7 Ekim 2010 Perşembe THY ile Ankara-İstanbul-Paris uçuşunu gerçekleştiriyoruz. Paris’in iki büyük havaalanından biri olan ve Paris merkezine 25 km uzaklıkta, şehrin kuzey-doğusunda kalan Paris-Charles De Gaulle Havaalanına (CDG) (diğeri Paris’in güneyindeki Orly Havaalanı) akşam saat 21.30 gibi indiğimizde bagaj vermediğimiz için kısa sürede çıkışa geliyoruz. İki husus dikkatimizi çekiyor. Birincisi; pasaport işlemleri çok hızlı ve sorunsuz. Üstelik o günlerde Paris’te büyük bir terör eylemi ihbarı yapıldığını işitmiş ve kontrollerin yoğunlaşacağını düşünmüştük. Sorgu, sual olmadan geçiyoruz. İkincisi; dev bir havalimanı bekliyoruz. Karmaşık, uzun geçişler, inişler-çıkışlar. Paris ünlü, dev bir Avrupa başkenti ya, öyle olmalı diyoruz. Ne kadar büyük, kestiremedik ama bir anda kendimizi küçük bir çıkışta buluyoruz.
Seyahatimizden 20 gün kadar önce, otel rezervasyonumuzu yaptıktan sonra parisdolmusu.com adresinden havaalanı-Ajiel Hotel, gidiş-dönüş rezervasyonumuzu yaptırmıştık. Fiyat dört kişi için 112 € ve rezervasyon sırasında herhangi bir ödeme yok. Kredi kartı bilgisi yok. Havaalanından şehir merkezine kalkan otobüslerin kişi başına 13 € olduğu, otobüsten inince de otele gitmek için yine bir taksi ya da metro, otobüs kullanmak gerekeceği göz önüne alınırsa hem ekonomik hem de konforlu bir transfer. Ama bir şartla. Gerçekten sizi bekleyen bir araç olursa…
Çıkışta, ellerinde bekledikleri kişilerin isimleri yazılı pankartlar bulunan kişileri süzüyoruz, bizim adımız yok. Çıkış kapısının önündeki yola çıkıyoruz. Etrafa “bizi bekleyen var mı?” şeklinde bakınıyoruz. Bekleyen birkaç aracın şoförlerine soruyoruz. Yok. Yaklaşık yarım saat, belki bir küçük aksilik olmuştur diye bekledikten sonra ümidimizi yitirip başımızın çaresine bakma durumunda kalıyoruz. Oysa, rezervasyon sırasında tüm seyahat bilgileri, cep telefon numaraları falan verilmiş, (onların telefon numarası verilmiyor. Bilgi tek taraflı.) “Paris’te buluşmak üzere” diye başlayan rezervasyon onayı da e-mail adresime gelmişti. Kısacası, buluşamamak söz konusu olamaz. (Bu arada Paris’e gittik, geldik, hala bir özür telefonu bile yok) Baktık bir taksi bekliyor önümüzde. Otel adresini söyledik. Önce 70 €, biraz pazarlıkla 50 € fiyat verdi ama dört kişi olduğumuzu öğrenince götürmekten vazgeçti. Derken, sonradan korsan taksi şoförü olduğunu öğrendiğimiz bir adam yanımıza sokulup 60 € fiyat teklif ediyor. İyi fiyat, kabul ediyoruz, ama araba otoparkta. Biraz yürüyerek araca gidiyoruz ve 40 dakika sonra oteldeyiz. Dönüş için de telefonun numarasını alıyoruz şoförden.. My Hotels4U.com sitesinden (www.hotelpricebot.com üzerinden) kahvaltı dahil günlüğü 60 € (iki kişilik oda fiyatı) bulduğumuz Ajiel Otelde (237, rue de la Convention 75015) karşılama sıcak. 60 yaşlarındaki resepsiyonist oldukça nazik. Odalarımıza çıkıyoruz. İlk izlenim çok iyi, tertemiz odalar. Eşyalarımızı bırakıp otel civarı keşfi ve bir şeyler içmek için dışarı çıkıyoruz. Otel rezervasyonunu yaptığımız internet sitesinde yazılanları aynen doğrulayan manzara. Resepsiyon görevlisinin önerdiği otelimizin çapraz köşesinde yer alan Tesko Cafe’ye gidiyoruz. Çok yerinde bir tavsiye olduğunu gezi sonunda daha iyi anlıyoruz. Çok düzgün ve dürüst personel, şirin bir ortam. Kaldırımdaki masalardan birine oturuyoruz. Hava inanılmaz güzel, tam bir yaz akşamı. Mont ya da hırkaya gerek yok. Kahve ve biralarımızı içtikten sonra, (üç kahve, bir bira 15 €) caddede bir tur atıyoruz. Her şey var, eczane, market, manav, kafe, butik vs. Otelimize ve mahallemize ısınıyoruz. Parisdolmusu.com şokunu unuttuk bile.
Birinci gün Otelde güzel bir uykudan sonra kahvaltı salonuna iniyoruz. Kahvaltı salonu şirin, duvarlarında güzel tablolar var. Taze kruvasanlar, reçel, bal, tereyağı, peynir, şokella, çay, kahve, taze ekmek. Tatmin edici bir kahvaltı bence. Oysa, otel rezervasyonu yaptığımız sitede bu konuda olumsuz müşteri görüşleri okumuştum. Demek ki, beklentileri farklıymış, diyorum. Son çay/kahvelerimizi alıp kapı önüne sigara içmeye çıkıyoruz. (Odamızda da kül tablası vardı.)
İlk gün, sabah 9.30. Otelin bulunduğu Convention caddesinden Eyfel’e doğru yola çıkıyoruz. Canlı bir cadde, bol miktarda cafe-restaurant var. Convention’ı takip ederek Sen Nehrine ulaşmayı, sonra nehir kıyısından sağ yönü takip ederek Eyfel’e varmayı hedefliyoruz. Daha kısa yollar var haritaya göre, ama 5-10 dakika daha fazla yürüyüp, nehir kıyısı gezintisini uzatıyoruz. Bu arada, Dost Kitabevi Yayınlarından Cartoville Harita-Rehber almıştık, gerçekten çok pratik. Paris’i on bölgede ele alan ve metro haritasını, her bölgenin haritasıyla birlikte restoran, kafe, bar, alışveriş, kültürel mekanlar özet bilgilerini içeren bu Türkçeye çeviri el kitabından oldukça yararlanıyoruz. Tavsiye ederim.
Convention’da ilerlerken, caddeyi kesen Rue Saınt Charles’de cadde boyu uzanan pazara rastlıyoruz. Çok renkli bir pazar, deniz mahsulleri, sebze, meyve ağırlıklı. Nehre ulaştıktan sonra planladığımız gibi kıyıdan sağ-kıyıyı takip ederek Eyfel’i görüyoruz. Saate bakıyoruz. Otelden çıkalı bir saat olmuş. Gezinti modundaki yürüyüşümüzü ve kestirmelere girmediğimizi düşünerek, Ajiel otel-Eyfel mesafesinin tempolu bir yürüyüşle 30-40 dakika olabileceğini konuşuyoruz. Eyfel’in etrafında biraz dolandıktan ve bol miktarda fotodan sonra birer kahveyi ve dinlenmeyi hak ettiğimizi düşünüyoruz. Nehir ve Eyfel’i arkamıza alıp Ecole Militarie’ye doğru yöneliyoruz. 300-400 metre sonra Eyfel’e açılan büyük meydanın kıyısındaki küçük kafede (üç kahve, bir su 10 €) mola işi tamam. Bu arada telefonumuzu da şarj ediyoruz.
Moladan sonra Av.de la Motte Picquet boyunca yürüyüp Bo Della Tour-Maubourg’a ulaştık. Invalides’deki tarihi meydanda fotoğraf çekiminden sonra Mınıstıre De la Defense üzerinden B.D. Saınt-Germain’e varıyoruz. Saat 13.00 civarı, acıktık. B.D. Saınt-Germain boyunca yemek için bir yer arıyoruz. Her köşede restoran var ama biz dışarıdaki masalarda oturmak istiyoruz (Bistro). Öğle saati her yer dolu ve dayanamayıp La Saınt Germain adlı restoranın üst katına fit oluyoruz. Kaliteli bir yere benziyor. Garsonlar İngilizce bilmiyor. Menü kolaycılığına kaçıyoruz fakat menü içindeki seçenekler işi karıştırıyor. Bir mücadele sonucu dört kişi için; bir spagetti, bir deniz mahsulleri salatası, okyanus balıklı flat ouplat menüsü, bir sığır etli tabak, kola ve bira sipariş veriyoruz. Lezzeti gayet iyi, doyuyoruz. Hesap 70 €.
B.D. Saınt-Germain’den Notre-Dame’a ulaşmak için, caddenin BD Saınt-Michel’i kestiği noktadan nehir kıyısına yöneliyoruz, Rue De La Cıte’den nehir ortasındaki adacığa geçtik ve tarihi katedral karşımızda. Gotik tarzın zirvesi olarak yorumlanan katedral bizi fazlaca etkilemiyor ve ününü daha çok “Notre-Dame’ın Kamburu” filmine borçlu olsa gerek diye düşünüyoruz. Belki de bir sanat tarihçisi gözüyle göremediğimiz içindir. Ya da “gotik tarzı” bizim tarzımız değil!
Katedralden sonra bir çayı hak ettiğimizi düşünüp arayışa başlıyoruz. Rue D’arcole ile Rue du Cloitre Notre–Dame’nin kesiştiği noktada Aux Tours Notre-Dame kafedeyiz. Bu arada, hava 26 derece ve tam bir yaz günü yaşıyoruz. Kaldırımda bir masaya oturuyoruz. Garson Fransız ama konuşmamızdan Türk olduğumuzu anlayıp (Türk arkadaşları varmış) bize “baba hoş geldin, n’aber” gibi bir şeyler söylüyor. Adı Mane. Bize Türk usulü iki kişilik demleme çay (11.20 €), iki kahve (5.80 €) ve “apfel strudel” yani elmalı pie (6.30 €) getiriyor. Mane ile ayaküstü sohbet ediyoruz ve otelimizin çaprazındaki Tesco kafe gibi buraya da tekrar gelmeye karar veriyoruz. Bize ilginç gelen bir şey de, kafedeki tuvaletin bayanlara 50 Cent, erkeklere ücretsiz oluşu. Bunu müşteri olmayıp dışarıdan tuvaleti kullanmak amacıyla girenlere karşı önlem olarak düşünmüşler. (Mane, erkek tuvaletinde değil ama, bayan tuvaletinde izdiham olabildiğini, bu nedenle kafe müşterisi olmayanlar için önlem geliştirdiklerini söylüyor, ya da biz öyle yorumluyoruz.) Müşteri bayanlara bir jeton veriyorlar ve tuvalete jetonla girebiliyorlar. İlginç bir uygulama…
Notr-Dame’ın da bulunduğu nehir üzerindeki adacıktaki en yakın köprüden nehrin kuzeyine geçiyoruz. Rue De La Huchette çok canlı bir sokak ve onu kesen Rue de la Harpe. kafe, bar, restoran, müzik, dans mekanı. Şimdi hedefimiz Champs-Elysees, ama yarın akşam yemeğine bu bölgeye gelmeliyiz, diye zihnimize not alıyoruz. Nehire paralel ana cadde Rue de Rivoli’yi takip ederek dev Concorde (Place de la Concorde) meydanına ulaştık. Harita yardımıyla Concorde’a açılan çok sayıda caddeden hangisinin Champs-Elysees olduğunu belirliyoruz ve işte o ünlü caddedeyiz.
Caddeye Concorde yönünden girince önce bir hayal kırıklığı oluyor. Caddenin bu yönünün iki tarafı yeşil park alanı, sakin. Acaba doğru yerde miyiz…Sonra emin oluyoruz. Bu arada gardımız düşmeye başladı. Yol kenarındaki büfeden içecek bir şeyler alıp, hemen önündeki kanepeye oturuyoruz. Büfeciye cebimizde birikmiş bütün ufak paraları verdiğimiz için biraz bozuluyor. “Bu kadar bozuk parayı önceden görsem, içecekleri vermezdim” diyor. Ama ne yapalım, büfeciye de vermezsek, kime vereceğiz onca bozukluğu. Champs-Elysees’de yürümeye devam ediyoruz. Yavaş yavaş önce kafelerin, sonra dünyanın en ünlü giyim mağazalarının bulunduğu bölüme geliyoruz. Caddenin sonundaki zafer takını da görüyoruz. O kadar yorgunuz ki, daha fazla inat etmeyip, otele dönmeye karar veriyoruz. Mağazaları dolaşmak ve Champs-Elysees’yi sindirmek için tekrar ve bu kadar yorgun değilken gelmek en iyisi.
Otelimize dönmek için Champs-Elysees’de taksi arıyoruz ama taksilerin hepsi dolu geçtiğinden oldukça zorlanıyoruz. Bu arada Paris seyahatimizin tek kabalığı ile de karşılaşıyoruz. Tam önümüzde yolcusunu indirmekte olan bir taksi görünce ön cama yaklaşıp şoförle konuşmaya çalışıyoruz binmek için ama beklemediğimiz ve anlam veremediğimiz bir tepki, “çeneni kapa ve kapıyı kapat” diye bağırıyor şoför. Şaşkınlıkla önce bu sert talimata uyduk, sonra da inen yolcunun açık bıraktığı kapıyı biz neden kapattık, neden bunu yaptık ve adama bir cevap vermedik diye pişman olduk. Yabancı bir ülkede olmanın tedirginliği herhalde. Ya da beklemediğin bir davranışla karşılaşmanın şaşkınlığı. 10-15 dakikalık bir mücadeleden sonra bir taksi bulup, mahallemize geliyoruz. Paris’te taksi ucuz. Champs-Elysees’den Ajiel Hotel’in bulunduğu Convention caddesine 14 € ödüyoruz. Paris’te gidilebilecek uzun mesafelerden biri olduğunu düşününce metro ya da otobüse gerek olmadığını görüyoruz. (Dört kişi olduğumuzu da unutmamak gerek.)
Taksiden inip hemen otele gitmek olmaz tabi ki. Zaten karnımız da aç. İlk akşamdan müşterisi olup ısındığımız Tesco kafede birşeyler atıştırıp, birer kahve eşliğinde günün değerlendirmesini yapıp, ertesi günün planlarına göz atıyoruz. İnsan, hele de yabancı bir ülkede, bir mekanı beğenir ve güvenirse, çabucak benimsiyor. Sanki mahallemizin kahvesi Tesco Cafe. Sıcak çikolatası da çok güzelmiş.
Akşam otelde günün kısa bir değerlendirmesini yaparken ilk gün gezisinde teğet geçtiğimiz önemli bir merkez; Paris'in en çok ziyaret edilen yerlerinden birisi (2006 yılında 8.3 milyon ziyaretçi ile dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi) olan ve tarihi 1190 yılına kadar dayanan, dünyanın da en büyük ve ünlü müzelerinden Louvre Müzesi hakkında konuştuk. Önceleri kraliyete ait olan ve Sen Nehri ile Rivoli Caddesi arasında yer alan bu yapı, Leonardo Da Vinci'nin Mona Lisa'sı gibi dünyanın en ünlü ve değerli sanat eserlerinden birine de ev sahipliği yapıyor. Gün içinde Müze bahçesine geldiğimizde, müze hakkındaki ön bilgilerimize de dayanarak, Parisi gezmeye devam etmek ya da Louvre Müzesi gezisi arasında bir tercih yapmak gerektiğine karar vermiştik. Tercihimizi açık alandan yana kullandık ve Müzeyi bir başka geziye erteledik. Louvre’u, birkaç saatlik bilet ve giriş kuyruğu ve koşturarak neredeyse bir günde gezmekten vazgeçip, müze avlusunda 1989 yılında inşa edilen Louvre Piramidi ve bahçedeki sergilenen bazı heykellerle yetindik. Pişman olmadığımızı söyleyebilirim…
İkinci gün (Versay ve nehir turu) Kahvaltıdan sonra Oteldeki genç resepsiyonist kızdan Versay’a nasıl gidebileceğimizi sorduk. Çok güzel ve basit tarif üzerine, Otelin önünden geçen 62 no’lu otobüse binip altı durak sonra, Javel durağında (Convention caddesinin nehire ulaştığı nokta) iniyoruz. Tren istasyonu hemen karşımızda, nehir kıyısında. Sarı hattın treni Versay’a gidiyor. Bilet bu istasyonda makineden nakit (sadece madeni para) ya da kredi kartı ile alınıyor ve 8-10 dakika aralıkla tren var. Adam başı 3,05 €’dan toplam 12,20 € bozukluğumuz olmadığından kredi kartı ile biraz da sıkıntılı bir şekilde biletlerimizi alıyoruz. Neyse ki treni kaçırmak gibi bir sorun yok ama biz işlemimizi yaparken istasyonun tek bilet makinesinde arkamızda biraz kuyruk oluşturduk. 25 dakika sonra Versay kasabasındayız.
Versay büyükçe, şirin bir kasaba. Tarihi Versay Antlaşması ve saray nedeniyle turist yoğunluğu dikkat çekiyor. Birinci dünya savaşı sonrasında, 28 Haziran 1919'da imzalanan Barış Antlaşmasında Alman toplumunun tamamının savaş suçlusu sayılması, Alman halkı için çok ağır hükümler içermesi ve Alman halkının gururunu rencide ettiğinden dolayı, bu antlaşmanın Almanya’da milliyetçilik akımları başlamasına, Nazi Partisinin iktidara gelişine ve İkinci Dünya Savaşına neden olduğu söyleniyor.
Trenden indiğimiz istasyonun hemen karşısında önünde kalabalık olan bir ofis dikkatimizi çekti. Burada saraya giriş biletlerinin 2 € ilave komisyon ücretiyle satıldığını öğreniyoruz. İyi ki de satıyor. Saray girişine geldiğimizde; bilet almak ve içeri girmek için birbirinden bağımsız iki çok uzun kuyruk olduğunu, istasyon karşısındaki aracı firmadan 5-10 dakikada, 2 € zamlı aldığımız biletlerle büyük bir kuyruktan kurtulduğumuzu anlıyoruz. Giriş biletlerinde ikili bir tarife var. Saray ve bahçeleri için 25, Saray ve bahçeleri + Marie Antoinette saray ve köyü için 27 €.
İki katlı dev sarayı 1.5-2 saatte gezdik. Dünya mirası anıtları arasına alınarak korunan sarayın ihtişamı dikkat çekici. Tavanlardaki resim ve süslemeler her odanın/bölümün özelliğini yansıtıyor. Girişte, fiyata dahil olarak alabildiğiniz kulaklıklarla her bölümün numarasını tuşlayarak, İngilizce, o oda ya da bölümün bilgi ve hikayelerini dinliyorsunuz. Kralın ve kraliçenin yatak odaları, yatakları, aynalı salon görkemli. Kral ve kraliçenin ortak ve ayrı ayrı yatak odaları var. Kralın ayrı yatak odasının bitişiğinde, odaya açılan ve kralın odaya alacağı kızların (kraliçenin değil) bekleyip, hazırlandığı büyükçe bir salon var. Kraliçeye ayıp olmasın diye diğer odalarla irtibatsız bir bölgede burası. Tavan ve tablolardaki varaklar bize hiç yabancı değil. Birçoğumuzun aile büyüklerinin evlerinde ayna kenarlarında gördüğü işlemeler. Osmanlı-Fransız sanat ve kültür yapısı etkileşimi çok belirgin. Sarayda hiç tuvalet, banyo, mutfak görmedik. Belki de içindeki araç-gereçler olmadığından biz fark etmeden geçtik.
Nihayet binayı gezip bahçeye çıkıyoruz. İlk gözümüze çarpan çok sayıda ve çoğu olimpik standartların üzerindeki havuzlar. Kraliyet ailesinin serinlemesi için yapılmışlar. Ayrıca, muhteşem güzel heykellerle dolu süs havuzları. Sarayın bahçesinde bronz ve kurşundan yapılmış yüzlerce heykel, çok sayıda süslü çeşme var. Geniş teraslamaları, bitkilerin ve ağaçların geometrik düzeni, hepsi aynı boydaki ağaçlar, çimleriyle inanılmaz bir bahçe ama tamamını yürüyerek dolaşmak saatler alacağından bu kadar yeter deyip, Marie Antoinette sarayı ve köyüne yöneliyoruz.
Yürüyerek 15 dakikada Marie Antoinette sarayına ulaşıyoruz. Sarayın pek bir özelliği yok, küçük bir bina. Sadece, kraliçenin tuvaleti ve küvetini not ediyoruz. (ana sarayda göremeyince burada dikkatimizi çekti.) Versay korusunun kenarındaki bu villaya Kraliçe Marie Antoinette, çocuklarını doğurduktan sonra, Versay Sarayının sıkı disiplininden kurtulmak için taşınmış ve bu saray ile yakınında oluşturulan köy ortamında yaşamış. Bu yapıyı çevreleyen koruda Temple D’amour’u (aşk tapınağı) görüyoruz. Günahları boynuna, Kraliçenin burada sevgilisi ile buluştuğu rivayet olunuyor.
En etkileyici bölüm ise bahçeden açılan yolla 10 dakikada gidilen Marie Antoinette Köyü. 17. yüzyıldan kalan köy evleri bizi zaman tüneline götürüyor ve oralarda, o dönemlerde yaşadığımızı hayal ediyoruz. Ankara’ya döndüğümüzde Paris gezisinden kalan en etkileyici görüntülerin Marie Antoinette Köyüne ait olduğunda uzlaşıyoruz. Paris’e gitmeyi planlayanlara en önemli tavsiyemizdir: Marie Antoinette Köyünü görmeden gelmeyin.
Bu arada açlık ve susuzluğumuzun farkına varıyoruz. Dört saati aşkın saraydayız, çok yürüdük ve yorulduk. Bu devasa alanda bisküvi (paketi 6 €) ve içecek satan birkaç yer görmüştük ama nerelerde kaldı, bulmak için bile yarım saatten fazla aramamız gerek. Bu tür dev alanlarda gün boyu ya da en azından saatlerce dışarıya çıkmadan gezecekseniz, girmeden önce çantanıza birkaç sandviç ve su atmalısınız. Nitekim, birçok ziyaretçinin bunu yaptığını görüyoruz. Sonuçta, beş saatte saray bahçelerinin beşte, altıda birinin dolaşılabildiği, hızlı çekim bir gezi. Ama, fazlasıyla değer. Bir tam gün Versay’a ayrılır.
Saray sınırlarını terk edip kasaba merkezine yöneliyoruz. İlk işimiz karnımızı doyurmak. Paris gibi Versay’da, (belki de bütün Fransa) unlu mamuller cenneti. Bir dükkandan abartılı biçimde bu ürünlerden alıyoruz. Paris’e dönüş için yeni bilet almadık. Çünkü Paris’ten Versay’ a gelirken bileti nasıl olduysa istasyon çıkışı makinede okutmamışız. Bu nedenle biletimiz hala aktifti ve bizi Paris’e getirdi. (Kesinlikle bilinçli değildi. Eminim bir çoğunuz Türk uyanıklığı diyeceksiniz. Yazarken bile utanıyorum.)
Trenden Notre-Dame istasyonunda inip, St. Michel meydanı yanından, merdivenlerden nehir kıyısına indik. İndiğimiz yerde nehir turu için bilet gişesi var. Adam başı 12 €’ya biletlerimizi alıp, beklemeye koyuluyoruz. Yarım saat kadar bekliyoruz ama ortam çok hoş ve sıkılmıyoruz. 7-8 kişilik bir arkadaş grubu gitar eşliğinde şarkılar söylüyor. Saat 18.00, güneş etkisini kaybetmiş, iki gündür ısı 24-26 derece. Tekne turu için harika koşullar. Sightseeing-Cruise’ye hazırız. Bir saat civarında dolaşıyoruz. Eyfel, Louvre vs. Bütün önemli yapıları bu defa nehirden görüyoruz. Versay gezisi üzerine doğrusu çok ta iyi geldi bu nehir turu.
Tekneden inip St.Michel meydanı yan sokaklarına dalıyoruz. İlk geceden gözümüze kestirdiğimiz mekanlardan birine akşam yemeği için oturuyoruz. İstanbul, Asmalı Mescid, Nevizade benzeri sokaklar ve ortam. Restoranımız La Lune Rousse, Rue de la Harpe ile Rue St. Sevenin’in kesiştiği köşede. Menüler tatlının dahil olup olmayışına göre 11-15 € arasında değişiyor. Moulin de la Bordes 2008 kırmızı şarabımızı da (25 €) sipariş veriyoruz. Ortam harika, yemekler güzel, dört kişi ekstralarla beraber 120 € hesaba güzel bir akşam yemeği.
St. Michel’den mahallemize/Convention Caddesine dönüş için yine taksiye biniyoruz. Doğrudan otele gitmek olmaz. Tesco Cafe bizi bekler. Yine oraya gidiyoruz. Bizi tanıyorlar. Çaylarımızı, kahvelerimizi içiyoruz. Ve ertesi gün planı. Görülmesi gereken çok yer var ama biz gördüğümüz yerlerden tadı damağımızda kalan yerleri derin derin yaşamayı, St.Michel’in, Champs-Elysees’in, Notre-Dame’nin keyfini çıkarmayı tercih edip, “gelmişken şunu da görelim. Bir daha ne zaman geleceğiz…” sendromuna yakalanmıyoruz. Bence iyi de yapıyoruz.
Üçüncü gün Bu defa sabah otelden çıkınca farklı yollardan nehre ulaşıp karşıya geçiyoruz. Av. De Versailles, Av. Du President Kennedy, Avenue de New York üzerinden Eyfel’in karşısına geçiyoruz. Trocodero meydanı olarak anılan bu alanda Chaillot Sarayı meydanı çevreliyor. Trocodero’nun geniş taraçasından Eyfel’i daha geniş bir perspektifle, yukarıdan seyrediyoruz. Şimdi tekrar Champs-Elysees yolundayız. Ama bugün Concord meydanından değil zafer takının olduğu yönden. Trocodero’dan Av. Kleber üzerinden Arc de Triomphe’ye, Napolyon döneminin destansı amblemi olan zafer takının olduğu büyük meydana geliyoruz. Bu arada yolumuzun üstünde tren durağındaki “Ankara” tabelası bolca espri konusu oluyor. Meydan çevresindeki apartmanların çatı teraslarında büyük ağaçlar ilgimizi çekiyor. Apartman tepesindeki bu büyük ağaçları ne kadar toprak, nasıl ayakta tutuyor acaba…
Champs-Elysees’deki ünlü mağazalar bizi bekliyor. Bazılarını etüt edip hediyeler alıyoruz. Yine atıştırma zamanı ama yer bulmak kolay değil. Cadde üzerinde Pomme de Pain adlı sandviç kafede dört tavuklu sandviç, iki patates, iki kola alıyoruz (32 €) ve neredeyse caddenin eni kadar olan kaldırımda kurulu bu kafede çevreyi seyrederek dinleniyoruz.
Akşama doğru St.Michel’de olmak için tekrar yola koyuluyoruz ama yine farklı yollardan. Concord meydanından, bu defa Rue de Rivoli değil, nehir kıyısından Quai des Tuileries’i, Quai François Mitterrand’ı, Quai de la Meggiserie’yi takip ederek hedefe varıyoruz. Önce Notr Dame civarındaki, Rue D’arcole ile Rue du Cloitre Notre –Dame’nin kesiştiği noktadaki Aux Tours Notre-Dame adlı kafeye, yani dostumuz Mane’nin kafesine gidiyoruz. Bu defa ben ona “n’abeer baba” diyorum. “Baba değil, ollum diyecek sen” şeklinde cevap veriyor. Mane haklı, benim oğlum olacak yaşta. St. Michel meydan ve sokaklarında turlayıp, bir yandan da son akşam yemeğimiz için mekan beğeniyoruz. Bu akşamki restoranımız Fondües Poisons. Benzer menüler ve fiyatlar. Farklı olarak ev şarabı içiyoruz. Herşey güzel ama bir önceki akşam gittiğimiz “La Lune Rousse” biraz daha iyiydi lezzet olarak.
Son gecemiz, uzun bir yürüyüşten, biraz kaybolarak, haritayla cebelleşerek, yol sorarak mahallemize ve uyku öncesi son defa Tesco kafe’ye ulaşıyoruz. Bu defa dönüş öncesi son değerlendirmemizi çaylarımızı içerken yapıyoruz. Gitmeyi planlayıp ta gidemediğimiz Paris'in en eski esnaf lokantalarından Chartier’i konuşuyoruz. Montmartre'daki bu büyük lokantanın 200 yıllık bir esnaf lokantası olduğunu, binanın dış duvarında 'Bouillon Chartier' yazısının 200 yıl önce burayı üne kavuşturan et suyuna gönderme yaptığını, burada sunulan et suyunun vücudu restore ettiği ve güçlendirdiğine inanıldığı için “restoran'” olarak adlandırıldığını ve bu adın giderek tüm yemek sunan yerlere verildiğini gelmeden önce bir yerlerde okumuştuk. Chartier’i bir başka geziye bırakıyoruz zorunlu olarak. Bu muhteşem kente tekrar gelmek için bir nedenimiz daha oldu artık. Dönüş günü Bugün Paris’teki son günümüz. Aslında gün demek de yanlış: Sadece birkaç saat. Uçağımız öğleden sonra ve en az iki saat önceden orada olacağız. Sabah uzun ve keyifli bir kahvaltı. Eşyaların toplanması ve odanın boşaltılması derken neredeyse öğlen oluyor. Kalan bir saatte de otel civarında daha önce gitmediğimiz sokaklarda birkaç tur atıyoruz. Otele dönüp bir gün önceden resepsiyondaki görevlinin yaptığı taksi rezervasyonu ile 60 €’ya havaalanına gidiyoruz. Ve elveda Paris… Hava sıcaklığı dört gün boyunca 22-26 dereceydi, hiç bulutlanma bile olmadı, şanslıydık. Otelimiz iyi çıktı. Karşılaştığımız ve diyalog kurduğumuz Fransızlar da ön yargımızın aksine dil şovenizmi algılamadık. Sıcakkanlı, dürüst, dostça yaklaşım hissettik. (Champs-Elysees’deki taksi şoförü hariç) Herşey güzel ve yolundaydı. Bu şehir ruhu olan bir şehir. “Burada yaşanabilir” duygusu veriyor insana. Pek çok şeyi ertelemek zorunda kaldık. Tekrar görüşmek üzere güzel ve romantik şehir…
|