Arabamla Dünya Turu – Fransa (Nimes - Marsilya - Cannes - Monako) | |
İspanya’dan nasıl çıktığımı, Fransa’ya nasıl girdiğimi pek anlayamadım. Yoldaki tabelaların dili İspanyolca’dan, Fransızca’ya dönmüştü, yalnızca. Şimdi bakıyorum da, İspanya tarafında Puigcerdà olan köyün ismi, Fransa’da Bourg-Madame olmuş. Ya da aslında ikisi ayrı köy ama, birbirleriyle sınırda birleşmiş, falan. Her neyse! Ben Fransa’ya geçtim, sonunda; Andorra’yı doğudan selâmlayarak. GPS’imde otoyolları özellikle kilitledim ki, ara yolları kullanayım. Ufak ve sevimli, hepsi de eski, hatta tarihi köylerin içinden, çiftliklerin kıyılarından, aşarak; ama hep coğrafyaya uyan bir yolla, viyadüksüz, tünelsiz, yarmasız, tatlı tatlı ine-çıka, kimi zaman virajlı… Kendimi 1950’lerin Avrupa filmlerinde hissediyorum; belki daha bile eski… Yeniden Akdeniz kıyısına doğru döndüm. Size bir tavsiye, Fransa’da kampinglere girişinizi fazla geç saatlere bırakmayın. Çoğu akşam saat 18:00 gibi resepsiyonu kapatıyor. Başka da kimseyi bulamıyorsunuz. Dolayısıyla da kampinge giremiyorsunuz. Ben de kamping seçmeye karar verdiğimde, Fransa için çok geç olmuştu. Bulabildiğim hiç bir kamp yerindeki resepsiyon açık değildi. Sonunda Narbonne’da bir otele yerleştim, geç bir saatte. Fransa’ya girdikten sonra, İspanya’da çıktığım Pireneler’i iniyorum... 10 Mayıs Perşembe günü otelden ayrılıp, yola çıktım; Carcassone’dayım. Şehir merkezine yakın bir kampingde kalıp, ertesi sabah kale-şehri gezdim. Sonraki gün Provence’a doğru yola çıktım. İlk durağım Nîmes olacak. Buradaki Roma arenasını görmek istiyorum, özellikle. Ancak, önceden size anlatmak istediğim bir şey var. Konu, çoğumuzun giydiği blucinlerle ilgili. Malûm, ‘denim’ denilen bir kumaş türü kullanılır bu giysilerde (pantolon ya da diğerleri). ‘Denim’ adının nereden geldiğini biliyor muydunuz ? Fransızca’da ‘serge’ diye geçen bu şayak (kalın dokunmuş pamuklu) kumaşların doğum yeri Nîmes. Aslında başta İtalya’nın Genova kentinde, ‘sağlam rüzgârlar’a dayanıklı yelken bezi olarak dokunmaya başlayan bu tür kumaşlar, daha sonradan Nîmes’te dokunur olmuş daha çok. ‘Serge de Nîmes’ten türetilmiş ‘denim’ adı da, bu kumaşlara isim olmuş. Bunu daha sonra çivitle renklendirip, bildiğimiz blucin kumaşını elde etmişler. 19. yüzyıldan sonra da bu kumaşlardan blucinler üretilmeye başlanmış ABD’de. Sonrasını da biliyorsunuz; bir ton para verip giyiyoruz. Carcassone’un tepesinde yer alan kale-şehrin tarihi M.Ö. 100 yıllarına, Roma dönemine kadar dayanıyor...
St-Nazaire Bazilikası’nın vitraylarından… Benim bu vitraylara takıntım var; rengârenk hoşuma gidiyor. Asterix okumuşsunuzdur, çoğunuz. Galyalı Asterix ve tüm dostlarıyla, Romalılar’ın bitmek tükenmek bilmez mücadeleleri… İşte bu topraklardır, geçtiği yerler. Romalılar, Galyalılar’dan (Keltler) M.S. 49’da Marseilles’i aldıktan sonra, Nîmes de düşer. Sonra da Roma devri başlar. M.S. 1’inci yüzyılda Nîmes’e eğlence amaçlı bir tiyatro yapılır. Önceleri Güney İtalya’da görülmeye başlayan bu tür, iki anfitiyatronun karşılıklı birleştirilmiş halidir; genellikle hafif bir elipstir, yukarıdan bakıldığında. Bu türe, Latince’de ‘kum’ anlamına gelen ‘arena’ denilir. Sebebi de, zemininin kum olmasıdır. Amaç, hayvanları ya da insanları birbirleriyle dövüştürüp seyretmek ve böylece ‘eğlenmek’tir. Kimse, evinde oturup, yerli dizi seyretmeyi düşünmez o zamanlar. Kale-şehir sokaklarından manzara... Nîmes’teki arena da, dünyada günümüze kadar en iyi korunabilmiş olanı. Bunu, hemen tüm hayatı boyunca kullanılmış, dolayısıyla hep bakılmış ve onarılmış olmasına borçlu. Arenada eğlence programı, sabah gladyatörlerle yırtıcı hayvanlar arasındaki dövüşle başlarmış. Öğle boşluğunu yalnızca hayvanlar arasındaki ölümcül savaşa ayırırlarmış. Öğleden sonra ise işin en zevkli kısmı olan gladyatörler arasındaki mücadeleler sahne alırmış. Bunların hepsi, sonucu -genellikle- ölümle biten karşılaşmalar, tabii. 11-12. yüzyıldan sonra, İspanya’dan ihraç edilen bir başka eğlence tarzı daha eklenmiş, bunlara; boğa güreşleri. Özellikle 18. yüzyılda boğa güreşi Nîmes’te oldukça popüler hale gelmiş. Nîmes’in 24,000 kişi alabilen arenası... Maison Carreé (‘Kare Ev’ anlamında) M.S. 1. yüzyılda Romalılar tarafından İmparator Augustus’un iki evlatlık oğlu (aslında torunları), Caius ve Lucius Cesar adına yapılmış... 1096 yılında tamamlanan katedral... Nîmes’in kuzeyinde bir Roma dönemi eseri daha var; Pont du Gard. Pont du Gard, M.S. 1’inci yüzyılda yapılmış bir su kemeri. Uzunluk olarak, İstanbul’daki (özellikle Bozdoğan Kemeri, toplamı 971m imiş, zamanında) benzer Roma kemerleriyle boy ölçüşemese de, Roma su kemerleri arasında 48m ile dünyadaki en yükseğiymiş. Sırada Orange var. M.Ö. 35’te Romalılar’ın kurduğu şehirde de yine tarihi bir tiyatro var. Her yıl yapılan Opera Festivali’ne de ev sahipliği yapan bu tiyatro da yine M.S. 1. yüzyılda yapılmış. Bu da, Roma tiyatroları arasında en iyi korunmuş olanlarından birisi kabul ediliyor. Pont du Gard, Uzés’ten Nîmes’e su götürmek için yapılan su yolunun, Gard Nehri vadisini geçmek için yapılmış su kemeri... Orange Roma Tiyatrosu... Bu da Opera Binası... Akşam, Marsilya’nın kuzeyinde, Aix-en-Provence’ta bir kampingde kaldım. Ertesi gün Marsilya turu var. Vieux Port (Eski Liman) çevresinde yürüyüş ve Fort d’Entrecasteaoux’de hızlı bir turun arkasından yemek yedikten sonra Marsilya’dan ayrıldım. Fransa’da son gecemi, Saint-Tropez yakınlarında bir kampingde geçirdim. 16 Mayıs Çarşamba sabahı kamptan ayrılıp önce Saint-Tropez’e girdim; zenginlerin nasıl yaşadıklarını görmek için (güzel yaşıyorlarmış). Daha sonra da Cannes, Nice, Monte Carlo üzerinden İtalya sınırına geldim. Marsilya'da Eski Liman... Fort d’Entrecasteaoux’den, liman girişini koruyan kalelerden birisi olan Fort St-Jean... Cannes’a girdiğimde bir kalabalık, bir keşmekeş… Beni karşılamak üzere hazırlandıklarını düşündüm; değilmiş. Meğer Cannes Film Festivali başlamış, tam benim oradan geçtiğim gün. Sokaklarda bırakın park etmeyi, arabayla ilerlemeye bile imkân yok. Sahildeki La Croisette Bulvarı’nın bir şeridi trafiğe kapalı. Kalan şeritten hem iki yönlü trafik akıyor, hem de festival için oraya gelen tüm meraklılar yürüyor. Bir yandan da; kafelerin önünde, içeride -ya da dışarıda- oturan meşhurları görmek için yollara taşmış kalabalık gruplar, otellerin önüne döşenmiş kırmızı halıların üzerinden yürüyerek çıkıp, bekleyen göz kamaştırıcı limuzinlere binecek başka meşhurlar için izdiham… Kendimi Cannes’ın mücavir alan sınırlarından dışarıya atana kadar ‘ak’la ‘kara’yı seçtim. Sonra da Beaulieu-sur-Mer’in sessiz koylarına geldim. Saint Tropez'den... Monaco, biliyorsunuz, Fransız Riviera’sında, İtalya sınırından az önce yer alan, toplam 2.05km² (o da son eklentilerle) büyüklüğünde bir kent-ülke. Vatikan’dan sonra dünyanın ikinci en küçük ülkesi. Nasıl girip, çıktığımı ben bile anlayamadım. Çoğu kısmı tünellerin içinde, ya da binaların altında giden birkaç kilometrelik yolda Monaco’ya girip-çıktığınıza dair bir işaret bile yok; ya da ben göremedim. Yalnız bir ara, Fransız polisi üniformasına hiç de benzemeyen bir kıyafet giymiş polis gördüm, kenarda. O zaman “Hah” dedim, “işte burası Monaco”. Sonra tekrar Fransa’dayım. Biraz sonra da İtalya sınırında, zaten. Beaulieu-sur-Mer... Böylece Avrupa’daki ikinci ve üçüncü (Monaco’yu ülkeden saymayacak mıyız yani?) ülkelerini de bitirmiş oldum. Yeni konsept böyle; kısa, özlü. Sizi de, beni de yormuyor. İtalya’ya kadar, “Arrivederci!” |