Arabamla Dünya Turu – Fas 8 SON (Chefchouen, Tanca, Sebta)


Akşam geç saatlerde, Al Hoceima’ya girdim. Kısa bir araştırmadan sonra bulduğum bir otelde yattım, o gece. Ertesi gün, göz açtırmayan bir yağmur ve yoğun bir siste, daracık ve inanılmaz virajlı -kısmen de bozuk- bir yoldan Chefchaoufen’e gittim. Fas’a gidip de, Chefchaouen’i görmemek olmaz, bence. Bildiğimden midir? Hayır! Ben de görünce anladım. Sapa olduğu için hiçbir tur organizasyonu oraya götürmez, müşterilerini. Faslılar’ın adlandırmasıyla “Chaouen” ismi, Berberî dilinde ‘boynuz’ anlamına gelen ichawen’den geliyormuş. Böyle adlandırılmasının sebebi de, şehrin arkasındaki iki dağın, keçi boynuzuna benzer görüntüsü.


Chefchouen


Fas’ta pek alışılmamış 6-köşeli minaresiyle Büyük Cami



Şehir, 1471’de,İspanya’dan kaçan Müslüman Berberî asıllılar (Moorlar) tarafından kurulmuş. İlk olarak, Mulay Ali Bin Musa Bin Raşid El Alami’nin önderliğinde, Portekiz istilasına karşı yapılmış ve hala ayakta duran bir kale olarak yapılmış. Kale ve içi, orijinal haliyle günümüzde de ayakta duruyor. Moorlar’a daha sonra -yine- İspanya’dan kaçan Yahudiler de katılmış. Chaouen’in en önemli ve -bence- sevimli özelliği, mavi beyaz evleriyle, erkeklerin giydiği kukuletalı cüppeleri. Rif Dağları’ndaki bütün yerleşim yerlerinde bu kukuletalı cüppelerle dolaşan erkekleri görüyorsunuz. Fas’ın diğer yerlerinde de aslında giyiliyor bu cüppeler ama, burada kukuletalar -neredeyse hep- başlarına çekilmiş oluyor insanların ve bu çok sevimli bir görüntü oluşturuluyor. 



Chaouen’in bir diğer özelliği de, çevresinde bol bol Hint keneviri yetiştiriliyor olması. Dolayısıyla marihuana, yani esrar kullanımı da oldukça yaygın. Tabii, satışı da… Eminim serbest değildir ama, hemen her yerde elinde sarma sigarayla dolaşanları görüyor, esrar dumanının kokusunu alıyorsunuz. 1920’den, Fas’ın bağımsızlığını kazandığı 1956’ya kadar İspanyollar’ın egemenliğinde kalmış, Chaouen. O yüzden de, Fransızca (ve Arapça ve Berberîce) dışında, İspanyolca da konuşuluyor, Chaouen’de. Dik bir yamaca kurulmuş olan şehrin yüksek kısmında, kale girişlerinden birinin önündeki ufak meydana parkettim, Lando’yu. …ve hemen oradaki ufak bir otele yerleşip, kaleiçini gezdim, bol bol.

    







Chefchaouen’in Medina’sından (Eski Şehir) kareler

    


Gece sokaklar


Sabah erkenden kalktım. Parkettiğim meydanda Pazar kuruluyormuş; arabayı çekmem lâzım. Kahvelerden birinde acı kahve ve kruvasanla yaptığım kahvaltıdan sonra Tanca’ya doğru yola çıktım. 120km bir yolum var. Akşama ise Sebta’da kalacağım; Fas’taki, ya da Afrika’daki son gecem…


Tanca Limanı’na bakan kolonyel binalar

Yıllarca çeşitli kültürlerin etkisinde ve ulusların yönetiminde kaldıktan sonra, 20. yüzyılın yarısını uluslar arası bir konseyin kontrolünde geçiren Tanca, uzunca bir süre Avrupa’nın jet sosyetesinin de gözdesi olmuş. Birçok ünlü yazar ve sanatçı yaşayıp geçmiş, Tanca’dan;ünlü Fransız ressam Henri Matisse gibi. 2. Dünya Savaşı ve sonrasındaki Soğuk Savaş döneminde birçok ülkenin gizli ajanlarının cirit attığı yermiş. Kaleiçinde hızlı bir tur ve kısa bir kahve molasından sonra ayrıldım, Tanca’dan.


Cervantes Tiyatrosu. 
Bir zamanlar tanınmış birçok sanatçı geçmiş, parlak zamanlarında. Şimdi ise, böyle metruk halde


Sebta’ya girerken sınıra yaklaştım. Ne sınırı mı? Tabii İspanya sınırından bahsediyorum. Sebta, ya da İspanyolca adıyla Ceuta bir İspanya kenti. İspanya’nın, İspanya Fası döneminden sonra elinde kalan, daha doğudaki Melilla’dan sonraki tek yer. Cebelitarık Boğazı’nın her iki yakasında, böyle iki küçük nokta var; birisi Fas’ın kuzeyindeki bu Ceuta (ya da Sebta) kenti, diğeri de boğazın kuzey yakasında, İspanya’nın güney ucundaki Gibraltar; o da İngiltere’ye bağlı. Ben kıtayı Ceuta’dan terketmek istiyorum. Avrupa kıtasına geçerken, feribottan indikten sonra bir de gümrük işlemleriyle uğraşmamak için. Ceuta’ya sınırı geçip de girince Avrupa’ya girmiş oluyorsunuz. Böylece, ertesi gün Avrupa’ya feribotla, sanki bizim Eskihisar-Topçular feribotuyla geçer gibi geçeceğim.


Ceuta’nın en kuzey ucu. Yukarıda Sebta Feneri

Ceuta’da ucuz bir otel bulmak neredeyse imkânsız. En azından, arabayla gezerek… Park sorunu daha Avrupa’ya girmeden başladı. Saatlerce sokakları dolaştıktan sonra, seyahatimin -Buket’le Demokratik Kongo’da Lubumbashi’de kaldığımızdan sonraki- en pahalı oteline çaresiz yerleşiyorum; 75 Avro. Otele yerleşmeden önce, limandaki feribot iskelesinden, ertesi gün için biletimi de alıyorum. Sabah çok erken bir saati tercih etmedim, sıkışıklık olmasın diye; 11:30’da kalkacak olandan aldım. İyi ki de öyle yapmışım. Sabah 8’de uyanıp, rahat rahat kahvaltımı yaptım. Niyetim, arabayı otelin otoparkında bırakıp, feribot saatine kadar yürüyerek şehri dolaşmak. Resepsiyonda hesabı öderken bir an duvardaki saate gözüm ilişti; saat 11:00. Bir anda, Lonely Planet’ta yazan uyarıyı hatırladım; “Dikkat! Ceuta’da İspanya saati uygulanır. Yani, Fas saatinden 2 saat ileri”. Feribotun kalkmasına yarım saatten az bir zamanım kalmıştı. Önümdeki ailenin hesabı ödemesi ise uzadıkça uzuyor. Feribota 20 dakika kala otelden ayrılabildim. Neyse ki iskele çok yakın. …ve neyse ki, bu mevsimde bu yönde çok yolcu yok. Feribota 10 arabadan azdı, benimle birlikte binen.


Desnarigado Kalesi ve önündeki top. Ufukta, sağda görünen karaltı ise -artık- Avrupa

Böylece Fas’ı ve dolayısıyla da Afrika’yı bitirdim. Beşinci ve son kıtama geçiyorum. Bundan sonrası kolay; artık evde sayılırım. Avrupa’da buluşmak üzere, sağlıcakla kalın.