Moğolistan- Orhun Vadisi Günlükleri | |
Rusya’ da 29 gün
Ulan Ude’ den sabah saat 06:40 da otobüslerin hareket edeceği (Lenin Caddesinin yanındaki fıskiyelerin bulunduğu meydanın arka tarafındaki) alana geldim. Benden başka, sırt çantalı Alman ve İspanyol turistler vardı; Almanlarla biraz sohbet ettim, su almaya gittiğimde onlara da aldım, çünkü orada otobüslerde su ve yiyecek servisi yok. Almanlar beklemedikleri bu davranışa biraz şaşırdılar. 07:15 de hareket ettik, otobüste Yol boyunca çam ormanları içerisinden geçtik, Moğolistan sınırına yaklaştıkça coğrafya yavaş yavaş değişiyordu. 4–5 saatlik bir yolculuktan sonra sınıra geldik. Önce Rusya’yı terk etmemiz gerekiyordu, o yüzden sınırda otobüsten indik, bagajları alıp işlemlerin yapılacağı binaya girdik. Bavullar havaalanlarında olduğu gibi kontrol ediliyor, sonra sıraya giriyorsunuz ve pasaportunuza çıkış damgası vuruluyor. Pasaportla birlikte girişte damgalanıp size verilen formu iade ediyorsunuz. Bu forma hiçbir şey yazmıyorsunuz, sadece kaldığınız yerlerde ve bilet alırken görmek istiyorlar. Benim işlemi genç bir memur yaptı, pasaportumu alıp giderken arkamdan “Yaxşı yol” dedi, ben de; “Spasiba” diyerek teşekkür ettim. Bende Jeton üç adım sonra Yabancılar burada ellerindeki Rubleleri Tugrug’la değiştiriyor, ben geri döneceğim için değiştirmedim, nasıl olsa dönüşte lazım olacaktı. Otobüse binerken kendilerine su aldığım iki Alman genç bana bir avuç dolusu bozuk Ruble verdi, gümrükteki döviz büfesi bozukları kabul etmemiş, onlar da Rusya’ ya döneceğimi bildikleri için yanlarında götürmektense bana vermeyi tercih etmişler. Ben karşılığını Tugrug olarak vermek istedim ama kabul etmediler. Rus gümrüğünden kolayca
Göz ucuyla elindeki parayı işaret ederek “Para mı istiyorsun?” diye sakince sordum. Türkçe sormuştum ama o ne dediğimi anlamıştı. “Evet” anlamında başını salladı. O anda Almanların verdiği bozukluk Rubleler geldi aklıma, bende de onların verdiği kadar vardı. Sonra elimi kemerimdeki bozuk para cüzdanına daldırıp Rublelerin tamamını çıkarttım ve çocuğun avucuna doldurdum. Gözleri sevinçle parladı, başını “Sağ ol” manasında hafifçe eğip içerideki bakkala doğru seğirtti. Biraz sonra omzunda bir koliyle çamurlu sokakta uzaklaşırken gördüm. Almanlar yemeklerini Bir saatlik yemek molasından sonra otobüs tekrar hareket etti ve Moğol sınır kapısına geldik. Burada bir form doldurmamız istendi, yine genel bilgiler ve ne için geldiğimiz soruluyor. Vizemde ne için kalacağım belirtilmemiş, o yüzden birkaç soru sordular, “Turist olarak geldim” deyince pasaportuma giriş kaşesini vurup iade ettiler. Moğolistan’a girince yalnız coğrafya değişmiyor her şey değişiyor, derme çatma binalar, bozuk yollar, farklı simaya sahip insanlar başka bir ülkeye geldiğinizi gösteriyor. Rusya’da tipik turistler gibi giyinip meraklı gözlerle etrafa bakınmıyorsanız yabancı olduğunuz pek anlaşılmaz ama Moğolistan da yüz metreden yabancı olduğunuz belli oluyor. Arazi genelde düz, ama ufukta, uzaklarda dağ silsileleri görülüyor. Çok sonraları Ulan Ude’ de tanıştığım Alman gençler böyle bir dağ silsilesi arasındaki vadide on günlük yürüyüş yapmışlar. Otobüs yaklaşık dört saatte Ulan Batur’a vardı, zaten kötü olan trafik akşam saatlerinde iyice yavaşlamıştı; ineceğimiz yere varmamız iki saatimizi aldı. Ben bir otogar beklerken Otobüs bir benzinliğe girdi ve bizi orada indirdi. Yeni bir ülkeye gelmenin heyecanıyla indiğimiz yerin neresi olduğunu ve geri dönüşün nasıl olacağını sormayı akıl edememiştim. Yağmur çiseliyordu ve ana yolda berbat bir trafik vardı; Almanlarla vedalaştım, onlar yürüyerek gideceklerdi. Ama benim yolum uzundu, Ulan Ude’ de Avustralyalıların adresini verdiği Guesthous’ a (‘Yatak kiralayan pansiyon’ şeklinde tanımlayabiliriz) gidecektim ve orası da şehrin kenarında bir yerdeydi. Etrafa bakınırken gözüm dip tarafta duran iki araca ilişti, şoförleri kapıları açmış sohbet ediyordu ve büyük ihtimal bunlar “Taksi” olarak çalışıyordu. Yanlarına yaklaşıp guesthouse’ un adresini gösterdin ve bu adresi bilip bilmediklerini sordum. Adresi biliyorlarmış, 10 000 bin Tugrug’ a anlaştık. (Yaklaşık: 12,5 TL ) Yol bir zamanlar asfalt yapılmış ama o zamandan geriye kalana yol demek biraz zor, bir de iki şerit yolda dört şerit ilerlemeye çalıştığı için daha da ıstırap verici hale dönüşüyordu. Yarım saat sonra Benim kaldığım gerde benden başka 55 yaşlarında bir alman vardı, o da aracıyla tek başına yolculuk yapıyormuş. Buradan benim geldiğim yoldan Rusya ya geçecekti ve oradan Vladivostok’ a oradan da Amerika’ ya gidecekti. Kafeden çay aldım, mola yerinde aldığım çiğ börekleri çantamdan çıkartıp karnımı doyurdum ve yattım. (Moğolistan’daki çiy börekler bambaşka; hamuru ve içindeki et çok lezzetli, bizde yapılanlarla tat olarak ilgisi yok.) Gece olduğunda hava iyice soğumuştu, üzerime kalın poları giydim ve iki tane de battaniye örttüm, ancak ısınabilmiştim. Ağustosun ilk haftasında gece bu kadar soğuk olacağını beklemiyordum. Sabah uyandığımda yataktan zorlukla çıktım, hava resmen soğuktu, hani evde olsam kesin soba yakardım. Gerde de soba kuruluydu ama orada fazla kalmayacağım için uğraşmaya değmezdi. Sonradan daha dikkatle bakınca gerin eteklerinin açık olduğunu gördüm, tavandaki pencereden de hava tahliye olduğu için biz aslında içeride soğuk hava akımı içinde kalıyorduk. Karakurum’ da kaldığım gerin etekleri toprağa gömülü olduğundan bu kadar soğuk olmuyordu. Ertesi gün Misafir evinin karşısındaki yola çıktım ve orada otobüs bekleyenlerin yanına gittim. Herkes şöyle bir yan gözle bana baktı, ben de aralarında İngilizce bilen birileri olabilir mi diye baktım, çünkü şehir merkezine hangi otobüsün gittiğini bilmiyordum. Sonra şöyle bir mantık yürüttüm; “ Kenar mahalleden gelen bütün otobüsler büyük ihtimalle merkezden ya da merkeze yakın bir yerden geçmeli”. Buradan hareketle gelen fazla kalabalık olmayan bir otobüse bindim, en kötü ihtimal biraz dolaşarak giderdim, zaten ben de dolaşmaya gelmemiş miydim? Otobüs, bozuk yolların da dışındaki kenar köşelerden bata çıka yol alarak merkeze ulaştı. Merkezde yollar kenar mahalleler gibi kötü değil ama birçok yolu merkeze bağladıkları için trafik çok zor ilerliyor. Şehir merkezinde birçok yüksek bina inşaatı vardı, kenar mahallelerde de konutlar yapılıyordu. Sukhbaatar Meydanı Kalabalık bir caddede İlk hedefim Orhun Vadisine nasıl gideceğimi öğrenmekti, o yüzden doğrudan Turizm Danışma Bürosu na gittim. Aslında bu bilgiler gezgin arkadaşların sitelerinde de varmış, ben sonradan gördüm, çünkü yola çıkarken Moğolistana gelmekle ilgili kesin bir kararım olmadığı için araştırma yapmamıştım. Orada çalışan iki bayan bana Karakurum’ a gitmem gerektiğini ve nasıl gideceğimi Ulan Batur haritası üzerinde gösterdiler, haritayı da hediye ettiler. Karakurum’ a Otogar’ dan ( Dragon ) her gün saat 11:00 da otobüs kalkıyor; Dragon, merkeze on kilometre uzaklıkta, vaktim olduğu için gidip bilet almaya karar verdim. Meydandan ana caddeye çıkıp sağa döndüm ve birkaç yüz metre ilerdeki otobüs durağında beklemeye başladım. 27 numaraya bindim ve otogarın önünde indim. Bizdeki kasaba otogarlarının bile bundan daha düzgün olduğunu söyleyebilirim. Neyse, ben gişeden 17 000 Tugrug (1 TL=800 Tugrug =22,5 TL) ödeyerek üç gün sonrasına biletimi aldım ve merkeze geri döndüm. Artık şehri dolaşabilirdim, burada trafik yürümediği için yürüyerek gezecektim, gezinin ilk gününden beri antrenmanlı olduğum için günde 6-7 saat yürümek hiç sorun olmuyordu. Ulan batur’ un merkezinde müzelerden başka görülecek fazla bir şey yok, “Doğa Müzesi” ve “Milli Tarih Müzesi” nin güzel olduğunu bir yerlerde okumuştum. Bir de şehrin (Ne kadar uzak olduğunu bilmiyorum) dışında Tonyukuk Anıtı olduğunu biliyordum. Sonraki günlerde Doğa Müzesini gezdim, Moğolistan’daki yaban hayatının bütün örneklerinden koymuşlar; özellikle kuşlar ve kelebekler çok geniş bir çeşitlilik içeriyordu. Dinazorların olduğu bölüm de çok ilginçti, giden herkese ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Diğer yerleri başka bir sefere bıraktım, çünkü bu ülkeye birkaç ziyaret daha yapacağım. Gideceğim sabah yolların Otobüsün hareket saati gelince ben de yerime gittim; baktım benim özellikle istediğim cam kenarı koltukta 15 yaşlarında genç bir Moğol kızı oturuyordu, eşyalarını da yerleştirmişti. Ben fotoğraf çekmek için özellikle cam kenarı almıştım ama onu oradan kaldırmaya gönlüm razı olmadı. Otobüs Güney Kore malı idi, camlar da koyu renk film kaplıydı; tavandan camlara doğru sarkan dantelli kumaşlar bütün camları sarıyordu. Buradaki bütün otobüslerin camları koyu film kaplı, sanırım güneş ışığıyla araları pekiyi değil. Otobüs hareket etmeden Yemekten sonra tekrar yola koyulduk, zaman zaman otobüs koyun/keçi sürülerine ya da at sürülerine yol vermek için duruyordu. Moğolistan’da büyük baş hayvan az besleniyor, çoğunlukla koyun, keçi ve at besliyorlar. Sanıldığı gibi atları binmek için değil, sütü için besliyorlar. Çünkü Moğolistan’da kırsal alanda ve büyük oranda şehirlerde de insanların içtiği iki temel içecek var; bir tanesi “yak sütü”, diğeri de at sütünden yayıkta yayılarak yapılan ekşi ayran tadındaki "Ayrag". Yak sütü sıcak olarak içiliyor ayrag ise ortam ısısında içiliyor, sıcaklarda rahatlatıcı etkisi var, içimi de güzel. Bizim "Kımız" dediğimiz içecek bir rivayete göre bu ayrag oluyor. Karakurum – (Yerel dildeki söylenişi: Hari Horin ) Yola çıkmadan önce kardeşlerime gönderdiğim son postaya şöyle yazmıştım: “Karakurum’ a kalacak yer ayarlayamadan gidiyorum, ama içimde hiçbir endişe yok, bu zamana kadar her şey yolunda gitti, orada da işlerin gönlüme göre olacağına inanıyorum. “ Gerçekten de otobüsten indiğimde daha etrafıma bile bakınamadan daha sonra adının “Suvd ” olduğunu öğreneceğim hanımla burun buruna geldim. Bana kibarca ve güler yüzle kalacak yerim olup olmadığını sordu; ben de “ Henüz yok” dedim. Kendilerinin küçük bir “Misafir evi “ olduğunu eğer istersem araçlarıyla götürüp gösterebileceklerini söyledi. Memnuniyetle görmeye gidebileceğimi söyledim. Çantalarımı sırtlanıp onu takip ettim; az ileride, sonradan eşi olduğunu öğrendiğim bey de otobüste benimle gelen genç bayanları arazi aracına bindiriyordu. Karakurum küçük bir kasaba, Moğol İmparatorluğunun başkenti olduğu günlerden iz bile kalmamış. Kasabanın birkaç yerinde şimdi kullanılmayan eskiden kalma beton binalar var. Onların dışında bütün evler keresteden yapılmış ve etrafları tahta perde ile çevrili. Kasaba içerisindeki yollar toprak, çukurlar ve küçük gölcüklerle dolu; biz de bata çıka gidiyoruz. Guesthouse’ ın yeri biraz Ganbaatar beni ortadaki gere, genç bayanları da sağdaki gere yerleştirdi. O arada kızlarla biraz sohbet ettim, İsveçlilermiş, expedition için gelmişler. Ertesi gün yürüyerek başka bir yerleşim birimine gideceklermiş, bana da onlarla gitmemi teklif ettiler. Benim çadır ve uyku tulumum olmadığını söyledim, olsaydı harita üzerinde planlarını incelerdim ve muhtemelen de giderdim. Benim kışa kadar zamanım çoktu o yüzden bunun gibi fazladan bir aksiyon benim işimi aksatmazdı. Bu dağlarda artık Camoka’ nın askerlerinden korkmaya gerek yok, ayılarla ilgili o taraflarda kötü hikâyeler duymadım ama hesaba katılması gereken bir unsur. Dönüş yolunda trende tanıştığım bir gezgin Başkurt olan Sergey ayıları kaçırmak için çantasında fosforlu işaret fişeği taşıdığını söylemişti. Gece hava bozdu, iyice O gün Ganbaatar’ a vadideki “Orhun Yazıtları” nın bulunduğu yere atla yolculuk yapmak istediğimi, bu turu yapmak isteyen gruplara katılabileceğimi söyledim. O da turu ayarlayacağına söz verdi. O gün kasabayı gezdim, zaten görecek pek bir şey yoktu, kasabanın bir kilometre doğusunda bir müze ve Budist Tapınağı vardı. Burada daha birkaç gün kalacağım için oraları gezmekte acele etmiyordum. Kasabanın meydanında bir hareketli bölge gördüm, o tarafa doğru yürüdüğümde yan yana dizilmiş konteynırlardan oluşan küçük bir çarşı olduğunu fark ettim. Üç sıra halinde dizilmiş konteynırların etrafı kapatılmış ve tek bir yerden girilen çarşıya dönüştürülmüş. Giriş kapısının sağında en sağlam dişleri bile sızlatacak sertlikte bir santim kalınlığında bisküvi boyutunda sarı peynirler satılıyor. Hafif tatlımsı bir tadı var. Kadınlar benim onları almayacağımı bildikleri için bana tuzsuz taze yumuşak bir peynir tattırdılar. Çok hoşuma gitti, bir parça satın alıp çantaya attım, kahvaltıya iyi çeşni olacaktı. Sizin de yolunuz buralara düşerse bu peynirden alın, zaten alacak başka bir şey bulamayacaksınız. Sonra yavaş yavaş etrafı dolaştım, satıcıların çoğu bayan, arada çocuklar da var, onlar daha cesaretli oldukları için bana bir şeyler satmak için çabalıyorlar. Buradaki esnaf kibarca dükkânına davet ediyor, ama hiçbir şekilde rahatsız etmiyor. Ben de hepsine güler yüzle selam verip Türkçe “Hayırlı işler” diyorum. Nasıl olsa bildiğim diğer dilleri de anlamayacaklar ama söyleyiş şeklimden ve tebessümümden iyi bir şeyler söylediğimi anlıyorlardır herhalde. Oradan kasabanın içinden geçen asfaltlanmış ana yola çıktım. Bu yol Orhun Yazıtları’ na kadar giden yol, dolayısıyla parasını T.C ‘nin ödediği yolun parçası. Ben aksi istikamette yürüyerek kasabanın dışına kadar yürüdüm, yolun solundaki çimenlikte büyük bir at sürüsü vardı, arka planda yemyeşil bir düzlük ve düzlüğün arkasında da Orhun Nehri ve tepeler vardı. Manzara çok güzeldi ama hava bulutluydu ve ışık benim amatör kamera için yeterli değildi. Kenarda oturdum etrafı seyretmeye koyuldum, atlar bazen 8-10 metre yanıma kadar sokuluyordu. İlerideki düzlükte yüzlerce koyun ve keçi otluyordu. Kaşmir denilen yün de bu keçilerin tüyünden yapılıyor ve Moğolistan’ın gelirinin ( Kimi kaynaklara göre %20) kayda değer bir kısmını bundan elde ediliyor. Ben dönmek için kalkmaya hazırlanırken bulutlar biraz aralandı ve ben de birkaç kare fotoğraf çekebildim.
Akşamüzeri kaldığım yere döndüm, yapacak bir şey yoktu, belki internetten arkadaşlara ve kardeşlerime iyi olduğumu söylemek için e-posta gönderebilirdim. Çadırda otururken kapı açıldı ve Ganbaatar’ la birlikte içeriye bir kadın girdi, o da aynı gerde kalacakmış. Adı ‘Mika’ idi, yaklaşık otuz beş yaşında sessiz sedasız bir Japon. Karakurum’ a iki günlüğüne gelmiş, daha sonra başka bir kasabaya geçecekmiş. O arada akşam yemeği geldi ve beraber yemek yedik. Bu arada Ganbaatar’ ın oğlu Bayırbatur gerdeki bilgisayarı internete bağlamak için geldi ve birkaç defa hatalı kod girdiği için hattı kilitledi. Benim cep telefonu da orada çalışmıyormuş, hâlbuki GSM operatörünün müşteri hizmetlerine sormuştum ve oradan görüşebileceğimi söylemişlerdi. Biz internete bağlanmak için uğraşırken gere iki Çinli geldi; ellili yaşlarda bir erkek ve bir kadın. Adam önce Mika’ dan yatağını değiştirmesini istedi. Daha sonra orasını da beğenmedi tekrar değiştirtti, Çinli erkeklerin kaba olduklarını filmlerde görüyordum da gerçeğini hiç görmemiştim. Neyse, ertesi gün Çinliler erkenden kalkıp gittiler, sonra Mika bütün gün ‘Çinliler akşam dönecek mi?’ diye sorup durdu. Akşam hiç sesini çıkartmamıştı ama Çinli adamdan hiç hoşlanmadığı belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra Mika ile gezmeye çıktık, kasabanın yakınındaki Budist Tapınağını ve müzeyi gezecektik; önce tapınağa gittik. Burası kasabanın en turistik yeri olduğu için kasabaya gelen herkes buraya mutlaka uğruyordu, o yüzden ön tarafında birçok arazi aracı ve motor vardı. Bu kadar turist gelir de satıcılar gelmez mi; onlar da giriş kapısının karşısında tek sıra hizaya gelmiş askerler gibi çadırlarını dizmişlerdi. Tapınağın uzun bir Kaplumbağayı da ziyaret ettikten sonra Tarih Müzesi’ ne doğru yola çıktık, bu arada epey vakit geçmişti ve acıkmıştık, müzenin yolu üzerinde bir yapı vardı, içeride lokanta olduğu belli oluyordu, hiç düşünmeden içeri daldım. Ama içeride bizi kötü bir sürpriz bekliyordu; özenle hazırlanmış masaların yanında duran bir görevli tüm yemeklerin ve yerlerin ayırtıldığını söyledi. Daha önce böyle bir şey ne duymuştum ne de görmüştüm. Mika’ ya dönüp “Turistlerden nefret ediyorum, onların yüzünden aç kaldık” dedim. Mika gülerek, “Biz de turistiz” dedi. Ben kendimi turist gibi görmüyordum, ne de olsa bu yerler atalarımızın binlerce yıl yaşadığı kendi yurtlarımızdı. Bir de ucu açık bir süre için seyahate çıktığınızda gerçekten farklı hissediyorsunuz. Oradan Müze’ ye gittik, binanın yapısından burasına da bir yabancı eli değdiği belli oluyordu, (Bir yerlerde Japonların desteği ile yapıldığını duydum ama kesin bilmiyorum)içeride yiyecek bir şeyler olması ihtimali yüksekti. Neyse, beklediğim gibi içeride küçük bir kafe vardı ve vitrininde sandviç ve kek vardı. Mika’ ya “önce karnımızı doyuralım yoksa biz dolaşana kadar burada da yiyecek kalmayacak” dedim, hiç itiraz etmedi. Yemekten sonra müze giriş biletini aldık, yaklaşık beş lira idi. İkimizden başka kimse yoktu, rehber İngilizce olarak anlatacaktı, Mika’ nın İngilizcesi benimkinden de kötüydü o yüzden rehbere basitçe anlatmasını ve yavaş konuşmasını rica ettim. Rehber eski çağları gösteren büyük haritalar üzerinde Moğolistan tarihini anlatmaya başladı. En eski haritada Avrupa sınırından Pasifike kadar bütün Asya Türk devletleriyle doluydu. Gördüğümüz beş haritada değişik çağlardaki durum gösteriliyordu ve yine bütün Asya Türk devletleriyle doluydu, Moğol Devleti küçücük bir bölgede görünüyordu. Son haritada ise bütün Asya “Moğol İmparatorluğu” olarak gösterilmişti. Peki, bu nasıl olmuştu, onca Türk devleti buhar olup nereye gitmişti, ya da bu kadar büyük bir bölgeyi kaplayacak Moğol nereden gelmişti. Bu öyle bir imparatorluktu ki yalnızca batı kanadını oluşturan Altın Ordu Hanlığı (Dört hanlıktan birisi)Batuhan kumandasında yüz bin kişilik bir ordu ile Avrupa üzerine yürümüştü. İşin aslı şuydu: Moğollar devleti kuran soydu, daha sonra Asya’daki Türk Devletleri Cengiz Hanın liderliğini benimsediler ve onun tabiiyetine girdiler. Böylece, bu kadar kısa bir zamanda böylesine büyük bir imparatorluk kurulabildi. İmparatorluğun resmi yazışma dili “Türkçe” idi; halkın yüzde doksanı Türk olunca bu kaçınılmaz bir şey. “Doğudan yükselen Güç Moğollar” kitabında kuruluş ve işleyişle ilgili geniş bilgi bulabilirsiniz. Ekonomi konusunda ondan fazla kitap yazmış, Anadolu’nun birçok ilinde konferanslar vermiş yakın bir tanıdığım bu kitapla ilgili şöyle demişti: “Bu kitabı okuyunca, Moğol İmparatorluğu konusundaki cehaletimden utandım.” Neyse, müzedeki gezimiz bittikten sonra Mika ile yavaş yavaş kaldığımız Misafir Evine döndük. Oraya vardığımızda Ganbaatar iyi haberi verdi, yarın değil ertesi gün bir rehberle birlikte Orhun Yazıtlarına doğru yola çıkacaktım. İçimin ürperdiğini hissetim, çünkü bir hayalim gerçek olmak üzereydi. O gece Çinliler gelmedi, gerde Mika ile kaldık, epey sohbet ettik, o da ertesi gün sabah yola çıkacaktı. Sabah olduğunda kahvaltı yapıp dışarı çıktık, ben Mika’ yı yolcu etmek için merkeze gitmeye hazırlanırken Ganbaatar gelip yola bu gün çıkacağımı haber verdi. Rehberle konuşup bu günün daha uygun olduğuna karar vermişler. Benim acilen gidip çizme, yağmurluk ve bir de şapka almam gerekiyordu. Mikanın otobüsünün hareketine daha birkaç saat vardı, o yüzden hızlı bir şekilde merkezdeki çarşıya gittim. Çizmeyi ikinci elden alacaktım, çünkü beş günlüğüne yeni çizme almaya gerek yoktu. Çarşıya vardığımda çizme alacağım dükkânın kapalı olduğunu gördüm; biraz dolaşıp geniş kenarlı güzel bir şapka, uzun bir yağmurluk ve kalın bir pamuklu eşortman benzeri altlık aldım. Saat 10.30 olmuştu ama dükkân hala açılmamıştı, bu arada Ganbaatar çarşıya geldi, o da atın koşumları için bir şeyler satın alıp gitti. Anladığım kadarıyla ellerinde hazır ikinci bir koşum takımı yoktu ve yeni düzüyorlardı. Bir süre daha bekledikten sonra yeni bir çizme almaya karar verdim. Ayaklarım kırk üç numaraydı ve bana göre çizme bulamıyordum, sonunda bir tanesinde karar kıldım, biraz sıkıyordu ama nasıl olsa hep at üstünde olacaktım, o yüzden ayağımı vurma tehlikesi yoktu. Yolculuğun bir gün öne alınması bana biraz pahalıya geldi. Pazarlık sonunda çizmeyi 35 000 Tugruga aldım, yaklaşık 45 TL. Yalnız beş gün giyeceğim düşünülürse bir sırt çantalı gezen için az para değil. Aldıklarımla hızlı hızlı yürüyerek çadıra döndüm, tabi bu arada Mika çoktan gitmişti, onunla vedalaşamadım. Çadıra vardığımda rehberimin atlarla geldiğini ve bahçede benim kullanacağım koşum takımını hazırlamakta olduklarını gördüm. Ganbaatar bizi tanıştırdı, rehberimin adı “Tsalıman” idi, en azından söylenişi böyleydi. Yanımıza alacağımız yiyecekleri onlar ayarlamışlardı, ben hiçbir şeye karışmamıştım, (Bir daha atla tura çıkacağım zaman yiyecekleri kesinlikle ben satın alacağım, siz de bu işi başkalarına bırakmayın) Ganbaatar nezaket gösterip kendi yerel kıyafeti olan “Del” ini yolculuk için bana verdi. Öğlen saat on iki de yola İlk konuşmamızda Ganbaatar bana: “Ata binmesini biliyor musun?” diye Yola çıkarken: “Merak etme yolda öğrenirim” dedim. On iki yaşındayken iki ay bir köyde kalmıştım ve diğer çocuklarla birkaç defa köyün kırda dolaşan atlarına binmiştim, onun dışında bir tecrübem yoktu. Sonunda yola çıkma vakti geldi ve atlara bindik, atın yularını Tsalıman tuttu, dizginleri de bana verdi. Ger kampının arkasından çayı geçerek vadiye doğru yola koyulduk, Ganbaatar arkamızdan su döktüğümü bilmiyorum ama içimde derin bir huzur ve biraz da heyecan vardı. En küçük bir endişe duymadığımı da söylemeliyim. Kendimi köyümdeymiş kadar rahat hissediyordum, bir de Taslıman’ la konuşabilseydim… Tsalıman yalnız dört beş İngilizce kelime biliyordu, o yüzden at sürme konusunda bir şeyler sormam mümkün değildi; deneyerek kendim öğrenecektim. Atı sürmesini öğrenmek için Yola çıkışımız hızlı oldu, o yüzden yolculuğumuzun ayrıntılarını Ganbaatara soracak fırsatım olmadı, gerçi sorsam da değişen bir şey olmayacaktı. İlk gün beş saat at sürdük, çoğunlukla hızlı bir tempoda yürüyerek bazen da tırısta gidiyorduk. Bu kadar uzun süre at sırtında kalmak bizim gibi yumuşak popolular için elbette ki rahatsız edici oluyor. Ama Türk Milletinin itibarını bir Moğol karşısında iki paralık edecek değildim, o yüzden dişimi sıktım ve hiç sızlanmadım. Beş saatin sonunda gece misafir olacağımız Moğol ailenin gerlerine ulaştık. Burada üç tane ger vardı ve biz de aile ile birlikte kalacaktık, bizim için hususi bir yer yoktu. Çadırların ön tarafında ailenin 30 kadar atı vardı, bunlar sütü için besleniyor.
Bize bu gerlerde misafir Sabah kalktım, giyindim, Biz de atlarımıza binip yola çıktık, buradan Orhun Yazıtlarının olduğu müzeye 3 Bir koridordan geçtikten sonra sağdaki kapıdan yazıtların olduğu salona girdim, salonun dip kısmında yaklaşık beş metre arayla Bilge Kaan ve Kültegin yazılı taşları karşımda duruyordu. Tüylerim diken diken olmuştu, içimi tuhaf bir duygu kapladı; biraz heyecan, biraz da gurur vardı içinde. Kayaların üzerinde eski Türk yazısını görmek ve onlara dokunmak inanın müthiş bir duygu yaşatıyor insana. Kazılarda çıkan diğer eşyalar da müzede sergileniyor, içlerinde Bilge Kağanın altın tacı da var. Müzedeki gezi bittikten Neyse, olan olmuş artık, testi kırıldıktan sonra konuşmak faydasız. Öğle saatinde atlarımızı eyerledik, bu defa kendi atımı kendim eyerledim ve dizginlerini kendim taktım. Burada konaklamak hem bedenen hem de zihnen iyi gelmişti bana. Yarım saat yol aldıktan sonra Tsalıman’a hızlı sürmek istediğimi işaretle anlattım, bir şekilde öğrenmek istiyordum ve artık buna hazırdım. Atları topukladım ve tırıs gitmeye başladık, ama ben atın üzerinde nasıl durmam gerektiğini bilmediğim için her şekli deniyordum, bir taraftan da Tsalıman’a bakıyordum, o da bana bakıyordu. Daha önce Azerbaycan’da Gence’de tanıştığım atı olan bir arkadaş bana uzun mesafede en hızlı ve konforlu sürüşün hızlı tırıs gitmek olduğunu söylemişti. Ben de atı daha da hızlandırdım. Gerçektende çok rahattı, önce bir elimle eyerin ön kısmından tutuyordum, daha sonra vücudum dengeye gelince onu da bıraktım. İşte keyif buydu. Tsalıman benim rahat olduğumu görünce biraz daha hızlandı, benim atım tırısta ona yetişemeyince dörtnal gitmeye başladı, bir süre öyle gittim ama hızlı tırıs daha konforlu olduğu için dizginleri hafifice çekerek tırısa geçirdim. Bir süre daha bu şekilde sürdükten sonra yavaşladık ve yine yürüyüş temposuna döndük. Harikaydı, yavaş yavaş hızlı sürmesini de öğreniyordum. Yola öğlen on ikide çıkmıştık, dönüşte başka bir yol izliyorduk, yine tepeler aşıyor derelerden geçiyorduk. İki saat kadar yol aldıktan sonra yemek için mola verdik, vadinin ortasındaydık hava çok sıcaktı ve gölge yapabilecek hiçbir şey yoktu. Yiyecek hazırlarken kollarımın yanmaya başladığını fark ettim, beyaz etim kızarmaya başlamıştı bile. Hava del giyemeyecek kadar sıcaktı, o yüzden üst kısımları belimize kadar sıyırmıştım. Tsalıman alışıktı, o rahatsız olmuyordu. Yanımda uzun kollu tişörtte yoktu. Aklıma başka bir çözüm geldi, çantadan bir çift çorap çıkarttım, burun kısımlarını kestim ve kollarıma geçirdim, tam olmuştu. Bu arada Tsalıman ilgiyle beni seyrediyordu. Molayı uzatmadan tekrar yola çıktık, yoksa orada yumurta gibi pişecektik. Bir saat kadar daha yol gittikten sonra bir dere kenarına geldik ve mola verdik, baktım Tsalıman çizmeleri çıkartmış ben de soyunup dökündüm, derede ayakları eli yüzü yıkamak iyi geldi. O arada Tsalıman’ın yanında çimenlerin üzerinde bir zamanlar beyaz renkte olan elliye yüz ebatlarında iki bez parçası gördüm. Bu defa ben ilgiyle bakarken o bezin bir tanesini alıp ikiye katladı, seri hareketlerde ayağına bandaj gibi sardı ve üzerine çizmesini giydi. Çizme içine çorap yerine bez sargı bence de çok iyi fikir, hem ayağın burkulmaz hem çorap gibi kokmaz. Bir süre dinlendikten sonra yine yola çıktık, yarım saat kadar gitmiştik ki kupkuru ovada güpegündüz sivrisineklerin saldırısına uğradık. Üzerimdeki ince giysilerin hiçbir faydası yoktu, kollarımda ve sırtımda onlarcası birden kanımı emiyordu. Bir taraftan atı tırısta sürüyordum bir taraftan da yuların ipiyle üzerime konan sivrisinekleri uzaklaştırmaya çalışıyordum ama faydası olmuyordu. Yan tarafımızda bizi takip eden bulut gibi sivrisinek sürüsünü görünce “Çouuu” diye bağırıp topuklayarak atımı dörtnala koşturmaya başladım, başka türlü bunlardan kurtulamayacaktık. (Moğollar atları koşsun diye bu şekilde bağırıyor) Epeyce gittikten sonra sinekleri geride bıraktık ve yavaşladık. Sol kolumun dış tarafı tamamen kabarcıkla kaplanmıştı. Yola çıkalı beş saat olmuştu ama hala kalacağımız gerlere ulaşamamıştık, arada bir “Gerler nerede?” diye soruyorum; o hep ilerideki beyaz noktaları gösteriyordu. Sık sık tırısa ya da dörtnala koşturuyorduk atları, bu şekilde giderek altı saatin sonunda nihayet kalacağımız yere vardık. İki tane ger ve iki aile vardı, kadınlardan birisinin kocası ölmüş, çadırın bir köşesinde onun için mumlar yakıyordu. Buradakiler daha güler yüzlü ve cana yakın insanlardı, ben de yorgun olmama rağmen hemen yatıp uzanmadım. Bize önce sıcak yak sütü ikram ettiler. Akşamüzeri güneş batıyordu ve fotoğraf çekmek için güzel bir ışık vardı, atların birkaç fotoğrafını çektim. Akşam Tsalıman çorapları kesip kollarıma giyişimi anlattı ev sahiplerine, sonra yemek yedik, yani makarna. Yemekten sonra ev sahibi büyücek bir kaptan bir kâseye at sütünden yapılan ayrag (Bizim kımız dediğimiz hafif ekşi ayran tadındaki içecek)koyup bana uzattı tadı güzeldi, ferahlatıcıydı. Beğenmedi demesinler diye kafama dikip hepsini içtim. Düşünceli davranmaya çalışmıştım ama isabetli bir karar olmamış. Kadınlar bir hayret nidası çıkartarak bana baktılar, adam da kötü kötü bana bakıyordu. Ben de soran gözlerle Tsalıman’ a baktım, o da donuk bir yüzle bana bakıyordu. Kâseyi geri verdim, adam aynı kâseyi doldurup başka birisine uzattı, o yarısını içip geri verdi, demek ki usul böyleymiş. Tsalıman beni bu konuda uyarmamıştı, nereden bilebilirdim yalnız yarısını içmek gerektiğini. Meğer o kâse hiç boşaltılmıyormuş, son içen kişiden sonra da yarısı dolu olarak bırakılıyormuş. Biraz utanmıştım ama benim bu işte bir suçum yoktu. Sizler de oralara giderseniz bu geleneğe mutlaka uyunuz. Kadınlardan birisi bana bağırsaklarımın bozulabileceğini işaretle anlattı. Ben de işaretle “Bir şey olmaz” dedim ama yine de ilk seferde bir tane ishal hapı yuttum. Sonraki günlerde de bol bol ayrag içmeme rağmen hiçbir rahatsızlık yaşamadım. Birkaç saat sonra Ben özellikle insanların Sağım işi bittikten sonra dışarıdan gelen bir adamın bir koyunu beyaz bir örtünün üzerinde sırt üstü yatırdığını gördüm. Ev sahibi de bana işaretle “fotoğraf çek” diyordu. Ben adamın ne yapmaya çalıştığını anlayamadan bıçakla göğsünde on santim kadar bir yeri boylamasına kesti ve elini koluna kadar hayvanın içine soktu, 15 saniye sonra da dışarı çıkarıp beklemeye başladı. Ben de hayretle seyrediyordum, hayvan birkaç derin nefes alıp verdi ve yapım dakika içinde öldü. Tek damla kan akmamıştı, adamın ne yaptığını bilmiyordum. Sonra ev sahibi hızlı bir şekilde hayvanın derisini yüzdü ve karnını yardı. Bağırsakları bir leğene boşalttılar ve kadın içlerini temizlemeye başladı. Ciğerlerin olduğu bölümü açınca hayvanın nasıl öldüğünü anladım, adam elini içeri sokunca hayvanın şah damarını kesmiş ve kan içeri akmış. Daha sonra kara ciğeri bir tencereye koydular ve kanı bir kase ile aynı tencereye boşalttılar. Dışarıya bir damla kan akmadı, çünkü kanı da yiyecek olarak değerlendirecekler. Ben yemedim ama bir yerlerde kanın bağırsağa doldurulup sucuk gibi bağlanarak pişirildiğini okumuştum. Dillerini bilmediğim için nasıl yediklerini öğrenemedim. Bu insanların çoğunlukla koyun ve keçi sürüleri var ama zannedildiği gibi her gün et yemiyorlar, bu hayvanlar onların geçim kaynağı. Ama onca hayvanın sütü nereye gidiyor onu anlayamadım, çünkü ne tereyağı ne bizimkilere benzer peynir, yoğurt ya da süt gördüm. Bu işler olurken öğlen Ertesi gün saat on bir de Tsalıman atlarla geldi, turu beş gün olarak planlamıştık, o yüzden bir gün daha beraber dolaşacaktık. Kasabanın içinden geçerek doğu tarafından araziye çıktık, ben nehir tarafını işaret ettim ve o tarafa yöneldik. Kasabanın kuzey batısında bir tepe vardı ve üzerinde bir anıt vardı. Onun ne olduğunu tam olarak öğrenemedim, o yüzden buraya bir şey yazmak istemiyorum. Anıtın arka tarafından bakınca tepelerin arasından akan Orhun Nehri görülüyordu. Oradan birkaç fotoğraf çektim, sonra atlarımızı tepeden aşağıya nehir kenarına doğru sürdük. Tepe dik ve kayalıktı, filmlerde kovboyların böyle yerlerden inişini çok seyretmiştim, atlar hiç zorlanmadan iniyordu. Nehrin kenarında atları suladık, biz de el yüz yıkadık. Orhun Nehri Orhun nehri çok uzak olmayan bir bölgeden doğuyordu ve hiç kirlenmeden buralara kadar ulaşıyordu. Rengi bizim Gök Irmak gibi gök renkliydi; nehir kenarında balık tutan kimse yoktu ama mutlaka balık olmalıydı. Yanımda olta takımı getirmemiştim ama çarşıdan bulabileceğimi umuyordum. Daha birkaç gün burada kalacaktım ve balık tutmayı denemek istiyordum. Nehrin bulunduğu bölgeden Ertesi gün Karakurum’da Naadam Festivali varmış o yüzden Ulan Batur’a dönüş için iki gün sonrasına otobüs bileti aldım. Kahvaltıdan sonra çarşıya olta takımı için malzeme almaya gittim. Çarşıdaki yaşlı satıcıların bazıları Rusça biliyordu, o yüzden malzeme alabileceğim dükkânı kolayca buldum. İstediğim kalınlıkta misina ve uygun kanca vardı ama kurşun yoktu. Nehrin suyu çoktu be hızlı akıyordu, ağırlık olarak taş kullanmaktan başka çarem yoktu. Yürüyerek kırk beş dakikada nehir kenarına vardım, olta hazırlamak sorun değildi ama solucan bulmak kolay olmadı. Zaten 4,5 tane bulabildim. Saat öğleden sonra üç olana kadar vakit geçirdim, solucanları balığın av verdiği saatte kullanmak istiyordum. Olta atmaya başlayınca ağırlık olarak taşın yetersiz kaldığını gördüm, akıntının az olduğu bir yer bulmak için akıntı yönünde yürümeye başladım; bir taraftan da çocukluk anılarımı hatırlıyordum. Bu şekilde ırmak boylarında ne kadar güzel günlerim geçmişti. Olta atabileceğim uygun bir yer bulduğumda saat beş olmuştu, tam balık vaktiydi ama başka bir sorunum daha vardı; havada yağmur bulutları toplanmaya başlamıştı, arkası çok kötü görünüyordu. Oltayı toplayıp dönmeyi düşünürken bir balık yemi yuttu, iri istavrit büyüklüğündeydi, yem takıp tekrar arttım. Atmamla çekmem bir oldu, aynı boyda bir tane daha geldi. Bir gözüm oltada diğeri ise havadaydı, bu şekilde on dakikada beş tane ballık tuttum. Solucanım bitmişti ve hava da beni iyice tedirgin etmeye başlamıştı. Yanımda bir rüzgârlık vardı ama ancak belime kadar geliyordu, hem bu havanın getireceği yağmuru geçirme ihtimali yüksekti. Etrafta yağmurdan korunacak bir yer olmadığı için hızlıca toplanıp yola çıktım, gerlere yüz metre kala yağmur taneleri düşmeye başladı, gerden içeri girdiğimde bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı. Buraya tekrar geldiğimde yanımda iyi takımlar getireceğim, şelaleye atla yolculuk yapmayı planlıyorum. Akşamüzerleri uygun yerlerde kamp yapıp balık tutmak çok keyifli olacaktır. O turda keşke yanımda arkadaşlarım da olabilse. Naadam Festivali, Orhun Nehri kenarında yapıldı, önce Moğolca şarkılar vardı, sonra Ben sonuna kadar izlemedim, ertesi gün yola çıkacağım için kaldığım yere döndüm. Karakurum’da daha fazla kalmak isterdim ama havalar bozmadan Rusya’ya dönüp Baykal Gölü kenarındaki Turka Köyü’ne gitmek istiyordum. Buraya tekrar gelmeyi düşündüğüm için şartları zorlamadım. Ertesi sabah hava bozmuştu ve yağmur başlamıştı, benimle birlikte bir İspanyol aile ve iki kişi daha Ulan Batur’a gidecekti, hepimiz üst üste Ganbaatar’ın arazi aracına doluştuk. Otobüs yine ayrag bidonlarıyla doluydu, araya da bir sıra doldurdular. Yine arada seyahat edenler vardı, yol boyunca yağmur yağdı. Ulan Batur’da yağmıyordu ama yolculuğumun tek tatsız olayı orada otobüs garında oldu. Yerler çamur olduğu için herkes otobüsün yanında bagaj kapılarının açılmasını bekliyordu, kapılar açıldığında en öndeki sırt çantası çamura düştü, benimki de düşmek üzereydi, o tarafa doğru herkesle birlikte hareket edince üzerime doğru gelen birisini fark ettim, elinde bir kazak vardı sanırım. Ben kalabalıktan kurtulup çantaya ulaştığımda o da çamura düştü. Kaldırıp bir kenarda temizledikten sonra üzerimdeki rüzgârlığın önde bulunan cebinin fermuarının açık olduğunu fark ettim, cüzdanım çalınmıştı. Üzerime gelen o adam mı yürüttü yoksa otobüste yanımda oturan genç kız mı bilmiyorum. Cüzdanda benim tembelliğim yüzünden keseme aktarmadığım bin Ruble, otuz bin Tugruk, ATM kartı ve eve bırakmayı unuttuğum nüfus cüzdanı vardı. Ama en kıymetlisi cüzdanın kendisiydi. Yurda döndükten sonra başka bir Türk arkadaşın sitesinde yine Karakurum dönüşü aynı yerde cüzdanını çaldırdığını okudum, ilginçti. Hırsızın suçu sabit de ben daha dikkatli olsaydım bu olay yaşanmayabilirdi. Sonuçta giden para bir şey değildi, toplam 85 TL civarındaydı, tabi insanı üzen bu olayı yaşamış olmaktı. Sizlere tavsiyem paranızı, pasaportunuzu ve kartlarınızı asla cüzdanda ya da çantada taşımayınız, cebinizde günlük ihtiyaçlarınıza yetecek yerel para taşıyabilirsiniz, bunun tutarı da 30-40 TL yi geçmez. Giderse bu kadarı gider. Bu tür olayların Avrupa ülkelerinde de, bizim ülkemizde de çok dah fazlasının olduğunu unutmayınız ve moralinizi bozmayınız. Neyse, yapacak bir şey yoktu, böyle bir ders için yüksek bir bedel sayılmazdı. Yanımda bozuk para kalmamıştı, demek ki ceplere dağıtmak gerekiyormuş. ATM lerde de para kalmamıştı ama içimde bir his rahat olmamı ve her şeyin yoluna gireceğini söylüyordu. Birkaç dakika sonra bir sırt çantalı gördüm, taksicilerle pazarlık yapıyordu. Yanına gidip selam verdim, o da şehre gidecekmiş ve taksi parasını bölüşecek arkadaş arıyormuş, adı Tomas, Fansızmış. Kendisine durumu anlattım, o da yol parasını verebileceğini, dert etmememi söyledi. O pazarlığa devam ederken aklıma belediye otobüsü geldi, Toması çağırdım ve az ötedeki ana yola çıktık. Bizim gideceğimiz yere 27 numaranın gittiğini biliyordum, ben Tomas’ı 15 bin Tugrug ödemekten kurtardım, o da benim için elli kuruş ödeyerek beni bu uğursuz yerden kurtardı. Tomas bir hostelde rezervasyon yaptırmış, hostel binasının karşısındaki otobüs durağında indik. Yer varsa ben de orda kalacaktım, yoksa internetten başka bir hostel bulacaktım. Neyse ki yer varmış ve yer aramaktan kurtuldum. Bu hostelin odaları oldukça küçüktü ama her yatağın yanında kilitli gömme kasa, piriz ve lamba vardı. Yatakların etrafı da perde ile kapatılabiliyordu, kahvaltı dâhil günlüğü 7 dolardı. Rusya’ ya göre neredeyse üçte bir fiyat. Çantamı hostele bırakıp dışarı çıktım, ATM kartını iptal ettirmek için bankayı aramam gerekiyordu. Postaneye gittiğimde saat akşam altıyı geçmişti ve kapalıydı, zaten Pazar olduğu için pek te umudum yoktu. Hostele geri döndüm, hostelin bilgisayarında “skype”a girdim ama benim üyeliğimde daha önceden ödeme yapmadığım için arayamıyordum. Tomas kendi sayfasını açtı ve oradan aradık, bankaya ulaşmıştım ama onlar beni duymuyordu. Bu defa benim tabletten bağlandık, mikrofon ve kulaklık kablosunu çıkarttım. Tomas her türlü yolu deneyip sonunda bağlantıyı sağladı ve ben de kartı iptal ettirdim. Tomas’a teşekkür ettikten sonra üzerimi değiştirmek için yatağın yanına gittim. Artık rahatlamıştım, o olayı da unutmaya hazırdım. Ben çantadan eşyaları çıkartırken arka tarafta yaşlı bir adamla konuşan genç kadının İngilizce olarak“Türk olduğumu duyunca çok şaşırdılar” cümlesini duyunca birden dönüp gayrı ihtiyarı İngilizce olarak “Siz Türk müsünüz” diye sordum. “Evet” diyince bu defa Türkçe olarak “Ben de Türküm” dedim ve konuştuğu adamdan özür dileyip Türkçe konuşmaya başladık. Uzun zamandır Türkçe konuşmuyordum ve kendi dilinde konuşmamın ne kadar keyifli olduğunu anladım. Hanım’ın adı Canset’miş, Avustralya’da yaşıyormuş. Türk Büyükelçiliğinin inşaatına gidip “Orada Türkçe bilen var mı” diye bağırışını, sonra gelen mühendisin “Bayramınız kutlu olsun” dediğinde şaşkınlıkla “Ne bayramı?” diye soruşunu anlattı. Bu defa ben şaşkınlıkla “Ne bayramıymış” diye sordum. Ben Temmuzun 9 unda Türkiye’den ayrılmıştım ve ne gazete okuyordum, ne de haber sitelerine giriyordum, Ramazan Bayramını da tesadüfen öğrenmiş oldum. Canset’ le daha uzun konuşmak isterdim ama o yemeğe çıktı, ertesi sabah ta iki günlük bir tura gitti. Ben Ulan Batur’ da fazla kalmak istemiyordum çünkü görülecek fazla bir şey yoktu, mağazalarını, Pazar yerlerini, ana caddelerini gezmiştim. Ertesi gün geldiğim otobüslerin kalktığı yeri bulup dönüş bileti alacaktım, ama bütün çabama rağmen bulamadım. İndiğim benzinliği hatırlamıyordum; hosteldekilerin tarif ettiği ofis binasını da bulamadım. Kaldığım yer ucuzdu ve vaktimde sınırlı değildi o yüzden dert etmedim, ertesi gün tren garına gidip tren için bilet almaya karar verdim. Ama önce bu akşam Tomas’ a yemek ısmarlayacaktım, çok içten bir şekilde yardım etmişti, ben de en azından bu şekilde teşekkür etmek istiyordum. Bir Özbek lokantasına gittik ve yemek yedik, epey sohbet ettik, yemekler çok iyi değildi. Çalışanlarla Türkçe konuşmaya çalıştığımda Özbek olmadıklarını öğrendim. Yemeklerin neden iyi olmadığı belli olmuştu. Oysa Rusya da hem Özbek hem de Tacik lokantalarında yemek yemiştim ve çok lezzetliydi yemekler. Ertesi gün Tren garına gittim, başka ülkelere gidecek tren biletleri garın karşısında bir yerde satılıyormuş. Binanın girişinde sağda “Danışma” vardı oradaki bayana Rusça “Yarın için bilet var mı” diye sordum, ekrandan bakıp “Var” dedi, ama bilet üst katta satılıyormuş. Üst kattaki ofiste iki tane suratsız kadın vardı(kadınlardan özür dileyerek yazıyorum ) bir tanesi bana “Yarın için bilet yok” dedi “Ay sonuna kadar da yok” diye ilave etti. Ben de “Beş dakika önce danışmada sordum var dediler” diye itiraz ettim. Kadın benim kararlı duruşumu görünce ekrana bir süre bakıp bileti kesti. Daha sonra garda tanıştığım iki Fransız gence de aynı numarayı çekmişler, onlar da sınıra kadar bilet alabilmişler. Bileti alıp hostele döndüm, orada not defterime bir şeyler yazarken biletle ilgili bilgileri de kaydetmek için bilete baktım, tarih bana pek doğru gelmedi, tren bileti dışında tarihle ilgilenmediğim için günün tarihini de bilmiyordum. Soruşturup öğrendiğimde tren biletinin o gün için olduğunu öğrendim. Neyse ki daha dört saat vardı, bakmasaydım bilet yanacaktı. Geziyi bu kadar ayrıntılı anlatıyorum çünkü ilk defa uzun yolculuğa çıkacaklar bunları bilirse daha bilinçli hareket edebilirler. Saat öğleden sonra dört olmuştu o yüzden görevliye o günün ücretini de ödeyebileceğimi söyledim ama kabul etmedi, sağ olsun. Tren Garına kaç numaralı Tren yola çıktı ben de çay kahve ile çantamdaki yiyecekleri atıştırıyor bir taraftan da defterime seyahat notlarını yazıyordum. Bu arada Avustralyalılarla da biraz sohbet ettim. İçlerinden bir kadın en sevdiği ülkenin Türkiye ve en sevdiği insanların da Türkler olduğunu söyledi. Ne diyeyim, güzel memleketimiz ve güzel insanlarımız var, bizi sevmeyen ölsün. Ulan Ude’de tanıştığım Avustralyalı motorcunun konuştuklarının yarısını ancak anlayabiliyordum, ben de bütün Avustralyalıların öyle konuştuğunu zannetmiştim. Oysa bu gruptakiler çok düzgün konuşuyorlardı ve anlamakta hiç zorlanmıyordum. Sınıra geldik, önce Moğol sınırında durduk, burada pasaportlar toplanıp çıkış kaşesi vuruldu. Pasaportumu çok sevimli bir bayan görevli verdi ve gülümseyerek Türkçe “ İş için mi geldiniz” diye sordu. İnanın böyle durumlarda beyniniz ne yapacağını şaşırıyor, nutkunuz tutuluyor, ne diyeceğinizi şaşırıyorsunuz. Aynısı Rus gümrüğünde Moğolistan’a geçerken de olmuştu; Azerice “Yaxşı yol” sözünü duyunca zihnimde bir patinaj yaşanmıştı ve toparlamam on, on beş saniye sürmüştü. Çünkü hiç beklemiyorsunuz ve başka bir dilde konuşmaya öyle alışmışsınız ki. İşlemler bittikten sonra Tren hareket etmeden birçok yeni insan bindi, ellerinde büyük çantalar ve koliler vardı. Benim kupeye önce Fransızları gönderdiler, sonra onları çıkartıp 7 kişi yerleştirdiler. Kupe 4 kişilik ve biz 8 kişi olmuştuk. Her yere koliler sıkıştırdılar. Tren hareket etti ve yarım saatten fazla yol aldıktan sonra Rus Gümrüğüne geldik. Burası küçük bir yerleşim yeriydi. Ciddi ve düzgün giyimli Rus görevliler kadın erkek vagonlarda pasaportları topladılar. Bana giriş formu doldurttular, işlemler ve geri dağıtmaları iki saat kadar sürdü. Bu arada trene sınırda binenler çantaları toplayıp treni terk ettiler. Bunlar aslında sınır ticareti yapan insanlardı, Moğolistan’ dan aldıkları malları sınırdan geçirmek için trene binmişlerdi. Ulan Batur’ da neden tüm yerleri satmadıkları anlaşılıyordu, bu insanlardan hariçten para alıyor olmalılar, o yüzden tüm yerleri satmıyorlar ve burada bu insanlardan para kazanıyorlar. Herkes inmişti, trenin Bu arada, ortada tek başına duran vagona bir lokomotif kilitlendi, onu başka vagonlarla birleştirdi ve ortaya yine yolculuğa hazır bir tren çıktı. Biz de yerlerimizi aldık ve tren hareket etti. Artık Rusyadaydık ve Ulan Ude'ye doğru yol alıyorduk.
|