İzmir’den hareket eden Münih aktarmalı Berlin uçağında gözlerimi kapadığımda “bu sefer mutlaka Berlin gezi yazısını yazacağım” diye kendi kendime söz vermiştim. Daha önce iki defa birer hafta geçirdiğim bu keyifli şehre ait özel bir gezi yazım yoktu. Berlin seyahatlerimin bir parçası olarak gezdiğim güzeller güzeli Postdam için ayırdığım zamanı Berlin için bir türlü ayıramamıştım. İlk defa geldiğimde yaşadığımız gezileri yazma alışkanlığım yoktu. İkincisinde ise birincisinde gördüğüm yerlerin pek çoğunu gezmediğim için yazmanın pek bir anlamı olmayacağını düşünmüştüm. Artık bu üçüncü seferde sadece gezdiğim yerleri anlatsam bile derli toplu bir şeyler karalamanın zamanı çoktan gelmişti. Zira Berlin bunu fazlasıyla hak eden bir şehir.
Berlin’i bu kadar ihmal etmemin bir başka nedeni de Arzu’nun kardeşi Onur’un burada yaşıyor olması da olabilir elbette. Peki Arzu’nun da benim de birkaç defa ziyaret ettiğimiz Berlin neden tekrar gündemimize girdi? Oğlum Ege’ye, 4 yaşındayken bir aydan fazla zaman geçirdiği ancak birkaç ufak detay dışında hiçbir şey hatırlamadığı Berlin’i gezdirmek önemli bir sebep olarak görülse de dönüş yolculuğunun Onur’un arabasıyla yapılacak olması en cezbedici ve heyecanlı tarafıydı. Avrupa’da pek çok ülke ve şehir gezmiş olmama rağmen arabayla yolculuk yapmamış, hele hele sınır ve gümrük geçişlerini hiç görmemiştim. Yaklaşık 11 ay önce Lufthansa’dan İzmir-Berlin biletlerini adam başı 44,99 €’ya aldığımda, Almanya dahil, 7 ülkeyi karayoluyla geçecek olmanın heyecanı başlamıştı bile. Zaman yaklaştıkça heyecan arttı ama her zaman yaptığım tarzda klasik hazırlıkların hiç birisini yapmadım. Öyle internet sitelerinden bloglar okumalar, notlar almalar vb. hiç birisi olmadı. Sanki Türkiye’de bir şehirden bir başka şehre gidiyormuşum kadar rahat ve kabullenmiştim.
15 Ağustos sabahı saat 12.15’te Berlin Tegel Havalimanına indiğimizde güneşli ve yaklaşık 25 derece bir hava vardı. Bavullarımızı beklerken Onur’un her zamanki güleç yüzü tüm yolculuk yorgunluğunu aldı götürdü. Onur’un arabasıyla nişanlısı Muriel’in evine geldik. Kreuzberg bölgesinde güzel bir semtte yer alan tarihi evin beşinci katına asansörsüz olarak elimizde bavullarla tırmanınca dilimiz bir karış dışarı çıktı. Onur’un izin günü olduğu için bugünkü programımızda bize eşlik edebileceğini söyledi. Öncelikle Kruezberg bölgesine giderek Onur’un birkaç ufak tefek işini hallettikten sonra guruldayan midelerimiz için hemen meydanın sol tarafında bulunan “Tadım Döner” den 2,90 €’luk ekmek arası dönerlerimizi mideye indirdik.
Charlottenburg Sarayı ve arka bahçe manzarasında Ege…
Berlin’e ilk kez gelmediğimiz için her yeri karış karış gezmek gibi bir derdimiz yoktu ancak daha önceleri görmek nasip olmayan Charlottenburg Sarayı bugünün programında bulunuyordu. Onur’un da sık gitmediği bir bölge olduğu için arabanın gpsini ayarladık ve vurduk kendimizi Berlin’in batı tarafında yer alan Charlottenburg Sarayına.
Adını, Prusya İmparatorluğunun ilk kraliçesi olarak kabul edilen Sophie Charlotte’den alan Saray, bulunduğu bölgeye de adını vermiş. Charlotte için 18. yüzyılın başlarında küçük bir yazlık ev olarak inşa edilen yapı ilerleyen dönemde genişletilmiş ve yüzyılın sonlarında bugünkü halini almış. Berlin’in en önemli simgelerinden birisi olarak kabul edilen kompleksde Eski Şato, Romantizm Galerisi, Mısır Müzesi, Porselen Müzesi (Belvedere) gibi yerler var. Büyük demir kapıdan içeriye girdiğinizde misafirleri, atın üstünde heybetli bir Friedrich Wilhelm I heykeli karşılıyor. Oldukça gösterişli olduğunu belirtmeliyim. Hemen arkasında sağdaki bölümde ise giriş biletlerinizi alabileceğiniz yer var. Ekip çok istekli olmadığı için uzunca bir süre alacağını düşündüğümden sarayın içini gezme şansım olmadı ama meraklısı için yetişkin giriş ücretinin 12 € olduğunu belirteyim. Ayrıca fotoğraf çekmek isteyenler ilave bir 3 € ödemek durumundalar.
Gelelim meşhur Saray bahçesine. İlk ev yapıldığında arka tarafta inşa edilmeye başlayan barok tarzdaki bahçe zamanla genişlemiş ve Spree Nehriyle birleşen doğal ve suni göletlerle birleşmiş. Ortasında fıskiyeli havuzu, ahşap köprüleri ve her iki yana açılan sık ağaçlı dar yolları ile gezilmesi gerçekten keyif veren bir yer. Sol taraftaki ağaçlı yoldan ilerlediğinizde Mozoleyi görüyorsunuz. Mozole ilk başta Kraliçe Louis için bir anıt mezar olarak yaptırılmış olsa da sonradan Hohenzollern Ailesinin diğer bazı üyelerinin de naaşları buraya konulmuş. Mozole’den çıkıp arka tarafa doğru ilerlediğiniz de, büyük göletin arkasında, bir zamanlar “tea house” olarak kullanılan Belvedere yer alıyor. Küçük, şirin yapı bugün için güzel Berlin porselenlerine ev sahipliği yapıyor.
Kapalı Pazar ve akşam yemeğinden kareler…
Yaklaşık iki saatlik gezimizi tamamladıktan sonra eve yollandık. Kapıda bizi her zamanki güleç yüzüyle karşıladı Muriel. Klasik birkaç cümleden sonra biraz dolaşmak ve akşam yemeğini de yemek için dışarıya attık kendimizi. Her ne kadar Muriel’in evi de Kreuzberg’de olsa da Gneisenaustrasse metro durağı civarındaki bölge, daha önceden bildiğim, Türk nüfusun yoğun olduğu, nerdeyse tüm dükkanların Türkçe tabelalarla donatıldığı merkezden biraz daha farklı. Buralarda da Türk dükkânlarına rastlamakla beraber biraz daha elit ve düzgün olduğunu söylemek lazım. Berlin’in pek çok bölgesinde şehri süsleyen devasa ağaçlar bulvarın ortasındaki genişlikte salına salına süzülüyor. Caddenin her iki tarafında yaklaşık birer metrelik bisiklet yolları da eksik değil elbette.
Evden çıkar çıkmaz yolun karşı tarafındaki Marheineke Platz’da bulunan kapalı pazara girdik. Her ne kadar burası Avrupa’nın pek çok şehrindekiler gibi karmaşık ve kalabalık olmasa da yine de bu tarz yerleri oldum olası sevmişimdir. Çok da büyük olmayan pazardan akşam için meyve ve biraz da kahvaltılık aldık.
Kapalı pazarın arka kapısından çıktığımızda bizi Anadolu Restoran selamladı ama Onur ve Muriel’in tavsiyesi ile bizim tercihimiz, biraz çaprazda kalan Zossener Straße 25 numaradaki Mount Everest Restoranı oldu. Sade bir ortamda Nepal ve Hint mutfağı karışımından oluşan yemekler sunuyorlar. Denediğim sebze çorbası çok süper değildi ama et yemekleri oldukça lezzetliydi. Et yemekleri sipariş edenlere ayrı bir tabakta pişi benzeri ekmek, bir parça salata ve pilav getiriyorlar. Pilav tam uzak doğu usulü olduğu için tatsız, tuzsuz. Et yemekleri soya ile servis ediliyor. Yemekler baharatlı, köri lezzeti ağır basıyor. Ege, masanın genel siparişi dışına çıkarak ördek sipariş etti. Oldukça lezzetli olduğunu söylemeliyim. Et yemekleri 10 € civarında, çorbalar ise 4 €. Bence konum ve ortam açısından baktığımızda fiyatlar da oldukça hesaplı diyebiliriz. Yemekten sonra biraz dolaştık. Yolculuk ve günün tüm yorgunluğu üzerimize çökünce eve gitmek farz oldu. --------------------- Sabah keyifli bir kahvaltıdan sonra günün ilk hedefi olan Alexanderplatz’a doğru yollandık. Berlin’de toplu ulaşım bilet fiyatları Avrupa’daki pek çok şehre nazaran daha pahalı. Merkezde geçerli en ucuz tek kullanımlık biletler 2.60 €. Bunlardan dört tanesini bir arada alırsanız 8.80 € ödüyorsunuz. Aynı biletin 16 yaşından küçükler için olan versiyonu ise 5.60 €. Tüm gün geçerli bilet ise 6,70 €. Hesabımızı yaparak dörtlü versiyondan birer tane aldık.
Alexanderplatz’da Ege ve dükkanını sırtında taşıyan sosisçi…
Alexanderplatz, Berlin’in en önemli meydanlarından birisi. Şehre gelen tüm turistler en az bir defa geldikleri için her daim kalabalık. Yerel halk tarafından kısaca “Alex” diye adlandırılan meydan ilk planlandığında hayvan pazarı olarak düşünülmüş. Daha sonrasında aynı isimli gar inşa edilince önemi daha da artmış. Havalimanından kalkan otobüsler buraya geliyor, metro ve banliyö hatlarının da en önemli kesişme noktalarından birisi. Meydan, yılın nerdeyse her zamanında bir etkinliğe ev sahipliği yapıyor. Biz oradayken de panayır tarzında bir şeyler vardı. Meydanın bir tarafında insanların doldurduğu kafeler bulunurken diğer tarafında ise Galleria alışveriş merkezi yer alıyor. Kafanızı kaldırdığınızda da sanki sizi takip ediyormuşçasına ünlü tv kulesi Fernsehturm’u görüyorsunuz. Bir zamanlar Doğu Berlin’de yer alan 368 metrelik kule şehrin sembolü olsun diye inşa edilmiş. Daha önceki gelişlerimden birisinde çıkmıştım. Gerçekten nefes kesen bir manzara sizi bekliyor. Meraklısına çıkış ücreti 12,50 €.
Fernsehturm…
Alexanderplatz’a geliş nedenlerimizden birisi de Ege’nin elektronik merakıydı. Her ne hikmetse aynısından Ankara’da da olmasına rağmen Mediamarkt’ı ziyaret etmek istedi. Şehrin en büyük Mediamarkt’larından birisi de yine Berlin’in en popüler alışveriş merkezlerinden olan Alexa’da bulunuyor.
Alışveriş merkezi gezimizi tamamladıktan sonra yeniden Alexanderplatz’dan geçerek arka taraftan Müzeler Adasına doğru yürüdük. Yolda tüm heybetiyle Belediye Binası (Rotes Rathaus) bizi selamlıyordu. Kırmızı tuğlalar kullanılan bina 1860’larda yapılmış ama İkinci Dünya Savaşında oldukça ciddi tahribat görmüş. Daha sonra ise orijinal plana göre yeniden inşa edilen bina bugün için Belediye Başkanına ve Eyalet Meclisine ev sahipliği yapıyormuş. Aslı olmadığını bilseniz de insanı etkileyici bir güzelliği olduğu kesin.
Solda Rotes Rathaus, sağda ise meşhur Berlin Katedrali…
Bir sonraki etkileyici yapımız ise Berliner Dom, yani Berlin Katedrali. Aslında bir kilisenin katedral olması için en önemli unsur piskoposlara ev sahipliği yapmasıymış. Burada hiçbir zaman bir piskopos yaşamadığı için gerçek anlamda bir katedral olmadığı da yazılıyor. Bölgedeki yapıların tarihi 15. yüzyıla dayansa da katedral 19. yüzyılın sonlarına tarihleniyor. 2. Dünya savaşında büyük hasar görmüş ve restorasyonu 1990’larda tamamlanmış. Kubbesinin yeşilliği ile biliniyor ancak yıllar geçtikçe sanki kararma oranı daha da artıyor. Her ne kadar yorgun görünse de gerçekten etkileyici ama bazı yerlerde de rastladığım gibi giriş için ücret istiyorlar. Hazineler ya da mezarlar gibi özel bölgeler için tamam da genel noktaları için neden giriş ücreti isterler hiç anlamam.
Katedrali geçer geçmez Berlin’in en çok turist çeken yerlerinden birisi olarak kabul edilen Müzeler Adası (Museumsinsel) karşımıza çıkıyor. Bünyesinde beş farklı müzeyi barındıran kompleks içinde bizim için en önemlisi kuşkusuz Pergamon Museum. Ünlü Zeus Sunağı 1900’lerin başında İzmir’in Bergama ilçesinden buraya getirilmiş ve sergileniyor. Bazıları bu konuda Almanya’yı suçluyor ama ben farklı düşünüyorum. Bugün için bir şey diyemem ama 1900’lerin başındaki Osmanlıyı ve tarihi eserlere bakış açısını düşünürseniz iyi ki Almanlar bu sunağı buradan alarak Berlin’e getirmişler. Aksi takdirde bugün belki de böyle bir şaheser olmayabilirdi de. Müzeyi gezerken Türkçe sesli anlatım da mevcut. Levent abiyle ilk Berlin ziyaretimizde tüm müzeleri detaylı olarak gezdiğimiz için bu sefer ziyaret etme gereğini duymadım. Arzu’da çok hevesli olmayınca yolumuza devam ettik.
Müzeler Adası ve Ihlamurlar Altında Ege ve Arzu…
Bu noktadan sonra Unter den Linden yani Ihlamurlar Altında başlıyor. Yok yok dizi değil, Berlin’in kocaman ıhlamur ağaçları ile süslü meşhur caddesi. Yolun sonu ünlü Branderburg Kapısına çıkıyor ama orayı ertesi güne bırakarak sola, bir başka ünlü cadde olan Friedrichstrasse’ye dönüyoruz. Pek çok başka Avrupa şehrindeki gibi bu alışveriş ve sosyetik cadde benim için fazla bir anlam ifade etmiyor. Peki niye mi buradayım? Elbette Checkpoint Charlie için.
“Çarli Kontrol Noktası”, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, 1961-1990 yılları arasında, bir “duvar”la ikiye bölünen Berlin şehrindeki en önemli üç geçiş noktasından biriymiş. Öyle ki 1961 Ekim’inde Amerikan ve Sovyet askerlerinin ve tanklarının karşılıklı olarak 16-17 saat boyunca eller tetikte beklediği yer de burasıymış. 1998 yılından bugüne bir tarafında Sovyet bir tarafında da Amerikan askeri resimlerinin olduğu devasa resimlerin gölgesinde sembolik kontrol noktası turistlerin akınına uğruyor. Her daim kalabalık bu bölge aynı zamanda sokak sergileriyle de soğuk savaş yıllarındaki Berlin’den ve kaçış öykülerinden hikâyeler sunuyor. Daha ayrıntılı bilgi ve belgeleri merak edenler biraz ilerideki Müzeyi ziyaret edebiliyorlar. 12,50 € ödemeyi göze alırsanız Doğu’dan Batıya kaçışla ilgili pek çok hikâye ve araç-gereç burada sizi bekliyor olacak.
Checkpoint Charlie ve Berlin Duvarından kalanlar…
Öğleden sonra dört olmuştu bile. Günün son programı, Berlin Duvarından parçaların görülebileceği East Side Gallery idi. Schlesisches Tor metro durağında indikten sonra Oberbaum Köprüsünden geçerek Mühlenstraße’deki duvara ulaştık. 1316 metre uzunluğundaki duvar rengarenk. 21 farklı ülkeden 118 sanatçının yaptığı resimlerle süslenen duvar adeta bir açık hava sergisi gibi. Bunun yanında hemen Spree Nehrine bakan tarafta çok güzel çim alanlar oluşturmuşlar, yüzlerce insan çimenlere yayılmış güneşin keyfini çıkarıyor. Biz de onların arasına katıldık ve yorulan ayaklarımızı dinlendirdik.
Neukölln metro durağındaki Medimax Real Hipermarketten alışveriş yaptıktan sonra eve geldik. Küçük bir dinlenme sonrasında Muriel’le birlikte biraz dolaştıktan sonra akşam yemeği için Gneisenaustr.93 numaradaki Mocca Bar’da karar kıldık. Berlin’de hava oldukça güzel olduğu için rahatlıkla caddedeki masalardan birisine oturabildik. Geleneksel yemekler yapan bir restoran olmadığı için daha çok Muriel’in tavsiyelerine uyarak siparişlerimizi verdik. Ispanak ve parmesan peynirli çorba çok hoşuma gitti. Bunun dışında domates çorbası, Balkan salatası, Muriel için vejeteryan tabağı, Ege için koca bir biftek, iki bira ve kola için günahımız 52 € tuttu. Yediklerimizin lezzetli ama servisin inanılmaz geç olduğunu söylemem lazım. Muriel bunun bir istisna olduğunu söyledi. Doğrudur ama gerçekten insanı delirtecek kadar yavaş davrandıklarını da belirtmeliyim.Eve döndüğümüzde herkes külçe gibiydi. Kısa bir sohbetten sonra yatağın beni sevgiyle kucakladığını söylemem lazım… ---------------
Parlamento Binası ve meşhur cam kubbe…
Cumartesi…Berlin’deki üçüncü ve son günümüzde ilk programımız Reichstag, yani Alman parlamento binasını ziyaret. Daha önceki gelişlerimde giriş kapısında uzayıp giden kuyruklar nedeniyle ziyaret edemediğim Parlamento binası için bu sefer internet sitesinden randevu aldım. Sadece en tepedeki cam kubbeyi ziyaret edebildiğiniz gibi en alt katta genel kurul salonundaki görüşmelere de katılabiliyorsunuz. Gerçi cam kubbe için randevusuz da gelebiliyorsunuz ama en az iki saat beklemeniz şart. Randevu için birkaç farklı saat belirliyorsunuz, onlar kendileri için uygun olan zamanı size maille gönderiyorlar. Elinizdeki yazılı çıktıyla kapıya geldiğinizde görevliler isminize kendi listelerinden kontrol ederek gruplar halinde sizi içeriye alıyorlar. Cumartesi günü olduğu için parlamentodaki tartışmalara pek itibar etmeyerek sadece çatı katındaki cam kubbeyi ve oradan Berlin’in 360 derecelik manzarasını seyretmeyi tercih ettik.
Reichstag, 10 yıllık bir yapım aşamasından sonra, 1800’lerin sonlarında tamamlanmış. Gerek sebebi bilinemeyen 1933 yangını, gerekse de devamında 2. Dünya Savaşı oldukça büyük hasarlar vermiş. 1961-71 yılları arasında kubbesiz olarak nerdeyse yeniden inşa edilen binanın meşhur cam kubbesi ise, başkent Bonn’dan Berlin’e taşındıktan sonra, 1994-1999 yılları arasında inşa edilmiş.
Tiergarten ve ortadaki aynalı bölüm …
Giriş kapısına geldiğimizde saat 10.05 olmuştu. Randevumuz 10.15’de olduğu için hemen kapıya yöneldik. İlk görevli kâğıdımıza baktı ve “geçin” dedi. İçeride ise havaalanı kontrolleri tarzında yoğun bir güvenlik ve isim kontrolünden sonra yaklaşık 15-20 kişi, bir mihmandar eşliğinde içeriye girdik. Bizi diğer görevliden teslim alan bayan görevli ile birlikte devasa asansörden indiğimizde camdan kubbenin kapısına gelmiştik bile. Arzu edenler Türkçe’nin de dahil olduğu pek çok dilde elektronik rehberi ücretsiz olarak alabiliyorlar. Biz de Arzu ve Ege ile Türkçe sesli rehberlerimizi aldık ve turumuza başladık.
Sağ taraftaki yoldan yukarıya doğru yavaşça tırmanmaya başlamıştık ki akıcı ve güzel bir Türkçeyle rehber konuşmaya başladı. Sizin bir şey yapmanıza gerek kalmadan, muhtemelen bir sensör marifetiyle, otomatik olarak anlatmaya başlıyor. Yapının tarihçesi hakkında bilgi verdiği gibi aynı zamanda dönerek yukarı çıkarken 360 derece açıdan gördüğünüz bina ve bölgeler hakkında da bilgiler veriyor. Gezdiğiniz yerin tabanı parlamentonun genel kurul salonu. Dikkatli baktığınızda aşağıdaki koltuklar net biçimde görülebiliyor. Ortada onlarca camdan oluşan bölüm genel kurul salonunun daha aydınlık ve ferah olması için tasarlanmış. Manzara harika, hele bir de çok alışık olmadığımız Türkçe anlatımla daha da bir anlam kazanıyor gibi. Bir noktadan sonra aşağıya doğru inişe geçiyorsunuz. Turun sonundaki zemin alanda ise fotoğrafla binanın tarihçesi ve Almanya için önemli tarihsel olaylar anlatılıyor.
Yaklaşık bir saatlik sesli rehberli turumuz oldukça keyifli geçti. Bulunduğumuz camdan kubbe kendisi nefis bir eser olduğu gibi 360 derece izlediğiniz manzara da çok güzeldi. Pek çok önemli yeri yukarıdan gördüğünüz gibi bulundukları bölge ve birbirlerine mesafeleri hakkında da bilgi sahibi olabiliyorsunuz. Özellikle hemen yanı başımızdaki Tiergarten’ın ne kadar büyük ve yeşil bir park olduğu dikkatimi çekti. Şehrin tam ortasında ne kadar güzel ve dingin bir yer. Daha önceki gelişlerimde detaylı olarak gezme şansım olmuştu. Bisiklet binenler, güneşlenenler, göl kenarında kitap okuyanlar, yürüyüş yapanlar…Kendileri bunun ne kadar farkında bilemiyorum ama bu şehrin insanları gerçekten çok şanslılar…
Parlamentoyu gezmek için önceden randevu almayanların oluşturduğu kuyruk her zamanki gibi uzamış gitmişti. Gezimizi tamamladıktan sonra ünlü Branderburger Kapısına doğru yürüdük. Berlin’in en önemli sembollerinden birisi olan devasa kapının inşası 1791 yılında tamamlanmış. Atina akropolisi esas alınarak düzenlenen kapı Berlin’de ayaktaki tek tarihi kapı. Eskiden altındaki beş bölümden araç trafiği de geçen kapının tepesinde yan yana koşulan dört atın çektiği bir araba (Quadriga) bulunuyor. Benzerini Paris’deki Zafer Takında da görmüştüm. Zaten Napolyon bir ara Prusyalıları yenince Quadriga’yı alıp Paris’e götürmüş ve kısa bir süre burada kaldıktan sonra geri getirilmiş.
Camdan kubbenin içi ve uzayan kuyruklar …
Brandenburg Kapısının ihtişamını anlatırken Avrupa’nın en prestijli meydanlarından birisi olarak bilinen Paris Meydanından da bahsetmemek olmaz elbette. ABD ve Fransa Büyükelçiliğinin de yer aldığı meydanın ismi 1814 yılında Napolyon’a karşı kazanılan zaferin anısına konulmuş. Brandenburg Kapısından dolayı her daim turistler ve onlardan birkaç Euro harçlık koparmak isteyen sokak sanatçıları ile dolu meydanda hareket hiç bitmiyor. Ne zaman gelsem bir etkinliğe ev sahipliği yapan meydan yine bir konsere hazırlanıyordu.
Bundan sonraki hedefimiz Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı…Ancak tam oraya varmışken köşedeki Dunkin Donuts’çı Ege’nin ilgisini çekiyor. Zira Paris gezimizde oldukça beğendiği bu lezzetle yeniden karşılaşınca bizde O’nun ısrarlarına dayanamıyoruz ve 6 tane farklı çeşitlerdeki Donuts kutusuna 5,99 € ödeyerek açık alandaki masaya oturuyoruz. Donut, özellikle Amerika’da popüler bir tür yuvarlak çörek. Tuzlusu olsa da daha çok tatlı olanları ile anılıyor. Çikolata krema, meyve püreli çeşitleri çok popüler. Fazla da pahalı olmadığı için tercih ediliyor. Çok bana göre bir tat değil ama kutudan payıma düşeni aldım elbette…
Brandenburg Kapısı… Katledilen Yahudiler Anıtı ve Potsdamer Platz …
Yahudi Anıtı bildiğimiz türden bir anıt değil, daha çok bir anıtlar ve taşlar dizgisi diyebiliriz. Büyük bir alanda yaklaşık 2700 beton bloktan oluşan anıt mezar 2004 yılında açılmış. Ayrıca farklı bölümlerden oluşan bir bilgi merkezi var ve çok geniş belge, doküman ve video arşivinden oluşuyor. Aslında bugün Cumartesi ve saat 15.00’da İngilizce rehberli tur var ancak saat henüz 12.00 civarı olduğundan pas geçmek zorunda kalıyoruz.
Anıtın devamından yürüdüğümüzde az sonra kendimizi Berlin’in bir diğer meşhur meydanı Potsdamer Platz’da buluyoruz. Yüksek gökdelenlerin hakim olduğu bu meydanın en önemli esprisi kuşkusuz Sony Center. Üst bölümü camekânla kapalı olan bahçede yer alan kafeterya, restoran ve pek çok farklı dükkanla bir tür toplanma ve cazibe merkezi haline gelmiş burası. Bir de IMAX sinema mevcut. Burada kısa bir mola vererek etrafı ve kalabalığı seyrettik. Elbette dört katlı Sony mağazasını da ziyaret etmeyi unutmadık. Özellikle Ege buradaki molamızdan çok memnun oldu.
Sırada Berlin’in meşhur caddelerinden birisi olan Ku-Damm var. Almanya’nın ikiye ayrıldığı dönemde Batı Berlin’in simgelerinden birisi olarak kabul edilen Ku-Damm, birleşme sonrasında daha çok bir alışveriş caddesi olarak anılmaya başlamış. Ünlü alışveriş merkezi KaDeWe’de burada yer alıyor. Ege bizimle olunca Elektronik devi Saturn’ü ziyaret etmek de farz oluyor tabi. Arzu bu ziyareti tv karşısındaki koltuklarda dinlenme molası olarak kullanıyor. Yorulmuşuz…
Sony Center…
Caddenin bir diğer özelliği de Kaiser-Wilhelm-Gedächtniskirche’ye ev sahipliği yapması. “Yıkık Kilise” olarak da adlandırılan bu protestan kilisesi 2. Dünya Savaşı sırasında çok büyük hasar görmüş. Kilise onarılsa da kulesi yıkık bırakılarak savaşın hiçbir zaman unutulmaması hedeflenmiş. Neredeyse tüm protestan kiliselerinde olduğu gibi içi sade ama sonraki yıllarda yapılan restorasyonla iç bölümü masmavi küçük camlarla kaplanmış. Çok değişik bir görüntü olduğu kesin.
Metrodan inerek Kreuzberg’e geldiğimizde saatler dörde geliyordu. Acıkmıştık. Daha önceden defalarca kez tecrübe ettiğimiz Hasır Restoran bizi bekliyordu. Berlin’in birkaç farklı noktasında dükkânları olan bu zincir grup, döner konusunda gerçekten iyi. Hatta işleri büyütüp mevcut mekanlarının karşısına yeni konseptte farklı mekanlar da açmışlar. Tanesi 3,50 €’luk ekmek arası dönerlerimizi mideye indirdikten sonra Kottbusser Caddesi boyunca yürüdük. Bu bölgede yürürken kendinizi hiçbir zaman yabancı bir şehirde hissetmiyorsunuz. Sol tarafta kanal boyunca kurulmuş olan sokak pazarından tutun da sağlı sollu Türkçe isimli dükkanlara kadar her şey bizden adeta. Boşuna buralara “Küçük İstanbul” denmemiş. Berlin ziyaretinde olmazsa olmazlardan birisi de kuşkusuz Kreuzberg bölgesi.
Yıkık Kilise…
Daha önceden pek çok defa yürümüş olsak da Ege’nin de heyecanı ile hem etrafı inceliyor hem de annemin sipariş ettiği İsveç İksirini bulmak için eczaneleri talan ediyorduk. Aslında nerden alacağımı biliyordum ama cumartesi günleri öğleden sonra Berlin’de bu tür yerlerin kapandığını unutmuştum. Bu yüzden nöbetçi eczanelere denk geldikçe sorduk. Hermanplatz’a kadar olan uğraşlarımız neticesinde sadece iki şişe bulabildik ve makus talihimizle beraber kendime kızarak eve doğru yollandık. Yolda Türkiye’de bizi dört gözle bekleyen Deniz’in malum siparişlerini de bir marketten aldıktan sonra saat 19.00 gibi eve geldik.
Ertesi gün sabah çok erken saatte yola çıkacağımızdan son akşamı evde geçirmeye karar vermiştik. Biz geldiğimizde Muriel bir gün önceden tüyosunu verdiği lazanyayı çoktan hazırlamıştı bile. Bir de Arzu’nun mercimek çorbası eklenince akşam yemeğinin keyfi bir başka oldu doğrusu. Yolculuk için sandviçler de hazırlandıktan sonra bavullar toplandı ve dört günlük karayolu ile Türkiye yolculuğu için birkaç saat dinlenmeye geçildi…
Yazıma başlarken de belirttiğim gibi Berlin’e ilk gelişim değil. Daha gezilecek pek çok noktası var kuşkusuz ve ben bunların neredeyse tamamını gördüm. Gerek iki dünya savaşı, gerekse de Berlin Duvarının yıkılmasıyla tarihi doku büyük ölçüde tahrip olmuş olsa da Berlin, yine de keyifli zaman geçirebileceğiniz Almanya’nın en güzel şehri. Herkese şiddetle tavsiye ederim…
Görüşmek üzere
|