Bugün program yüklü, Sakız merkezden, önce tam batıya,
UNESCO listesindeki Nea Moni manastırına gideceğiz, sonra yine trajik bir köy
olan Anavatos u keşfedip, tekrar Sakız merkez yolu ile kuzey köylerine
çıkacağız doğu kıyısı boyunca.
Sakız merkezden ayrılır ayrılmaz, mahalle içlerinden
yükselmeye başlıyoruz, ev hanımlarının alış-verişe merkeze inme zorluğunu
düşünen sebze-meyveciler, kamyonetlerle dolaşıyor bu yokuş mahalleri. “Frutas, Frutas”
diye bağırıyorlar… Birden sağ tarafta bir minare gölgesi görür gibi oluyorum,
evet işte ta kendisi, şehir merkezinde arayıp bulamadığım ve kaynaklarda
yerinden bahsedilmeyen “Frangomahala camii” bu olmalı. Frenk Mahallesi Camii
bugün Arkeoloji müzesinin deposu olarak kullanılıyor.
Nea Moni...
İyice yükselip, tepemizdeki dağın arka yamacına
geçiyoruz ve yangın bölgesi kendini gösteriyor yine. Yazık çok yazık, etrafta
ne varsa karanlıklar içinde. Sol tarafta manastırın yolunu gösteren tabeladan
sapmamızla yol biraz daha daralıyor ve hafif bir inişle bir vadinin tabanına
doğru alçalıyoruz. Yangın her yerde, sağda solda canlı bir şey kalmamış ama tam
da Nea Moni sınırında durmuş alevler. Yoksa manastırın kuruluş efsanesi tekrar
mı ediyor?
Nea Moni Çan Kulesi...
Bin yıl önce üç keşiş bir mağarada çile doldururlarken
dağda bir yangın çıkıyor, yangını takip eden keşişler bir çalıya asılmış güzel
bir ikona buluyorlar: Meryem, ama kucağında bebek İsa olmayan değişik bir
Meryem…Yangın da tam bu çalının, ikonanın olduğu yerde sönüyor. Çok etkilenen
üç keşiş, o sırada komşu ada Midilli de sürgünde olan senatör Monomachos a
koşarlar ve olayın hayırlı bir işe işaret ettiğini ve yakında imparator
olacağını söylerler. Gerçekten de iki yıl sonra IX.Konstantin Monomachos adı
ile imparator olan senatör, meşhur eşi Zoe ile birlikte, tam bu ikonanın
bulunduğu yerde, manastırın yapılmasını buyurur.
Biraz sanat tarihi ile ilgisi, ilişkisi olanlar bu
meşhur imparator çiftini Ayasofya daki mozaiklerinden hatırlayacaklardır. Zoe=hayat,
şöhretli bir hanım ve kocaları değiştikçe Ayasofya daki mozaikte İmparatorların
baş kısımları değiştiriliyor. Tarihin dedikodulu sayfalarına dalmaktan bize bir
zarar gelmez diyelim… Zoe, aslında bir imparator kızı ama 50 yaşına kadar
evlenmiyor, babası, Zoe nin evliliğinden bir yıl sonra ölünce, Zoe nin birinci
eşi olan Romanos tahta çıkar (yaş farkları 20 yaş). Zoe, Romanos a ancak altı
yıl dayanır, imparator bir hamam kazasında (?) ölünce, ikinci eşi genç Mikael
ile yine evlilik yolu görünür. Mikael bir yıl sonra hastalanıp ölür ve bizim
“Hayat hanım” bir müddet sonra ,64 yaşında, senatör Monomachos ile üçüncü resmi
nikahı kıyar, arada kaç tane gayrı-resmi var, o iş meçhul…64 yaşındaki gelin
hanım, düğünde gelinlik giymeyi de ihmal etmez. Ünlü tarihçi ve politikacı
Psellos, Zoe nin o yaşta, yüzünde hiç kırışıklık olmadığını ve sarayda bir
güzellik laboratuarı kurduğunu anlatır.
Baş Melek Mikael...
Bu kadar dedikodudan sonra,17.000 metrekare arazisi surla çevrili Nea Moni ye
girelim ama girerken de şortları, askılı bluz ve mini etekleri değiştirelim, veya
kapıda verilen peştemalları bele veya omuzlara saralım…1049 Yılında Monomachos
ve Zoe nin ilk yapıları yaptırdıkları yıllarda Bizans sanatı” orta Bizans”
devrini yaşıyor ve Makedonya sülalesi tam bir Rönesans ortamı yaşatıyorlar
sanatçılara o devirde…Manastırın yapılması ile birlikte, İmparator ,altın bir
mühürle damgalanmış bir ferman gönderir ve Sakız adasındaki tüm Yahudilerden
toplanan vergileri manastıra bağışlar. Ana kilise, iki küçük kilise, sarnıç, yemek
salonu, tören salonu ve hücrelerden oluşan bir kompleks yapı şeklindeki
manastır, mozaikleri ile meşhur. Yunanistan sınırları içindeki üç önemli
mozaikli yapıdan biri. UNESCO nun koruması altındaki bu önemli yapı çok acı
tarihi olaylara da şahit olmuş…Osmanlı devrinde doğrudan İstanbul patriğine
bağlı olduğu için çok gelişmiş ama 1822 deki bağımsızlık isyanında çok büyük
yara almış. Bu tatsız olaylarda kim yaptı, neden yaptı, kim haklı tartışmaları
beni de çok üzüyor ama müzedeki raflarda dizilen kafataslarını da görmezden
gelemeyiz. Acı olayın komşu adalardaki Venedik ajanları tarafından kışkırtılan
gençlerin Osmanlı memurlarına saldırmaları ile başladığı ve Osmanlının
cevabının çok ağır olduğu yazılı tarihlerde. Ortalık yanmış, yıkılmış bir
haldeyken kaçan siviller de manastıra sığınıyor ve buradaki 600 keşişle birlikte
ölüyor. Acı olayın günümüze gelen kalıntıları karşımda cam dolapların
içinde…Dizi dizi kafatasları…Canım fotoğraf bile çekmek istemiyor, biran önce
dışarıya çıkmak iyi olacak..
Anavatos...
Çan kulesi çok heybetli,1881 deki deprem tüm yapıya ve
kuleye zarar veriyor ama 1900 lerde iyice tamir ediliyor. Mozaiklerde tam
devrin modasına ve başkent İstanbul üslubuna uygun olarak altın zemin çok
kullanılmış, Vaftiz, göğe çıkış, mucizeler ve baş melekler çok gerçekçi bir
anlatımla bize sunulmuş. Elimde notlarım, gözüm mozaiklerde detayları
inceliyorum… Arkadaşları daha fazla bekletmeyelim, selviler arasından geçerek
arabamıza dönelim.
Anavatos'a Çıkış...
Anavatos a 13-14 km. yolumuz var, virajlar devam
ediyor, adanın batı kıyılarına doğru bir geçiş yaparak uzaktan Avgonyma köyünü
görüyoruz, yamaca yaslanmış, kıyıyı görebilen ama kıyıdan uzak bir labirent köy
daha…Yol darlaşıyor, yılan gibi kıvrıla kıvrıla 300-400 mt. yükseliyoruz ve
karşımıza çıkan kaya kütlesi ile şaşırıyoruz. İşte Anavatos ! Yunanca kelime anlamı “erişilmez”. Gerçekten
karşımızda erişilmesi çok zor olan bir kayanın tepesinde, terkedilmiş bir
hayalet köy duruyor. Asfalt ama dar yol, park yerine kadar ulaşıyor. Tam o
noktada halen kullanılan bir kilise, 2 ev ve bir kahve var. Anavatos a giriş
sadece tek bir yoldan, bizim giriş yaptığımız noktadan çünkü üç tarafı
uçurumlarla çevrili bir dağ köyü…Görüldüğü kadarı ile bir restorasyon başlamış
ama yarım kalmış, yine de harabe köyün ortasından yukarılara doğru çıkan
gezinti yoluna şükretmek gerek, aksi halde buraya tırmanmak çok zor olurdu.
Yeldeğirmenleri...
Hikaye hazin,1822 deki isyanda, köy halkından 400 kişi Osmanlı nın eline
geçmemek için bu uçurumlara atıyorlar kendilerini…1822 isyanı, bağımsızlığı
kazanma açısından sonuç verdi mi diye sorarsanız, ben de size diyeceğim ki, Sakız
adası 1912 ye kadar Osmanlı nın olmaya devam etti…İşte bu hayalet şehir o
zamandan beri boş,1881 depremi de yapılara ikinci darbeyi vurunca hepten terk
ediliyor. En tepede alımlı bir yapı var, taç gibi yükseliyor harap evler arasından,
birkaç kilise de belli oluyor apsislerinden. Üç taraf uçurum, yaklaşıp bakmak
bile baş döndürüyor.
Politik ve sosyal çekişmelerin verdiği zararları gözlerimizle gördükten sonra
komşu ile aramızda birkaç yıldan beri süren ılıman ilişkilere seviniyoruz
doğrusu, gerginlik herkese zararlı…
Mersinidou Manastırı ve Haç...
Sakız merkez yolu ile öğlen yemeği molamıza doğru yol
alıyoruz, doğu kıyısına dağlardan da geçebilirdik ama “en kısa yol, bilinen
yoldur” düsturu ile hareket ediyoruz, belki de asfalt olmayan dağ yollarına
girmekten çekiniyoruz.
Halk bahçesinin üst köşesinde Melik paşa çeşmesinin
yanından kıvrılıp sahilden devam ediyoruz, işte şimdi devlet hastanesi…Önündeki
kalabalık bizim hastaneleri aratmıyor. İlk molayı, şehrin hemen dışında
“Yeldeğirmenleri” mevkiinde veriyoruz. Tambakika=Tabakhaneler semtindeyiz. Sahilde,
kartpostallarda görülen güzellikte 4 tane yel değirmeni var.
Tabakhanelerin taş yapıları da yolun arka tarafında
görülüyor. Bu değirmenler Tabakhanelere gereken enerjiyi sağlıyormuş yıllar önce…Manzaraya
karşı birer kahve içelim diyoruz ama kahveci dükkanı kapatıp gitmiş, ara ki
bulasın. Tabakhanelere acele bir şeyler yetiştirmediğimize göre yavaş yavaş
ayrılabiliriz buradan.
Pantoukios Koyu...
İki gün önce belediye otobüsü ile geldiğimiz Vrontados
ve Daskalopetra köylerini geçip Mersinidiou manastırına geliyoruz. Rüzgarlı bir
burnun ucuna Anadoluya karşı dev bir Haç “Ben buradayım” diyor. Avluya
girebiliyoruz ancak, genç papaz “kapatıyoruz” işareti yapıyor. Manastır ve
kiliseler de öğle tatili yapıyorlar..
Beyleri memnun edecek öğle yemeği molasını Pantoukios
koyunda veriyoruz. Yazılarını zevkle okuduğum Meriç Köyatası bir yazısında
buradan bahsetmişti ve “kaçırmayın” demişti. Minicik koyda 2-3 ev, balıkçı
sandalları bir de Lefteris in tavernası var. Tam bize göre. Çarşaf gibi denizin
kıyısında masayı donatıyoruz, sardalyalar, dolmalar, karidesli makarnalar, şarabımız,
uzomuz, ziyafet hazır…Bu zevki ve keyfi, indirimli gelen hesap da tamamlıyor, altı
kişi 65 € hesap nerede görülmüş?
Güzelliklerin arasından bir başka güzellik kafasını
uzatıyor, Pantoukios koyunda bembeyaz bir “Van” kedisi…ne sürpriz! Van nire,
Pantoukios nire kimbilir nasıl geldi bu kedi ta Vandan bu adaya, keşke
hikayesini anlatabilse.
Hagios İsidoros Şapeli...
Bu Lefteris alem adam, bir kelime İngilizce
konuşamıyor ama herşey yolunda…İki gün sonra Lefteris e karşı komşumuz Reçelci
Rena nın dükkanında rastlıyoruz, sanki 40 yıllık dost gibi kucaklaşıyoruz, kaşla
göz arasında Lefteris bizim Rena ya bir şeyler söylüyor ve raftan aldığı 3 kavanoz
reçeli bize hediye ediyor, her aileye bir reçel…Ne kibarlık!!!! Şahane öğle yemeğinin ardından Doblomuzda mayoları
giyip Pantoukios sularına kendimizi bırakıyoruz. Pantoukios dan
çıkar çıkmaz tam virajdan sağa bir yol giriyor, kaçırmamamız lazım, google
earth den ezberledim. İnce bir yarımadanın burnunda müthiş güzellikteki Hagios
İsidoros şapelini buluyoruz.
Şapel kapalı, sanat yönünden bir özelliği yok ama manzara müthiş, takvim
sayfası olacak güzellikte bir minik şapel. Bir de tarihi bir kerteriz noktası
oluşu açısından önemli, Piyale Paşa 1566 da donanmayı buradaki burnun ucuna
yayıyor ve Giustiniani ye haber gönderiyor “Tez gelsin, vergiyi ödesin!”
Lagada Sahili...
Kahve molamızı
Lagada da veriyoruz. Burası biraz daha turistik bir yazlık köy, Güzel evler, güzel
tavernalar sahile dizilmiş, bir de şirin bir dere akıyor yan taraftan, kıyısına
balıkçı sandalları dizilmiş, üstünde ilginç bir köprü var tam denize kavuştuğu
yerde.
Lagada'nın dar sokakları...
Daha ilerde, Kardamyla
köyü yamaçta çınarlar altındaki meydanı ile biraz hüzünlü, çünkü sahildeki
Marmaro iskelesi biraz rol çalmış gibi. Herkes deniz kenarında, içerdeki sakin
köyü pek umursamıyorlar sanki.
Aynı yoldan
dönüyoruz Sakız kasabasına, bu kadar gezme, gitme, gelme, tüm gün 80 km.
civarında yol yapmışız.
Akşam yemeğini
Reçelci dostumuz Rena nın tavsiyesi olan,şehrin dışında Karfas turistik
bölgesindeki To Bahari=baharat tavernasında yemeğe karar veriyoruz. Hava
karardı, bu bölgenin planı da yok, arkadaşlar “garanti kayboluruz” diyerek beni
kışkırtıyorlar, elimizde minicik bir kart ve kroki var yalnızca. Neyse, hiç
yanlış yapmadan kaptan sağ–salim getiriyor yine tavernanın önüne dostları. İçeri
giriyoruz ama sağda 20 kişilik bir büyük masa ve diğer masalar hep rezerve, “Rena
tavsiye etti” diyorum, “Oooo, o zaman yer var, zaten biraz sonra kendisi de
yandaki büyük masaya doğum günü yemeğine davetli, gelecek” diyorlar.
Lagada dere boyu...
Yerleşiyoruz, lezzetli
güzellikler ile masamızı donatıyoruz…Davetliler gayet şık bir şekilde yandaki
büyük masaya teşrif etmeye başlıyorlar. Neşeli ve orta yaşlı grup Sakız
sosyetesinden anlaşılan. Biraz sonra bizim Rena da çok şık vaziyette eşi ile
birlikte içeri giriyor, bizi görünce bir tezahürat başlıyor, bizleri hemen
dostları ile tanıştırıyor, fabrikatörler, armatörler, hanımlar çok şık, saçlar
yapılı… Böylece biz de Sakız sosyetesinde bir muhit yapmış oluyoruz (!) Yemek
boyunca ara ara yanımıza gelen Rena hatırımızı soruyor ve güzel gecenin sonunda
,masamıza kocaman bir kayık tabakta çeşit reçellerle süslenmiş lezzetli bir
yoğurt gönderiyor…Reçel kraliçesi yaptı yine yapacağını…
Batı kıyılarında Limnia...
Sakızdaki son
günümüzde planımız komşu Oinousses adasına günübirlik bir gezi yapmaktı. Ama
Eylül ortasında, aynı günde adaya gidiş ve dönüşün mümkün olmadığını
öğreniyorum. Durum böyle olunca Doblomuzu bir gün daha tutmayı ve Volissos
bölgesine gitmeye karar veriyoruz. Sakız kasabasının dışından, Vrontados
içinden öyle bir yükselmeye başlıyoruz ki. Sanki uçaktayız, virajların tümü “U”
şeklinde hem de ara vermeden. Adayı en dar yerinden kesen dağların tepelerine
çıkıp, arka tarafa geçiyoruz. Şimdi yine batıdayız.
Volissos Kalesi ve dar sokakları...
Volissos
,uzaklardan gözüken kalesi ile dikkat çekiyor. Yurttaşımız, üstadımız Homeros
bu köyde çok dolaşmış, dersler vermiş, bir müddet yaşamış…Kapsamlı bir tur
yapıyoruz köyde ama tepedeki kaleye hiç birimiz çıkmaya cesaret edemiyoruz. Dar
sokaklarda bazı taş evler çok güzel restore edilmiş, bazıları harap, yaseminler,
sardunyalar her yerde, kokuları sokakları sarmış.
Öğle yemeği
molamızı Limnos plajındaki tek tavernada veriyoruz, hesap bildik limitlerde, üç
aşağı beş yukarı aynı geliyor. Yemek sonrası 4 km. uzaktaki Hagia Markela
manastırına gidip, adanın koruyucusu Azize yi ziyaret ediyoruz…Deniz kıyısında
büyükçe bir manastır, güzel ve yeşil bir avlu…
Hagia Markela Manastırı...
Tırmandığımız müthiş virajları manzara seyrederek inmek tabii daha keyifli
oluyor. Karşımızda Çeşme kıyılarının beyaz betonları, rüzgar santralları, ufukta
masmavi deniz, aşağıda güzelim Sakız limanı, bir uçak gibi süzülüyoruz.
Sakız'dan Çeşmeye bakış...
Sakız Limanı...
Güzel Egenin
başka adalarında mavi denize kavuşmak dileği ile CHİOS’a elveda…