Yedi Tepeli Haliç Kenti: Lizbon (2)


Sabah sekizde kahvaltıya indik. Diğerleri henüz görünmüyor. Gece başlayan yağmur tüm şiddetiyle devam ediyor, duracak gibi de görünmüyor. Biraz moralim bozuldu ister istemez. Yağmurun etkisiyle hava da karanlık.  Ankara’da olsa parmağımı çıkarmayacağım bir hava ama gezmeye mecburuz. Tüm bunları düşünürken Türkanlar, Gülsebalar da kahvaltıdalar. Kekler, meyveler, omletler, kruvasanlar, poğaçalar, peynirler, reçeller, çeşit çeşit ekmekler… Yurtdışında şimdiye kadar yaptığım kahvaltıların en iyisi. İyi ki bu otelde kalmışız diyoruz bir kere daha.

Kahvaltı sonrası 9.30’da önce Gulbenkian Müzesi'ne sonra da 1983 yılında UNESCO Dünya Miras Listesine alınan Belem Bölgesi'ne gitmek üzere yola düşüyoruz. Otelin hemen önündeki metro dan bir günlük geçerli  Lisboa Card’a  6,50 € ödedik. 6,00 € kullanım bedeli 0,50 € ise üzerinde Lisboa Card yazan yeşil küçük kartın parası. Otelimizin önündeki otobüs durağından otobüse binip Gulbenkian Müzesi yakınlarında indik. Sağa sola bakınırken navigasyon ile yolu bulduk. Kapıda bekleyen birkaç kişi var. Biz de beklemeye başlıyoruz herhalde bir görevli gelecek diye. Tek katlı genişçe bir bahçesi olan genişçe bir yapı. Giriş kapısının yanındaki duvara oturduk. Kapıdaki yazıları okurken Türkan eyvah Easter Sunday (paskalya tatili) dedi. Oradakilere sorunca evet cevabını aldık. Lizbon da en merak ettiğim görmek istediğim yerlerden biriydi ama ne yazık ki kapalıydı. Gelmeden önce çok şey okumuştum Gulbenkian ve müze hakkında.

Calouste Gulbenkian, 1869 yılında Üsküdar'da doğmuş ve sonrasında 20. yüzyılın en zengin iş adamlarından biri olmuş Ermeni asıllı bir koleksiyoncuymuş. İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'yı kasıp kavurduğu dönemlerde, 1942'de Amerika’ya gitmek üzere önce Portekiz'e gelmiş ama şehri İstanbul’a çok benzettiği için bırakıp gidememiş ve hayatının geri kalan kısmını Lizbon'da geçirmiş. 1955 yılında 86 yaşındayken hayata veda ettikten sonra ardında yaklaşık 6.000 eserden oluşan bir koleksiyon bırakmış.


Dünyanın en önemli koleksiyonerlerinden biri olan Gulbenkian’ın koleksiyonunun büyük bir kısmı, Türk ve İslam eserlerinden oluşuyor. Gulbenkian, aslında muhteşem halılar, ipek kumaşlar, çini vazolar, antik mobilyalar, tablolar, takılar, Mısır, Roma ve Antik Yunan eserleri, el yazmaları gibi değerli eserlerden oluşan bu koleksiyonunu Türkiye’de kurulacak bir müzeye bağışlamak istemiş. Her zaman elindekilerin kıymetini bilmeyen  Türkiye’den umduğu cevabı alamayan Gulbenkian, vasiyetinde son yıllarını geçirdiği Lizbon’da kendi adına bir vakıf ve müze kurulmasını, bütün servetinin ve koleksiyonunun da buraya bağışlanmasını istemiş. Şimdi Lizbon da geniş bir turist kitlesini müzeye çekiyor. Ne kadar yazık.

Müzede yer alan Halılar ve kumaşların çoğu İran ve Türkiye'ye aitmiş. İpek halılar ve kumaşlar ağırlıklı olarak Bursa'dan. Pek çok İznik çinisinden yapılma eser de müzede yer alıyor. Bunların dışında Uzakdoğu'ya ait dekoratif objeler de. Uzun yıllar Paris'te de yaşamış olan Gulbenkian, koleksiyonuna 18. yüzyılın Fransız sanatçılarının tablolarından ve heykellerinden de eklemiş. Burayı görememeyi kendine kayıp saydım…

Yağmur yine tam gaz devam ediyor. Doğma büyüme Ankaralı ben Ankara’da böyle yağmur görmedim. İyi ki de görmedim diyorum kendi kendime, azıcık bir yağmur da balık adamların alt geçitlerde gezdiği bir Ankara’ya böyle yağmur yağsa yüzyılın felaketi olurdu herhalde… Ne caddelerde ne sokaklarda yağmurdan eser yok. Şehrin ne kadar güçlü bir altyapısı olduğu hemen anlaşılıyor. Hele bir de her yerde metro. İnsanın ağlayası geliyor valla. Tam beş hat metro var ve şehirde metronun gitmediği yer yok. Havaalanı, tren istasyonu dereler, tepeler. Allah’ım bize de nasip et demekten başka çare yok. Portekiz’le ilgili bilgilere bakarken ya da  Lizbon da sokaklarda dolaşırken ülkenin ne kadar fakir olduğunu anlıyorsunuz. Hemen her köşe başında, hemen her binanın altında yatan bir evsize rastlamak mümkün. 3 gün boyunca yüzlerce dilenci ve  evsize rastladık. Gece oldu mu belediye arabaları  bu evsizlere yemek dağıtıyor. Avrupa birliği fonlarıyla ayakta kalmaya çalışan bir ülkenin altyapısı, metroları var. Demek ki en önemli şey insana yapılıyor. Neyse geziye devam.

Otobüsten indikten sonra ancak 100 m yürüyebildik yağmurdan. Hemen kendimizi bir pastaneden içeri attık. Burada meşhur Nata’nın tadına bakıyoruz. Milföye benzer çıtır çıtır bir hamurun üzerinde tarçınlı bir muhallebi var. Tadı fena değil. Nata’nın asıl meşhur yeri olan tarihi Belem Pastanesi de bu yol üzerinde oraya da gidip Nata yiyeceğiz. Şimdi en azından kıyaslama şansımız oldu. Yağmurun dineceği yok çaresiz yola koyuluyoruz. Belem Pastanesine geldik yağmurun da etkisiyle tıklım tıklım.

Labirent gibi odalarda geçe geçe kendimize bir masa bulduk. Burası Portekiz’in meşhur tatlısı Nata’nın evi. Rua de Belem 84 a 92 adresinde 1837’den beri üretilmekte. Formülünü bilen üç kişinin sabah erken saatte kilitli bir odada hamurları hazırlayıp diğer görevlilere teslim ettikleri söylenmekte. Salonlardan geçerken o tarihlere ait mutfak eşyalarını sergiledikleri küçük küçük camlı vitrinleri de görüyorsunuz. 5 kahve ve daima çay içen laz kızı Türkan’a  1 çay ve 12 Nata sipariş ediyoruz. O da ne kahveler kalabalıktan mı garsonun umursamazlığımı nedir espresso olarak geliyor. Çaresiz içiyoruz. Natalar öbür pastaneden yediklerimizden oldukça güzel. Hepimiz çok beğendik sıcak ve çıtır çıtır. Nasılsa yağmurda çıkamayacağız diye 5 çay daha söyledik. Natalar 1,05 €, çay 1,45 €, kahve ise 0,75 €. Uygun bir fiyata hem çok güzel bir tatlı yemiş olduk hem de yağmurdan korunduk. Bugünün en iyi şeyi Belem Pastanesi.

 

Pastaneye yaklaşık 100 metre ileride bulunan Jeronimo Manastırı'na gitmek istiyoruz ama manastırın önünde yağmura rağmen uzun kuyruklar var. Yarım saat daha bekledikten sonra manastıra koşarak ulaştık. Bu manastırla ilgili okuduğum bilgileri de aktarayım sizlere:

Jeronimo Manastırı şehrin en önde gelen sembollerinden biri, Manuelin tarzının en başarılı örneklerindendir. 1983 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınmıştır. İnşasına 1501 yılında başlanan ve her yıl 70 kg. altına mal olan ve baharat ticaretiyle finanse edilen manastır ancak 70 yılda bitirilebilmiştir.

Manastıra girdiğinizde hemen sağda ünlü Portekizli şair, Fernando Pesoa’nın mezarı, solda ise büyük denizci Vasco da Gama’nın mezarı yer almaktadır. 1850 yılındaki restorasyon sonrası, manastıra bir ek olarak, Museu Nacional de Arqueologia (Ulusal Arkeoloji Müzesi) ve Museu da Marinha (Maritime Museum) (batı kanadı) kurulmuştur. Pazar günü ayinleri çok meşhurmuş. Biz de Pazar günü orada olduğumuz halde ayine bizi almadılar. Manastırın içindeki ayrı bir bölümde ise başka bir ayin yapılmasına rağmen oraya da görevliler sokmadı.

  

Jeronimo gezisinden sonra karşıda görünen Belem Kulesine (Torre de Belém) gitmek üzere yola koyuluyoruz. Ancak yağmur bugün bizi öldürecek, artık hepimiz sırılsıklamız. Üstüne bir de Tejo’dan esen rüzgar…

15. ve 16. yüzyıllarda gerçekleştirdiği keşiflerle altın çağını yaşamış olan Portekiz’de o keşiflerin başlangıç noktası sayılabilecek nokta ise Belem Bölgesi. Vasco da Gama'nın da yer aldığı keşif filosu 1498 yılında buradan denize açılarak Hindistan'a ulaşmış.

Görülmesi gereken Belem Kulesi Portekiz Kralı I. Manuel’in isteğiyle 1515 - 1521 yılları arasında Tejo nehrinin kıyısında bir kale olarak düşünülerek inşa edilse de; deniz feneri, hapishane ve gümrük kontrol noktası olarak ta kullanılmış.




Bölgede bulunan Kâşifler Anıtı da görülmesi gereken bir anıt. Denizci Henri’nin ölümünün 500. yıldönümü için 1960 yılında yaptırılan bu anıtta Denizci Henri ve Portekiz’in ünlü denizci, asker ve sanatçılarının heykelleri yer almakta.  Anıtın hemen önündeki yere Salazar döneminde yapılmış kocaman bir dünya haritası var. Hayati en çok bu anıt yapıyı sevdi. Bulursak küçük bir figürünü alacağız.


Belem'e şehir merkezindeki Praça da Figueira meydanından kalkan ve diğer yönünü ise Kale'ye giderken kullanabileceğiniz 15 numaralı tramvayla ve birçok otobüsle gidebilirsiniz. Dünyanın en özel Denizcilik Müzesi ile Akvaryum da  bu bölgede yer alıyor. Bu arada Lizbon da inanılmaz çok müze olduğunu yazmalıyım sizlere. Hepsini gezmeniz imkansız. Bu yüzden bu şehre gelmeden önce gezeceğiniz müzeleri seçmelisiniz. Ayrıca her bir müzenin maliyetini de hesaba katın. Hiç küçümsenecek bir rakam olmuyor.

Artık yağmur ve rüzgârdan hiçbirimizde derman kalmadı. Otele gidiyoruz. Otele vardığımızda saat 16.00’yı gösteriyodu. 1,5 saat sonra lobide buluşmak üzere odalarımıza çıkıyoruz. Kurutma makineleri ile yedeği olmayan montlarımızı kurutuyoruz. Bu arada ben birazcık uyumuşum. Yağmur dinmiş yaşasın.

Kendimizi yeniden Lizbon sokaklarına attık ki yağmur başladı. Ben anladım bizi gözlüyor bu yağmur biz içeri duruyor biz dışarı başlıyor. Bir memlekete bu kadar yağmur mu yağar kardeşim olmaz ki yani…

Neyse; Fenüküler ile Bairro Alto’nun tepelerine çıktık. Bu oyuncak gibi raylı mini otobüsler inanılmaz şirinler. Daracık yerlere bile gidebiliyor. Manzara muhteşem. Büyükçe bir park ve dev ağaçlar karşıladı bizi. Cadde boyu cafeler, publar vs. Ara sokaklardan aşağıya Baixa’ya doğru indik. Yıkık dökük evleri, evlerden asılmış çamaşırları, keskin nitrik asit J kokularıyla bildiğin çinçin valla. Yine de kendine çeken enteresan bir yanı var. Bu kadar eskiliğe rağmen sokaklar, caddeler, tuvaletler tertemiz. Bugüne kadar gördüğümüz tüm insanlar güleryüzlü ve yardımsever. Herhangi bir şey sorduğunuzda ellerinden geleni yapıyolar.


Ne komik insanlar bunlar. Kol gibi yağmur yağıyor ama hemen hemen bütün balkonlarda çamaşır ve çamaşırların üzerinde yalandan bir muşamba var. Kardeş yağmurda ne çamaşırı…

Farkında mısınız bilmiyorum ama ne bir şey yedik ne bir şey içtik. Yürü babam yürü… Ama artık acıktık. Gelmeden önce Lizbon dersimi çalışırken meşhur yerel yemeklerinden birinin közde piliç olduğun öğrenmiştim. Bonjardim (Travessa S. Antao N.12) adındaki restaurantta güzel yapıldığı yazıyordu. Bizde buraya oturduk. 3 salata, 3 balık, 2 tavuk, 2 patates kızartması, 2 bira, 1 şarap, 2 su, 4 ekmek, 1 peynir tabağı için toplam 91,15 € ödedik. Yemekler lezzetli idi. Yemek faslını da bitirdikten sonra yeniden yollara düştük.


Baixa’dan aşağıya doğru meydana indik. Avenue de Liberdade özgürlük anıtının karşısında Cafe Nicola’ya oturduk. Üç kişi sokakta müzik yapıyor. Yesterday çalıyor. Keyifleniyor biz de eşlik ediyoruz. 2 kahve ve 5 çay istiyoruz.


Çaylar çok komik; mutfaktaki cam ölçme kapları gibi bayağı büyük. Bu büyüklüğün hesapla doğru orantılı olduğunu sonra anlayacağız. 2 kahve için 4,40 €, 5 çay için 19,00 € ödedik ve tabii bir çayın 3,80 € olmasına sinirlendik. Artık otele dönüş vakti. Yarın yeni bir gün bizi bekliyor.