Midilli : Karşının Davetkar Güzeli - 1 (Mitilini-Plomari-Agiassos)



Neredeyse 2 yıl olmuş Midilli gezisini yapalı. Aslında yazısını yazmaktan çoktan vazgeçmiştim. O dönem gezi sonrası ortaya çıkan yaklaşık 5,5 aylık Lüksemburg görevinin hazırlıkları bu işlerle ilgilenecek hiç zaman bırakmamıştı. Oraya vardıktan sonra da Avrupa’nın farklı noktalarına gezilerim devam ettiği için onları yazmaktan Midilli’ye fırsat gelmemişti. Peki ne oldu da aradan geçen bunca zaman sonra yeniden klavyenin başına geçtim? Birkaç hafta önce çalıştığım kurumda ciddi bir yer değişikliği olunca çekmece ve dolaplar yeniden elden geçirildi. İşte bu sırada bir torba dolusu Midilli belgelerini ve bunların içinde nerdeyse her anı not aldığım küçük defterimi görünce “yazık olacak bunlara” diyerek yeniden aşka geldim. “Belki zaman geçmiş olabilir ancak benim yaşadığım ve keyif aldığım Midilli gezisi tarihin her döneminde Ağustos 2011’de yapılmış olmayacak mı” dedim kendi kendime ve geçtim klavyenin başına…


2011 yılındaki mali kriz Yunanistan’ın belini bükünce mecburen yeşil pasaporta vize uygulaması kaldırılmıştı. Bu durum halen de devam ediyor. Yaz tatillerinin önemli bir bölümünü Dikili’de geçirdiğimiz için Ayvalık’tan ya da Dikili’den Midilli’ye ulaşım hiç de zor olmayacaktı. Biz gün ve saatleri daha uygun olan Ayvalık’ı tercih ettik. Yine bizim gibi Dikili ile bağları bulunan Levent abiler ve Kürşat’larla birlikte Ankara’dan Hülya abla da ekibe eklenince, toplam 7 kişi, Ayvalık’ta yer alan Jale Turdan gidiş-dönüş 25 €’ya biletlerimizi aldık ve 6 Ağustos 2011 sabahı saat 09.35’de yola çıkan feribottaki yerimizi aldık.




Midilli seyahatinde kullandığımız feribot ve Mitilini’ye varırken…



Yeni bir yer görmenin heyecanı herkesin yüzünden okunuyordu. Daha önce Yunanistan’a gitmiştim ama ilk kez adalardan birisine seyahat edecektim. Hava güzel ve hafif rüzgârlı idi. Yaklaştıkça bizim Ege sahillerimizdeki kasabalara, özelliklede, Ayvalık’a benzer yapılar görünmeye başladı. Belki de tek farkı bizdeki camilere karşılık buradaki kiliseler. Limanda bekleyen orta büyüklükteki lacivert geminin Atina-Midilli arasında çalıştığını sonradan öğreniyoruz. Keyifli yolculuk feribotun saat 11.05’de rıhtıma yanaşması ile sona erdi. Üç polisle seri bir biçimde tamamlanan pasaport kontrolü herkesi memnun etti doğrusu. Bu arada gözüm minik free shop’a ilişti ama sadece dönüş zamanlarında açık olduğunu öğrendik.
Dışarıya çıktığımızda kendi otel, pansiyon ya da restoranlarının el ilanlarını dağıtan görevliler yanında kiralık araba isteyip istemediğimizi soran birkaç delikanlıyla da karşılaştık. Bu durum, her feribot varışında tekrarlanıyormuş. Her şeyimizi daha önceden ayarladığımız için bunlar bizi pek ilgilendirmedi doğrusu. Neredeyse tüm limanı yürüyerek yaklaşık 10–15 dakika sonra pansiyonumuza ulaştık. Neşe Hocamın tavsiyesi üzerine irtibata geçtiğimiz ve rezervasyon yaptırdığımız Alkaios Rooms’da (ALKAIOY st., 16 ve 32) bizi patronun kızı Sophia karşıladı. Şehrin merkezinde, alışveriş caddesi Ermou ve limanı kesen bir sokakta iki eski binanın restore edilmesiyle oluşturulmuş olan Alkaios’un ana binasında güzel bir bahçe var, kahvaltılar burada yapılıyor. Bizim odalarımız ise biraz ilerideki binada. Odalar küçük ama gayet temiz. Fiyata gelince; yüksek sezon olduğu için iki kişilik konaklama, kahvaltı dahil 50 €, tek kişilik konaklama ise 40 €. (Teşekkürler Neşe Hocam)





Alkaios Pansiyonun bizim kaldığımız ikinci binası...



Her ikiside Ermou Caddesi… Bilin bakalım hangisi Cumartesi Öğleden sonra :)



Biz Midilli diyoruz ama aslında adanın ismi Lesvos ya da Lesbos olarak biliniyor. Yunanistan’ın üçüncü büyük adasında doğudan batıya 100 km’den fazla bir mesafe var ve nüfus yaklaşık 100.000. Bizim telaffuz ettiğimiz Midilli (Mitilini) ise adanın başkenti ve en çok nüfuslu kasabası. Adanın tarihi M.Ö. 3000’lere dayanıyor. Pek çok defa el değiştirmiş, nice güç Bizans tarafından düğün hediyesi olarak Cenovalı Gateluzluya ailesine verilen adada Osmanlıların hâkimiyeti 1462’de Fatih Sultan Mehmet zamanında başlıyor ve 1912 yılına kadar devam ediyor.
Odalarımıza yerleşip biraz dinlendikten sonra Midilli gezimize başladık. Elbette ilk durağımız şehrin alışveriş caddesi olarak kabul edilen ve bir anlamda eski limanla yeni limanı birleştiren Ermou Caddesi. Belirli saatlerde trafiğe kapalı olan yaklaşık 700-800 metrelik cadde sağlı-sollu dükkânlarla dolu. Balıkçısından marketine, bankasından kafesine, lüks mağazalardan salaşına ne ararsanız var. Cumartesi olmasının etkisiyle olsa gerek insanlarda bir acele var gibi. Malum Yunanistan’da hafta tatili Cumartesi öğleden sonra başlıyor.




Mitilini liman ve rıhtımdan görüntüler…



Caddedeki dükkânları vitrinlerinden şöyle bir süzerek dolaşırken yürüyüşümüzü yarıda keserek limana ulaştık. Öğle yemeği için limana bakan ve Yunan alfabesi nedeniyle ismini tam olarak bilemediğim bir kafeye oturduk (Ben ona reklam tabelası nedeniyle Yam Yam Cafe ismini taktım). Liman manzarası ile fiyatları 2,80-3,40 € arasında değişen büyük sandviçlerimizi afiyetle mideye indirdik.
Çok da büyük olmayan liman bölgesi oldukça şirin. Tarihi binalar restore edilmiş ve alt katları daha çok restoran-kafe olarak hizmet veriyor. Büyük Britanya Oteli, Valilik Binası, Belediye Binası ilk dikkat çeken yapılar. Orta büyüklükte yatlar ve tekneler sıra sıra dizilmiş. Şehirde ilk dikkat çeken şey her ebatta motosiklet bolluğu. Sağdan, soldan, oradan buradan, kısacası her yerden bir motosiklet çıkıyor gibi sanki. Belki küçük bir şehir ve sokakların dar olması nedeniyle normaldir ancak biz alışmadığımız için ilk anda garipsiyoruz.




Panellinion Kafede ekip toplu halde keyif yaparken…



Liman boyunca yürüyüşümüz bizi meşhur Panellinion Kafeye götürdü. 1800’li yıllarda Osmanlılar tarafından banka olarak inşa edilen bina 1900’lü yıllarda Kafeye dönüştürülmüş. Bir kapısı liman caddesindeyken diğer kapısı ise Ermou Caddesine bakıyor. Her yönüyle tarihi bir bina olduğu açıkça belli, her yer ahşap, tavanlar yüksek. Duvarlarında şehrin tarihine ait büyük fotoğraflar var. Gerek yerliler gerekse de turistler açısından popüler olduğu belli, oldukça kalabalık.
Artık Türklerin adaya gelişi o kadar artmış ki kafedeki menülerde Türkçe alternatifi de bulunuyor. Bizim “Türk” onların ise “Yunan” dedikleri kahvelerin yanında neskafe ve frappe siparişlerimizi veriyoruz. Frappe, en kaba tabiriyle buzlu kahve. Sade, orta ya da şekerli sipariş edebiliyorsunuz. İsterseniz süt de eklenebiliyor. Aynen Selanik’te olduğu gibi burada da nerdeyse herkes frappe içiyor. Daha önceden deneme şansım olmuştu, yaz sıcaklarında hiç de fena bir alternatif değil doğrusu.




Agios Therapon dış cephesi… Ermou’da şirin bir kafe…



Siparişlerimiz gelmeden önce masaya birkaç sürahi buzlu su geldi. Ağustos sıcağında mükemmel bir uygulama. Eskiden bizde de böyle ikramlar vardı, ama şimdilerde her şey para olduğu için özellikle sayfiye bölgelerinde böyle şeyleri görmek neredeyse imkânsız. Kahveler servis edilirken minik kurabiye ikramının yanı sıra dikkatimi çeken bir başka husus da bizim kahvenin duble olarak da servis edilmesiydi. Oldukça büyük fincanlarda servis edilen duble Türk kahvesi en çok bizim tiryaki Arzu’nun hoşuna gitti. Bu arada garson Cleopatra’nın kim olduğunu sorunca kendisini gönderdiler. Cleopatra ile keyifli bir mini sohbet yaptık, Neşe Hocamın kulaklarını çınlattık. Meraklısı için fiyat bilgilerini de verelim: Türk Kahvesi 2 €, neskafe 3 €, frappe 3 €, filtre kahve 3 €.




Yalı Camii dış cephe…Paulus Şapeli…



Gezimiz belediye binasının önünden limanın sonundaki restoranların oraya doğru devam etti. Burası aynı zamanda adaya gelen Türk misafirlerin sıklıkla tercih ettiği Fanari (Fener) Restoranın da olduğu yer. Şef garsonun Mustafa adında bir Türk olması bunda önemli olsa gerek. Belediye binasının arka tarafındaki parkın yanından devam ederek yeniden Ermou Caddesine çıktık. Saat 16.00 olmuştu ve caddede neredeyse tek bir açık dükkân yoktu. Hatta daha önceden gezmek için uğradığımız kilise bile kapalıydı. Cumartesi öğleden sonra başlayan hafta sonu tatili Pazartesi sabahına kadar sürüyor. Bunun dışında hafta içi de öğlen saatlerinde 2-3 saat “siesta time”. Yani kepenk yarıya indiriliyor ve görevli ya içerde uyuyor ya da evine gidiyor. Kriz, mriz diyorlar ama tatilden ve siestadan asla taviz vermiyorlar.

 
 


Bomboş Ermou Caddesi boyunca ilerlediğimizde bakımsız ve minaresiz haliyle Yeni Cami çıkıyor karşımıza. 1825’de Mustafa Ağa tarafından yaptırılan cami adeta kaderine terkedilmiş bir görüntüde. Gerçi buraya gelmeden önce araştırma yaparken sağduyulu adalıların burada geniş bir temizlik yaparak boyadıklarını okumuştum ama sütunlar nerdeyse düştü düşecek havasında. Tam karşı sokakta bulunan Çarşı Hamamı daha iyi görünüyor. Zaman zaman sergi binası olarak kullanılıyormuş.




İplerden sarkan ahtapotlar nasıl da iştah açıcı… Anne heykeli ve bizim anneler :)



Yolun sonu bizi “Epano Skala” denilen şehrin ilk limanına getiriyor. Burası Osmanlı zamanında da liman olarak kullanılıyormuş. Bugün için bol bol restoran ve kafe bulunuyor. Hatta restoranların astıkları kalın iplerin üzerine sıra sıra dizilmiş ahtapottlar gece olunca bulunduğumuz alanın ne kadar keyifli ve eğlenceli olduğunun da bir habercisi gibi. Küçük Paulus Şapeli de burada. Meydanın ortasında bulunan çocuklarını kucaklamış anne heykeli ise 1922 yılındaki mübadelenin anısına dikilmiş. O dönem her iki taraftan da binlerce insan çok büyük acılar yaşamışlar. Bu heykele çekilen acıların bir sembolü de diyebiliriz.

 
 


Kalenin eteklerinden yukarıya doğru eski Osmanlı bölgesine doğru yürüme teklifim aşırı sıcak nedeniyle ileri bir zamana ertelenince kısa bir süre kaleyi gezdik. İlk kez Bizanslılar döneminde inşa edilen kale şehrin iki tarafındaki limanları da gören alçak bir tepe üzerinde bulunuyor. En önemli ilaveler Osmanlılar zamanında yapılmış. Girişte Osmanlıca kitabeler de yer alıyor. 1912 yılından sonra bir dönem kışla olarak da kullanılmış. Bugün için restorasyon çalışmaları devam ediyor.




Kalenin kuzey cephesi ve Özgürlük Heykeli…



Kale surlarındaki gezimiz tamamlandıktan sonra bu sefer etrafındaki karayolu boyunca ilerledik. Kısa olacağını düşündüğümüz bu yol bizi biraz zorlasa da Tzasmaki Plajının güzelliği keyif veriyor. Deniz tüm berraklığıyla “bana gelin, bana gelin” diye bağırıyor adeta. Plajın kara tarafındaki ağaçlık alanda kısa bir mola verdikten sonra yolumuza devam ediyoruz.
Limanda bulunan Özgürlük Heykeli şehrin simgelerinden biri. New York’daki orijinaline çok benzeyen bu küçük heykelin adanın Osmanlı’dan kurtulması şerefine yapıldığı söyleniyor. Arkeoloji Müzesi’de burada ancak tahmin edebileceğiniz gibi kapalı. Bahçesindeki heykelleri selamlamakla yetiniyoruz.

 
 

Pansiyona ulaştıktan sonra 19.30’a kadar mola verdik ancak ben 18.45’de otelden ayrılarak arka tarafta yer alan, dar ve yokuş yollarda gezime devam ettim. Dar sokaklardaki küçük şirin evler, dikkatlice beni süzen sokakta evlerinin önüne oturmuş insanlar. Ve oldukça keyifli bir liman ve şehir manzarası.





Arkeoloji Müzesi’nin bahçesindeki aslan heykeli...




Ünlü şair Sapho’nun limandaki heykeli… Belediye binası önünde nikah telaşı…



Yaklaşık 45 dakikalık bu mini keşif gezinin ardından pansiyona giderken bizimkileri, portakal ağaçlarının altındaki bahçede sohbet ederken buldum. Ekip toplu halde Fanari Restorana gitmeye karar verdi. Yolda Belediyede kıyılan nikâhın kutlamalarına denk geldik. Gelin ve damat misafirlere poz veriyorlardı. Restoranlar henüz masalarını yeni düzenlemişler, gelecek müşterileri bekliyorlardı.
Fanari’nin Şef Garsonu Mustafa Aydoğan ve patron Dimitris bizi son derece sıcak karşıladılar. Burası küçük, keyifli bir aile işletmesi. Dimitris’in annesi de mutfakta çalışıyor. Türk turistlerin uğrak noktası olduğundan Dimitris’de birkaç kelime Türkçe öğrenmiş. Tam limanın son noktasında, minik teknelerin dibinde yer alan masamız doldukça doldu: Kalamar tava, kalamar dolma, kabak çiçeği dolması, bezelye fava, patlıcan salata, kızartma, grek salata, tekir ve sardalya, iki adet 20’lik Barbayani Uzo. Hesap mı? Tamamı 99 € idi, %10 indirim yaptılar. Biz de bahşişle beraber 100 € bıraktık. 7 kişilik bir grup için bedavadan hallice denilebilir.




Fanari Restorana doğru ilerlerken…



Yemek sonrası dolaşırken ünlü kadın şair Sapho’nun heykelinin bulunduğu meydana vardık. Bilmeyenler için Sapho’nun hikâyesini özetleyeyim. Sapho, antik çağın en önemli şairlerinden. M.Ö. 600’lerde Midilli’de doğduğu tahmin ediliyor. Burada kadınlar için müzik ve dans dersleri veren bir okul açar. Ancak sadece kadınların bulunduğu okuldan zamanla lezbiyen ilişkilere yönelik dedikodular çıkar. Sapho bunları yalanlamaz, zira şiirlerinde ve söylemlerinde dedikoduların doğru olduğu aşikârdır. Hikayenin sonu muhtelif ama en çok kabul edileni kız öğrencilerinden birisine aşık olması ve buna karşılık bulamayınca kendini denize atarak intihar etmesi. Acı bir son… Adanın ismi olan “Lesvos” daha sonradan “lezbiyen” kelimesine ilham vermiş. Her yıl Eylül ayında adanın Eressos bölgesinde kutlanan lezbiyenler festivali de Sapho anısına olsa gerek.




Dimitris’le Midilli Hatırası… Ekip halinden memnun görünüyor…



İşte Sapho’nun heykelinin olduğu bu meydanda her Cuma ve Cumartesi günleri bu meydanda gençler tekno müzik yapıyorlarmış. Biraz izleyelim dedik ama alışık olmadığımız müzik türü olunca ayaklarımız orayı terk ederek Panellinion’a vardı. Gecenin keyfini sürdükten sonra birkaç dakika içinde pansiyona ulaştık….

 
 


İkinci Gün



Portakal ağaçları ile süslü bahçemize kahvaltı için toplandığımızda saat 09.00’a geliyordu. Kahvaltının vasat olduğunu daha önceden de biliyorduk: Kek, reçel, etimek, yağ ve kahve-çay. Yine de keyfini çıkarmayı ihmal etmedik. Kahvaltı sırasında tanıştığımız Türk aile bize yeni rotalar tavsiye etti. Bazıları zaten programımızda olmakla birlikte onlar bizden fazla gün geçirdikleri için tüm gösterdikleri yerlere gidebilmemiz mümkün görünmüyordu.



Kahvaltıdan sonra önceki gün kapalı olduğu için gezemediğimiz şehrin en büyük kilisesi Agios Therapon’ gittik. Bizden başka kimse yok ama Pazar ayini için hazırlıklar yapılıyordu. Lesvos’lu mimar Argiris Adalis tarafından inşa edilen kilise kızıl yontma taştan yapılmış. Merkez kubbesi oldukça yüksek. Dört köşesinde dört tane küçük kubbe var.
Daha sonra Kürşat’la birlikte limanın karşı tarafındaki “Best Rent A Car” araba kiralama firmasına gittik. Daha önceden email yoluyla irtibata geçtiğim Kirlis bizi karşıladı. Ada yolları bazı yerlerde oldukça dar olduğundan iki tane Toyota Yaris için anlaşmıştık ancak Kirlis, Yarislerden birisinde problem olduğundan dolayı aynı fiyata bize ikincisini C4 vereceğini söyledi. İki adet arabanın 2,5 günlük maliyeti toplam 150 €.





Agios Isodoros Plajı...




Solda Plomari’nin limandan görünüşü… Sağda ise dar sokaklar…



Arabalarla hareket ettikten sonra adanın en büyük körfezlerinden birisi olan Gera boyunca ilerledik. Sol tarafımız deniz, sağımızda nefis ağaçlarla ilerlerken Evriaki Plajında küçük bir mola verdik. Burası keyifli bir halk plajı. Kimse otopark ücreti, şezlong ücreti ya da şemsiye parası istemiyor. Bir şeyler atıştırmak için minik bir büfe kurulmuş. Biz de dayanamayıp oldukça iri boyutlarda peynirli-domatesli birer tost yedik. Tanesi için ödediğimiz ücret sadece 2 €. Gerek bir önceki akşam yemeği gerekse de diğer şeyleri kıyaslayınca ada bizim sayfiye bölgelerine göre oldukça ekonomik. Deniz keyfimizi ise yaklaşık 20 dakika mesafedeki Agios İsodoros’a bırakıyoruz.

 
 


Adanın meşhur plajlarından birisi olan İsodoros’a vardığımızda saatler 13.30 olmuştu. Plajı ücretsiz kullanabiliyorsunuz ancak şezlong ya da şemsiye için ücret ödemeniz gerekiyor (İkisi 5 €) Plaj oldukça kalabalık. Yaklaşık 2,5 saat boyunca çakılla dolu sahili bulunan harika bir denizde serinledik. Gerçi hemen derinleşiyor ama pırıl pırıl.


Plomari kasabasına vardığımızda saat 16.30’u geçiyordu. Plomari’yi popüler yapan şeylerden biri Yunanistan’ın en güzel uzolarından birisi olarak kabul edilen “Barbayanni” nin burada imal ediliyor olması. Daha önce Selanik gezimizde bu uzoyu denemiş ve tam puan vermiştim. Bu kadar lezzetli uzo üretiminde adanın güzel suyunun da etkili olduğu söyleniyor. Bu arada küçük bir not: Yunancada “B” harfi “V” olarak telaffuz edildiğinden konuşurken uzonun adı “Varvayanni” diye söyleniyor. Aynı durum adanın ismi için de geçerli. Bazı kaynaklar “Lesvos” derken bazıları da “Lesbos” diyor. Yine “B” harfinin mahareti :) Kasabanın girişinde bir Uzo Müzesi de bulunuyor.




Plomari merkezde koça çınar ve tahta masalı şirin kahveler…



Plomari’nin bizim açımızdan önemi ise ünlü denizcimiz Barbaros Hayrettin Paşa’nın doğduğu yer olması. 1473’de doğan Barbaros önceleri bir korsanken sonradan Osmanlı donanmasının komutanı oluyor ve Akdeniz’i titretiyor. Gerçi burada O’nun anısına bir şey yok ama yine de olsun…

 
 

Plomari’nin deniz tarafı kafeler ve restoranlarla dolu. Kasaba yukarıya doğru kat kat yükselerek gidiyor ve içlerine ilerlediğinizde sanki Türkiye’deki herhangi bir köyü geziyormuşsunuz havası var. Ana meydan diyebileceğimiz küçük bir alanda devasa bir çınar ağacı bulunuyor. Çınarın dört tarafındaki kahvelerde aynı bizdeki gibi mavi ve kahverengi tahta sandalyeler var, tüm sadelikleriyle misafirlerini bekliyorlar. Sokaklar dar, şirin ve renkli evler mevcut. Bazı evlerin uzun zamandır kullanılmadığı belli oluyor. Yukarılara doğru ilerledikçe merdivenli sokaklar karşılıyor bizi. Kış döneminde ne kadar su taşıdığını bilemiyorum ama dere yatağı Ağustos ayında otopark olarak hizmet veriyor.
 
 
Yorgunluğumuzu atmak için deniz tarafında yer alan Oceanis Snack Bar’a oturuyoruz. Sahil ve liman boyunca bolca kafe ve restoran mevcut ancak günün bu saatinde daha çok plajların dolu olduğu kesin. Yaklaşık bir saatlik moladan sonra yeni hedefimiz olan Agiassos’a (ya da Ayasos) doğru yola çıktık. Meraklısı için Oceanis fiyatları; çay 2 €, çikolatalı sufle 3 €, waffle 4 €, neskafe 2 €, Türk kahvesi 1,5 €, cheese cake 3 €.



Agiassos Adanın en güzel kasabalarından birisi…



Gelmeden önce Plomari ile Agiassos arasında yer yer oldukça daralan köy yolları olduğunu okumuştum. Açıkçası bahsi geçen yoldan gidip gitmemek konusunda kararsız kaldık. Köy yolları daha kısa ama daha riskli, normal yol ise daha uzun ama risksizdi. Sonuçta biraz maceranın kimseye zararı olmaz diyerek köy yollarından gitmeyi tercih ettik. Yol boyunca birkaç keskin viraj dışında sıkıntı olmadı. Yolun neredeyse tamamı asfalt. Zaten belirli bir yerden sonra normal karayoluna çıkıyorsunuz. Birkaç küçük köyden geçerken karşılıklı köy kahvelerinde oturan insanların arasından ilerlemek durumunda kaldık. Öyle ki, birisinde yol vermek için ayağa kalkmak zorunda kaldılar. Yaklaşık bir saatin sonunda Agiassos’a ulaştık.

 
 


Agiassos, adanın dini merkezi olarak kabul ediliyor. Yaklaşık 500 metre yükseklikte zeytin, çam ve devasa çınar ağaçları arasında kurulmuş köyde yaklaşık 3000 nüfus var. Tepelik alanda yer aldığı için iki-üç katlı evler sıra sıra yukarı doğru tespih gibi dizilmiş. Buradaki Panaghia Kilisesinin rahibi Osmanlı valisini iyileştirince sultan da buraya vergi indirimi sağlamış. O tarihten sonra köy bir çekim merkezi olmuş. Dini anlamda o derece kıymetlenmiş ki Ağustos’un ortasında kutlanan dini karnavala Adanın farklı noktalarından yürüyerek dahi gelen insanlar oluyormuş.




Tahta oymacılığı ve seramik eşyaları çok popüler…



Agiassos o kadar kalabalıktı ki arabayı bile park edecek yer bulmakta zorlandık. Yavaş yavaş yukarıya doğru tırmandıkça köyün Arnavut kaldırımlı dar sokakları, hediyelik eşya dükkânlarındaki seramikleri ve tahta oymacılığına yönelik eşyaları ve son derece lezzetli kaşar benzeri peyniri ile köy bizi adeta kendine esir etti. Yerli halk ve onların yanına ilişmiş turistler tahta sandalyede çay, kahve ve frappe keyfi yapıyorlardı. Ekip içinde hemen herkes Agiassos’a daha erken gelinmesi gerektiği konusunda birleşti. Yokuşun son bölümünde üst taraf sarmaşıklarla kapatıldığı için gökyüzü dahi görünmüyordu. Tam o sırada ne amaçla yapıldığını bilmesem de bir grup delikanlının ellerinde bira şişeleri ile bir başka delikanlıyı aralarına alarak çalan müzik eşliğinde dans ettiklerini gördük. Sanki bizdeki damadın arkadaşlarının oynaması ya da asker uğurlaması tarzı bir eğlence.

 
 


Panaghia Kilisesi akşam ayinine ev sahipliği yaptığından çok fazla zaman geçirme şansımız olmadı. Şimdiki kilise ilk yapıldığı 1170 yılından bugüne neredeyse 3-4 defa yeniden inşa edilmiş. Birinde deprem nedeniyle, ikisinde yangın nedeniyle ciddi tahribat görmüş. Kilise adını Meryem Ana’ya ait eski bir ikonadan almış. Bu ve diğer ikonaların büyük bölümü aslının aynı kopyalarıymış. Çan kulesinde aynı zamanda büyük bir de saat yer alırken, el yazmaları ve dini eşyalardan oluşan bir de Müze bulunuyormuş.





Panaghia Kilisesinin saatli çan kulesi...



Kilise çıkışı ara sokaklarda biraz daha dolaşıp ufak tefek alışverişler yaptıktan sonra Mitilini’ye dönüş vakti gelmişti. Köy çıkışında arabalara benzin aldık (Litresi 1,699 €) ve yaklaşık 25 km düzgün asfalttan sonra merkeze ulaştık. Kirlis, park ücreti ödemek istemiyorsak 21.00’a kadar arabayı kendisine bırakmamızı ve sabah 08.30’dan itibaren de kapalı garajdan alabileceğimizi söylemişti. Biz de arabaları 20.45’de Kirlis’e teslim ettik.
Arabalardan kurtulduktan sonra akşam yemeği için Sapho Heykelinin oradaki Cafe Central’e oturduk. Ilık Mitilini akşamında, günün yorgunluğu da çökünce yemek oturması uzadıkça uzadı. Nefis iri boy greek salad (5,50 €) ve orta boy vejeteryan pizza (6,90 €) ile akşam yemeği işini hallettikten sonra Levent abi, Deniz abla ve Kürşat’la birlikte Panellinion’a geçtik. Cips ve bademle ikram edilen bira (5 €) ve çay eşliğinde günün kritiğini yaparken saatler gece yarısını buldu…
 

İkinci ve son bölümde görüşmek üzere…
 
Seyahatle kalın…
 
 









 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(08 Eylül 2014)
Hakan bey, bu hafta 1 gece konaklamalı Midillideyim.Sizin gezi yazılarınızdan
Midilli dersimi çalışyorum.Yine çok anlaşılır, doğru yönergeler ve keyifli yazılarınız için teşekkürler.
Setenay Süzer
(06 Temmuz 2013)
Merhaba Hakan Bey,
Neşe hanımın çok güzel anlatımlı komşu gezisinden sonra sizinki daha da kolay, sanki bitişik komşuya terlikle geçivermek gibi olmuş .Bayramda gittiğimizde Güzelçamlı dan Sisama geçmek şart oldu artık.Fotoğraflara bakınca çarşılar, sokaklar Eski Foça yı andırıyor, ne keyifli çekimler yapılır diye çok özendim,darısı başımıza diyelim.Çok selamlar
setenay
hakangeziyor
(04 Temmuz 2013)
Güzel sözleriniz için teşekkürler hocam. Sizin gezi yazınız temel program dokümanımız olmuştu. Ama günümüz daha az olduğu için hepsini yapamamıştık. Tekrar teşekkür ederim...
NEŞE
(02 Temmuz 2013)
Sevgili Hakan,iyi ki eski notları buldun,iyi ki yazdın...Senin de bu geziden mutlu olduğunu okuyunca benimki ikiye katlandı...Çok haklısın,pansiyonumuz güzeldi,temizdi,kahvaltı bol değil ama yeterliydi ve Midillinin yemekleri ve fiyatları fevkaladenin fevkindeydi...Ayrıca garson Kleopatra da sayemizde meşhur oldu,bvu iyiliği unutmasın...Plomari ve Agiassos dan biz de çok keyif aldık ama biz yaş itibarı ile riske girmeyip uzun yoldan bu rotayı yaptık...Ağustos kalabalığında olsa da çooook güzel bir gezi olmuş,devamını bekliyorum...