Atlas Jet’ in özel seferi ile 07:30’
da Budapeşte’ye hareket etmek üzere tüm hazırlıklarımızı tamamlamış, artık
uçağımızın motorlara tam güç vermesini ve tekerleklerini yerden kesmesini
bekliyoruz. Eşim ve kızımla beraber 7 gece – 8 gün sürecek Budapeşte, Viyana,
Bratislava, Prag ve Dresden seyahatimiz başlamak üzere… Uçağımız Airbus ve
koltuk aralıkları 77cm J
Dolayısıyla rahat bir yolculuk olacak diye düşünüyorum ve öyle de oluyor zaten.
Tam zamanında havalanan uçağımız 1 saat 40 dakikalık konforlu ve rahat bir uçuş
sonrasında Budapeşte havaalanına yerel saatle 08:10’da iniyor. Macaristan ile
1 saatlik bir saat farkımız var. Tüm uçak aynı tur ile geldiğimiz için yaklaşık
200 kişilik grubu 4 rehber havaalanında karşılıyor. Bizim rehberimiz Fatih Bey
hemen grubumuzu topluyor ve bagajlarımızı da aldıktan sonra otobüsümüze
yerleşiyoruz. Rehberimiz Havaalanında para bozdurmamızı pek tavsiye etmiyor.
Çünkü Macaristan henüz Euro kullanan bir ülke değil. Para birimi Forint.
Havaalanında 1 € = 235 Forint karşılığı bozulurken, şehirde 290 Forint karşılığında
bozdurabiliyorsunuz.
Sonunda
yıllardan beri merak ettiğim, adından çok söz edilen Tuna’ nın kraliçesi
Budapeşte’ deyiz…
İlk durağımız
Kahramanlar Meydanı;
Bir
tarafında Sanat Sarayı, bir tarafında da Güzel Sanatlar Müzesi olan ortasında
“Cebrail Melek” anıtı ile Meşhur Binyıl anıtı bulunan güzel bir meydan.
Macarlar 896 yılında Transilvanya’ dan gelerek bu bölgeye yerleşmişler, o
yüzden 1896 yılını kendilerinin 1000. Yılı olarak ilan etmişler ve bunu
ölümsüzleştirmek için de 1929 yılında tamamlanan bu Binyıl anıtını inşa
etmişler. Kendi lisanlarında bu meydanın adı: Hösök Tere
Andrassy Bulvarı, Kahramanlar meydanına doğru uzanan
geniş bir bulvar. Tam bir ok gibi nehre doğru saplanıyor. Andrassy caddesi
Avrupa’ nın ilk ışıklandırmalı bulvarıymış. Ayrıca yine Avrupa’ nın ilk yer
altı metro hattı da bu Bulvarın altına döşenmiş. Çok geniş bir Bulvar, genelde
konsoloslukların olduğu bir cadde. Meşhur Opera Binası ve Terör Müzesi de bu
bulvar üzerinde yer alıyor.
Gellert Tepesi ve
Citadel, Hepinizin
artık aşina olduğu o muhteşem Tuna nehri ve Budapeşte manzarasının en güzel
görülebildiği, en güzel fotoğrafların çekildiği o muhteşem tepe ve Osmanlılar
tarafından yapılan ve Avusturyalılar tarafından eklemeler yapılan bir kale.
1046 yılında Vata Pagan ayaklanmasında öldürülen piskopos Gerardo’ nun bu
tepeden aşağı itilerek öldürülmesi ve din uğruna canını vermesi yüzünden
kendisi Aziz ilan edilir ve ölüme itildiği bu tepeye de adının Macarcadaki hali
olan Gellert Tepesi adı verilir.
Matthias Kilisesi,
Balıkçı Tabyaları,
Eski Buda’ nın merkezi olan şimdiki Kale Bölgesindeki meydanda bulunan Matthias
Kilisesi Budapeşte’ nin en güzel yapılarından bir tanesi. 1015 yılında yapılan
bu Katolik Kilisesi 13. Ve 15. Yüzyıllar arasında tamamen yenilenmiştir. 1541
yılında da Buda Osmanlı İmparatorluğunun eline geçmesiyle kilise camiye
çevrilmiş ve Kanuni Buda’ ya girdiği ilk gün Şükür Namazını bu camide
kılmıştır.
Balıkçı
tabyalarında bugün çok güzel restoranlar boy gösterse de kenarlarda yine
muhteşem Tuna manzarasını fotoğraflayabileceğimiz seyir alanları mevcut.
Kilisenin kulelerinden birinin ucunda bulunan ağzında alyans taşıyan karganın
hikayesini ise ne yazık ki öğrenemedim ama hoş bir detay olarak sadece
fotoğraflayabildim...
Parlamento Binası, Gezmek kısmet olmadı. Zaman yetersizliği
nedeniyle içini çok görmek istediğim bu binayı ne yazık ki ancak dışarıdan o
muhteşem görüntüsüyle seyretmekle ve fotoğraflamakla yetindik. Tuna Nehri
kıyısında bütün haşmetiyle duran bu bina Budapeşte’ nin en önemli ve en
görkemli sembollerinden biri. Mimarı İnge Steigel. Yapı mimarın ölümünden beş
hafta sonra tamamlanabilmiş. Gece ışıklandırması da mükemmel olan bu görkemli
yapı 1902 yılında tamamlanmış. Binanın iç sıcaklığı yaz kış 20-21 °C’ de sabit.
Bu sıcaklık, ısıtılan havanın bina içindeki bütün odalara yer seviyesindeki
ızgaralardan verilip, avizeler arasındaki emme sistemleri ile de emilerek hava
sirkülasyonu sağlanmak suretiyle sabit ve taze tutuluyormuş. Binanın en yüksek
noktası olan kubbenin yüksekliği 96 metre olup Macar yurdunun kuruluşu olan 896
yılını hatırlatmaktadır.
Tüm
bu gezilerimiz bizi fazlasıyla yoruyor ve Budapeşte’ nin en önemli ve en güzel
yaya caddelerinden biri olan Vaci Caddesinde (Vaci Utca) kısa bir yürüyüşten
sonra karnımızı doyurmak ve dinlenmek için bu cadde üzerindeki birbirinden
güzel restoranlardan birine oturuyoruz. Bu arada uygun fiyatlı döviz bozdurma
işlemlerimizi yine bu cadde üzerindeki döviz büfelerinden yapabiliyoruz.
Otelimize
yerleşip kısa bir dinlenme faslından sonra akşam katılacağımız Çigan Gecesi
için hazırlanmaya başlıyoruz. Rehberimiz bizi şehrin dışında eski bir şarap
atölyesi olan güzel bir mekana getiriyor. Girişte kısa bir hoş geldin karşılama
seramonisi ve likör ikramını takiben binaya giriyoruz. Giriş koridorunda sağlı
sollu insan boyundan büyük fıçılar var. İlk başlardaki bu fıçıların içleri
şaraplar, şarap aksesuarları, üzümler, tablolar vs gibi şeylerle süslenmiş ve
hoş bir ambiyans yaratılmış, ilerideki fıçıların içi ise masa ve koltuklar ile
oturulacak şekilde dizayn edilmiş ve güzel bir ortamda yemek yeme imkanı
sunuyor.
Bizim
grubumuz kalabalık olduğu için bizi küçük bir sahnenin de bulunduğu daha büyük
bir salona alıyorlar. Keyifli bir Çigan Müziği eşliğinde yemeğimize Gulaş
Çorbası ile başlıyoruz. Adı çorba ama kendisi başlı başına bir yemek olan Gulaş
Macaristan’ da en merak ettiğim şeylerden biriydi. Bizim tas kebabının
patatesli ve bol sulu haline benziyor. Bana oldukça lezzetli geldi. Biraz acı
ama tam benim damak tadımda.
Çigan
eğlenceli bir şekilde devam ederken, bizde hem yemeğimizi yiyor hem de kaliteli
Macar şaraplarının tadına bakıyoruz. Ayrıca eşim ve kızımla çektirdiğimiz
fotoğrafın etiket olarak yer aldığı kırmızı şarabı da çıkarken 10 €
karşılığında satın alıyoruz. Bizim için hoş bir hatıra oluyor. Turla bu
programa katılıp katılmama konusunda kararsız olan herkese Çigan Gecesi
eğlencesini kaçırmamalarını tavsiye ediyorum.
Uçak
öncesi de erken kalkmış olmanın vermiş olduğu yorgunluğa ek olarak gün
içerisindeki yoğun program ve bu gece eğlencesi ile otelimize vardığımızda
artık göz kapaklarımızı tutmakta zorlanıyoruz. Güzel bir uyku, yarın program
yine yoğun olacak…
ESZTERGOM (ESTERGON): Sabah Budapeşte’ den 50 km uzaktaki
kuzeyde yine Tuna nehri kıyısında bulunan Estergon vilayetine (Macarlar
Esztergom diyorlar) gitmek üzere erkenden yola çıkıyoruz. Estergon bizim için
tarihimizde çok önemli bir yer tutan bir yerleşim yeri. Osmanlı’ nın Avrupa’ da
ulaştığı en batı nokta burası…
Keyifli
bir yolda yaklaşık 1 saatlik bir yolculuk sonrasında otobüsümüz Estergon’ a
girerken rehberimiz bize hoş bir sürpriz yapıp otobüsün CD çalarından Estergon
marşını çalıyor. Estergon kalesine geldiğimizde önce nehrin üzerindeki sınır
vazifesi gören köprüden Slovakya tarafına geçip Estergon kalesinden kalan
parçaları ve görkemli Estergon bazilikasını tam karşıdan görüyor ve güzel
fotoğraflar alıyoruz. Nehrin
bu tarafı Slovakya toprağı ancak yaşayan nüfusun çoğunluğu Macar’ mış. Bir
kahve molasını takiben tekrar aynı köprüden geçip bu sefer kaleye çıkıyoruz.
Kale çok yıpranmış ve kötü durumda sadece birkaç duvar parçası kalmış geriye
ancak hemen yanında yer alan Macaristan’ ın en yüksek binası olan görkemli bir
bazilika var.
Zaten
Estergon yani Esztergom Macaristan’ ın dini başkenti durumunda. Kalenin
kalıntılarının olduğu yerde demir parmaklıklar ile çevrelenmiş bir alanda kime
ait olduğu bilinmeyen ancak sarıklı mezar taşlarından atalarımıza ait olduğu açıkça
belli olan 3-4 tane mezar görüyoruz.
Osmanlı’ nın batıda ulaştığı en uç noktadaki
bu mezarda yatan tarihimizin bu meçhul kişilerine hayır dualarımızı yollayıp
Bazilika’ yı da gezdikten sonra son derece orijinal olan bisikletinin
arkasındaki İstanbul yazısını tesadüfen gördüğüm bir genç ile biraz sohbet
ediyorum. Yarı yatar şekilde kullanabildiği oldukça orijinal bir bisikleti
vardı ve uçakla geldiği Ankara’ dan başlayan ve Kapadokya - Konya – İzmir ve
İstanbul’ da devam eden ve şimdi de Macaristan’ ın Estergon ilçesinde tesadüfen
gördüğüm bir İstanbul yazısı ile hikayesini öğrenebildiğim seyahatinde son
durağının yaşadığı şehir Paris olacağı çılgın seyahatini anlattı. Ne kadardır
yollarda olduğunu sorduğumda ise gülerek bende artık hatırlamıyorum dedi.
Cesaretine ve özgüvenine hayran kaldığım bu genç uzaklaşırken ben ise kendi
içimde onunla aynı yaştayken aynı şeye kalkışıp kalkışamayacağımın iç
hesaplaşmasını yapıyordum.
VİŞEGRAD - SZENTENDRE: Otobüsümüz yavaş yavaş Szentendre’ ye
doğru yola çıkıyor. Ancak yol üzerinde yemek molamız Vişegrad’ da tarihi bir
restoranda olacak.
Ortaçağ
havasındaki motifleriyle süslü bir restoranda, tahta masalarda ve güzel bir
atmosferde sunulan muhteşem av etleriyle (özellikle geyik eti enfesti)
karnımızı krallar ve kraliçeler gibi doyuruyoruz.
Tabi
toprak güğümlerde sunulan kırmızı şaraplarda cabası… Fakat esas yemek öncesinde
içmiş olduğumuz çorba enfesti. Ne çorbası olduğunu sorduğumuzda Türkiye’ de
sadece tatlı yapmakta kullanılan yemek olarak değerlendirildiğine şahit
olmadığım balkabağı çorbası olduğunu öğreniyoruz ki bu çorba benim gibi
çorbayla arası pek iyi olmayan birinin bile iştahla içeceği lezzette…
Eşimle
birbirimize, İstanbul’ a dönünce bu çorbayı yapmayı denemeye çalışacağımıza söz
verip son kalan geyik etlerini de afiyetle midemize indiriyoruz. Tekrar yola koyulup Tuna nehrini takip eden
yol boyunca ilerliyoruz. Bu güzel ve manzaralı yol bizi Budapeşte’ nin
kuzeyinde yer alan ve Osmanlı’ nın batıya doğru yürüyüşünden kaçan Yunanlılarla
Sırpların kurduğu söylenen dar ve kıvrımlı sokaklarıyla denizi olmayan bir
Akdeniz kasabasını andıran Szentendre isimli bu güzel kasabaya getiriyor.
Çok
önceleri sessiz sakin bir kasaba olan Szentendre birçok şairin ve sanatçının kasabanın
romantik ve egzotik yapısı nedeniyle buraya taşınmasının ardından iyice
ünlenmiş ve giderek çok daha fazla turist çekmeye başlamış.
Özellikle
dar sokaklardaki hediyelik eşyalar satan onlarca dükkanda bol bol hediyelik
eşya alışverişi yapabilir veya kafelerinde oturup bu hala güzelliğini koruyan
kasabada kahvenizi yudumlarken kafanızı boşaltabilirsiniz. Biz de öyle
yapıyoruz ve ufak bir alışveriş turundan çok güzel fotoğraflar çekiyoruz ve
sonra da kahvelerimizi içip günün yorgunluğunu burada atıyoruz.
Yurtdışı
seyahatlerde belki suların tadından memnun olmayanlar için küçük bir not; Bu
hediyelik eşya mağazalarından üçünün sahibi Türk ve bu mağazalarda Türk şişe
sularından satın alabiliyorsunuz. Ayrıca ikram olarak demleme çayları da var…
TUNA NEHRİNDE TEKNE TURU:
Kıyısında Avrupa’ nın
en iyi ışıklandırılmış binalarının bulunduğu Tuna nehrinde bir tekne turu
yapmak çok uzun zamandır hayallerimi süslüyordu.
Özellikle
gece turu olması çok fazla istediğim bir şeydi ve bu muhteşem şehri baştanbaşa
tekrar yaşamak demekti benim için. Ancak sanırım insan bir şeyi ne kadar çok
isterse istesin bazen o iş hayallerindeki kadar güzel olmayabiliyor. Tekneler
Tuna nehrinin merkezi bir yerinde konumlanmış hareket saatlerini bekliyorlar,
biletlerini önceden alabildiğiniz gibi bazı dergilerde bulunan promosyon
kuponlarıyla neredeyse yarı yarıya varan indirimlerle de alabiliyorsunuz.
Teknelerde
her koltukta bulunan bir düzenek sayesinde kulaklığınız ile içinde Türkçe’ nin
de bulunduğu 30 lisanda teknenin önünden geçtiği bina hakkında tarihi ve güncel
bilgileri dinleyebiliyorsunuz. Gayet güzel bir uygulama. Ancak hesaba
katılmayan bir şey var ki o da küçük beyaz ve aşırı yapışkan sinekler!... Ne
yazık ki tüm tur boyunca üzeri açık olan teknenin ışığına gelen bu sinekler
yolculuğu keyifli olmaktan çıkartıp bir işkenceye dönüştürebiliyorlar. Teknenin
cam ile kapalı ön kısmında yolculuk yapmaya kalktığınızda ise Ağustos ayının
sıcak ve nemli havası size başka bir işkence yaşatıyor. O yüzden seyrine doyum
olmayan bu Tuna macerası ne yazık ki hayallerimdeki kadar güzel sonuçlanmıyor.
Belki Nisan, Mayıs aylarında çok daha keyifli olabilirdi diye düşünüyor ve iki
günlük kısa Macaristan maceramızı sonlandırmak üzere otelimize dönüyoruz.
Yarın
sabah istikametimiz Viyana… (Devam edecek)