Ruhuma Deva : Dedeağaç


Çok zor geçen kışın ardından içim yine kıpır kıpır olmaya başladı, ruhumu iyileştirmem lazım, kendimi yine yollara atmam lazım, yurdumun acı gündemi ve benim kafamın içindeki binbir düşünce ile yorulan bedenimi komşunun iyileştirici manzaralarına sunmam lazım..
Planlar yapıldı ve geçen ağustos ayında aldığımız “uluslararası ehliyet” geçerliliğini kaybetmeden komşuya benim küçük arabam ile gitmeye, bir “Trakya-Makedonya” seferi yapmaya, bir hafta içinde, aceleye getirmeden üç konaklama yapmaya karar verdik. Yine bin yıllık dostlarımızla, dört kişi olarak bir hayırlı Cuma günü sabahın köründe düştük yollara… Özel araba ile Yunanistan a giriş yapabilmek için eskiden birçok belge gerekliydi, şimdi yalnızca “uluslararası ehliyet ve 63 euroluk, 2 haftalık sigorta” yeterli, kalış süresine göre de sigorta parası artıyor tabii.
Evden sabah 6.30 da, emeklilere hiç de yakışmayan bir saatte çıkıyoruz, amacımız köprü trafiğine yakalanmamak. Kahvaltımızı Tekirdağ da deniz kenarındaki park da yaparak çok güzel bir saatte İpsala sınır kapımıza varıyoruz. Damarlarımıza işleyen alış-veriş kültürü burada da karşımıza çıkıyor tabii, Free-shop zengin, bir de yanına küçük bir alış veriş merkezi yapmışlar. Gümrük binaları yıllar önceye kıyasla çok düzgün ve temiz, memurlarımız kibar ve iş bilir, arabanın plakasını uzaktan sensörle okuyan memur anında benim adımla hitap ederek “buyurunuz” diyor. Araba üç kapıdan geçiyor, arabadan hiç inmeden işlemler çabucak hallediliyor ve Yunanistan ın “Kipi” sınır kapısına geliyoruz…Burada da iki kontrol, biz arabadan inmeden yapılıyor, son kontrolde bagajımızı açtırmak isteyen memura arkadaşı “fiye..fiye..=git git…”deyince arabamız Yunan topraklarına 6 yıl aradan sonra tekrar giriş yapmış oluyor…





Cefakâr ve Vefakar Palio’muz...

 
 

Avrupa Birliğinden yıllar önce aldıkları paraları hemen otoyollara yatıran komşu bu becerisini devam ettirseydi bugünkü hallere düşmeyecekti fikri hepimize hakim. Güzel otoyoldan 10 km. sonra çıkıyoruz, yaptığım plana göre 2 nolu yola geçeceğiz ve önce Feres=Ferecik kasabasına uğrayacağız. Benim gibi birinin kaçırmaması gereken bir yapı var burada. Öğle saatlerinde girdiğimiz Keşan benzeri kasabada göğe yükselen bir Bizans yapısına bakınıyorum ama yok ortada… Ben hala GPSli bir telefona direndiğim için ara bakalım ki bulasın. Köşede yer alan bir büfeye sorarken, büfeden birşeyler alan genç hanım, “takıl peşime, götüreyim” diyor…O önde, biz arkada, kasabanın içinde biraz da yüksekçe bir mevkiye inşa edilmiş muazzam kilise çıkıyor karşımıza. Panaghia Kosmosoteira=Evrenin Koruyucusu Kilisesi, 1152 de Bizans imparatoru Sebastokrator İsakhios Komnenos tarafından yaptırılıyor.





Ferecik – Panaghia Kosmosoteira ve Orta Avlu…

 
 

Plan kapalı yunan haçı ama orta kubbe öylesine anıtsal ki, bu tip kiliselerde görülmeyen bir “katedral” havası yapıya hakim. Biz Türkler için de önemli bir yapı, “Gazi Süleyman Paşa” adı ile 550 yıl cami olarak kullanılıyor ve Balkanlarda ilk Cuma hutbesi burada okunuyor. Yapı şu anda bir restorasyondan geçiyor, neyse ki parasızlık, ekonomik kriz burada çalışmaları engellememiş.




Elişi Çift Başlı Bizans Kartallı Kilise Sıraları ile İkonalar…

 
 

Ferecik ziyaretimizden sonra yine 2 nolu tali yolla doğudan Dedeağaç=Aleksandropouli ye giriyoruz. Önce yerleşelim, el-yüz yıkayalım ve sonra Aleksandropouli sokaklarını şenlendirelim.
Otelimiz, kordon boyuna paralel 3. Caddede “Hotel Apartment Athina”. Şehir içinde olsun dileğimize çok uygun, lüks değil, çok temiz, kahvaltı dahil iki kişi 50 euro (booking.com). Küçük bir şehirdeyiz, Evros eyaleti merkezi ama bir kasaba büyüklüğünde, cadde diyorsak da bizim sokak ölçeğinde. Karınlar aç, kahvaltıyı erken yapınca daha da acıktık… Saat 14.30 civarında denize dikey inen dar ve gölgeli sokakta “Aleksis” i keşfediyoruz.
Gezi dostum sevgili Doktorun tavsiye ettiği Mylos tam deniz kenarında, bizim oturduğumuz yerden görebiliyoruz ama dağlara çıkan lodos fırtınasında değil deniz kenarında oturmak, yaya olarak yakınından bile geçilmiyor, tüm rıhtımı dövüyor deniz.





Alexis Taverna...
 
 




Dedeağaç Feneri Bizleri Selamlıyor…

 
 

“Hoş Geldiniz” faslından sonra Türkçe menüler geliyor, siparişler alınıyor ve masa donatılıyor. Öğle “uzo” su da dahil olmak üzere 4 kişi 48 euro ödüyoruz, 120 TL. desek adam başı 30 TL ye yedik 8 çeşit mezeyi ve uzoyu. Komşuya her giden aynı şeyi söylüyor, nasıl kazıklanıyoruz memleketimizde. Hem de bu yıl Yunanistan KDV yi %23 e çıkarmasına rağmen, belki de geçtiğimiz yıllar gittiğimiz adalara özel bir tarife uygulanıyordu, KDV adalarda daha düşük gibi aklımda kalmış. Güzel öğle atıştırmasının ardından şehri tanımaya çıkıyoruz.
Akşama sahilde bir “Taverna” bulmak ve oturmak imkansız, lodos tüm kıyıyı etkiliyor, tüm tavernalar içeri kaçmış…Ana alış-veriş caddesi yavaş yavaş uyanıyor öğle istirahatinden. Bu şehirde görülecek tarihi yapı pek yok gibi, 19.yy da batıdaki Maroneia ve Makri deki balıkçılar tarafından kuruluyor. 1855 de Bulgarlar, 1878 deki 93 harbinden sonra da, şimdiye kadar politikaları hiç değişmeyen ve daima “sıcak denizlere” inmenin bir yolunu arayan Ruslar geliyor. Şehirde sıkça görülen boylu poslu, yakışıklı Slav tipine çok uygun delikanlı ve genç kızlar onların torunları herhalde…1871 de demiryolunun gelmesi bölgenin önemini arttırıyor çünkü nakledilmesi gereken “tütün” gibi çok önemli bir ürün var burada. 1897 de ünlü Orient Express de buradan geçince adı duyuluyor. 1920 de Bulgarların da şehri terk etmeleri ile bugünkü durumuna geliyor. Doğuya giden ulaşım yolları üzerinde olması bir yana, komşuyla aramızın “pembe” olduğu bugünlerde hafta sonları Türkiye den gelen, yemeği içmeyi sevenler çok seviliyor burada. Şehrin sembolü olan 1880 tarihli 27 mt. yüksekliğindeki fener, kordon boyunun başlangıç noktasında ve buraya yerleşmiş kafeler, tavernalar gece aklımızın alamadığı bir şıklık ve kalabalığa “ela..ela..=gel gel diyor.





Gümülcine Merkez Park…

 
 

Bir blok arkadaki alış-veriş caddesi akşam yemeği öncesinde kordon boyundaki lodos tan kaçanların neşesi ile canlanıyor. Özellikle çanta ve ayakkabıcı dükkânları çok fazla ve çok şık, bizden de ucuz. Bu ülkede akşam yemeği saat 22.00 de yeniyor ama öğle yemeğini geç yememize rağmen ancak 21.00 e kadar dayanıyoruz. Öğlen yediğimiz Alexis den çok memnun kalmıştık, oraya gidelim ve tatmadığımız lezzetleri tadalım. Bu kez de 46 euro vererek rekor sayıda meze ile işi bitiriyoruz. Ara sokaklar yükünü tutmuş, küçük bar ve kafeler hıncahınç dolu, her yer gençlik kaynıyor. Hani bu ülke krizdeydi, hani herkes parasını son kuruşuna kadar hesap ediyordu.
Sabah, Yunanistan da birçok otelde karşılaştığımız “sınırlı” kahvaltımızı edip, Alexandrapouli ye veda ediyoruz. Biraz değişiklik hepimize iyi geldi, ruhumuz ferahladı, hele arka sokaklardan birinde keşfettiğimiz örtücü den birkaç parça yöresel örtü de alınca keyfimize diyecek yok biz hanımların. Aslında bir başka gezide Türk sınırı yakınında, biraz daha kuzeyde yer alan Soufli kasabasına gitmeli ve yıllar sonra yeniden işlerlik kazandırılan ipek dokumacılığı görmeli ve oradan da kesemize uygun bir şeyler almalıyız.




Tevfik ve Sıra Sıra Tesbihleri…

 
 

Yine tali yolları takip ederek Komotini=Gümülcüne ye yaklaşıyoruz, uzaktan beyaz minareler nasıl bir kasabaya yaklaştığımızı belli ediyor. Şehir merkezinde yeşillikler içinde bir park karşılıyor bizi. Arabayı uygun bir yere park ediyoruz, İstanbul plakası hiç yadırganmıyor. Kasabanın kalbi, yeni camii ile eski camii arasındaki çarşı da atıyor. Köşede Kerasi=kiraz satan yaşlı adam “oşgeldiniz be yavu” diyerek “h” söyleyemeyen Rumeli şivesi ile sesleniyor. Çarşının tümü Türklerin sahip olduğu dükkânlardan oluşuyor desek yanlış olmaz. Bence, devlet makamlarında çalıştırılmayan Türkler ticarete yönelmişler, çok da iyi olmuş, böylece devletin neredeyse yarı yarıya düşürdüğü maaşlar onları etkilememiş gibi gözüküyor, gerçek böyle midir bilemem ama görünüş öyle gibi. Vitrinde nefis tesbihler sergileyen “Tevfik bey” in dükkânına giriyoruz, memleketten gelenlerle hasret giderircesine, Tevfik bey, tezgahın özel çekmecelerinden çok kıymetli kehribar tesbihler çıkartıyor ve bize neredeyse “tesbih ziyafeti” çekiyor. Aklımda kalan yeşil damla kehribar tesbihin fiyatı 3200 euro idi… Yeni ve eski camilerin her ikisi de ibadete açık ve iyi durumdalar. Fotoğraflarını çekip, aşağı çarşıda bir tur daha atıp, Gümülcine den çok merak ettiğim bir yere doğru ayrılıyoruz.




Saat Kulesi ve Yeni Cami’den Kareler…

 
 

Gezi öncesinde harita araştırmaları yaparken bu bölgedeki lagün gölleri çok dikkatimi çekmişti, detaylı bir araştırmadan sonra bu bölgenin doğal sit alanı olduğunu ve Vistonida gölündeki bir adada da bir manastırın olduğunu öğrendim. İşte şimdi oraya gidiyoruz. Gümülcine den güneye, göle doğru indikçe, bizim bile hemen kolayca anlayabileceği şekilde bitki ve hayvanlarda bir bolluk ve değişiklik göze çarpıyor. Önce Fenari köyündeki “To Limani” taverna da hafif bir öğle yemeğine 4 kişi 30 euro veriyoruz, plajı inceliyoruz.




Balıkçı Köyü Fenari ve Güzel Plajları…
 
 




To Limani Taverna…

 
 

Bu bölge kuzeydeki Bulgar ve Sırplar tarafından çok seviliyor, erken mevsime rağmen kumsalda yerini almış, kızaran aileler görüyoruz. Mendireğin içindeki balıkçı teknelerinin çokluğu tahminlerimizi doğrular nitelikte: esaslı bir balıkçı köyündeyiz, öğlende yediğimiz, bizim hamsi havasındaki koca tabak “gavros” balığı da bunu doğruluyor.
Vistonida lagün gölünün denize bakan kıyısında minik iki ada üzerindeki kilise-manastır, Aziz Nikolaos a adanmış… Fotoğraflarından görüp, aşık olduğum bu minyatür güzellik beni hayran bırakıyor kendine. Manastır kanuni olarak, Makedonya bölgesinden Deniz tanrısı Poseidon un elindeki üç uçlu çatal gibi denize uzanan Halkidikya yarımadasının en doğuda yer alan ve kurulduğu günden bugüne kadar sınırları içine hiçbir kadının giremediği ve halen Fatih in fermanı ile korunarak günümüzde adeta bir kilise-devlet haline gelmiş “Aynaroz” a bağlıymış. Çok şükür ki buraya kadınlar girebiliyor. Karaya dar bir köprü ile bağlı ve üzerinde bir kilise ve ilerde yine birinci adaya başka bir köprü ile bağlanan şapel havasındaki küçük kiliseden oluşuyor bu minyatür güzellik.
Genç papaz avludaki dut ağacının altından bize sesleniyor “Öğlen kapatmadık, kilise açık girin içeri…”Evet Yunanistan da kiliseler de saat 13.00 de öğle tatiline giriyor. Nerden geldiğimizi soruyor çıkışta, “İstanbul dan” diyoruz, üstüne basa basa….Gülüyor papaz, Kalimerasas…diyerek bizi geçiriyor.




Balıkçı Köyü Fenari ve Güzel Plajları…

 
 

Lagün gölünün bitiminde Porto Lagos kasabasından geçiyoruz, buraların balık deposu olduğu soğuk hava depolarının önündeki soğuk hava teşkilatlı kamyonetlerden çok belli…

 
 

Kavala da 2 gece kalacağız, yerimiz hazır, bu kez otoban a çıkıp hızlı yoldan Kavala ya varıyoruz… Meşhur kurabiyelerin kokusunu şimdiden alır gibiyim. Kavala da buluşmak üzere….



 Yazılan Yorumlar...
NEŞE
(07 Temmuz 2013)
Sevgili Setenay hanım,çok teşekkürler..Artık komşuyla balayı yaşıyoruz,kriz nedeni ile bizi kraliçeler gibi karşılıyorlar..İşler kolaylaştı,ister kendi arabanızla,ister tekneyle hemen karşıya geçerek çok ucuz ve zevkli seyahatler yapılabiliyor..Haydi sıra sizde..
Setenay Süzer
(06 Temmuz 2013)
Sevgili Neşe Hanım,
Keyifle okuduğum, güzel yazılarınızı özlemişim, bilgilendirici ve samimi anlatımınızla,ben de adeta yanınızdaymışım gibi, gezdiğiniz yerleri görmüş kadar oluyorum..İş değişikliği nedeni ile bu Yaz, bayramlar dışında,uzaklar için tatilimiz yok, onlarıda deniz ve kaplıca için değerlendireceğiz.Komşuya, nedense daha adımımızı atmadık,oysa hiç zor değilmiş demekki, özendim şimdi ve de ilk fırsatta programa almalıyız diye düşündüm.Aslında,Sisam adası Güzelçamlı dan yüzme mesafesinde,ilk ordan başlamalı deyip,Kuşadasıdan feribot la gitmek güzel fikir.Paylaşımınız için çok teşekkürler..Gezinin devamını merakla bekliyorum.Mutlulukla kalın
setenay