Arabamla Dünya Turu – Arnavutluk : 1- (Theth - Blu Eye) | |
Montenegro’dan çıkıp da Arnavutluk sınırından geçtim. İşkodra Gölü’nün güney-doğu ucundaki İşkodra şehrinin içinden kısa bir turla geçip, kuzeye yöneldim. Gideceğim yer Theth. Arnavutça’da yazılışı aynen yazdığım gibi. Okunuşu da bu kelimeyi İngilizce olarak nasıl okuyorsanız, öyle. Bizler (Türkler) için telaffuzu biraz zor olan İngilizce’deki ‘th’ın okunuşu (hani, dil dişlerin arasındayken ‘t’ demeye çalışmak gibi bir ses) bu ismin başında ve sonunda var. Uzatmayayım, adını söylemesi zor olan bu yere doğru gidiyorum. Neden Theth? “Arnavutluk’un bilinmeyen yüzü” demiş Lonely Planet, Theth’ten bahsederken. Dünyadan izole, Prokletije Dağları, diğer adıyla Arnavutluk Alpleri’nin 2,700m’ye varan yükseltileri arasındaki Theth ve çevresindeki köylerin 300-350 yıllık tarihi var, ancak. Katolik Hristiyan olan Shala Komünü, dinlerini koruyabilmek için kendilerini bu doğal hapishaneye kapatmışlar.
İşkodra’dan Dukaj’a doğru… Geçebileceğim uygun bir boşluk bulana kadar, uzunca bir süre kaplumbağa hızıyla takip etmek zorunda kaldım. Yol dik, dar, çok virajlı ve çok ham. Sanki kayaları kırıp da, iş makinesinin geçebileceği genişlikte bir düzlük elde edip, bırakmışlar gibi. Üzerinde herhangi bir kaplama malzemesi yok. Dolayısıyla, kırık kaya parçaları ve taşların üzerinde gidiyorsunuz. Bu da, hem sizi, hem de aracınızı çok yoruyor. Tabii lastiklerin aşırı yıpranması ve kesilerek yarılma riski de cabası. Yaklaşık 40km’lik bu yolu 2.5 saat kadar bir sürede tamamlayabildim. Yolun zirve yaptığı noktadayım; rakım 1,690m. Buradan sonra, Theth’e doğru sürekli viraj ve iniş. Sert doğa koşulları, buranın insanını da kendi şartlarına uydurmuş. Dirençli, sağlıklı ve çalışkan insanlar. Hem de çok güzeller. Aynı zamanda bir millî park ve koruma alanı olan Theth’te sakin, sessiz ve huzurlu bir yaşam sürüyorlar.
Theth’deki çayın üstünde… Ev derken, bitişiğinde inşaat halindeki ‘müştemilatı’yla, dev gibi bir bina duruyor, karşımda. Çocuk, annesine bir şeyler söyleyip, bana bir oda gösterdi; akşam yemeği ve sabah kahvaltısı dahil 30 Avro’ymuş. Güzel tabii, aslında. Ama, ben ya çadırda, ya da ‘gerçek bir köy evi’nde kalmak niyetindeyim. “Etrafa biraz daha bakınma” bahanesiyle ayrıldım. Köyün meydanına doğru sürdüm, arabayı. ‘Meydan’ demek ne derece doğru olur, bilemiyorum. Köy dediğim, birbirlerine uzaklıkları 100-150m civarında 15-20 evden oluşan bir yer, burası. Öyle ‘köy meydanı’ falan yok. Arabayı sürdüğüm yer, çan kulesini gördüğüm kilisenin olduğu alan. Orada da yol bitti, nitekim. Arabadan iner inmez, iki çocuk daha geldi, yanıma. Onlar da diğeri gibi cin bakışlı ama, İngilizceleri daha zayıf. Fiyat aynı; ev yürüyerek gidilebilecek şekilde 100m ileride. Onlara da teşekkür edip, kendi ‘kafam’a uygun bir yer aramak üzere ayrıldım. Çayın öte yakasında, evini pansiyona dönüştürme çalışmalarıyla meşgul bir adam beni görünce el sallayıp, çağırdı. Yanına gittim. Çok zayıf İngilizcesi ile, istersem bahçesinde çadır kurabileceğimi söyledi; ücret de istemezmiş. Sanki, akşam yanına yarenlik edecek bir arkadaş arıyor gibi. Hiç fena bir teklif değil. Üstelik gürül gürül akan nehrin de dibinde. İleride bir şelale ve ‘Blue Eye’ olduğundan (Mavi Göz) bahsediliyor. Oralara bakıp, belki(!) döneceğimi söyledim. Ama, dönemedim. Nika Ailesinin evi.. Blue Eye ne ola ki, diye gidedurayım, yolda bir çoban çocuğa rastladım. Güneye doğru ilerledikçe İngilizce bilir oranı da düşüyor, anlaşılan. Blue Eye’ı biliyor, gitmekte olduğum yol da doğru da, ne kadar sonra ne yöne sapacağım konusunda çelişki var. İngilizce yerine parmak, el ve kol dillerini kullanarak birkaç yüz metre sonra önce sola, ondan birkaç yüz metre sonra da sağa sapacağımı anladım. Umarım, doğru anlamışımdır. Çünkü, gitmekte olduğum o ‘birkaç yüz metreler’de yol iyice bozuldu. Kimi zaman kuru dere yatağına giriyor ve kocaman yuvarlak taşların üzerinde, kâh bata-çıka, kâh seke-düşe ilerliyor, kimi zaman da önceden olduğu gibi kaba ve keskin kenarlı taşlarda lastiği yarmayacağım diye ter döküyorum. Sağa sola ayrılan -sanki- daha az kullanılmış yolları gözardı ederek, bir düzlüğe ulaştım. Sağımda birkaç ev var. Doğru yolda olup olmadığımı öğrenmek için bir tanesinin önünde durup, içeriden koşup gelen ufaklığa “Blue Eye?” dedim. İngilizce bilirlilik oranı sıfıra düşmüş durumda. Ama, haksızlık etmeyeyim; çocuğun yaşı diğer hepsinden küçük. Babasını çağırdı. Bu arada ben de evlerini ‘kalınabilirlik’ gözüyle süzüyorum. Baba geldi, o da İngilizce bilmiyor ama, ‘vücut dili’ konusunda, yaşının verdiği tecrübe ve kıvrak zekâsı sayesinde daha becerikli. Blue Eye’ı anladı ve tarif etti. Hatta, biraz önce aynı soruyu yönelttiğim ufaklığı da yanıma katacak, yarı yola kadar. Peki, kalacak yer? Bahçede çadır açıp açamayacağımı sordum. Evlerinde kalabileceğimi söyledi. İstediğim de bu, aslında. Kendimi zorla davet ettiriyorum yani. Nika ailesi… Sol baştaki Christian, çoban olan; 8. sınıfa geçmiş. ‘Esas duruş’taki ise Albert.
Daniella... Biz, Albert’le (ufaklık) beraber yürüyerek yola koyulduk. Albert beni bir köprünün(!) başına kadar götürüp, oradan sonrasında ‘serbest bırakacak’. Bunu kendi dilinde bana anlatamadıkça da, benim ne kadar anlayışsız ve aptal birisi olduğumu belli edercesine ufluyor, başını sallıyor, söyleniyor. Onu daha fazla sıkmamak için daha fazla soru sormadım; köprübaşına kadar sessizce yürüdük. Sonrasında yalnız devam ettim. Devam ettim, etmesine de, hava giderek alacakaranlığa döndü ve ben daha Blue Eye denilen şey her ne ise, onu göremedim. Daha da devam edersem, dönüşte karanlığa kalacağımı, sonra da önümü göremeyeceğim için o sarp yerlerde düşüp, bir taraflarımı kıracağımı, en azından karanlıkta yolumu kaybedip, kurda-kuşa yem olacağımı düşünerek, geri döndüm. Kafa lambamı almadığıma hayıflanıyorum ama, bu Blue Eye denilen yerin bu kadar uzak ve ulaşılması bunca zor bir yer olduğunu da kimse söylemedi ki, birader! Kime sorsan “Aha, şurası!” diye parmağıyla işaret ediveriyor. Evin yerini, Lando’nun siluetinden tanıdım.
Burada suya 'sere serpe' girdim... Geç saat döndüğümüzde ter içinde bahçedeki sıraya oturdum. Evde, evin 7 kişilik ahalisi dışında üç de inşaat işçisi kalıyor. Bir de ben, 11 kişi. Ev büyük, neyse ki; bana da bir oda düştü. Akşam yemeğinden önce rakı servisiyle başladık. Oranın rakısının adı ‘rakı’ sadece. Tadı ise -çok- farklı. Su katmadan, sek içiyorsun. Yemekten sonra da okkalı bir Türk kahvesi getirdiler ki, o günün yorgunluğuna deydi hani.
Meşhur Blue Eye bu işte. Bu kadar eziyete deydi mi, derseniz… Gelelim, ‘Blue Eye nedir?’e. Burası, koca bir kayanın içine oyulmuş, yüzeyde çapı yaklaşık 15-20m kadar olan bir çukur. Söylendiğine göre derinliği 80m imiş. Adının ‘Blue Eye’ olmasının sebebi de, derinliğin fazla olması yüzünden, suyun ‘gece mavisi’ne yakın bir renkte görülüyor olması. Yukarıdan inen suların doldurduğu bu çukuru, devamındaki kanallar ve -iddiaya göre- dibindeki bir delik boşaltıyormuş. Suyun kaynağı olan buzullara bu kadar yakın olması yüzünden de, aşağıdaki diğer her yerden daha soğuk. Şefin termometre özellikli kol saatiyle yaptığı ölçüme göre sıcaklık 4°C. O soğuk suya nasıl atladı, nasıl karşıya kadar yüzüp geldi, inanamadım. Ben, buradan daha aşağıdaki bir noktadan (dolayısıyla, nispeten daha sıcak, belki 6-7 derece) ok gibi fırlamıştım, hâlbuki. Daha önce de dedim ya, sert doğa koşulları, buranın insanını da kendine uydurmuş.
|