Budapeşte: 12 Yıl Sonra Yeniden Tuna Boylarında...

İlk seferimizden bugüne 12 yıl geçmiş…12 yıl daha yaşlanmışız, bu arada plan-program yapıp, paramızı denkleştirip gezi listemizi uzatmışız. Ama Budapeşte yine beni çağırıyor. Bu kez kırk yıllık dostlarımızla birlikteyiz ve mevsim yine ilkbahar yalnız bu defa Budapeşte Feryhegy havaalanı ıslak ve yağışlı….Aradan geçen yıllarda havaalanı biraz büyümüş, modernize edilmiş, kapitalist ekonomiye adapte olmuş. Bizi BUDA kalesi (Budavar) bölgesindeki geçici konutumuza taşıyacak shuttle minibüs de modernleşmiş, adam başı 7 € ödüyoruz ve bizden başka da şehrin o bölgesine talip olmayınca koca araçta 4 kişi şehrin yolunu tutuyoruz. Kalacağımız yer, üyesi olduğumuz İsviçre kökenli devre-mülk benzeri şirketin apart daireleri. BUDA kalesinin 16 yüzyıla tarihlenen sokaklarında, temelleri yine aynı yüzyıla ait, restorasyonu ödül almış bir binadayız.

Tam önünden geçen 16 no’lu otobüs PEŞTE ile bağlantımızı sağlayacak, 3 günlük bilet bize yeterli gibi gözüküyor, çünkü dördüncü gün ve sonrası kiralık arabamızla Macar kırsalında olacağız… Mahallemiz, Osmanlının 1541’de şehri ilk ele geçirdiği bölge ve yerin altında savunmayı ve saklanmayı sağlayan tüneller olduğunu, bunların biraz ilerdeki (500 mt.) sarayın altına kadar (Budavari Palota) devam ettiğini anlatıyor kitaplar. Evimizin solunda Devlet Arşiv binası, biraz ilerde Tarih Müzesi var. Bu müzede çok aramamıza rağmen 1956 Macar isyanına ait salonu son anda bulabiliyoruz, çalışanlar yabancı dil yoksunu olmamalarına rağmen biraz ilgisiz ve bilgisizler galiba…



Yüzümüz Tuna’ya tepeden bakarken sağ yönde istikamet Matyas Kilisesi…Hava da bir türlü açamadı, yağmur ve soğuk Mayısın ikinci yarısına hiç yakışmıyor. BUDA, Osmanlılar tarafından alındığında Kanuni şükür namazını Matyas Kilisesinde kılar, şehirde 15 gün kalır, elde edilen muazzam ganimet ve esirlerle birlikte daha sonra İstanbul’a döner. Kilise hemen camiye çevrilir ama yaklaşık 150 yıllık hakimiyetten sonra 1686’da kent kaybedilince kilise yıkılır, defalarca yeniden yapılır. Bugünkü yapı 18 yüzyıl sonuna ait bir Neo-Gotik kilise. Restorasyon devam ediyor, dış cephenin bir bölümü ve kule pırıl pırıl ama yapının ana portali hala kapalı, iç mekanda ise, üç büyük vitraylı pencere dışındakiler pek dikkat çekmiyor.

Kral Matyasa özel bir yakınlığım da var, anne tarafından köklerim tanınmış bir akıncı ailesine dayanıyor, onlardan biri de Budin’in fethinden sonra Kral Matyas’ın kızlarından biri ile evleniyor, prenses, Mehtap adını alıyor, üç oğlu, Slovakya ve Avusturya içlerine akınlara devam ediyorlar, bu soydan gelenler II. Viyana kuşatmasına da katılıyorlar…Kan çekiyor galiba, seviyorum bu toprakları!! Matyas Kilisesinin Tuna’ya bakan apsis yönünü “Balıkçı Tabyası” çeviriyor.



1905 yapımı ve askeri bir amacı yok, sadece manzara seyretmeye yönelik, eski balık pazarı yerine yapılan, bol kuleli, konik külahlı bir yapı… Uzmanlar konik külahları göçebe Macar çadırlarına benzetiyorlar… Orta Asya’dan akrabamız olan Macarlar, biz Anadolu’ya gelmeden az önce Orta Avrupa’ya yerleşip hıristiyan oluyorlar. Biz de aynı yıllarda Aral gölü-Mavera ün nehir civarında Arap akınları sonucunda Müslüman oluyoruz…Çadırlar bizimkilere benziyor, savaş aletleri, koşum takımları, giysi parçaları ve süsleri hep aynı, konuştuğumuz dil, fonetik ve cümle yapısı olarak benziyor, fiiller İngilizce, Almanca gibi çekimli değil, Türkçe gibi bitişik ekli (gidi-yor-um, konuşu-yor-sun). Yıllarca dost-düşman birlikte yaşantımız sonucu olarak bizleri seviyorlar, yadigarlarımızı koruyorlar, bugüne kalan eserleri dikkatle sergiliyorlar ve bizlere “Kahraman Düşman“ diyorlar. Kraliyet sarayı bugünkü yapısı ile 19 yüzyıla ait, II. Dünya savaşından sonra restore edilmiş ve günümüzde Macar Sanat Koleksiyonlarını barındırıyor. İlk seyahatimizde salon salon dolaşmıştık, bu kez sarayı dıştan geziyoruz. Ana girişte bizi bronz “Turul Kuşları” karşılıyor. Asya’dan gelişte Macarlara önderlik eden kuşlar bunlar. Bir de “Siyah Karga “ var, o da Kral Matyas’ın sembolü.



Görülmesi gereken Matyas çeşmesi de tam karşımızda. 1904’de yapılan heykeller topluluğu bir güzel masalı anlatıyor: Kayalardan akan sular arasında ava çıkan kral, aşık olduğu sevgili İlonka’sına rastlıyor, krala avcıbaşı ve köpekleri eşlik ediyor.

Sarayın Tuna’ya bakan avlusunda bizleri ilgilendiren bir heykel var:1697 Zenta savaşında Osmanlıları yenen Prens Eugen atının üzerinde zafer kazanmış bir pozda ve atının ayaklarına iki Osmanlı esiri kapanmış…Tekrar Matyas Kilisesi önüne dönüyoruz, Kutsal Teslis Meydanındaki Veba Sütununa dikkat kesiliyoruz, 1691 ve 1709’daki veba salgınlarında ölenler anısına dikilmiş. BUDA daha bitmedi ama araya bir değişiklik katalım ve 16 no’lu otobüse atlayıp, Zincirli köprüden Tuna’nın karşı kıyısına, PEŞTE’ye geçelim, BUDA’ya döneriz yine…

Zincirli asma köprü, 1843-49 arasında Kont Szechenyi’nin katkıları ile yapılıyor, saygıdeğer Kont, zengin ailesinin maddi imkanlarını da kullanarak kentin pek çok yerine damgasını vurmuş.. Otobüsten PEŞTE’nin ilk varış noktası Roosvelt meydanında iniyoruz. Tam karşıda muhteşem bir yapı var: Gresham Sarayı. 1907’de dönemin Art nouveau=Sezession zevki ile bir sigorta şirketi binası olarak yapılıyor, İngiliz Mr.Gresham, şirketinin tüm güvenilirliğinin yapıya yansımasını istiyor. Sonuç: Mükemmel! Bina bugün beş yıldızlı bir otel olarak kullanılıyor.



Şimdi ise ilk işimiz, Macar Demiryolları Satış Merkezini bulmak ve gelecek hafta Prag’a geçebilmek için tren biletlerini almak. Ülke dışı tren biletlerini, Macar demiryolları internet sitesinden satmıyor, aynı sitede bilet fiyatlarının zaman ve talebe bağlı olarak 20-70 € arasında değiştiği yazılı…Yağmur ve soğuk iyice arttı, belirtilen adreste satış merkezi yerine bir kitapçı bulunca çok bozuluyorum…Nerede bu satış merkezi, kime sorayım? Sırılsıklam girdiğim bir seyahat acentesi sonunda yeni adresi söylüyor, şehir planı üzerinde çok kısa bir araştırma ile bilet satış merkezi karşımıza çıkıyor. Adam başı 20 €’dan Prag biletlerini alınca rahatlıyoruz. Operanın karşısındaki Müvesz Cafe de (1884) sıcak bir molayı hak ettik. 100 yıllık kafenin garsonları pek suratsız olsa da deri koltuklar, şık avizeler buna değer…Sırada Aziz Istvan Bazilikası var!

İlk hıristiyan Macar kralına adanan bu yapı diğer bütün dini yapılar gibi biletle geziliyor. Dini yapılara giriş ücreti alınması bana ilginç geliyor, acaba komünizm devrinden kalma eski bir alışkanlık mı yoksa sadece turistlere mi uygulanıyor? Neo-klasik yapı 19 yüzyıl sonuna ait, tam olarak 1905’de bitmiş. Budapeşte’nin geneline baktığımız zaman, tüm güzel ve önemli yapıların bu yıllara ait olduğunu görüyoruz, müthiş bir imar hareketi olmalı bu yıllarda. Bazilikada mimari dışında en dikkat çekici unsur, apsisin arka bölümündeki şapellerden birinde yer alan Aziz-Kral İstvan’ın mumyalanmış sağ eli…Dindar Macarlar, bizim zorlukla seçebildiğimiz bir küçük, süslü vitrin içindeki “sağ el “e dualar ederek yaklaşıyorlar, bizim, ülkemizden çok alışık olduğumuz davranışlar burada da tekrarlanıyor. Kralın mermer bir heykeli de Altarı süslüyor.



Artık Vaci caddesinde promenad vakti geldi. Güzel bir yaya caddesi, iki tarafta eski güzel günlerden kalan koruma altında şahane yapılar var. Art Nouveau, bu bölgede, Avusturya etkisi ile Sezession adı ile gelişmiş ve müthiş uygulamalar yapılmış, ünlü Zsolnay porselen fabrikasının renkli sırlı kiremitleri de cephe ve çatılarda bol bol kullanılmış. Ünlü mobilya tasarımcı ve yapımcısı Thonet’in evi, mavi sırlı cephe dekorasyonu ile kötü havayı aydınlatıyor. 1905’de açılan Philantia çiçekçisi hala aynı mekanda hizmet veriyor.



Vaci’nin bir sokak arkasındaki (Szervita meydanı) Török Bankhaz (Türk Bankası) 1906 yapımı cephesindeki altın mozaikler ve dalgalı çatısı ile devrin tüm özelliklerini yansıtıyor.

Gözler, gönüller bayram etti ama biraz da yorulduk doğrusu, Cafe Gerbeaud’a yine bir mola vermek lazım. 1858’de açılan bu pastane bir önceki gezimizde restorasyondaydı, şimdi ise tüm pırıltısını müşterilerine yansıtıyor. Etraftaki Türk gruplar yüksek sesli konuşmalardan hemen belli oluyor, garson kızlar güzel ve becerikli, fiyatlar yüksek…



Budapeşte’yi sizlere gün ayırımı yapmadan anlatmaya çalışıyorum, yazımın bir günlükten çok genel anılar olmasına önem veriyorum. Söz kafelerden açılmışken, bir başka günün keyfi olan ünlü New York Cafe’den de bahsedelim. Yine bir sigorta binası tüm haşmeti ile karşımızda! Bir Amerikan sigorta şirketinin yaptırdığı binanın alt kat köşesine yerleşen kafe belki de dünyanın en şık kafesi…Yıllar önce, dökülmüş yaldızlarına, yırtık kadifelerine çok üzülmüştüm ama artık bir İtalyan şirketinin otel ve kafesi olarak, kristalleri parlıyor, altın yaldızları şıkırdıyor, freskolar göz kamaştırıyor, garsonlar ve sunum sıra dışı, biz de ufak bir akşamüstü içkisi ile caz müziği eşliğinde tadını çıkartıyoruz.

Bu bölgeye yakın, gezmediğimiz Şehir parkı (Varoşliget) kaldı. Parkın girişindeki “Kahramanlar Meydanı”(Hösök Ter) Macar Devlet’nin kuruluşunun 1000 yılı (1896) için tasarlanmış ama tamamlanması 1929 yılını bulmuş. Büyük tasarımın merkezindeki sütunun üzerinde baş melek Gabriel (Cebrail) yer alıyor, aşağıda önde, devletin kurucusu Prens Arpad ve altı Macar soylusu, Orta Asya steplerinden fırlamış kıyafetleri ve vahşi atları ile sanki meydana atlayacaklar !

Arkadaki kavisli revaklarda Macar büyüklerinin heykelleri ve sembolik figürler yer alıyor. Daha arkada da Şehir parkının yeşillikleri görülüyor. Parkın içindeki suni gölü boşaltmışlar, tabanındaki sızmaları ve çevresindeki güzel yapıları restore ediyorlar, gelsin AB fonları, bozdur bozdur harca! Birkaç yıl sonra restorasyon bittiğinde eski güzelliğine kavuşacak…PEŞTE’de görmediğimiz iki yer kaldı… Önce Macar Milli Müzesi (Magyar Nemzeti Museum) gezilmeli. Hayret, çok tenha bir gündeyiz, bizden başka birkaç aile daha görüyoruz bir de herkese laf yetiştiren bir Türk İngilizce öğretmeni var! Salonlar ve teşhir tatmin edici ama açıklamalarda biraz daha fazla İngilizce olsaydı diyoruz. Osmanlılardan aldıkları ganimetler ayrı bir salonda ve haritalı açıklamalar eşliğinde sunulmuş. 1620’lerden kalma, Transilvanya prensi bir Macar soylusuna ait deri ceket ile Osmanlı ganimeti deri kaftanın stili ve süslemeleri birbirine ne kadar benziyor! Salonun ortasına, orta öğrenim öğrencileri serilmiş, yazıp –çiziyorlar ve çıkışta vestiyer odasına konuşlanmış öğretmenler tarafından sınava alınıyorlar. Ben bu yöntemi çoook sevdim !



Meşhur Parlamento binasının içi randevu ile geziliyor, dıştan ve aslında tam karşıdan BUDA kıyılarından bu Neo-Gotik dev yapı muhteşem görünüyor.

Tekrar BUDA’ya dönelim mi? Erenlerden Gül Baba’ya gidelim mi? Tunaya tepeden bakıyor Gül Baba…Şehrin alınışında şehit oluyor ve bu tepeye bir türbe yapılarak hatırası yaşatılıyor. Macarlar da pek seviyorlar Gül Baba’yı, ziyaretçisi hiç eksik değil.

Çevredeki dar ve yeşil sokaklarda hep Türk dilinin izleri var (Turban sokak, Mesced sokak, Török=Türk caddesi, Türbe meydanı). Türbe ve hemen önünde yer alan heykeli Türkiye Cumhuriyeti yaptırmış, düzenlemiş, yenilemiş. Yeşillikler içindeki tepeden aşağı inince de yine bizlerden yadigar iki kaplıca ile karşılaşıyoruz. Lukas kaplıcaları tamamen yenilenmiş, Osmanlı izi kalmamış ama su kültürünün kökeninin önce Roma, sonra Osmanlı olduğunu biliyoruz ve tarihler şehrin hamamlar, kaplıcalarla donatıldığını yazıyor. Lukas kaplıcalarında ben biraz Bursa-Çekirge havası gördüm, günübirlik banyoya gelmiş orta sınıf Macarlar, havlu doldurdukları çek-çek arabaları ile asırlık çınarlar altında dinleniyorlardı.

Kiraly Kaplıcaları orijinal yapısını koruduğu halde durumu pek de iyi değildi.16 yüzyıldan kalan orijinal kubbenin altındaki kaplıca havuzunu kitaplar çok övüyorlar ama dış duvarlar ve üst yapı karanlıklar içinde…



BUDA da son durak Gellert Tepesi. Tramvay ve bir otobüs bağlantılı olarak şık villaların bulunduğu bir tepenin en üst noktasına tırmandık. Tepe adını Macarların hıristiyan oluşunda önemli rol oynayan rahipten alıyor. 16 yüzyılda Türkler buraya da bir küçük hisar yapmışlar ama artık izi yok, onun yerine II. Dünya savaşında önemli rol oynayan bunkerlar görülüyor. Sovyetler zamanında yapılan bütün dev propaganda heykelleri şehir dışındaki bir parka taşındığı halde burada Rusların etkisi ile dikilen dev heykel yerli yerinde duruyor. Güzel manzara soğuk havaya rağmen etkileyici.

Gördüklerin senin olsun, ne yediniz, içtiniz, diye soracak olursanız, cevap keyifli olacak! Kafelerden söz ettik, lokantalara gelirsek…BUDA tarafında konakladığımız için günün sonunda “evimizdeki” bir saatlik dinlenmelerden sonra bu bölgedeki lokantalar daha cazip geldi tabii… “Fekete Hollo” (siyah karga) küçük, şirin, otantik dekorlu, müzikli, güzel bir seçim. Zaten her yerde müzik var, hele bir de Türk olduğunuzu anlayınca hemen “Üsküdar” çalınıyor ve tabii bahşiş bekleniyor. Kemancı, bahşiş rayicini belirtmek için tellerin arasına 2000 forint=8 € yerleştirmiş, ”daha az vermeyin ayıp olur“ dercesine…Domuz yiyenlere seçenek çok, yemeyenlere bol tavuk ve balık, her çeşit et ve ördek te var, sebze beklemeyin ancak garnitür olarak veriliyor. Hepsi çok lezzetli ve Türkiye’den ucuz. Dört kişi 80 € ödeyerek, nefis Macar şarapları eşliğinde güzel yemekler yedik, tatlı ve kahve de dahil…Ya sigara yasağı? derseniz…Her mekanın özel ayrılmış bölümünde serbest, bazen ayırmamışlar bile, herkes birbirine eziyet etmeden yaşamanın yollarını bulmuş burada. Yemek üzerine kahve ile birlikte Macarlara özgü “Unicum“ liköründen de bir küçük kadeh içmek iyi olur…Biz sevdik doğrusu… Bir ucuz seçenek daha Moskova meydanı yanında “Szent Jupat” olabilir. Ahşap, örtüsüz masalarda, Alman Gasthaus geleneğinde, çok büyük porsiyonlar bizi memnun etti, fiyatlar da şahaneydi (Dört kişi 60 € ). Gül Baba’dan inerken keşfettiğimiz “Margitkert Etterem” (Margit Bahçesi Rest.), temiz ve özenli servisi, güzel yemekleri ve müziği ile yine aynı fiyatlara sahipti. Olumsuz bir izlenim var mı? Ehhhh diyelim, ”Matyas Pince”(Matyas Mahzeni) bize 12 yıl öncesinin keyfini vermedi. Tam turistik hale gelmiş, fiyatlar diğerlerinin iki katı, ünlü Çigan orkestrası ”Lakatoş” kırpıla kırpıla kuşa dönmüş, porsiyonlar ufalmış, havası değişmiş, belki de biz değiştik, kim bilir?



Alışverişe gelince… Biz hanımların ısrarı ile “Merkez Pazar Hali=Nagy Vasarcsarnok”e gidildi, önce beyler 2. kattaki “Fakanal=tahta kaşık” lokantasına oturtuldu, sonra buluşma saati saptandı…1.kat sebze-meyve, her çeşit yiyecek bolluk içinde. Metal konstrüksiyon asma kat, 2. katı oluşturuyor. Bu kat tüm olarak hediyelik eşyalara ayrılmış, el işi örtüler, bluzlar, el dokuma yastıklar porselenler göz kamaştırıyor ve fiyatlar tabiiki Vaci caddesinden daha ucuz. Bizim gibi İstanbul-Tahtakale aşinası olanlar tabii Çin’de yapılan taklitleri hemen yakalıyor, örtülerin yarısı çin malı!!

Şehirdeki şık dükkanlarda satılan Herend ve Zsolnay porselenlerinin yanına bile yaklaşamıyoruz, kibrit kutusu kadar kutular 100 €. Güzel gün çabuk geçer, Budapeşte turumuz bitti, şimdi kiralık arabamızı teslim alıp, Macar kırsalını keşfe çıkacağız..Yine buluşmak üzere…


 Yazılan Yorumlar...
Bulent KARA
(22 Şubat 2012)
Macaristan cevresi icin rehberlik hizmeti veren bir sirket olarak Budapeste hakkinda guzel yazilari gormek bizleri cok sevindirmekte. Gecen sene hizmete giren paris cafeyi gezi notlariniza almanizi tavsiye ederiz. Buraya gelmeden once saglik sigortanizi mutlaka yaptirmis olunuz. Cok zor durumlarda kalirsaniz www.budapestetur.com yazin. Trafik kurallarina uyunuz.
hakangeziyor
(11 Kasım 2010)
Hocam, bu güzel yazınızla aramıza hoşgeldiniz. Ben sizin başka güzel yazılarınız olduğunu da biliyorum. İnşallah en kısa sürede onları da burada görebiliriz. Kaleminize sağlık.

Budepeşte çok görmek istediğim ama bir türlü gidemediğim yerlerden biri. Özellikle Tuna nehri ve Budapeştenin yakın çevresini çok merak ediyorum. İnşallah en kısa sürede oraları da görmek nasip olur.