25-26 Ekim’de görevli olarak Brüksel’e gittik. Toplantılardan fırsat buldukça Brüksel’i gezmeye çalıştım. Hatta araya birkaç saat Brüj şehrini bile sıkıştırdım. Tabi ki toplantılardan dolayı istediğim gibi olmadı ama yine de Brüksel’i sizlerle paylaşmaya karar verdim…
Öncelikle Brüksel için yaptırdığım otel rezervasyonundan bahsedeyim. Brüksel’de fiyatı makul ve temiz bir otel bulmak ekibimiz için önemli olduğundan daha önce Brüksel’e gidenlerin nerelerde kaldıklarını bir araştırdım ve sonunda sahibi Türk olan Hotel Villa Royale’de karar kıldım. Toplantıdan bir ay önce kredi kartı bilgilerini göndererek yaptırdığım rezervasyon ile çift kişilik oda üç gece için 255 €’ya maloldu. Otel yönetiminden Sevil Hanımla Türkçe mailleşebilmek rahat. Gerçi otelden size hep İngilizce yanıt geliyor ama siz Türkçe yazmaya devam edebilirsiniz. Rezervasyonunuzu yirmi dört saat öncesinden iptal edebiliyorsunuz ve ücreti kaldıktan sonra ödüyorsunuz. Erken rezervasyonla 255 € olan otel, gittiğimiz tarihlerde 285 Euro idi. Otelin bir diğer özelliği GARE du NORD istasyonuna 10 dakikalık bir yürüyüşle gidebilmeniz ki bu istasyonu Brüj’e gitmek için kullandık. Yine otelin hemen önünden tramvay geçiyor. Otel cadde üzeri ve çıkınca sağa doğru yürüdüğünüzde Nord istasyonu ve tramvay durakları, sola doğru yürüdüğünüzde 300 metre sonra Botanique ya da diğer adıyla Kraidutin metro istasyon durağı yer almakta. Brüksel’de tüm istasyonların hem Fransızca hem de Flamence isimleri birlikte veriliyor. Metro istasyonlarından şehrin diğer caddelerine, merkeze yani Grand Palace’e ve Gare du Midi diğer adıyla Zuid Station’a gidebiliyorsunuz. Metro hattını sadece Paris’e giderken kullandık. Brüksel’de turistik yerlerin hepsine otelden yürüyerek gittik.
1. GÜN Sabah saat 09.15’te Anadolu Jet uçağı ile Ankara Esenboğa Havalimanından direkt Brüksel Havalimanına uçtuk ve yerel saat ile saat 12.10 ‘da uçağımız Brüksel Havalimanına indi. Bavullarımızı aldıktan sonra çıkış yönünü takip ederek Java Cafe’de bizi bekleyen otel görevlisi ile buluşup bir kat aşağıdaki shuttle (bir tür servis aracı) hizmeti aldığımız aracımıza geldik. Küçük bir sigara molası yaparken etrafa baktığımızda buranın otobüslerin ve taksilerin de kalkış noktası olduğunu gördük. Dolayısıyla otobüsle Nord istasyonu civarına gidebilirdik ama shuttle hizmeti, öğleden sonra Brüj’e gideceğimiz için daha hızlı bir yol olarak göründü. Otelin Türk bölgesinin hemen önünde olan bir cadde olduğunu ve bölgenin adının Scearbeek (okunuşu-skarbek) olduğunu öğreniyoruz. Yaklaşık 20 dakika sonra otele geliyoruz ve içeri girip resepsiyondaki görevli ile oda işlemlerimizi halledip odalarımıza çıkıyoruz. N. Bey ve eşi ile yarım saat sonra lobide buluşmak için sözleşiyoruz. Bu arada saat 13.00 olmuş ve amacımız bir an önce Brüj’e gitmek.
Öncesinde görevliden Brüj’e Nord İstasyonundan tren seferleri olduğu bilgisini, yol tarifini ve metro haritamızı da alıyoruz. Odamıza çıkıyoruz ve şöyle bir kolaçan ediyoruz. Temiz ve kullanışlı olduğunu görüyoruz, birkaç eşya yerleştirip aşağıya iniyoruz.
Otel çıkış kapısından sağa doğru cadde boyunca yürüdüğümüzde sola, karşıya ve sağa yol ayrıldığını görüp hemen birine istasyonu soruyoruz. Yol ayrımından sola yokuş aşağı inen yolu esas alarak yürümeye devam ediyoruz. Yaklaşık 15 dakika sonra istasyonun içindeyiz ama Brüj’e gidecek tren seferlerini göremiyoruz çünkü her yazı, her tarif Fransızca ve Flamence. Zar zor bilet satan bir gişe buluyoruz ve Brüj biletlerini alıyoruz. Pazar günü tatil olduğundan aldığımız biletler Week-End bileti. Dönüş dahil dört kişiye 55.20 € bilet ücreti ödeyerek saat 14.02 de Brüj’e hareket ediyoruz.

Yolculuk 1 saat 10 dakika sürüyor, biz doğa manzaraları ve N. Beyin eşinin Türkiye’den getirdiği nefis su böreği eşliğinde Brüj istasyonuna geliyoruz. Trenden inerken iki Türk gençle tanışıyoruz. Brüksel’e Master için gelmişler. Brüj gezisinin başlangıç noktasına kadar bize eşlik ediyorlar. İstasyon çıkışından düz ilerlediğinizde ışıklardan karşıya geçin ve sağa sola dönmeden hemen karşınızdaki ağaçlıklı yola girin. Burası sizi kanallar üzerinden merkeze götürecek yol. Yürüyerek göreceğiniz kanal az ve nehrin de kısa bir kısmını görüyorsunuz. Belki nehirde tekne turu yapsak farklı bir hava olabilirdi. Bir köprü üzerinden sağa ve sola baktığınızda göle akseden muhteşem manzaralar yakalıyorsunuz. Yolu takip ederek gidiyoruz ve çok güzel evlerin olduğu bir sokaktan geçerek bir alana geliyoruz. Burası Unesco tarafından koruma altına alınan bir yer ve içinde kilise barındırmakta. Hoş bir manzarası ve sessizliği var. Buradan çıkıp Brüj’ün ana caddelerine geliyoruz. Her tarafta etkileyici tarihi yapılar mevcut. Meydanda çok büyük bir kilise var ve açık olduğunu görüp kalabalığı izleyerek biz de kilisenin içine giriyoruz. Kilisede muhteşem bir işçilik sizi bekliyor.
Orta Çağdan kalma mimarisi, değişik çikolataları, danteli, kanalları ve Belçika birası ünlü olan bu kentte hava kapalı ve yağmur bulutları yüklü olmasına rağmen birkaç saat gezebiliyoruz. Hava soğuk ama en azından yağmur yok derken akşam üzeri yağmur ara ara atıştırmaya başlıyor. Yılmıyor ve gezimize devam edip tüm çikolata dükkanlarına giriyoruz. Leonidas diye bir dükkanın çikolataları ünlü imiş. Oradan da çikolata alıp ara ara Brüj’ün dantellerle süslenmiş dükkan vitrinlerine bakmayı da ihmal etmiyoruz. Dantellerin fiyatları dudak uçuklatıyor. Neyse ki dantel almamayı başarıyoruz ama çikolatalara hayli para veriyoruz. Ayaklarımız bizi başka bir meydana getiriyor ve artık yağmur hızlanmakta, yorulduk ve acıktık ve acayip çaayyyyyyy komasındayız. Meydanın (belediye binasının olduğu meydan) hemen sağında dışarıya masa atılmış, üstü tenteli ve sobalarla donatılmış bir cafeye oturuyoruz.
 Beyler midyeleriyle (moules) ünlü bu şehirde domates ve soğanlı midye, biz bayanlar da patates kızartması ve çay istiyoruz. Birazdan bir siyah orta boy kazan geliyor masaya ve diğer istediklerimiz. Kazanı açıyor beyler ve midyeler kabuklarıyla kazanda gözüküyor, yemeye başlıyorlar ama hiçbir lezzet bulamıyorlar. Aslında tek kişilik olan bu midye yemeğini iki kişi güç bela bitiriyorlar. Burada yağmurun dinmesini beklerken faytonlarla gezi yapan turistleri izliyoruz. Fayton kiralama Brüj’de oldukça yaygın ve atlar inanın çok güzeller. Bir de faytonları genelde bayanlar kullanıyor. Ortalık iyice karardı ve artık Brüksel’e dönelim diyoruz, hesabı istiyoruz. Bir kazan midye, dört çay ve patatese 45 € ödüyoruz ve istasyona doğru yürümeye başlıyoruz. Akşam saat 20.33 trenini bekliyoruz istasyonda ve aldığımız biletleri kullanarak (biletleri trendeki görevli mutlaka hem gidişte hem de dönüşte kontrol ediyor) Brüksel’e dönüyoruz. Nord istasyonunda inip yine otelimize yürüyoruz.
2. GÜN
Sabah otelimizde yaptığımız kahvaltı sonrası Grand Palace’a (Grand Market) doğru yürüyoruz. Öğleden sonra toplantı başlayacağından gündüz gözüyle şehir gezisi yapmak istiyoruz. Merkeze, yirmi-yirmi beş dakikalık bir yürüyüşten sonra varıyoruz ve dört tarafı muhteşem yapılar içeren meydanı hayranlıkla izlemeye ve resimlemeye başlıyoruz. Bu meydanın etrafında Belediye Müzesi, Bira Müzesi, Belediye Binası, Şehir Müzesi gibi yapılar mevcut.

Meydanda Eve rard’t Serclaes’in İsa Heykeli yatar şekilde ve tüm turistler bu heykeli sıvazlamakta. Meğerse bu heykeli sıvazlamak şans getirirmiş. Seyhan da heykeli sıvazlayarak şansına şans katmaktan geri kalmıyor. Meydandan Manneken Pis’i görmek üzere ara yola giriyoruz ve işeyen çocuğun olduğu yapıyı görüyoruz. Manneken Pis flamence "işeyen erkek çocuğu" demek. Brüksel‘in kendi küçük ünü büyük Manneken Pis (İşeyen Çocuk) heykeli ile ilgili farklı hikayeler var. En bilinen hikayelerden birisine göre; savaş sırasında şehri çevreleyen duvarların dibine bir bomba düşmüş, hem de cephaneliklerin yanına. Küçük bir çocuk bu bombanın üzerine işemiş ve şehir kurtulmuş.
Görülmese de olur denilebilecek bu küçük heykelden sonra tekrar meydandan ve ardından restoranların olduğu sokaklardan geçiyoruz. Bu sokaklarda yürürken lokantaların önünde garsonlar sizi davet ediyorlar, bizi İspanyol zannedip İspanyolca buyur ediyorlar, İspanyol olmadığımızı anlayınca ısrarla nereden olduğumuzu öğrenmeye çalışıyorlar ve Türk olduğumuzu anladıklarında Türkçe “MERABA, NASİLSİN, HOŞ GELDİN” diyorlar.

Hava yeniden bozmaya başlıyor ve toplantı için hazırlanmak üzere otele dönüyoruz. Avrupa Birliği binalarının olduğu cadde üzerinde güç bela toplantı binasını buluyoruz ve kaydımızı yaptırıp salona çıkıyoruz. Toplantı ve ardından kokteyl için orada kalıp sonrasında otele geri dönüyoruz. Otele döndüğümüzde biraz dinlenip yemek için dışarı çıkıyoruz.
Seyhan gündüz otelin arkasındaki Türk Mahallesinde bir kebapçı bulmuş ve karnını doyurmuş, bizi de oraya götürüyor ve yemeğimizi yiyoruz. Fiyatlar oldukça iyi; üç kişi iki adana ve bir kuzu şiş için 26 € veriyoruz. Biraz dolaşmak üzere merkeze doğru gidiyoruz. Gündüz gözüyle gördüğümüz yerleri gece ışıklar içinde de görüyoruz ve otelimize geri dönüyoruz.

3. GÜN Sabah kahvaltısının ardından toplantıya gidiyoruz. Bugün tamamıyla toplantı ile geçiyor. Akşam eşler de toplantı çıkışına geliyorlar ve onlarla o bölgeyi gezip otele dönüyoruz. Eşimle yarım saat sonra çıkıp arka sokakta daha önce gördüğümüz pideciye (pizzeria koçak) giriyoruz. Lokanta kalabalık, iki genç kızın oturduğu masaya oturuyor ve ben karışık, eşim kıymalı pide ve içecek söylüyoruz. Masadaki gençlerle sohbete başlıyoruz ve bölgede Afyon Emirdağ’lıların ağırlıkta olduğunu öğreniyoruz. Zaten biraz dolaştığınızda Türkiye’deki kasabaların bir benzerinin burada oluşturulduğunu görüyorsunuz. Birazdan kocaman porsiyonlar halinde pidelerimiz ve yanında ikram edilen salatalarımız geliyor. Pideler harika, Türkiye’de bile böylesini yememiştik dedirtiyor insana. Sonrasında demleme çaylarımızı içiyor ve otelimize geri dönüyoruz. Yarın yolculuk Paris’e…
|