Arabamla Dünya Turu – Gambiya (Gambiya Nehri, Banjul) | |
Dikkat ettiyseniz, Senegal’de polis tacizinden hiç bahsetmedim. Halbuki, daha Dakar Limanı’ndan çıkar çıkmaz başlayan birçok polis kontrolüne denk geldim; hepsinde evraklarımı inceledikten sonra yoluma gönderdiler beni. Hiç birisinden en ufak bir ‘bahşiş’ talebi gelmedi. Gambiya sınırında daha ilk sınır muhafızının kontrolü “Bana verecek neyin var?”la başladı. “Bir şeyim yok,” dedim, “neyim olsun. Bir ben, bir de arabam!”. Bu kadar iyi anlaşabiliyor olmamızın sebebi -belki bilirsiniz- Gambiya’nın, çepeçevre Frankofon (Fransızca konuşulan) ülkeler arasında, benim gibi ancak İngilizce ve Tarzan İspanyolcası (onun da İspanyolca’sı gitti Tarzanca’sı kaldı ya) konuşabilen birisi için bir cennet olması. Yani, Gambiya’da İngilizce konuşuluyor. Ya da, karışık etnik gruplardan oluşan ve birçok dil konuşulan Gambiya’da ortak ve resmî dil İngilizce. Neyse! “Peki!” dedi muhafız ve arabayı arayacağını söyledi. Bu da ceza gibi; “Madem benim için bir şeyin yok, o zaman ben de arabanı didik-didik ararım”. Korkacak bir şeyim yok; buyrun. Bunlar, böyle göz korkutmak için “Bak ararım ha!” ile başlıyorlar. Sonra canları sıkılıp yarıda bırakıveriyorlar. Nitekim, arama başladı. Sıra giysilerimin olduğu sandığa gelmişti ki, İstanbul’dan, birilerine veririm, diye aldığım nazar boncuklu duvar süslerinin bulunduğu ufacık torbayı (alt tarafı üç tane minik paketin olduğu torba) buldu, şeytan gibi. -Bu ne? -İşte, hediyelik birşeyler. -Bana yok mu? -Al birisini, hediyem olsun. -Peki, nedir bu? -Üzümü yedin ya, daha ne? -… Onu pek tatmin etmedi ama, domuzdan bir kıl kopardı ya, arama sona erdi. Sonra sıra pasaport polislerine geldi. -Bize bir şey yok mu? -Sanmıyorum. Benden size yarayacak bir şey çıkmaz. -Demek sanmıyorsun, ha? İçlerinden birisi, narkotikten olduğunu söyleyip, arabamı yandaki bahçeye almamı, arama yapacaklarını söyledi. Alalım bakalım! Bunların da canları sıkılacak elbet. Şefi geldi ve birlikte aramaya başladılar. Bunlar ince arıyorlar. Torpidodaki ta Meksika’da boğazım ağrıdığında aldığım pastil kutumun içinden, giysi sandığındaki çamaşır deterjanı torbasına kadar her şey didik-didik aranıyor. Baktım iş uzun sürecek, İstanbul’da Gambiya vizesi alırken fahri konsolosun ‘her ihtimale karşı’ diye elime tutuşturduğu Gambiya Dışişleri Bakanı’nın kartvizit fotokopisini cebimden çıkartıp, incelermiş gibi yapmaya başladım ki, polislerden birisi gördü. -Nedir o? -Hiç, dışişleri Bakanı’nın kartvizit fotokopisi. -Tanıyor musun? -Hayır! İstanbul’daki fahri konsolosunuzun arkadaşıymış. -?.. -Banjul’da arayacağım, konsolosun selâmını söyleyeceğim. -!.. Bu kısa konuşmadan sonra arama biraz yavaşladı. Arkasından da, “E, biz bakacağımız kadar baktık. Hadi artık sen gidebilirisin” dediler. “Eksik olmayın! Ben de ne zamandır arabayı şöyle bir aratayım diyordum; ne kadar zaman oldu, bir aranmamıştı. Arada lâzım”. Araba aratmak, yağ değiştirmek, alt yağlama yaptırmak gibi periyodik bakımlardan birisidir; arada bir yaptırmak lâzımdır. Banjul’a doğru… Önceki yazımda, konakladığım Palmarin’den kuş uçuşu 63.5km uzaktaki Banjul’a gitmenin, sol ayak başparmağı ile kafanızın üzerinden sağ kulağınızı göstermek gibi olduğunu söylemiştim, hatırlarsanız. Karayolu 241km çekiyor. Ama bu 241km’yi gitmek değil, mesele olan. Sınır dediğiniz zaten, 225km kadar. Ondan sonra bir 10-15 kilometre daha gidiyorsunuz ve Gambiya Nehri’ni geçeceğiniz feribota binmek için Barra’ya varıyorsunuz. İşte esas mesele ondan sonra başlıyor. Aslında başta, daha doğudaki bir başka feribot geçişine, Farafenni’ye gitmek gibi bir niyetim vardı. Sonradan Banjul’a erken(!) varmak şeklinde değiştirdim, bu kararımı. Barra’ya varmadan, daha sınırı geçtikten hemen sonra alıyorsunuz feribot biletini. Saat akşamüstü 5 civarında bileti aldıktan bir süre sonra da Barra’ya ulaştım. Ulaştım da, uzun bir kuyruk var. Ben de o uzun kuyruğun arkasına girip parkettim. Bir süre kuyruğun ne hızda ilerlediğini(!) gözledim. Hiç ilerlemediğine kanaat getirince, inip kuyruğun öbür ucunu, feribot iskelesini bulabilmek için yürümeye başladım. Fazla değil, 100 metre ileride sıranın başı. Ama sonrasında da feribot iskelesinin bulunduğu kapalı alana giriliyor ki, orada dışarıdakinin iki katı kadar araç yığılı. Benim birkaç araç önümde bekleyen 3 İngiliz plâkalı araba var. Gambiya’ya okul kurmaya gidiyorlarmış. Gönüllü bir yardım kuruluşuna bağlı olan İngilizler, oradaki mevcut bir okula, gemiyle gönderilen birkaç prefabrik dersliği kuracaklarmış. Böyle kutsal bir görevde onlara başarılar diledim. Arabada otururken sürekli meraklı misafirlerim oluyor. Genellikle gençler, bazen de çocuklar. Gençlerin amacı sohbet etmek. Ama, bir süre sonra dikkat ettim ki, hepsi sohbete aynı sorularla giriyor ve sonra da sürdürüyor. Sanki, hepsi aynı metni ezberlemişler gibi. Hatta bu ezberlenmiş metnin tekrarı o kadar monoton ki, bir müddet sonra siz de cevapları ezberliyor ve otomatik olarak sıralamaya başlıyorsunuz. Ezber metni tekrar ettiklerini düşünmeme neden, bir iki tanesinin sorduğu bazı soruların daha ben cevabını veriyorken, beklemeden bir sonraki soruya geçmeleri oldu. Bazılarıyla, ezber soru-cevaplar dışında da muhabbetimiz oldu tabii; örneğin, futbol, Hasan Şaş v.s. Çocuklar ise, gençlerin ezber soru-cevaplarının özeti sayılabilecek bir muhabbetin ardından birşeyler istiyorlar. Genellikle de “Ben açım”la başlayan bir vicdanî baskıyla. Çoğu Afrika ülkelerinde olduğu gibi, burada da çocuklarda beyaz adamla paranın eşdeğer olduğuna ilişkin bir algı var. Bu algının oluşmasına sebep onlar değil, elbet. Bir şekilde ve kıvılcımla başlayan bu ‘âdet’, kendini Afrikalılar’a karşı vicdan borçlusu hisseden ‘beyaz adam’ın bu borcunu parayla ödeme içgüdüsüyle gelişip, serpiliyor. Sonuçta, beyaz adam görünce avuçlarını açıp “Gi mi!” (İngilizce “Give me!”nin uyarlanmışı) diye etrafına doluşan çocuklar ordusu çıkıyor ortaya. Bekleyiş sürüyor. Hava kararmaya yüz tutarken bir kıpırdanma oldu ve yaklaşık 10 arabalık bir ilerleme kaydettik. Bu feribotun yalnızca 10 araç aldığı anlamına gelmiyor, tabii. O hareketlenmeden hemen önce kuyruğun yanından geçip giden bir takım lüks araçlar, öncelikli olarak içeriye alındılar. Tanrının sevgili ve ayrıcalıklı kulları olan onlar, herhalde feribota da binip, yollanmışlardır. Artık sabah. Bir sonraki feribotu bekliyorum Bir sonraki feribota kadar ortalıkta volta atarken İngiliz üç araçtan, Lando’nun abisi sayılacak bir tanesine yanaştım, biraz hasbıhal etmek için. Direksiyonda oturan hoş-sohbet Howard’la muhabbete daldık. Bir Land Rover hastası olması yüzünden, üzerimdeki tişörtün kolundaki Land Rover logosunu görünce, kanı ısındı : ) Hele Lando’nun bir 300Tdi olması, bana olan sıcaklığını daha da artırdı. Eski bir deniz komandosu olan Howard’la Land Rover’lar, Afrika ve onun askerlik anılarıyla dolu uzun ve koyu bir sohbetimiz oldu. Bu sohbet de zamanın geçmesini kolaylaştırdı, tabii. Geç saatlerde yeni bir hareketlenmeyle, önümde iki araç kalana kadar diğerlerini içeri aldılar. Anlaşılan geceyi orada geçireceğiz. Bunu anladığımda gece yarısına yarım saat kalmıştı ve sabaha kadar başka da feribot yoktu. Çadırı açmam mümkün değil, arkada araç neredeyse tamponuma dayanmış. Mecburen ön koltukta uyuklayacağım. Gece yarısından sonra arkamdaki minibüs motoru çalıştırıp, içeriye girmeye hamle etti. Onu görünce, ben de kapıdaki memura şarladım. Neyse, saat 2’ye doğru içeri kapağı attık. Bu şunun için önemli; öncelikle çadırı açma ve dolayısıyla rahat uyuma imkânım var. Bir de, o park yeri hem daha sessiz, hem de daha güvenli. Feribotun içinde balık istifi vaziyetindeyiz Arabaların alınmasından sonra yaya yolcular da alınıyor Daha fazla uzatmayayım. Ertesi gün, gelen ikinci feribota bindiğimde saat tam 12’ydi. Yani, Barra’ya varıp, feribot kuyruğuna girdiğimin üzerinden 18 saat geçmişti. Bakau Guesthouse’dan… Gambiya Nehri’nin üzerinde bir saate yakın yolculuğun ardından Banjul İskelesi’ne vardık. Hayatımda gördüğüm en küçük ve en köhne başkent, Banjul. Kalınacak pek bir yer yok. O yüzden, şehrin güney doğusunda, oteller ve motellerin yoğunlukta olduğu Serekunda’ya gittim. Birkaç ufak motele girip çıktıktan sonra, Bakau semtindeki Bakau Guesthouse’da karar kılıyorum. İyi ki de öyle yapmışım. Bakau Guesthouse, aynı zamanda balık pazarı da olan kumsalda. Ama, beni en çok cezbeden, motelin içi oldu. Bir ‘çıfıt çarşısı’nı andıran içeride yok yok. Yüzlerce maske, irili ufaklı heykel, duvara asılı batikler ve tablolar, binlerce irili-ufaklı Afrika süslemeleri, antikalar… Motelin sahibi Mısır asıllı bir Kanada vatandaşı olan adaşım, aslında uçak mühendisi. Kanada’da tahsilini tamamladıktan, mastır ve doktorasını bitirdikten sonra bir süre Londra’da yaşayıp, sonra da Gambiya’ya yerleşmiş. Burada inşaat işleri yapmaya başlamış. Bir uçak mühendisinin inşaatla ne işi olur, demeyin. Bu işin Gambiya’da ‘moda’ olduğunu, sonradan tanışacağım bir başkasının da, farklı meslekten olmasına rağmen aynı işle iştigal ediyor olduğundan anlayacağım. Balık pazarından kareler Dedim ya, aşağımız balık pazarı. Sabah denize açılan balıkçılar, akşamüzeri geri dönüyorlar ve ortalık tam bir curcuna oluyor. Kıyıya yanaşan onlarca teknenin başında başlıyor pazarlıklar. Kumsalı dolduran yüzlerce insan… Kimisi teknelerden kasalarla balık pazarlığında. Kimisi aldığı balıkları, kenarda kurdukları tezgâhlarda satmaya başlıyor; kimisi aldıktan sonra, arabalarıyla başka yerlere taşıyor. Teknelerden kasalarla aldıkları balıkları başlarının üzerinde oradan oraya koşar adım taşıyan hamallar, ortalıkta evine balık almak için dolaşanlar, satıcılar; bir cümbüş, bir bağrışma… Bu gürültüye, kısmetlerine düşecek artıkların peşinde, canhıraş feryatlarıyla havada uçuşan yüzlerce martı da ortak oluyor. Saatlerce seyredebilirsiniz, bıkmadan. Pazartesi akşamı, İstanbul’dan aynı uçakla gelip de, Dakar Havaalanı’na indikten sonra tanıştığım genç bir mühendis, Cumhur’la yemek yiyeceğiz. Cumhur, İtalyan Italcementi şirketinin Gambiya’daki terminalinin genel müdürü. Italcementi dünyanın büyük çimento şirketlerinden birisi; Türkiye’de Set Çimento’yu da satın almıştı. Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nü bitirdikten sonra başlamış Cumhur, Italcementi’de. Üç yıl önce de buraya genel müdür olarak atanmış. Akşam yemeğinde Fatih de katıldı bize. O da Ankara Fen Lisesi’ni bitirip, daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde Makine Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş, 1975’te. Yani o gece, iki Boğaziçili ve iki makine mühendisiydik. Fatih de 8 sene önce gelmiş, Gambiya’ya. Ne mi yapıyor? Dedim ya, burada ‘moda’; o da inşaat işleriyle uğraşıyor. Gambiya’dan çıkış Gambiya, Senegal’in toprakları içerisinde kalan küçük bir ülke. Atlas Okyanusu’ndan başlayıp, Gambiya Nehri boyunca doğuya doğru bir dil gibi, yılankavi uzanan toprakları var. Yani, batıdaki Atlas Okyanusu kıyısını saymazsak, Gambiya’nın tek komşusu Senegal. 11,300km² toplam yüzölçümü ve 1 milyon 600 bin nüfusu var. Ülkenin kuzeyden güneye genişliği 40-45 kilometreden daha fazla değil, en şişman yerinde bile. Doğuya doğru bu genişlik iyice azalıyor. Bu özelliği ile, Afrika’nın en küçük ülkesi oluvermiş. Peki, nedir Gambiya’yı, Senegal’in göbeğinde ayrı bir ülke yapan? 15. yüzyılda buralara ilk ayak basan Avrupalılar olan Portekizliler, bölgedeki ticareti ele geçirmişler. Gambiya Nehri’nin Afrika’nın içlerine doğru giren yapısı, buradan ticareti yapılan altın, tuz gibi ticarî metanın yanı sıra, kabileler arası sürtüşmelerin sonucunda ortaya çıkan yeni ‘meta’nın özellikle ‘yeni dünya’da çok talep görmesi nedeniyle bölgenin stratejik önemi giderek artırmış. Yeni ’meta’ olarak bahsettiğim köle ticaretinin en büyük merkezi oluvermiş bölge. Ancak, krallıktan alacağı olduğunu iddia eden Portekizli Antonio bir gün Gambiya Nehri üzerindeki tüm ticaret haklarını İngilizler’e satıvermiş. İşte o satış da, sonradan (19. yüzyıl) bölgeye köleliği ortadan kaldırmak bahanesiyle dalıveren Fransızlar’a karşı Gambiya’nın bir İngiliz kolonisi olarak arada dil gibi kalmasına neden olmuş. Çevresi ortak ve resmî dili Fransızca olan Senegal’le sarılıyken, kendisi ortak ve resmî dili İngilizce olan Gambiya olarak kalmış, ortada. Yoksa, her iki ülkede de halkın %90’ı Müslüman ve etnik kökenler -aynı olmasa da- örtüşüyor. 2 Nisan Pazartesi sabahı okyanus kıyısından ayrılıp, doğuya, ülkenin içerilerine doğru gidiyorum. Amacım, aralarda bir yerden, güneye, yeniden Senegal’e geçmek. Asfalt olduğu iddia olunan yolda 2-3 metrede bir oluşmuş geniş ve derin çukurlardan kaçmaya çalışarak, sürekli yavaşlayıp çukurlara düşerek, çalkalanarak, Soma’dan Senegal’in güney kısmına, yani Casamance’ye (Portekizce söylenişiyle “Casamança”) geçtim. Bir sonraki yazıda yeniden Senegal’deyiz. O zamana kadar, hoşça kalın. |