Arabamla Dünya Turu – Moritanya 1 (Nouakchott, Atar, Chinguetti)


“Selâm-ün aleykûm”la daldım içeri, pasaport polisinin kulübesinin kapısından. “Lâ aleykûm es-selâm”la karşıladılar; yere bağdaş kurmuş, önlerindeki siniden yemeklerini avuçlayan polisler. Türk olduğumu öğrenince, içlerinden birisi “Murat Alemdar” dedi, “bien”. Bendeniz, futbol, televizyon ve dizilerden bi-haber birisi olarak Murat Alemdar’ın kim olduğunu tabii ki bilmiyorum. Ya futbolcudur, buralarda Türkler’i ve Türkiye’yi tanımalarını sağlayan, ya da bir televizyon dizisinin oyuncusu. Sonradan (biraz önce) internetten öğrendim ki, o pek meşhur “Kurtlar Vadisi” dizisindenmiş. Ama, dizinin kahramanlarından mı, yoksa onu canlandıran artistin ismi mi, ona bakmadım işte. Yalnızca Google’da arattığımda, Murat Alemdar ve Kurtlar Vadisi ismini görüp, detayın incelemedim. Her ne ise!

Sonradan internette tekrar araştırdım ki, Kurtlar Vadisinin kahramanının esas adı ‘Polat Alemdar’mış. Peki, nereden geliyor bu fark? Meğer, dizinin Arapça dublajını yapan Ferdos firması, karakterin adını Polat yerine Murad olarak değiştirivermiş. Daha detaylı bilgi için http://www.habervitrini.com/haber/polat-alemdar-oldu-murat-alemdar-440987/ sayfasına bakabilirsiniz.

Türk olunca, işler biraz kolaylaşıyor. Pasaportumu hemen damgaladılar, gümrük memurları işimi çar-çabuk hallettiler, sigorta şirketinin elemanı indirim bile yaptı (Ne yaptı ama. Normalde 260 Moritanya Auguiya’sı olan Doları 200’den hesap etti. 57 Dolar’lık sonucu 50’ye düşürdü sadece).

Moritanya’da (ve Fas’ta da) karayoluyla seyahat etmeyi kolaylaştıran önemli bir belge var. Bu belgeyi kendiniz hazırlıyorsunuz. Böylece, 40-50km’de bir (hatta, bazen daha da sık) tekrarlanan polis kontrollerinde uzun uzun hesap vermekten kurtuluyorsunuz. Polisler (ya da askerler) de sizden alacakları bilgileri uzun uzun kaydetmekten… Buna ‘fiş’ deniyor (Fransızca fiche); yani, bilgi fişi. Neler oluyor bu fişin üzerinde, uzun uzun anlatmayayım. Aşağıda kendim için hazırladığım fişin kopyasını bulacaksınız. Açık gri ile boyanmış üç hücre ise Fas için, oraya özel bazı bilgiler için boş bırakılmış durumda. Bu fiş örneğini, Banjul için uzun feribot bekleyişi sırasında tanıştığım İngiliz Howard vermişti; ben de Excel’de kendi fişimi hazırlayıp, çoğaltmıştım. Yani, kendi kendimi ‘fişledim’. Normal bir Moritanya geçişi için, yanınızda bu fişlerden 40 kadar bulunması hiç fena olmaz.


‘Fiche’

Sınırı geçer geçmez, zaten içinde bulunduğunuz baraj sahası -ve aynı zamanda tabiat koruma alanı- için ‘bilet kesen’ korucu sizi durduruyor ve para istiyor. Yani, koruma alanına giriş parası… Benim gibi, yanında Auguiya bulundurmayan (bulunmaması normal de, uyanıklık edip Senegal paralarımın tamamını son benzin istasyonunda mazota yatırmasaydım, daha makul bir pariteden Auguiya almam mümkündü), Avro yerine de Dolar taşıyan birisi, böyle durumlarda (ve -örneğin- trafik sigortası yaptırırken) sövüşleniyor. Bilgi için; Batı Afrika ülkelerine gelecekseniz, yanınıza sakın yabancı para olarak ABD Doları almayın. Burada bilinen yabancı para Avro; bol bozuk Avro (ama, banknot olarak, tabii) bulundurun.

Korucu, yanıma başkent Nouakchott’a kadar kardeşini de kattı. Birlikte uzun ve sessiz bir yolculuk yaptık; ne o İngilizce -ve tabii Türkçe- biliyordu, ne de ben Fransızca ya da Arapça…

Nouakchott sevimsiz bir başkent; tıpkı Senegal’den beridir diğer başkentlerde olduğu gibi. Lonely Planet’ta (LP) kamp da yapılabildiği iddia olunan iki yer var; Auberge Menata ve Auberge Sahara. Menata şehrin içinde olmasına rağmen pek iç açıcı değil. üstelik, çadır da açamıyormuşum. Yani, LP bilgisi yanlış. Sahara ise şehir merkezinin dışında kalıyor. Otoparkında çadır açılabiliyormuş. O akşam, günlerdir ilk defa sıcak ve sulu bir yemek giriyor, kursağıma. Ne kadar acınılası, değil mi (burada herkes ağlayacak, ağlamayanın gözleri yaşaracak)?

Moritanya’da görmek isteyip de, cesaret edemediğim bir şey var; dünyanın en uzun tren katarı. Bu tren, ülkenin orta-kuzeyinde bulunan Zouérat’taki demir madeninden, Okyanus kıyısının Batı Sahra sınırına komşu limanı Nouadhibou’ya demir cevheri taşıyor. …ve bu trenle tek seferde en çok cevheri taşıyabilmek için de katar uzun tutuluyor; yaklaşık 2.3km. Gözleriniz büyüdü, değil mi? Benim de, televizyondaki bir belgeselde seyrettiğimde gözlerim yerinden uğramıştı; anlatan spiker “2.3km” deyince. İki ya da 3 lokomotif tarafından çekilen katarın sonunda da birkaç yolcu vagonu var. Yok, hayır! Benim bu trenle seyahat etmek gibi bir niyetim yok ama, böyle bir katarı görmek için de içimde karşı konulmaz bir dürtü var; ta o belgeseli seyrettiğimden beri. Ancak, bu treni görebilmek için, onun Sahra’daki güzergâhına gitmek lâzım. O güzergâh da, Batı Sahra-Moritanya sınırın hemen güneyinden, sınır boyunca gidiyor ve Sahra uzmanı Chris Scott’a göre, tren yolu boyunca giden bir de ‘piste’ (Fransızca’da ‘pist’ demek ve özellikle çölde araç geçişine ‘uygun’ düz patikalar için kullanılıyor) var. Tren raylarının hemen yanı başından giden bu pist, yer yer kumullarla da örtülüyormuş. “O zaman, tren yoluna çıkın. Zemin düz ve traversler de gömülü. Arabayla rahat gidebilirsiniz” diyor, üstat. “Ama, rayların kuzeyine sakın geçmeyin, mayına basabilirsiniz” diye de uyarmayı ihmal etmiyor. Yalnız, Chris Scott’ın Sahra Çölü için çok sık tekrarladığı bir başka uyarı vardır ki, kulak asmamak olanaksız : “Sahra’ya hiçbir zaman tek arabayla (“tek başınıza…” bile değil, dikkat ederseniz) girmeyin, sonucu ölümcül olabilir”. İşte bu uyarısı, beni, dünyanın bu en uzun tren katarını görmekten alıkoyar. Hiç olmazsa bir noktasında yakalayabilirim, düşüncesiyle, Sahra Çölü’nde Adrar Bölgesine, Atar’a gitmeye karar veriyorum. Atar dediğiniz, Nouakchott’a 436km. Yol asfalt olmuş, bir süre öncesinden beri. Gitmeye değer.


Atar ve ilerisi

Nouakchott’tan çıktıktan hemen sonraki polis kontrol noktasında yanıma bir de yoldaş kattılar; adeti veçhile. Gencecik bir asker, Ahmed. Atar’a, evine gidiyormuş. Yanımdaki İngilizce-Fransızca sözlükle anlaşmaya çalışıyoruz, yol boyunca.

Atar’a akşamüzeri vardığımızda Ahmed’i evine bıraktım. Onlarda misafir olmam, en azından bir yemek yemem ya da çay içmem için çok ısrar etti. Dil bilmeden misafir olmak zor geldi, uzun ve sıcak geçen yolculuktan sonra. Teklifi için teşekkür edip ayrıldım ve Lonely Planet’da (LP) sitayişle bahsi geçen Auberge Bab Sahara’ya yöneldim.

Bab Sahara, Alman-Hollandalı bir çift, Just ve Cora Buma tarafından 16 yıldır işletilen bir konak yeri. Benim gibi arabalı seyyahların Atar’daki vazgeçilmez uğraklarıymış, LP’da yazdığı kadarıyla. Bab Sahara’da kamp yapılabildiği gibi; Bedevî çadırından, buralarda tikit denilen otantik taş kulübelere kadar değişik seçeneklerden birinde de kalabiliyorsunuz. Tikitlerden klimalı olanları bile var. Ben de uygun bir köşeye parkedip, çadırımı açtım. Yolunuz Atar’a düşerse, Bab Sahara’da kalmanızı şiddetle tavsiye ederim. Adresi www.bab-sahara.com Akşamları Just ve Cora ile ve -varsa- diğer konuklarla birlikte hep beraber yemek, sohbet etmek imkânınız oluyor. Özellikle Just son derece entelektüel bir adam; altı dili çok iyi derecede konuşabiliyor. Bölgeyi ve insanını; yalnızca Moritanya değil, Fas, Batı Sahra, Mali ve Nijer’i de gayet detaylı tanıyor. Türkiye’yi de çok iyi bilen (yıllar önce birkaç kere gelip, üstelik bir süre İzmir’de yaşamış da) Just’la keyifli sohbetlerimiz oldu, bu arada. Bab Sahara’da, Just’un her işe meraklı olmasından kaynaklanan mekanik imkânlar da bolca mevcut. Hurdalığında arabanız için gerekli ufak tefek ‘yedek parçaları’ bulmamanız adeta olanaksız. Lando’nun, sonradan düştüğünü farkettiğim denge çubuğu burçlarından birisine parça ve cıvata-somun bulmakta zorlanmadım, örneğin. Bab Sahara’ya gelen dördüncü Türk’müşüm, Just’un söylediğine göre. Daha önce 3 genç gelmişler. Yöreyi avucunun içi gibi tanıyan Just’tan, tren yolu boyunca olan pist hakkında bilgi aldım; Lando’yla, zorlanmadan gidebileceğimi söyledi. Tren yolunun kuzeyi konusunda o da uyardı; mayınlara karşı. Ayrıca, daha doğudaki Chinguetti ve Ouadane’a (ya da Wadan) gitmek için de son derece detaylı bilgiler ve GPS koordinatları verdi. Böylece, Atar’a gelmemin, ‘trene bakmak’tan (gülmeyin) farklı amaçları da hâsıl oldu; keyfim yerinde.

Çarşamba sabahı Bab Sahara’dan ayrılıp, mazot ikmalimi yaptıktan sonra Chinguetti’ye doğru yola çıktım. Yol toprak ve genellikle derin ondüleler olduğundan, hayli sarsıcı; lâstik hava basınçlarını 24-26psi’ya kadar düşürdüm.


Chinguetti

Chinguetti, Sahra Çölü’nün önemli bir kervan uğrağıymış, tarihten beri. Ama, kentin esas önemli özelliği, Batı Afrika’nın İslam coğrafyasında bir bilim merkezi olmasından geliyor. Şehir, Sahra Çölü’nü geçip, Mekke’ye hacca gidemeyen Müslümanlar için kutsal kent ilân ediliyor. Zamanında din bilgisi dışında, astronomi, matematik, tıp, hukuk gibi birçok derslerin verildiği bir okula sahip bu kutsal şehirde yüzlerce öğrenci eğitiliyor ve birçok bilim adamı yetişiyor.

    
Annesinden meme emerken bile gözü bende   -    Moritanyalı kadın


Binlerce kitap ve el yazması eserin olduğu kütüphaneleri halâ olanaklar ölçüsünde korunuyor. Bu kütüphanelerden birisini ben de gezmek istedim. Kapısına kilit asılı olan kütüphanenin görevlisini çağırmak için oradaki kadınlar seferber oldu. Görevli gelene kadar da beni ‘çay partisi’ne davet ettiler.

    
Kütüphanenin giriş kapısı

Girdiğim kütüphanede 8. yüzyıldan17. yüzyıla kadar 1,400 kitap ve el yazması bulunuyormuş. Kerpiç binanın küçük bir odasındaki örnek kitaplardan birkaçını gösterdi, görevli. Diğer arşiv odlarına ise girilemiyor.


El yazması kitaplardan


Bu da bir matematik kitabı


Paha biçilmez eserlerin bir kısmı farelerin ve böceklerin hışmına uğramış


Yukarıdaki kitabın süsleme detayı

Kütüphaneden sonra bir başka yerde çay partisine davetliyim. Kadınları kırmak olmaz. O davete de icabet ediyorum, mecburen. Bu sefer, hanımların ellerinden çıkmış takılar, kına kutuları ve daha bir sürü elişleri ortaya seriliyor. Tabii, gafil avlandım. Ben ki, alış-verişten nefret eden, hele böyle incik-boncuk konusunda son derece beceriksiz birisiyim; dolayısıyla bir işkenceye dönüştü benim için. İçlerinden birkaç kına kutusuyla, bir-iki kolye seçtim, mecburen. Bol şekerli (ama nasıl, şerbet kıvamında) nane çaylarından sonra müsaade isteyip, hanımlara teşekkür ederek ayrıldım.

    
İkinci çay partisinden… Çayı bu şekilde yüksekten boşaltıp da, dışarıya dökmemek ve taşırmamak maharet istiyor, doğrusu   -   Çaycı güzeli

Chinguetti’den sonra yolum Ouadane’a (ya da Wadan) doğru… Aslında Wadan’a gitmek için, geldiğim yolu devam edeceğim. Ama, aynı yolu Wadan’a kadar tamamlamak yerine, arada bir noktadan güneydeki Tanouchert’e kadar inip, oradan Wadan’a giden alternatif güzergâhı deneyeceğim. Tanouchert’e gittiğini tahmin ettiğim belli belirsiz yoldan saptıktan sonra daha da zorlaştı. Önce Douerat’ı geçtim, yol bitti. Köye geri dönüp Ergheouya üzerinden Tanouchert’e giden yolu sordum, genç bir çocuğa Eliyle istikamet gösterdi. Peki, yol? “Şurdan!”mış. O ‘şurdan’dan gidince Sahra Çölü’nün ilk açılışını da yaptım, bir kumula batarak.

Burada çöl kumunda araba kullanmak ve kumullarla ilgili kısa bir açıklama girmek istiyorum. Çöl kumu, bildiğiniz deniz kumu gibi bir şey. Dolayısıyla, batmak da çok kolay. Onun için, kumun kıvamına (inceliğine ve yumuşaklığına) bağlı olarak lastik hava basınçlarınızı düşürmeniz gerekiyor. Ne kadar düşüreceğiniz, kumun yukarıda bahsettiğim kıvamı dışında, lastiklerinizin de özelliğiyle ilgili. Kolay yayılabilen, yumuşak lastiklerde bu miktar daha az olurken, sert ve kuma uygun olmayan lastiklerde daha fazla olmak zorunda. Benim lastiklerime -ki, BF Goodrich Mud Terrain KM2’dir- normal yükte (benim yüküm ağır ama, ‘normal’ derken bunu kastediyorum) ve asfaltta, önlere 38-40, arkalara 40-42psi hava basıyorum; gayet iyi geliyor. Bozuk toprak yollarda bunu ön 22-24, arka 24-26psi şeklinde düşürüyorum; sarsıntıyı bir miktar emebilsinler diye. Kuma gelince; bu normal düz kumda önler 18, arkalar 20psi’ya iniyor. Ama, battığım yerlerde ‘Allah ne verdiyse’ usulü, 10-12psi’ya kadar indiriyorum ki, böyle durumda jantlazemin arasında artık 5-6cm bir mesafe kalıyor.Tabii, bu basıncın bir tehlikesi var. Zeminde herhangi keskin bir taşla lastiğin kesilme-yarılma ihtimali çok yükseliyor. O nedenle, böyle cisimlerin üzerinden geçmemeye azami dikkat sarfetmek lâzım. Bir de, zemin sertleştikçe mutlaka lastik havalarını kompresörle arttırmak, basıncı uygun hale getirmek lâzım. Yoksa, lastiklerinizi teker teker yolda bırakabilirsiniz. Dolayısıyla, çölde araba kullanmak, yalnızca bu lastik havalarını ayarlamak zorunluluğundan dolayı bile, oldukça zahmetli bir iştir.

Şimdi, kumul diye bahsettiğim olaya gelelim: Kumul, çölde rüzgârın etkisiyle yer değiştiren kum tepeciklerine deniyor. Kumulları oluşturan kum taneleri, rüzgârda uçabilecek kadar hafif, dolayısıyla küçük olduğundan, bu kumun oluşturduğu birikintiler ya da tepeciklerde de zemin son derece yumuşak ve gevşek oluyor. Dolayısıyla da taşıma kapasitesi o denli düşük… Yani, üzerine arabayla çıktığınızda gömülüveriyorsunuz; hatta, yürürken bile… Kumul dediğimiz ‘hareket eden’ tepecikleri ayırtetmek zor değil; rengi, bulunduğu ortam renginden daha farklı (en azından ton farkı var) ve daha pürüzsüz ve ‘berrak’ (ya da katışıksız, diyelim). Ama, bazen de bu ince kum, bir çanağın dibindeki çukura doluyor ki, bunu farketmek zor oluyor. Çünkü, çukurun çevresindeki sert zeminin üstü de aynı kumdan ince bir tabakayla kaplanıyor. Bu sert zemindeki ince tabaka tehlikesiz; altı sert olduğundan, üzerinde rahatça yürünebiliyor. Ancak, çukur olan noktada derinlik daha fazla olduğundan, işte o noktada gömülüveriyorsunuz. Buna da ben ‘kum tuzağı’ diyorum ve bu tuzakların farkedilmesi mümkün değil.

Benim yukarıda bahsettiğim ilk batışım işte böyle bir ‘kum tuzağı’nda oldu. Daha sonraki batışlarımın bir kısmı kum tuzaklarında, bir kısmı da, bir set gibi önümü kapayan kumulları (tepecikler silsilesi) geçmeye kalkarken…


“Battık ey halkım, unutma beni!”

Takviye vitesi, diferansiyel kilidi, lastik havalarını indirmek falan, bana mısın demiyor. Gömüldükçe gömülüyorum. Arabanın göğsü olduğu gibi kuma yapıştı, lastikler artık boşa dönüyor. Çaresiz dört taraftan tek tek kriko vurup lastiklerin altını kumla besledim. Ön tarafları kaldırdığımda, lastiklerin altına kum paletlerini yerleştirdim. Hadi aslanım! Girdiğim gibi, gerisin geriye çıktım kum havuzundan.



Neyse ki, Just’un verdiği koordinatlar var ve onları GPS’ime kaydetmiştim. Erghouya’ya doğru düz bir çizgi çektim, GPS’te ve o çizgi boyunca, kumullara fazla basmamaya gayret ederek yola devam ettim. Kumula girmemek kimi zaman imkânsız. Önünüzü set gibi kapatıyor ve aşmak zorunda kalıyorsunuz. Lastik havaları 12-14psi civarında; neredeyse jant kenarları yere basacak. Lastikleri yarmaktan korkuyorum, bir yandan da. Ona rağmen, 2 kere daha saplandım, Ergheouya’ya varana kadar. Köyün içine girip, ilk bulduğum kişiye Tanouchert’e giden yolu soracağım, varsa tabii. Evinin önünde oturan yaşlı bir kadının önünde durdum. “Tanouchert?” diye sordum. Yanındaki küçük kıza bir şeyler söyleyip, içeri gönderdi. İçeriden, yaşlı kadının kocası olduğunu tahmin ettiğim bir adam çıktı, üzerinde mavi entarisiyle. Selamlaşma faslından sonra elimdeki Just’un hediye ettiği haritadan Tanouchert gösterdim. O da eliyle işaret etti. Tamam, iyi, o tarafta olduğunu ben de biliyorum ama, ya yolu? “Sen önce bir çay iç” dedi, adam bana. E hadi, bir çay partisi daha. Köye turist geldiğini gören köy halkı sökün etti bir anda. Hep beraber çaylar içildi. Burada çay ikramını üç bardaktan önce reddetmek pek hoş karşılanmıyor, onu anladım. Daha önceki çay davetlerinde de, burada da üçer bardağa zorluyorlar; içiyoruz. Sanırım ‘Allah hakkı üçtür’den gelen bir adet-kural.


Ergheouya’da çaydayız. “Çölde Çay” bundan doğmuş, eminim


    
Moritanyalı kızlar


İlk yol sorduğum yaşlı kadın

Tanouchert bir vaha; vardığımda saat dördü geçmişti. Ondan sonrasında Sahra kendini iyiden iyiye gösterdi artık. Her taraf kum ve kumullar artık daha sık ve geçilmez durumda. Ortalıkta ne yol, ne tekerlek izi var, takip edebileceğim. Wadan’ı GPS’te kerteriz alıp, çizgimi çizdim ve Lando’nun burnunu o yöne doğrulttum. Daha köyden 3km kadar uzaklaşmıştım ki, bu sefer çok tehlikeli bir şekilde gömüldüm. Orada hatırıma Chris Scott’un “Sahra’ya tek araçla kesinlikle girmeyin. Ölümcül olabilir” uyarısı geldi. Aslında, hiç çıkmamıştı ki!


Tanouchert vahası

Gömüldüğüm yerden çıkmam 2 saatimi aldı. Beş kez arabayı dört köşesinden kaldırıp, altını belemek ve kum paletlerini yerleştirmek zorunda kaldım. Sonunda pes ettim ve geldiğim yolu gerisin geriye gidip, normal yoldan Wadan’a ulaşmaya karar verdim. Hava kararmak üzereydi. Yorgunluktan bitkin düşmüştüm ve terden vücuduma yapışan çöl kumuyla ‘kum adam’a dönmüştüm


Son batışım


Bu fotoğraf çekmek için özellikle düzenlenmiş bir jenerik değildir. Dönüş yolunun bir kısmında (yaklaşık 2km kadar) böyle bir taşlığın üzerinde seyrettim. Tabii, her taşlığa girerken lastik havalarını arttır (kompresörle), kuma girince tekrar indir… Cehennem azabı gibi


Sonunda hava kararmak üzereyken Douerat’a yakın bir düzlükte arabayı durdurup, çadırı açtım. Elimi-yüzümü yıkayıp, hızlıca bir şeyler atıştırdıktan sonra hemen yattım. Yorgunluktan, hemen uyuya kalmışım.

Bu yazıyı burada kesiyorum. Yoksa bazıları yazdığım yazıların uzunluğundan dert yanıp, sonunu getiremediklerini söylüyorlar; onları yormayalım. Moritanya’nın devamını -ve sonunu- bir sonraki yazıda okuyacaksınız.

Şimdilik hoşça kalın.