Düştük gene yollara…Bugün, yeniçerilerin izinden eski topraklara ziyaret var… Tuna’ya paralel güneye uzanan otoyol yeşil ovalar arasından bizi eski Osmanlı sancaklarına taşıyacak. Ağır bir tempo gerekli bu tarihi havayı sindirebilmek için, çok fazla değil ama tarihi çerçeveyi iyi çizebilmek için biraz da bilgi.
Sollayan otomobiller bir müddet sonra haykıran atlılara dönüşebilir, yol tabelaları yoksa saldıran birliklerin allı yeşilli bayrakları mı? Yan taraftan eşimin sesi ile kendime geliyorum: Sağa mı, sola mı yoksa doğru mu gidiyoruz? Eyvah, GPS tarihe daldı yolu unuttu, çoktan otoyolu terk etmişiz…Toparlanmam birkaç saniye içinde oluyor, cevap hazır: “Sapaydın keşke!” Ben bu cevabı verdiğimde sapak 250 mt. gerimizde kalmıştı bile…Şaka bir yana diyemeyeceğim, tam da anlattığım gibi oldu ama çabuk toparlanarak Mehter marşları eşliğinde Osmanlı’nın sancak şehri “PECS”e girdik.
Türkler şehri 1543’de alıyorlar, 1686’ya kadar 123 yıl egemenliklerini sürdürüyorlar, yıktıkları kadar da güzel ve faydalı yapılar yapıyorlar. Modern Pecs ile işimiz olmaz ama 2010 yılının üç kültür başkentinden biri olarak İstanbul ve Essen’in yanında bakalım ne durumda diye de bakmadan olmaz tabii…Ocak ayından beri İstanbul’da çok dolaştım, restoresi biten bir tek yapıya bile rastlamadım, her yer yarım yamalak, düzensiz ve özensiz…Şimdi bunları tek tek saymaya başlasam çıldırırım. Pecs’e daha önce de geldiğim için yapılan iyileştirmeleri ben bile anlayabiliyorum. Şu anda devam eden restorasyon yok, hepsi allanıp pullanmış, avlular, bahçeler, meydanlar düzenlenip çiçeklerle süslenmiş, sergiler, konserler, gösteriler son hız devam ediyor, alınan paraların ne işlere harcandığı ortada…Darısı başımıza…
Tam karşımda “Gazi Kasım Paşa Camii”…Kenti alan komutanın emri ile onun adına burada mevcut St. Bartholomeo kilisesinin taşları ile yapıyorlar. Plan çok basit, kare bir mekan, tek bir kubbe ile örtülü, eseri gören Evliya Çelebimiz’de zaten yapıyı, İstanbul’daki Yavuz Selim camii ne benzetiyor. Gerçekten de plan olarak onun ufak bir kopyası gibi…1686’da şehir tekrar geri alınınca yapı yıkılmadı, bozulmadı yalnızca giriş bölümüne bir ekleme yapılmış. Bugünde görülen giriş bölümü ve içerdeki freskolar 1930’ların üslubunu estiriyor. Şehri her alan ilk duayı da burada yapıyor, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı yapının tam ortadaki konumunu pek sevmiş olmalı. 18 yüzyılda bir yıldırımla yıkılana kadar minare de mevcutmuş ama bu olaydan sonra Cizvit papazları minare kalıntılarını da “fırsat bu fırsattır” diyerek silip süpürmüşler...Silip süpürülen sadece o değil, hayranlıkla seyrettiğim ”Milli Tiyatro”nun yerinde de bir camii ve Müslüman mezarlığı varmış…Önce bir Dominiken manastırı yapılıyor, sonra da süslü bir tiyatro. Pecs ünlü “Zsolnay” porselenlerinin de yurdu, biz fabrika satış mağazasını keşfedemedik ama kentin mimarları bu porselenin yapılara ne kadar yakıştığını geçen yüzyılda keşfetmişler. Pecs’in birçok önemli yapısında bu porselenler, renkli sırlı kiremitler bolca kullanılmış, hele meydandaki “Boğa Başlı “çeşme pek hoş!
Dar sokaklardan geçerek, ”Memi Paşa Hamamı”na geliyoruz. Sadece temelleri kalmış, hamam demeye bin şahit ister ama kaynaklar yanında bir de camii bulunduğunu ve 1880’e kadar ayakta olduğunu söylüyor. Yaya yolu minik bir meydandan geçerek sona erdi ama tam karşımızda da “Yakovalı Hasan Paşa Camii”göründü. Minyatür ölçülerde bir yapı ve minaresi ile birlikte günümüze gelebilen tek yapı Macaristan’da.1956’daki restorasyonda geç devir ekleri yıkılınca bir “Mevlevihane” ortaya çıkıyor. 1975’de restorasyon bitince halka açılıyor ve şu anda camii olarak kullanılıyor.
Buradaki Müslümanları yakından tanıma fırsatımız da oldu. Camii önündeki kalabalık dikkatimizi çekince biz de yaklaştık ve kendimizi bir sergi kokteylinin ortasında bulduk. Mevlevihane’deki orta mekan ve derviş odaları güzel bir sunum ve ışıklandırma ile ney nağmeleri eşliğinde bazı el yazmaları ve dini objeleri sergiliyordu. Günümüzün “tesettür modası”na uygun giyinmiş Türk hanım ve beyleri, Pakistanlı ve Malezyalı olduğunu tahmin ettiğim gruplar Macar dostları ile avludaki açık büfenin tadını çıkartmakla meşguldü.
Pecs de dikkati çeken iki tane de tarihi otel mevcut. Hotel Nador tam da bizim Gazi Kasım Paşa camiinin yanı başında koyu somon rengi ile dikkat çekiyor, ilk yapı 1846’da Schönherr ailesi tarafından yaptırılıyor. İlginç nokta, o tarihlerde elle açılan bir mekanizmaya bağlı kubbeye sahip olması...Yerine 1902’de bugünkü bina yapılıyor ve 1944’de Rus ordularının Genel karargahı olarak kullanılıyor. Diğer otel ise kalabalık yaya caddesindeki “Palatinus Hotel”. Bir eldiven fabrikasının yerine 1915’lerde “Sezession” stilinde yapılıyor ve şu anda da şehrin en şık oteli bence.
Çadırlar toplanıyor, atlar hazır, önden akıncılar, arkadan biz, ordu “Szigetvar” yolunda…Büyük Sultan arkadan arabası içinde orduyu izliyor. Hasta ve 72 yaşında olmasına rağmen 10 yıldır sefere çıkmadığı ve 1565’deki Malta yenilgisini unutturmak için imaj tazelemek zorunda…Savaş yanlısı Sokulu’nun da ilk seferi bu…Hedef Viyana ama Sokullu yolda aldığı raporlarla vazgeçiyor ve rotayı Szigetvar üstüne kırıyor. Kanuni otağına yaklaşırken tekrar atına biniyor, asker onu arabada yatarken görmemeli! Kale komutanı Kont Mikloş Zrinyi iç kaleye çekiliyor, yanıp yıkılan dış şehrin kalıntıları ile hendekleri dolduran Yeniçeriler 34 günlük kuşatmadan sonra Szigetvar=Adakale’ye girerler. Kont son bir yarma harekatı yapmak ister ama vurulur. Kanuni ise bir gece önce bu alemden çekilir ve zaferi göremez. Akıllı Sokullu, Sultanın iç organlarını hemen oraya gömdürerek cesedi korumaya alır ve yaşıyormuş izlenimini vererek Belgrat’a kadar dönüşe geçer ve orada Kütahya’dan acele çağırttığı Sarı, Sarhoş, Avcı artık hangi ismi uygun görürseniz ona, II.Selim’e, tahtı devreder.
Kaleden günümüze bir şey kalmamış. Gördüklerimiz geç devirlere ait birkaç ufak gözetleme kulesi, biz asıl Türk-Macar Dostluk parkına gitmek istiyoruz. Rehber kitaplar, 67 no’lu Kaposvar yolunun girişinde, Szigetvar’dan 4-5 km. uzakta olduğunu yazıyor. Birkaç sokağa girip çıkıyoruz, isimler hep bildik, Török=Türk, Turban, Türbeki, Szuliman isimli sokaklarda dolanıyoruz, bahçesi ile uğraşan bir hanım Türk olduğumuzu anlayınca yol tarifini bekletmeden veriyor.
Türk-Macar Dostluk parkı 1994’de Türk hükümetinin girişimleri ve maddi desteği ile yapılmış. Kütahya çinileri ile süslü geleneksel bir meydan çeşmesi hemen dikkati çekiyor. Önde Kanuni ve Kont Zrinyi’nin dev portre-büstleri, arkada Büyük Sultanın iç organlarının gömülü olduğu alçakgönüllü mezar bizleri duygulandırıyor. Ziyarete gelen Macarlar “Kahraman düşman”larına minik çelenkler bırakmışlar…
Keşke bu tarihi gezimizi kronolojik yapsaydık, önce Mohacs’a gitseydik diyorum ama olsun 60 km. yol alırsak 1526’ya Mohacs’ın kanlı-şanlı günlerine geri dönebiliriz…Karayolundaki bir trafik kazası nedeni ile bir saatlik gecikmemiz var, tam da dünyanın en kısa süren meydan savaşının bittiği akşam saatlerinde savaş alanına gireceğiz. Neyse ki o ağustos akşamındaki gibi yağmur-fırtına yok…Kanuni, Szigetvar’dan tam 40 yıl daha genç, ordunun başında sadrazam makbul ve de sonradan maktul olan ünlü İbrahim Paşa var. Kendileri büyük Sultanın Manisa’dan yakın dostu ve sarayın damadı olurlar. Osmanlı ordusu 60.000 kişi ve 300 topla saldırıyor, düşmanı ani bir torba harekatı ile perişan ederek iki saatte işi bitiriyor…Sonuç 150.000 ölü, Tuna bataklıklarına saplanan ordular..
Macarlar, yenilgilerinin 450. yıldönümünde (1976) bir Tarihi Anı Parkı=Historical Memorial açmışlar, biz de gün batmadan yetişmek istiyoruz…Kestanelerle çevrili güzel bir yoldan Mohacs kasabasının güneyine kıvrılıyoruz, görevli anıtsal giriş kapısını kapatmak üzereyken yetişiyoruz, adam “kapandı” diyor, ben,Tarzan gibi göğsüme vurarak “Biz Török üz, biz Török üz” diye bağırıyorum, adam “haydi geç, bilet de istemez” diyor ve bizlere izin veriyor…Zafer bu akşamüstü yine bizim!
7 hektarlık dairesel bir alan dev gibi ağaçlarla çevrili ve topraktan yarısı dışarı fırlamış, totemlere benzeyen ahşap sembolik heykeller var etrafta. Bunlar, atları, yeniçerileri, Macar askerlerini sembolize ediyor. Olayları tarihsel olarak ayrı bir avluda, duvarlardaki panolarda anlatıyorlar ve yapılan kazılardan da fotoğraflarla destekliyorlar…Fotoğraflarda at ve insan iskeletlerinden geçilmiyor..
Akşam oluyor…Tuna’nın, Mohacs’ın üstüne bir sis indi, kuşlar da yavaş yavaş susuyor, Türk’ün, Macar’ın ruhları birbirine karışıyor, Mayıs akşamına uçuyor…Budapeşte’ye dönüş vakti çoktan geldi…Haydi yola koyulalım yeniden..
|