği gibi. ‘Dünyanın en büyük şelalesi’ unvanına sahip olmak, öyle her şelalenin harcı değil tabii. Bu değerlendirmenin nasıl ve hangi kriterlere bakılarak yapıldığını söyleyeyim önce. ‘En büyük’ tanımı ne ‘en yüksek’, ne ‘en geniş’ ve ne de debisi (birim zamanda akıttığı su hacmi) ‘en fazla’ anlamına geliyor. Buradaki büyüklük, şelalenin üst noktasıyla, yere değdiği yer arasında kalan kısımda oluşturduğu su perdesinin alanıyla belirleniyor. Yani, genişliğiyle ortalama yüksekliğinin çarpımından ortaya çıkan alan. İşte dünyada bu ‘perdenin’ en geniş alan kapladığı şelale Viktorya Şelalesi.


Bir Avrupalı olarak şelâleyi ilk gören İngiliz misyoner ve kâşif David Livingstone. 1852-56 yılları arasında Zambezi Nehri boyunca gerçekleştirdiği ekspedisyonda ilk kez görüyor, Mosi-oa-Tunya’yı, Livingstone. Yukarı Zambezi’nin şelale dudağının hemen kenarındaki adaya kürekle ulaşıp kenarından aşağıya bakan Livingstone, bu eşsiz güzellikten o denli etkileniyor ki, ona o zamanki kraliçesinin adını veriyor. …ve karısı Mary de ona, isim konusundaki bu seçiminden dolayı hiç kızmıyor. Kızmış olsaydı belki de şelalenin adı şimdi ‘Mary Şelalesi’ydi. İşte o adaya da büyük kâşifin adına ithafen Livingstone Adası diyorlar. Sonradan nehir kenarına kurulan şehre de yine onun adı veriliyor.

 

 
Viktorya Şelalesi Köprüsü

Hostele döndüğümde, Buket de kahvaltıyı hazırlamıştı. Sonrasında da yola koyulduk; kuzeye, başkent Lusaka’ya doğru. Çok değil, 20km kadar gittikten sonra, aşağıdan gelen bir hırıltı başladı. Başlamasıyla birlikte şiddeti de giderek arttı. Tam ‘Şaft mafsalı mı, acaba?’ diye düşünürken, “trak, tak tak” ve arkasından “güm, güm, güm”. Hemen sola çektim (sağa değil, trafik soldan çünkü) ve durdum. Aşağıya hiç bakmadan, asfaltta geriye doğru yürümeye başladım. Hayatımda çalıştığım ilk işte başıma çok gelmişti; kullandığım Dodge marka pikabın şaft mafsalı (universal joint) dağılır ve şaftın frezeli kayıcısı düşerdi. Düşen herhangi parça yok, iyi. Dönüp, Lando’nun altına eğildim. Ön şaftın (prop shaft) ön aks tarafındaki mafsal dağılmış, şaft -üstelik bir de arka fren borusuna dolanarak- sarkmıştı. Neyse ki, frezeli kayıcı düşmemişti.


Arabayı, yolun karşı kıyısındaki boşluğa çekip, altına yattım. Yanımda yedek mafsal var; iki set. Ama frezeli kayıcının mafsal çatalının bir ucu kırık. Dolayısıyla kayıcının, daha doğrusu, -yedek parça olarak komple olduğu için- ön şaftın değişmesi lâzım. Şaftı söküp, yola o şekilde devam etmekten başka seçeneğim yok. Bulunduğumuz yerde karasinekler o kadar bol ve azgınlar ki, konmadıkları yeriniz kalmıyor. Hava sıcaklığı da 37°C. Ben mafsalın sökülmemekte inat eden cıvataları ile dövüşmeye o kadar kendimi kaptırmışım ki, sinekleri düşünecek halim yok. Ama Buket çıldırmak üzere. Bir ara, kafasını tişörtünün içine gömmüş halde, kenarda otururken gördüm onu. Meğer kendini korumaya çalışıyormuş. Benim ise, burnumdan giren sinekler ağzımdan, kulağımdan falan çıkarak, buldukları bu savunmasız zavallıyla bütün dalgalarını geçiyorlar. Nihayet şaftı söktüm ama, ön aks üzerindeki flanşını sökemiyorum. Mecburen o halde, orta diferansiyeli kilitleyerek (yoksa, araba yürümüyor, tabii), Livingstone’a geri döndük. Daha önce aklımda kalan bir Foley oku var. Foley İngiltere’de, overlander Land Rover (yani, kıta aşırı seyahat için özel Land Rover araç) hazırlayan büyük bir firmadır. Burası da onun ismiyle ve lisansıyla çalışan bir garajmış, meğer. Garaja gittiğimizde onlarca Lando duruyordu. Sahibine (İngiliz) derdimi anlattım, yedek şaftı olup olmadığını sordum. Yokmuş. Lusaka’da bulabilirmişim. Ama, ön flanşı sökebileceklerini söyledi. Ona da razıyım.

 

 
Lusaka’da görülmeye ve fotoğraflamaya değer hiçbir şey yok. Buket’in çektiklerinden birinii koyuyorum; trafikte ‘ne olsa, satarız’cılar

Başkent Lusaka
Biz yalnızca arka şaftla ve arkadan çekişle Lusaka’ya kadar gittik. Gecenin bir karanlığı vardığımız Lusaka’da, Lonely Planet tavsiyesi Cha Cha Cha Backpackers’ı arıyoruz, harıl harıl. Sonunda, adının Lusaka Backpackers olarak değiştiğini öğrendiğimiz yerin önüne geldik ama, kapının dışında oturan görevlilerden, hallerinden -nedense- pek haz etmeyip, başka bir yer aramaya koyulduk. Bir saati aşkın bir arama sonucu fiyatı oldukça ‘halli’, girişi hayli cazibeli Hotel Lusaka’da karar kıldık. Kılmaz olaydık! Yarım-yamalak bir banyosu olan, hapishanelerde azgın hükümlüleri kapattıkları hücreler benzer, daracık ve fırın gibi sıcak bir odada geceyi geçirdik; o kadar paraya.


Otelin hemen yanındaki fast-food restoranında yediğimiz pizzalar, dışarıda cama yaslanmış bizi seyreden -çoğu koku bağımlısı- sokak çocuklarının delici bakışlarıyla boğazımıza dizildi. Ertesi sabah kahvaltıdan sonra kaçarcasına çıktık otelden. İnternette bulduğum Land Rover servisine gittik, doğruca. Ellerinde şaft yok, getirtmeleri ise 6 ilâ 8 hafta sürermiş. Parçayı bulabileceğimizi sandığı birkaç yerin adını verdi, sempatik Brendan. Önerdiği yerler ve o yerlerin önerdiği diğer (bunların arasında kullanılmış parça satanlar da vardı) hiçbir yerde bizim şafttan yok. Tek çare, Türkiye’den istemek. Ya da, bu şekilde ‘2 çeker’ olarak devam etmek ki, böyle bir şeyi düşünmek dahi abes. Hemen Otokar’dan Ümit Usta’yı aradım, şaftın yalnızca frezeli kayıcısını söküp göndermesi için. Yoksa, koca şaftın komplesini göndermeye kalkarlarsa hem deve yükü kurye masrafı ödenecek, hem de burada gümrüğe takılma riski bir anda birkaç misline katlanacak.

 

 
Yol kenarında mangal kömürü sergileri. Herkesin yemek pişirmek için mangal kömürü kullandığı Sahra-altı Afrikası’nda bu görüntü o kadar klasiktir ki…

Lusaka’da uzun bir bekleme yaşayacağımıza göre, kendimize rahat ve sakin bir yer bulmamız lâzım, kalmak için. Önceki gece beğenmeyip, kapısından döndüğümüz -değişen adıyla- Lusaka Backpackers’a gittik, yeniden. Keşke içeriye girseymişiz, dün gece. Livingstone’daki Jolly Boys benzeri, ama -çok- daha küçük ve sakin bir yer. …ve biraz daha ‘amatörce’. Ama yine de, ‘Tam aradığımız yer’ diye düşündük, ikimiz de…


Lusaka’da 7 gece kaldık. Parçalar, başta Türkiye’den bildirilenden bir gün sonra, 15 Aralık Perşembe sabahı ulaştı Lusaka’ya. Brendan yalnızca şaftı takmak için söz vermişti önceden. Yoksa, 16 Aralık’ta Noel tatiline giriyor olmaları nedeniyle hiçbir araç kabul etmiyorlardı, aslında. Öğle saatlerinde şaft takılmış, diğer şaft mafsalları kontrol edilmiş, şafta dolanan arka fren borusu düzeltilip, şaseye bağlanmış olarak Lando’yu teslim aldık ve yola çıktık.

 

 
Bir başka klasik; yük taşıyan Çin bisikletleri. O üzerinde gördüğünüz dört kömür çuvalının her biri en az 30-40 kilo gelir. Yani, orada sürücü dışında 130-140 kilo yük var. Bisiklet dışında, sürücünün hali daha da ilginç. O bisikletler vitessizdir, çünkü

Zambiya’da, Demokratik Kongo’ya geçmeden önceki son durağımız, Kongo sınırına yakın Chingola kasabası yakınlarındaki Chimfunshi Şempanze Sığınağı olacak. Ancak, Chingola’ya varışımız oldukça geç saati buldu. O karanlıkta, 70km ilerideki sığınağı bulup, orada -o saatte, varsa- bir görevliye ulaşıp, kamp yapmak için yardımını istemek ne derece mantıklı olur, bilemiyoruz. Bir maden kasabası olan Chingola’da (ülkenin en büyük bakır madenlerinin olduğu bölge) kıytırık oteller bile ateş pahası. Şehrin hemen girişinde bulduğumuz ve bizden başka Sri Lanka ya da benzeri bir yerlerden olduğunu tahmin ettiğimiz birkaç işçinin kaldığı köhne bir motele yerleştik.


Chimfunshi Şempanze Sığınağı
Sabah, kahvaltımızı yaptıktan sonra, şempanze sığınağına doğru yola çıktık. Burası aslında bir çiftlik; özel bir besi çiftliği. Sheila ve -merhum- David Siddle’ın çiftlikleri. Çiftlik olarak hizmet vermeye devam etmekle birlikte, önemli bir işlevi daha var, şempanze sığınağı olarak. Bu işlevini biraz açmam gerekiyor. Açmak için Sheila’nın anlattıklarından yararlanacağım. Kendisiyle tanışma şerefine de eriştik, çünkü. Çiftliğin sığınak bölümünün bir köşesindeki eski ve mütevazı bir evin kıyısından yürüyerek geçerken, nur yüzüyle ve elinde yürüteciyle çıkıverdi karşımıza; bizi görmüş olacak ki… Can sıkıntısından mı, yoksa yaptıklarını ve ‘kızı’nı anlatarak övünmek isteği miydi (ne kadar övünse, azdır, eli öpülesi Sheila’nın) onu dışarı çıkartan? İlk gördüğü Türk müydük burada, bilemiyorum. “İstanbul’u hiç göremedim. Ama, her anlatan çok güzel olduğunu söyler” dedi. Fotoğrafını çekmek de isterdim ama, yapamadım. Şempanzelerinin, ya da -aslında- onun evlatlarının fotoğraflarını çektiğim makinemle, onu da fotoğraflamayı teklif edemedim, açıkçası. Daha kötüsü, bize hediye ettiği Billy kitapçığını (sonradan anlatacağım) imzalatmayı akıl edemedim/edemedik.

 

 
Bebeğini emzirirken, kulağı kaşındı. Yerden bir çöp koparıp, kaşıdı, o da. Şempanze annesi yavrusunu 4 yıl boyunca emzirirmiş
 

 
Bakmayın yaşlı suratına, o daha ufacık bir yavru

Sheila Zambiya’ya babasıyla birlikte 1947 yılında gelmiş; hem de, karadan. Yani, trenle, arabayla, otobüsle, kamyonla ve daha ne buldularsa. Chingola’da iş bulmuş ve yerleşmiş. O zamandan sonra da buradan hiç ayrılmamış. Sonra David’le evlenmişler. David’in hep hayali besicilik yapmakmış. 1970’lerde bu çiftliği satın alıp, David’in ‘hayal’ini ‘hayat’a geçirmişler.


Bundan 26 yıl önce köylüler bir şempanze yavrusu bulup, getirmişler. Daha birkaç aylık ve ağır yaralı yavruyu Sheila biberonla, çocuk mamalarıyla falan besleyip, kurtarmış. Bu etrafta duyulur olmuş. O sıralarda, Kongo’daki karışıklık ve iç savaş sırasında şempanzeler de yok olup gidiyorlarmış; hem açlıktan insanlar şempanzeleri de yemeğe başlamışlar, hem de kaçakçılar yakalayıp dünyanın her yerinde satmaya… ‘Nereye satılır?’ diye sorarsanız; şempanze yiyenlere (şempanze eti yemeyi tercih edenler varmış), hayvanat bahçelerine, evinde şempanze besleyip ‘eğlenmek’ isteyenlere ve en önemlisi araştırma laboratuarlarına… Bu yokediş süreci halâ da sürmekte. Neyse! Sheila’nın bir şempanze yavrusunu hayata döndürdüğü duyulduktan sonra, bu civarda ve Kongo’da yaşayan bazı -özellikle beyaz- hayvanseverler, avcıların elinden -para karşılığı- kurtardıkları şempanzeleri Sheila’ya getirmeye başlamışlar. Seila da bir süre sonra bu işe gönül koymuş ve çiftlik arazisi içerisinde bir ‘şempanze sığınağı’ oluşturmaya karar vermiş. Daha sonra gelen hayvan sayısı öyle artmış ve dolayısıyla sığınak öyle büyümüş ki, dünyanın en büyük şempanze sığınma evi oluvermiş. Yalnızca Afrika değil, dünyanın her yerinden şempanzeler gelmeye başlamış; hatta, -örneğin- Şili’den ve Almanya’dan bile… Bu son saydıklarım, oralardaki hayvanat bahçelerine daha önce Afrika’dan götürülen, ama, psikolojileri bozulduğu için yurtlarına geri gönderilmelerine karar verilenler. Şu anda sığınakta 250 civarında şempanze var. Bunların çoğu getirilmişler, bazısı da orada doğmuş. Ama, hiçbirini doğaya bırakamıyorlar çünkü, bıraktıkları zaman çoğunun ‘şempanze tacirleri’nin eline düşeceği kesin.

 

 
Bu hanım kızımız Mila. Tanzanya’daki bir safari lodge’un barında ‘konsomatris’ olarak çalışırmış. Oradan Jane Goodall tarafından kurtarılıp, buraya getirilmiş (Jane Goodall’u internetten bulup, okuyun, lütfen). Müşteriler ona sigara ve bira içmesini bile öğretmişler (!). Diğer soydaşlarıyla birlikte yaşayamıyormuş artık. Sürekli insanlarla birlikte olmak istiyor

Şempanzeler şu anda 2 rehabilitasyon merkezinin dışında ayrıca, 4 de serbest yaşam alanında hayatlarını idame ettiriyorlar. Bu serbest yaşam alanlarından her biri, birkaç bin dönüm. Bunların her birinde de ayrıca kapalı alanlar var ki, şempanzeler beslenme saatlerinde bu kapalı alanlara alınıyor. Bunun sebebi de, özellikle küçük bebeği olan anneler ve aileden olmayan bireylere karşı ‘pozitif ayrımcılık’ yapabilmek. Her öğünde, her birine mısır unundan yoğrularak hazırlanmış toplar, lahana ve muzdan oluşan menü dağıtılıyor.


Sığınakta başka hayvanlar da var. Hayvan çeşitliliği bol ama, çeşitler bizim için de bilindik; ördek, tavşan v.s. Ama bir tanesi var ki, pek alışıldık değil. Bu Billy! “Billy de ne?” diyeceksiniz. O bir suaygırı. Tam adı ‘Billy the Hippo’. Dört günlükken korucular tarafından bulunup getirilmiş, çiftliğe. Annesi avcılar tarafından öldürülmüş. Sheila onu da kurtarmış. O kadar alışmışlar ki birbirlerine, Sheila ondan bahsederken “kızım” diye hitap ediyor. Bakmayın adının Billy olduğuna. ‘Billy’ onu getiren korucunun adıymış. Sonradan dişi olduğu anlaşılmış ama, ismi öylece kalmış. Billy’i, koca bir ağacın altında, kendine ait ‘çamur banyosu’nun içinde bulduk. Zaman zaman yakındaki nehre gidermiş, geceleri. Gündüzleri ise, tanımadığı insanların kalabalığından korktuğundan, çiftlikten çıkmazmış. Sheila bize, getirildiği günden itibarenki fotoğraflarından oluşan albümünü de gösterdi, Billy’nin. Bir tanesinde Billy, salondaki deri kanepede yatıyordu, boylu boyunca. Bir anekdot daha; Billy televizyon izlemesini çok seviyormuş. 30 kilo gelmiş, çiftliğe Billy. Şu anda 1.5 ton.

 

 
Hipopotam Billy

Öğleye doğru hayvan -ve tabii dolayısıyla, insan- dostu bir ortamdan, biraz da istemeyerek ayrıldık. Programımıza göre, bu akşam Demokratik Kongo’ya girmiş ve en azından ilk büyük kent -ülkenin de ikinci büyük şehri- olan Lubumbashi’ye varmış olmamız gerekiyor.


Demokratik Kongo’yla ilgili kısa bir ön bilgi vermek istiyorum. Ülkeye bizim girişimizden 18 gün önce, yani 28 Kasım’da başkanlık ve parlamento seçimleri oldu. Hayatının 2. demokratik seçimini gerçekleştiren Demokratik Kongo’da bu seçimler, iktidarda bulunan önceki liderin oğlu -ve babasına düzenlenen suikasttan sonra başa geçmiş olan- bağımsız aday Joseph Kabila’yla; rakibi muhalefet lideri ve UDPS (Demokrasi ve Sosyal Gelişim İçin Birlik) Partisi lideri Eythienne Tshisekedi arasında bir iktidar mücadelesi halini aldı; doğal olarak. Ancak, bu hassas mücadele bu sefer, ciddi sorunlara da gebe bırakabilir, bu çiçeği burnunda ‘demokratik’ ülkeyi. O nedenle, bir süredir ben (biz) ve benim sadık izleyicim ve can dostum Nedim, Demokratik Kongo’daki politik gelişmeleri gözlemekteyiz. Tabii, daha çok Nedim gözlemekte ve bize günlük olarak rapor etmekte. Biz ise, bulabildiğimiz yerlerde CNN, BBC v.s. uluslararası İngilizce TV kanallarını izlemek ve internetten bilgi almaya çalışmakla kısıtlıyız.


Son olarak aldığımız haber, seçim sonuçlarının, iktidardaki lider Joseph Kabila lehine açıklanmasından sonra, muhalefet lideri Tshisekendi’nin kendisini seçimin galibi olarak ilân etmesiyle gerilen ortamla ilgiliydi. Ülkeye giriş yapacağımız 16 Aralık 2011 tarihi itibariyle, 1-2 gün içerisinde seçim sonuçlarını onaylayacak (ya da onaylamayacak) olan Yüksek Mahkeme kararı bekleniyordu. Sonrasında ise herkes, şiddetin artacağı ve kan döküleceği yönünde endişe içindeydi; biz ve Nedim de... Amacımız, tansiyonun yüksek ama enerjinin henüz boşalmamış olduğu bu üst noktada ülkeyi geçip, bitirip, terk etmek.


Demokratik Kongo’ya, biraz da ürkek ilerliyoruz. Sınıra vardığımızda ‘para adamlar’ ve ‘yardım edelim abi’ciler, sayıları daha da artarak üşüşüyorlar başımıza. Üstelik bu sefer daha da tacizkârlar. Öyle-böyle değil!


Gelecek yazıda, heyecanlı Demokratik Kongo maceralarımızda buluşmak üzere, hepiniz kalın sağlıcakla.