Belgrad: İki Nehirin Kesiştiği Keyifli Şehir - 1


Mart
ayının 15’inde meslektaşım Mesut odama girip de “abi Pegasus kampanya yapmış,
hadi bir yerlere gidelim” dediğinde, “olmaz” diyerek cevap versem de her
zamanki kıpırtılar çoktan başlamıştı bile. İnternet sitesini açarak nereye
gidebileceğimize baktık. Promosyon biletler Kasım ayından başladığı için aslında
Avrupa hava koşulları açısından oldukça riskliydi. Orası mı burası mı derken
Belgrat’ta karar kıldık. Sadece 20 dakika içinde 5 kişi olmuştuk bile. Eve
geldikten sonra biletleri satın almam da 15 dakikamı aldı. Yani sizin
anlayacağınız her şey birkaç saat içinde oldubitti. Pegasus Havayolları ile
07-10 Kasım tarihleri arasında Ankara-İstanbul-Belgrad-İstanbul-Ankara uçuşunun
bize maliyeti adam başı toplam 89 € idi. 

07 Kasım
sabahı erken saatte Esenboğa Havalimanına doğru ilerleyen arabanın içinde beş
kişiydik: Ben, Levent abi, Hayati, Cem ve Serdar. Mesut mu dediniz? Bizi gaza
getiren Mesut görev gereği İngiltere’de olduğu için maalesef bizimle gelemedi.
Onun bileti yandı ama sonradan ekibe Serdar katıldı. 

Otoparkta
da Pegasus’la uçmanın avantajını (%50 indirim) kullandıktan sonra önce
İstanbul’a, oradan da Belgrad’a uçtuk. Gelmeden önce hava durumu üzerine
yaptığımız araştırmalar şansın bizimle olduğunu, hava sıcaklığının ortalama
20-21 derece olacağını, belki son gece ve dönüş günü olan Pazar yağmur ihtimali
olduğunu gösteriyordu. 

Yaklaşık
1,5 saatlik bir uçuştan sonra yerel saatle 11.00’da Belgrad Nikola Tesla
Havalimanına indik. Gerçekten de pırıl pırıl bir güneş karşıladı bizi.
Havalimanından şehir merkezine ulaşım için iki alternatifiniz var: ilki, giden
yolcu terminalinin önünden kalkan 72 no’lu belediye otobüsü. Diğerine göre daha
ucuz (150 RSD) ama daha uzun sürüyor. Son durağı pek çok şehir içi otobüsün ilk
ve son durağı olan Zelena Venac Meydanı. Diğeri ise Slavija Meydanına giden
özel A1 otobüsü. Yaklaşık 30 dakikalık bu yolculuğun maliyeti adam başı 300 RSD.
A1 otobüsü merkez tren istasyonu önünde de duruyor.




Belgrad
ekibi toplu halde…



  


Solda
kiraladığımız dairelerin bulunduğu bina, sağda ise Kalemeydan girişindeki
İstanbul Kapısı…

Konaklayacağımız
yeri de dikkate alarak 72 no’lu otobüsü tercih ettik. Eskiden büfeden de bilet
alınabiliyormuş ama artık sadece şoförden bilet alabiliyorsunuz. Otobüs saatte
iki defa çalışıyor. Aralarında birkaç dakika oynamakla birlikte genelde 15 ve
45 geçe civarında kalkıyor. Bizim bindiğimiz 11.41 otobüsüydü ve tam zamanında
kalktı. Levent abinin oğlu Anıl’dan kalan Sırp dinarlarımız olduğu için
havalimanında para bozdurmak zorunda kalmadık. Gerçi kurlara baktığımda da öyle
diğer şehirlerdeki gibi devasa farklar da yoktu. Yeri gelmişken resmi kurda 1
€= 113 RSD civarında işlem görüyor. Euro ile ödeme kabul eden yerler ise
genelde 100-110 RSD’den işlem yapıyorlar.  

Şoförden
adam başı 150 RSD’ye biletlerimizi alarak havalimanında başlayan yolculuğumuz
yaklaşık 50 dakika sürdü. Varoşlardan geçerken Belgrad’ın hemen dışındaki hayat
hakkında bir fikir sahibi olabiliyorsunuz. Ülkenin yeşil olduğu daha
başlangıçtan belli oluyor ama zaman zaman eski Doğu blokunun sevimsiz ve itici
binaları da bize eşlik etmedi değil. Yolculuğumuz Zelena Venac Meydanında son
buldu. Burası pek çok şehir içi otobüsün ilk ve son durağı. Hemen üst tarafta
bir Mc Donalds ve altta da keyifli bir semt pazarı mevcut. Alt geçitten yolun karşı
tarafına geçtikten sonra sol taraftaki dar yoldan ilerleyerek meşhur Knez
Mihailova’ya çıktık. Burası İstanbul’daki İstiklal Caddesi gibi trafiğe kapalı
uzunca bir cadde. Biraz ilerledikten sonra Vuka Karardzica’ya sağa dönerek
kendimizi Studentski Park’ta bulduk.
 

  



Saat
Kulesi ve altındaki kapı ile birlikte Askeri Müze…

Airbnb
internet sitesinden kiraladığımız çatı katı evler şehrin tam merkezinde kabul
edilebilecek olan popüler Studentski Parkına bakıyor. Knez Mihailova Caddesine
göre diğer tarafta sol köşede kalan Hot Spot Cafe, ev sahibimiz Marko ya da kardeşi
Milan’la bulaşacağımız yer. Garsonlar tarafından kısa bir haber vermeden sonra
Milan geldi ve bize daireleri gösterdi. Dördüncü katta yer alan dairelerin tek
kusuru binada asansör olmaması. Zaten dışarıdan baktığınızda o kadar eski
görünüyor ki asansör olsa şaşarsınız. Yalnız evlerin içi oldukça modern. Bizim
kaldığımız içeriden dubleks. Levent abiyle Hayati’nin kaldığı ise bir oda ve
salondan oluşuyor. Buzdolabı, lcd tv, mikrodalga fırın, internet ve temel
mutfak malzemeleri mevcut. Tıpkı fotoğraflarında gördüğümüz gibi. Milan bizi
bilgilendirirken esas muhatabımız Marko geliyor. Oldukça samimi havada geçen
tanışma faslından sonra şehir hakkında kısa bilgi alıyoruz. Evlerin adam başı
günlük maliyeti yaklaşık 25 €’ya geliyor. Bundan daha ekonomik fiyatlarla
kalmak mümkün. Zira bizimkiler hem oldukça merkezi hem de herkese ayrı oda ve
yatak düşsün diye bir yerine iki adet ev kiraladık. Yaklaşık 1-2 km mesafede
tek bir ev tutmak isteseniz vereceğiniz ücret günlük adam başı en çok 15-20 €.
Sizin anlayacağınız Belgrad klasik anlamda bildiğimiz Avrupa şehirlerine göre
oldukça ucuz diyebilirim.

  


Damat
Ali Paşa türbesi ve Zindan Kapısı…

Yaklaşık
20 dakikalık bir yerleşmeden sonra kendimizi dışarıya attığımızda saatler
13.30’u gösteriyordu. İlk durağımız Kalemegdan yani bizim deyişimizle
KaleMeydan. Ama önce Belgrad hakkında birkaç kitabı bilgi verelim. Sırbistan’ın
başkenti yaklaşık 1,5 milyon nüfusuyla aynı zamanda ülkenin en büyük
şehri.  Pek çok istatistiksel verilere
göre Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip olduğu belirtiliyor. Şehrin nerdeyse
%40’ı 15-40 yaş arasındaymış. Tarih boyunca 10 farklı isim almış: Belgrad,
Bello Grado, Alba Urbs, Alba Graeca, Griechisch Weissenburg bunlardan birkaçı.
Gerçi bunların tamamı da kelime olarak baktığınızda “Beyaz Şehir” anlamına
geliyormuş. Trakyalılar, Romalılar, Sırplar derken 1459 yılında o zamanki
başkent Smederevo Osmanlıların eline geçince bölgede bizim hâkimiyetimiz
başlamış. Ancak Belgrad’ın fethi Kanuni zamanında 1521’de gerçekleşmiş. Bölge
1815’lere kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalmış olsa da aslında Osmanlılar ile Avusturya
ve Macaristan arasında sık sık kapışmalara sahne olmuş. Belgrad bu süreç
zarfında üç defa kaybedilmiş ancak kısa sürede geri alınmış. Özerklik, prenslik
ve krallık derken birinci Dünya Savaşından sonra kurulan Yugoslavya Krallığının
başkenti olmuş. İkinci Dünya Savaşından sonra Tito tarafından 1945 yılında
kurulan Yugoslavya Cumhuriyeti yaklaşık 50 yıl iyi kötü devam etmiş. Sonrası
malum; bölünmeler, baskılar, savaş, kıyım, kan, gözyaşı ve aynı coğrafyada
farklı devletler. Bunlardan en genci de Sırbistan’ın hiçbir surette tanımadığı
Kosova Cumhuriyeti…
 


Nefis manzara ayaklar altında…

Aslında
Sırbistan sınırlarına ilk girişim değil. 2013 yazında arabayla Berlin’den yola
çıktığımızda planımız dahilinde ülkenin diğer büyük şehirlerinden birisi olan
Niş’te bir gece konaklamıştık. Birkaç saatlik bu ziyaret bir fikir vermişti ama
ne de olsa yetersizdi. O zamanki duygularım karmaşıktı. Hem anne hem baba
tarafından Boşnak olduğum için son 20 yılda yaşanan olaylar bende ve ailemde
önemli yankılar bulmuştu. “Nefret” kelimesi ağır kaçabilirdi belki ama en azından
kesinlikle gitmeyeceğimi düşündüğüm bir ülkeydi diyebilirim. Kısa süreli Niş
ziyaretinde kimle ilişkide bulunduysam kimsenin ön yargılı, art niyetli
olmadığı gördüm. Elbette turistik bir geziydi ve biz de turistik yerlerde
dolanıyorduk. Yine de bakışlardan, bir sözden bir şeyler hissetmeniz olası diye
düşünüyorum. Karmaşık duygularla geldiğim Sırbistan bana acı ya da herhangi bir
kötü his vermemişti. Bu açıdan değerlendirdiğimde Belgrad Niş’ten daha
şanslıydı. Ufak tefek kaygılar taşısam da 3 günlük gezi boyunca en ufak bir
aksi ve gergin tutumla karşılaşmadığımı söylemeliyim. Tersine, insanların nereli
olduğunuzu öğrendikten sonra sanki daha bir yardımsever olduğunu,
gülümsediklerini gördüm desem abartmış olmam. Neyse biz Belgrad’ın
güzelliklerine dönelim…

Belgrad gezimize meşhur Kalemeydan’dan başlamak için Etnografya
Müzesinin yanından ilerleyen Uzun Mirkova caddesine döndük. Her ne kadar
yanımızda bir miktar para olsa da yol üstündeki döviz bürosundan 150 €
karşılığında 17.000 RSD aldık (1 €=113,34 RSD) Gezi boyunca da kur yaklaşık
112-113 RSD aralığında dolaştı durdu.   

  


Sol
ön taraftaki bina Kültürel Mirası Koruma Enstitüsü. Ne kadar da bizden değil
mi? Sağda ise Viktor Heykeli eşliğinde keyifli manzaradan bir kare …

Kalemeydan,
Belgrad Kalesinin de yer aldığı büyük bir park. Tuna ve Sava nehirlerinin
birleştiği noktadaki bir tepelikte bulunan bu devasa alan şehrin belki de
gezilmesi gereken ilk noktası. Sürekli savaşlarla karşı karşıya kaldığı için
üçüncü yüzyılda başlayan inşaat nerdeyse hiç bitmemiş denilebilir. Sürekli
saldırılar, onarımlar, güçlendirmeler, el değiştirdikçe yeni eserler derken
1500 yıl boyunca faaliyet hiç bitmemiş. Bazı kaynaklar dört farklı bölge olduğunu
söylese de temel olarak Yukarı ve Aşağı Kale olarak ikiye ayrıldığını
söyleyebiliriz.  İçeride Askeri Müze,
hayvanat bahçesi, spor yapılacak alanlar, yürüyüş yolları, seyir terası, tarihi
eserler bulunuyor. Kaleyi yaz kış, gece gündüz istediğiniz zaman
gezebilirsiniz. 

Belgrad
Kalesinin ana giriş kapısı bize hiç de yabancı değil: İstanbul  (Stambol) Kapısı. 1750’lerde inşa edilen kapı
eskiden İstanbul’a giden yolun başlangıcı olduğu için bu isim verilmiş.
Sırbistan’da Osmanlı hâkimiyetinin bittiğini simgelemesi için şehrin
anahtarları Prens Mihailo’ya burada verilmiş.
 


Viktor Heykeline hemen altından baktığınızda 15
metre hiç de az gibi gelmiyor doğrusu…

İstanbul
Kapısından geçtikten sonra minik bir köprüde durarak aşağıda bulunan askeri top
ve arabaların fotoğraflarını çektik. Kalemeydan, ülkenin tek askeri müzesine de
ev sahipliği yapıyor ve bu parçalar bu yüzden burada sergileniyor. Askeri Müze
1878 yılında kurulmuş. Tarih öncesi çağlardan günümüze pek çok eseri
barındırıyor. Her iki dünya savaşında ciddi anlamda yağmalanan müzede değişik
dönemlere ait üniformalar, silahlar ve fotoğraflar bulabilirsiniz. Unutmadan,
yetişkin giriş ücreti 150 RSD. 

Askeri
Müzenin bulunduğu alandaki dar köprüden geçtikten sonra karşımıza dev bir Saat
Kulesi ve aynı isimli kapı geliyor. Buranın yapımına Avusturyalılar zamanında
başlanmış ancak bitirilmesi 18. yüzyılda Osmanlılara kısmet olmuş. Saat Kulesi
neredeyse orijinal halinde duruyormuş. Gerçekten de eskiliği her halinden belli
oluyor. 

Kapıdan
geçtikten sonra genişçe bir park görüyorsunuz. İlk göze çarpan da hemen sol
tarafınızda bulunan Damat Ali Paşa Türbesi. 1717 yılında Petrovaradin’de
Avusturyalılara karşı savaşırken şehit olan “Mora Fatihi” Damat Ali Paşa’nın
ismini taşısa da üzerindeki tabelada “Tepedelenli Selim ve Çeşmeli Hasan
Paşaların da anısına” diye yazıyor. Geziden dönünce merak edip araştırdım ama
detaylı bir bilgiye ulaşamadım. Hele Tepedelenli Selim diye bir paşanın
olmadığına kanaat getirdim.  Türbe
ziyarete kapalı, pencerelerden içerisi de görünmüyor. Paşalarımıza bir fatiha
okuduktan sonra parkı gezmeye devam ediyorum.
 

  


Sol
tarafta dört estetik ağacın arasında Japon Çeşmesi; Sava Nehri nazlı nazlı
salınırken…

Birisi
bana Kalemeydan ve kalenin en güzel tarafı neydi diye sorsa hiç kuşkusuz “manzarası”
derdim herhalde. Türbeden devam edince seyir terası gibi bir bölgeye geldik ve
manzara nefisti. Sava nehrinin Tuna nehrine kavuştuğu noktada devasa ağaçlardan
oluşan bir orman ve nefis bir Yeni Belgrad manzarası. Tüm bunlara bir de keyifli
Kasım güneşini yakalamış yerli halkın çimenlere ve banklara yayılmasını da
eklerseniz her şey tamamlanıyor. Bu arada yeri gelmişken nehir kenarlarının bu
devirde nasıl bu kadar yeşillik kaldığı, halen kafe, restoran, villa, TOKİ
konutları yapılmadığı sorusunun cevabını da yetkililerden almak lazım doğrusu… 

Manzaranın
keyfini çıkardıktan sonra sağ taraftan devam edince Despot Kapısına ve Kulesine
vardık. Biz tercih etmedik ama çevreyi gözlemek için güzel olduğu söylenen
kuleye çıkış ücretli. Biraz ilerideki haşmetli kapının tabelasında adı
yazıyordu: Zindan Kapısı. İsmi nereden geliyor diye küçük bir araştırma yaptım
ama kesin bir bilgiye ulaşamadım. Tarihçiler tarafından söylenen şeylerden bir
tanesi Osmanlılar zamanında hapishane olarak kullanıldığı için böyle söylenmiş
olabileceği. Bana mantıklı geldi. 

Zindan
Kapısının hemen sol tarafındaki patika parkın en güzel yerlerinden birisine
çıkıyor: Ruica Kilisesi. “Minik Gül” anlamına gelen Ruica, yemyeşil asma
yapraklarıyla süslenmiş duvarlara sahip. Giriş kapısının her iki tarafında
heykeller var. Bunlardan birisi savaştaki şövalyeyi diğeri de 2. Dünya
Savaşındaki Sırp askerini betimliyormuş. 15. yüzyılda inşa edilen kilise
Belgrad’ın fethi sırasında Osmanlılar tarafından yağmalanmış ve sonrasında
cephanelik olarak kullanılmış. Sonradan 1920’lerde restore edilerek bugünkü
halini almış. Dışı kadar içi de ilginç, özellikle avizelerin oldukça göz alıcı
olduğunu söyleyebilirim.
 

  


Her
tarafı yemyeşil yapraklarla bezenmiş olan  Ruica Kilisesi ve Kalemeydan’ın çıkışında yer
alan görkemli Fransa Büyükelçiliği…

Kilisenin
hemen aşağısında yer alan Hayvanat Bahçesini pas geçtikten sonra geldiğimiz
yoldan geriye doğru dönerek seyir terasına ulaştık. Buradan hem Sava hem de
Tuna nehirlerinin ağır ağır akışını seyretmek mümkün. Ayrıca meşhur Viktor
Heykeli de (Pobednik) burada. Anıt ülkenin en önemli heykeltıraşlarından birisi
olan Ivan Meštrovi  tarafından, şehrin
Türklerden kurtarılmasının 10. Yılı anısına, 1928 yılında yapılmış. Yaklaşık 15
metre yüksekliğindeki heykel, elinde güvercin olan çıplak bir adamdan oluşuyor.
Aslında ilginç bir de hikâyesi var: O zamanki yönetim heykeli mevcut haliyle
Terazije Meydanına koymuş. Yalnız hesap edemedikleri şey, anıttaki erkek
figürünün fazla çıplak olmasıymış ve vatandaşlar buna tepki göstermişler.
İtirazlara dayanamayan belediye de anıtı alıp gözlerden en uzak yere, yani
Kalemeydan Parkına koymuş. Bugün için de anıt şehrin simgelerinden birisi
haline gelmiş. Şöyle kafamı kaldırıp bir bakıyorum da bugün olsa o zamanki
kadar tepki çekmezdi herhalde. Zaten 15 metre ötede o kadar fazla da dikkat
çekmiyor. 

Seyir
terasının sol tarafında büyükçe bir bina var: Kültürel Mirası Koruma Enstitüsü (Zavod
za zastitu spomenika kültüre) Binaya baktığınız zaman Beypazarı’nda,
Hamamönü’nde, Kula’da ya da Safranbolu’nda da benzerlerinden çok var
diyeceğinize eminim. Artık Osmanlı mı dersiniz Balkan mı dersiniz bilmem ama
oldukça bizden bir bina olduğunu söyleyebilirim. 1960’lara kadar dağınık
biçimde bulunan kültürel varlıklar, bu tarihte kurulan Enstitü ile tek elden
yönetilmeye başlanmış. Merkezi olarak da burası seçilmiş. Bence doğru bir
seçim.
 

  


Belgrad’ın
en eski yerleşimlerinden birisi olan Kosaniev Venac’dan bir kare ve her daim
kalabalık Zeleni Venac kapalı pazarı…

Aşağıya
doğru inerken soluklanmak için oturduğumuz kafede yaklaşık 5 dakika boyunca
kimse bizimle ilgilenmeyince yolumuza devam ettik. Az sonra dört yüksek ve
simetrik ağacın arasında bulunan garip bir çeşme dikkatimizi çekti. Biri
diğerinden büyük iki metal silindirden oluşan çeşmenin büyüğünden küçüğüne su
akıyor. Değişik bir tür. Dönünce öğrendim ki adı Japon Çeşmesi. 2010 yılında
Japon-Sırp dostluğunu geliştirmek amacıyla yapılmış. Hoş bir görüntü
oluşturuyor. 

Artık
yavaş yavaş parkın sonuna geliyorduk. Uzunca yolun bir tarafına Romanya Kale ve
Şatoları fotoğraf sergisi açılmış. Ülkenin farklı noktalarındaki şato ve
kalelerin sergilendiği resimler oldukça güzel. Ne yapsak, ilerideki gezi
programlarımıza Romanya ve şatolarını da mı dahil etsek. 

Daha önce
de bahsettim ama tekrarlamakta fayda görüyorum. Kalemeydan zaten Belgrad’ın en
popüler noktalarından birisi, eminim gezersiniz. İçerideki eserler bir yana
sadece Sava ve Tuna Nehirleri ile özellikle Sava’nın öte tarafında kurulmuş
olan Yeni Belgrad manzarasını izlemek için bile buraya mutlaka gelmelisiniz.
Hatta gelmekle kalmayıp biraz daha fazla zaman geçirerek yeşilin, huzurun ve
manzaranın keyfini çıkarmalısınız.
 


Hotel Moskova yıllardır caddenin en gösterişli
mekanlarından birisi…



  


Eski
ve Yeni Saraylar…

Yaklaşık
1,5 saatlik Kalemeydan gezimizi tamamladığımızda saat 15.00 olmuştu. Karnımız
acıktığı için hemen çıktığımız noktada bulunan St. Michael Katedralini (Saborna
Crkva) ve karşısındaki Sırp Ortodoks Kilise Müzesini daha sonraya bıraktık. Aradaki
dar merdivenlerden aşağıya doğru inerek Belgrad’ın Kalemeydan’dan sonra en
tarihi ve eski yerlerinden birisi olarak bilinen Kosaniev Venac’a geldik. Her
ne kadar bir sokağın ismi de olsa aslında katedralin ve Prenses Ljubica’nın
Konağı’nın olduğu alan da bu bölgeye dahil. Bazılarına göre kafeler, birkaç
sanat galerisi, eski taş döşemeli sokaklar ve yıpranmış evlerden başka bir şey
yok. Ama şehirlerin tarihini de böyle yerlerde bulmaz mıyız zaten? Bir ana
sokak ve onu kesen birkaç dar sokaktan oluşan bölgede restorasyon bekleyen
binalar umarım kaderlerine terkedilmezler. Bu arada küçük bir not: sokağın ismi
Kosova Savaşında kahramanlık gösteren bir Sırp komutanın ismini taşıyor. 

Brankova
Caddesinden devam ederek havalimanından geldiğimizde otobüsten indiğimiz Zeleni
Venac’a ulaştık. Buradaki kapalı pazarda yiyecek bir şeyler bulabiliriz diye
düşündük ama taze meyve-sebzeler dışında pek bir şey bulamadık. Normal zamanda
daha fazla zaman geçireceğimizden eminim ama herkesin karnı aç olduğu için çok
da ilgi gösteremedik. Aklımıza öğlen bavullarla yürürken önünden
geçtiğimiz,  Knez Mihailova’ya varmadan
sol tarafta kalan Taze Fast Food zinciri gelince istikamet belli oldu tabi. 

Belgrad’da
pek çok yerde rastlayabileceğiniz Taze, Sırbistan’a özgü bir fast food zinciri.
Tavuk, kırmızı et, köfte vb. ne ararsanız bulabiliyorsunuz. En lezzetlisi değil
belki ama fiyatlarının oldukça makul olduğunu söyleyebilirim. Yemek vakti
olmadığı için dışarıdaki masalardan birinde yer bulduk ve bir tür hamburger
köftesi olarak adlandırabileceğimiz plejkavitsa sipariş ettik (Tanesi 190 RSD).
Açlıktan mı yoksa gerçekten öyle mi bilmiyorum ama oldukça lezzetli geldi
doğrusu.
 

  


Kralja
Milana Caddesinden bir kilise…Fotoğraflar güzel olmadığı için bende Wikipedia’dan
Slavija Meydanının sadece bir bölümünün gösteren yukarıdaki fotoğrafı aldım…

Karnımızı
doyurduktan sonra Terazije Caddesinden devam ederek ünlü Hotel Moskova’ya
geldik. Yeşil rengiyle oldukça hoş bir havası olan otel 1908 yılında hizmete
açılmış. Aslında Belgrad için bir otelden çok daha fazlası, en popüler yerlerinden
birisi olarak biliniyormuş. Pek çok ünlüyü de misafir etmiş: Alfred Hitchcock,
Mahatma Gandhi, Jack Nicholson, Robert de Niro, Michael Douglas ilk akla
gelenler. Resesyon tarzında inşa edilmiş olan bina diğer turistler gibi bizim
de objektiflerimizden kaçamıyor. Hemen otelin ön çaprazında 1860 yılında
Miloš
Obrenovi’in ikinci defa tahta geçişi anısına yapılmış olan çeşme bulunuyor. Bu
noktada daha önce de su kulesi bulunuyormuş. Kule deyince otelin bulunduğu
cadde ve aynı isimli meydandan da bahsetmek lazım. Terazije, kelime anlamı
itibariyle tam da tahmin ettiğiniz gibi “terazi” anlamına geliyor. Osmanlı
zamanında bu bölgede şehre su sağlamak için inşa edilen su terazileri
bulunuyormuş. Yüksek kulelere gönderilen su bu kuleler sayesinde artan basınçla
daha uzak yerlere gönderilebiliyormuş. 20. yüzyılın başlarına kadar şehrin
sosyal ve kültürel merkezi olan Terazije, lüks kafe ve restoranlar yanında ilk
sinemanın da yapıldığı yermiş. Gerçekten keyifli bir yer olduğu kesin. 

Biraz daha
ilerleyince caddenin ismi değişiyor ve Kralja Milana oluyor. Slavija Meydanına
kadar giden caddede göz alıcı iki bina var: Eski Saray ve Beyaz Saray. 1882-84
yıllarına inşa edilen Eski Saray (Stari Dvor) ünlü Obrenovi hanedanlığının
resmi konutuymuş. Bir dönem geçici parlamentoya da ev sahipliği yapan saray
ikinci dünya savaşında, özellikle de 6 Nisan 1941 tarihli bombardımanda, önemli
oranda hasar görmüş. Ana caddeye bakan bölüm sütunlar ve heykellerle süslenmiş.
Ayrıca oldukça dikkat çekici bir de kulesi var. Bize göre arka taraf ama
aslında ana giriş olan bölüm genişçe bir bahçe/parkla birlikte tasarlanmış.
Bina bugün için Belediye Meclisine ev sahipliği yapıyormuş. Hafiften kararmaya
başlayan havada oldukça şık ve gösterişli olduğu kesin.
 


Işıklar altında Parlamento Binası…

Aradaki
minik parktan hemen sonra bu seferde Beyaz Saray (Beli dvor) bizi bekliyor.
Eski Saraydan daha sonra (1934-1937) inşa edildiği için Yeni Saray olarak da
adlandırılan yapı diğeri kadar gösterişli değil ama özellikle parka bakan
taraftaki sütunlar oldukça dikkat çekici. Diğerindeki gibi burada da sivri bir
kule var. Başta Karaorevii hanedanlığı, Tito ve Milosevic’e ev sahipliği
yapan saray bugün cumhurbaşkanının ofisi olarak kullanılıyormuş. Meraklısına
kısa bir not: Nisan-Ekim ayları arasında ziyaret edebiliyorsunuz. 

Hava
kararmıştı. Kasım ayının ilk günlerinde hiç de beklemediğimiz kadar yumuşak bir
havada gezimiz devam ediyordu. Yol boyunca ilerlerken bir pekaranın vitrininde
gördüğümüz tatlılar Serdar’ın tüm ilgisini çekince daldık içeriye. Satıcı kız
İngilizce bilmiyordu ama bize gösterdiği broşürde ekler tatlısında 3 al 2 öde
kampanyası olduğunu anladık. Eklerle çok aram olmadığı için ben istemedim ama
arkadaşları bizdekilerden daha farklı ve lezzetli olduğunu söylediler.
Meraklısına not: eklerin tanesi 175 RSD.
 


Republike Meydanındaki Sırp Prensi Mihailo
Obrenovi’in bronz heykeli…

Pekara ()
nedir diyenlere kısaca açıklayayım. Sırbistan’da hamur işi, kruvasan, sandviç,
börek ve basit tatlıların satıldığı yerlere pekara deniyor. Bir tür küçük fırın
olan bu mekânlarda kahve de içebiliyorsunuz. Ürünleri hem taze hem de oldukça
uygun fiyatlı. Nerdeyse her caddede olduğu için şurada burada demeyeceğim.
Görmemeniz mümkün değil. 

Her ne
kadar St. Sava Katedrali uzaktan ışıltılı biçimde gülümsese de akşamın bu
saatinde onu es geçmeye çoktan kararlıyız. Kısa bir süre sonra belki de
Belgrad’ın en kalabalık ve keşmekeş yerlerinden birisi olan Slavija Meydanına
çıktık. Modern Belgrad’ın önemli merkezlerinden birisi olarak kabul edilen
meydan, aynen bizdeki Taksim Meydanına benziyor. (Tabi son halini görmediğim
için eski halinden bahsediyorum) Belgrad’lılar 19. yüzyılın sonlarına kadar
burada bulunan gölette avlanıyorlarmış. Ama şimdilerde şehir içinde çalışan ne
kadar otobüs, tramvay ve troleybüs varsa sanki burada. Günün her saati yoğun ve
kalabalık. Neredeyse her noktasından akan trafiği düzenlemek için ışıklar
yetersiz gelmiş olmalı ki trafik polisleri çırpınıp duruyor. Şehrin ilk fast
food restoranı da 1988 yılında burada açılmış. 

Saat 5
olmuştu. Meydandan sola doğru Beogradska Caddesine döndük. Aynı yerden
dönmeyelim ve Taşmeydanı görelim diye tercih ettiğimiz cadde soluk ve sessiz.
Ama yarın buraya tekrar geleceğiz çünkü ünlü fizikçi Nikola Tesla’nın müzesi
buraya kesen Krunska sokağında. Yolda giderken Mini Maxi Markete uğrayıp sigara
ve su aldık (Marlboro light 240 RSD, yarım litre Rosa su 34 RSD).
 

  


Republike
Meydanının gündüz görünümü, arka plandaki tiyatro binası; Şehrin pek çok
noktasında görebileceğiniz Taze Fast Food…

Dönüşümüzü
Belgrad’ın en uzun bulvarı olan Kralja Aleksandra’dan yaptık. Sağımızda kalan
Taşmeydan Parkı ve sonundaki St. Mark Kilisesi ertesi günün programında olduğu
için buraları uzaktan selamladık. Hemen devamında da önce devasa posta binası ve
sonra da ışıl ışıl aydınlatması ile Parlamento binası bizi bekliyordu. 

1907
yılında başlanan Parlamento Binasının (Narodne Skupštine) yapımına, Balkan ve
Birinci Dünya Savaşları nedeniyle uzunca bir ara verilmiş ve ancak 1936 yılında
tamamlanabilmiş. Büyük kubbesi bulunan yapının içi de dışı kadar
etkileyiciymiş. Güzel bir ışıklandırmanın arasında 1939 yılında heykeltıraş
Rosandiç tarafından yapılan “Igrali se konji vrani” ya da kabaca “Siyah Atlar
Oynuyor” heykelleri duruyor. Bu heykelleri çok seven Belgrad’lılara göre
insanları parlamentodan uzaklaştırmaya çalışan güçleri simgeliyormuş. Bana göre
sanki atları evcilleştirmeye çalışan insan gibi bir şey… 

Terazija
üzerinden Belgrad’ın bir diğer merkezi olan Cumhuriyet yani Republike Meydanına
çıktık. Slavija Meydanından sonra şehrin en hareketli yerlerinden birisi
olduğunu söyleyebilirim. Hem Milli Müze (Narodni Muzej) hem de Devlet Tiyatrosu
(Narodno Pozoriste) burada yer alıyor. 1844 yılına tarihlenen Milli Müze uzunca
bir zamandır tadilatta ancak internetten takip ettiğim kadarı ile bazı
bölümleri ziyarete açıkmış. 1869 yılında tamamlanan Devlet Tiyatrosu ise ışıl
ışıl görüntüsü ile oldukça albenili. Meydanın bir bölümü yoğun trafikle karşı
karşıyayken bir bölümü de tamamen trafiğe kapalı. Yaya tahsisli bölüm kafelerle
ve restoranlara dolu. Yaya yolunun devamı meşhur Knez Mihaliova caddesine çıkıyor.
Bu yüzden de popüler bir buluşma noktası olduğunu söyleyebiliriz.
 

  


Dve
Jelena neredeyse 200 yıllık tarihi bir restoran…

Meydan
bugünkü halini 1869 yılında tiyatro binasının yapılması ile almış. Tam ortada
atın üzerinde Sırp Prensi Mihailo Obrenovi’in bronz heykeli var. 1882 yılına
tarihlenen heykelde prens, parmağıyla İstanbul’u gösteriyormuş. Zira
Osmanlıların Sırbistanda’ki egemenliğine Obrenovi zamanında son verilmiş ve
“geldiğiniz gibi İstanbul’a geri” tarzında milliyetçi bir anlamı varmış. 

Vosa Carap
Caddesi boyunca eve doğru ilerlerken solda Dukat Türk Restoranına rastladık.
Listeye göre her türlü yemek ve tatlıyı bulmak mümkün olsa da planımızda başka
bir yer olduğu için es geçmek durumunda kaldık. Yolun devamı bizi Studentski
Parkına ve doğal olarak evlere getirdi. Saat 19.30’da akşam yemeğinde buluşmak
üzere bir buçuk saatlik bir mola verdik. 

Akşam
yemeğindeki programımız Belgrad’ın bohem mahallesi Skadarlija’da bulunan Dve
Jelena Restoran. Pek çoğu 19. yüzyıldan kalma yapıların bulunduğu sokak ağaçlı
yapısı, Arnavut kaldırımları ile oldukça keyifli bir yer. Bir de buna sağlı
sollu dizilmiş bahçeli restoranları eklerseniz çok keyifli bir manzara çıkıyor
ortaya. Bir zamanlar şehrin yazar, çizer, sanatçı takımının yer aldığı sokak
şimdilerde oldukça turistik. Özellikle de şehrin popüler bazı restoranları da
burada yer alıyor. Dve Jelena’da bunlardan birisi. 

Skadarlija’nın
en eski mekânlarından birisi olan Dve Jelena 1832 yılında kurulmuş. Kelime
anlamı itibariyle “İki Geyik”. İlk açıldığında bir fırın olarak faaliyete
başlayan mekân zamanla Belgrad’lıların basit ama lezzetli yemekler yediği bir
yer haline gelmiş. Bir gün sıkı bir avdan sonra mekana omuzlarında iki geyikle
gelen avcılardan ilham alan patron restoranın ismini İki Geyik olarak
değiştirmiş. Ondan sonra da seyyar Tayyar’ın ağzıyla “patlamış gitmiş”.
 

  


Sol
tarafta kaymak, mısır ekmeği, dana jambon ve peynirle süslenmiş karışık tabak
sağda ise nefis köftelerden oluşan bir karışım…Afiyet olsun…

Kimilerine
göre fazla turistik kimilerine göre de son derece yerel olan Dve Jelena’da
randevumuz olmamasına rağmen bir masa bulduk. Restoran aslında birbirine geçen
birkaç salondan oluşuyor. Bizim yemek yediğimiz salon tam geleneksel Sırp
müzikleri eşliğinde müşterilerini eğlendiren keyifli bir grubun yer aldığı
bölümdü. Bizden sonraki salonda ise daha çok yeni tür müziklerin yapıldığı ve
gençlerin tercih ettiği bir yer daha var. 

Restoranda
uzun bir masada kalabalık bir Türk grubu daha vardı. Pek çok rehber kitap ve
gezi sitesinde bahsi geçen bir restoran olduğu için bu durum son derece
normal.  Altı kişilik grup keyifli Sırp
şarkılar eşliğinde müzik yaparken biz de daha önceden notlarını aldığım
yemekleri sipariş ettik. Daha önce Niş ziyaretimde denediğim ve çok sevdiğim
süt danadan yapılan çorba (Srpska Teleca
çorba), nerdeyse tüm Balkanlarda popüler olan, bir tür Balkan hamburgeri de
diyebileceğimiz pljeskavica, peynirle
harmanlanmış pul biberli ızgara köfte (Ustipci
sa lijutom paprikom), içine bir tür peynir ve kaymak konulduktan sonra
dürüm olarak kızartılan et (Karadordeva
snicla sa pomfritom), tam ismini hatırlayamasam da mladi kajmak denilen bir tür peynir ile dana jambon ve mısır
ekmekleri ile süslenmiş dev tahta bir tabak ve bizim çoban salataya rendelenmiş
peynirle servis edilen Sopska Salata.  Çorbalar dışında ortaya servis edilen
yemeklere ünlü Sırp birası Jelena ve garsonun tavsiyesi ile minik bardaklarda
(5 cl) içilen ayva rakısı dunjevaca
eşlik etti.  

Yemeklerin ve restoranın keyfini çıkarırken bir ara müzisyenlerle
eğlenen yan masadan “Üsküdar’a gider iken” sesleri yükselmeye başladı. Grup hep
bir ağızdan şarkıya eşlik ederken devamında bir de “Yangın Var” patlatıldı.
Bizim masaya geldiklerinde de aynı şarkılar tekrar edildi. Zira müzisyenlerle
yaptığım sohbette aslında Türkçe bilmediklerini, müşteriler için her dilde
birkaç şarkı ezberlediklerini öğrendim. İşlerine saygıları hoşumuza gitti
doğrusu.
 

  


Mekan
da müzik de harikaydı diyebilirim…

Dve
Jelena, Sırpların “kafana” dedikleri türden geleneksel bir mekân. Kafana isminin
de Osmanlı zamanından kalma kahvehaneden geldiğini hatırlatayım. Mekân eski ama
keyifli döşenmiş. Müzik güzel. Yediklerimiz güzeldi ve lezzetliydi ama şehirde
mutlaka daha iyi yapan yerler de vardır. Biz grup olarak oldukça eğlendik.
Bazılarını hiç anlamasak da var gücümüzle şarkılara eşlik etmeye çalıştık.
Dunjevaca, bizim Hayati dışındakiler tarafından çok tutuldu. Masadaki lezzetler
genel olarak çok beğenildi ama çorba tam puan aldı diyebilirim. Bazılarının
karadordeva konusunda tereddütleri olsa da genel olarak güzel diyebiliriz.
Gelelim kritik noktaya: hesap. Yukarıda sayılan yemek ve salatalara 6 bira
(tanesi 240 RSD), 12 dunjevaca (Tanesi 220 RSD) dahil toplam 11730 RSD ödedik.
Yaklaşık 100 €, beş kişilik böyle bir masa ve eğlence için son derece ekonomik
bir rakam. Gerçekten de Belgrad diğer popüler Avrupa şehirlerine göre oldukça
ucuz diyebilirim. 

23.30 gibi
restorandan ayrıldık ve keyifli adımlarla yaklaşık 10 dakika sonra Knez
Mihailova’ya çıktık. Gecenin bu vaktinde sert hava hemen kendini
hissettiriyordu. Gündüz ki kalabalıktan eser olmasa da cadde yine de
hareketliydi. Birkaç dakika sonra Studentski Parkından geçerek eve ulaştık.
Hemen yan taraftan devam eden caddeyi kesen Kralja Petra caddesindeki 24 saat
açık marketten Rosa marka sulardan 6 lt (164 RSD), 0,50’lik (tanesi 34 RSD)
aldık. Yeri gelmişken pek çok suyun arasında Rosa marka olanın bizim damak
tadımıza uygun olduğunu da belirteyim. Eve geldiğimizde günün yorgunluğu iyice
üstümüze çökmüştü. Sabah erkenden kalkmak üzere yataklara uzandık…







(Devam edecek)



 Yazılan Yorumlar...
ozzy
(12 Ağustos 2014)
Belgrada geçen sene 5 günlüğüne kendim gittim ve gerek tarihi dokusu, gerekse Avrupanın o modern kültürel yapısı beni çok etkilemişti. Vizesiz ve Pegasus ile çok ucuza uçulabilen Belgradı herkese tavsiye ederim. Saygılar.
NEŞE
(25 Şubat 2014)
Çok yaşa Hakan,bayıldım ben bu Belgrad a...Çocukluk yıllarında Avrupa ya yaptığımız gezilerde uzun Yugoslavya yollarının sadece bir konaklama noktasıydı bizim için 1960 larda....Fiyatlar Yunanistan ayarında,çok uygun...Fransız elçiliğinin Art-Deco binasına ve gece ışıklar altındaki Parlamento çok güzel...Slavija meydanı,şimdiki "beton çölü" Taksim meydanına benzemedi benim gözümde,canlı ve şirin....Dve Jelena ya bittim,Belgrad a gidersem oraya kesin gidilecek...Sevgili Hakan yıllar içinde senden ne çok tavsiyeler aldık...Sonsuz teşekkürler..
Engin D
(23 Şubat 2014)
Ankara-İstanbul-Belgrad / Belgrad-İstanbul-Ankara uçuşunun maliyeti adam başı toplam 89 € mu? Mucize bir rakam. Evlerin adam başı günlük maliyeti yaklaşık 25 € Bir Avrupa ülkesi için oldukça uygun. Hakan Bey sizden korkulur. Ne güzel ayarlamışsınız. Oldukça maliyeti uygun bir gezi olmuş.
Setenay Süzer
(20 Şubat 2014)
Merhaba Hakan Bey,
Kafa dengi arkadaşlarla yapılan gezinin keyfine doyum olmaz,detaylı anlatımınız ve fotoğraflarınızla Belgrad sokak ve mekanlarını bizlerde gezip görmüş kadar olduk.Ata topraklarına yakın coğrafyalarda bulunmak mutlaka ayrı bir heyecan ve mutluluk .Özenle yaptığınız sunumunuz için tebrikler,selamlar
Erdin İVGİN
(19 Şubat 2014)
Hakan kalemine sağlık. Senden daha önce dinlediğim Belgrad gezinizi bir de gezialeminde okumaktan ayrı bir keyif aldım. Ben de senden bu kenti dinlemeden önce asla gitmeyi düşünmediğim yerlerden biriydi Belgrad. Ama düşüncelerimi değiştirdin. Bu güzel paylaşımın için teşekkürler...
hakangeziyor
(19 Şubat 2014)
Hocam, daha önce de söylediğim gibi Belgrad ve genel olarak Sırbistan güzel. Bence gezi listesine mutlaka eklenmesi gereken bir yer ancah sizin de belirttiğiniz gibi kesinlikle mayıs ya da eylülün çok daha keyifli olacağını düşünüyorum.
Önyargılar çok zor değişir derler ama nedense pek öyle olmadı. Sıcakkanlı insanlarla tanıştım, sohbet ettim. O konulara daha fazla girmeden kısa yoldan beğendiğimi söylemeliyim. Güzel ve teşvik edici yorumunuz için ayrıca teşekkürler...
Şükran Şahin
(19 Şubat 2014)
Hakan bey,Tebrikler, her zamanki gibi ayrıntılı, bilgilendirici ve sistematik. Belgrata gitmeye niyetlendiğim zaman size danışmıştım hatırlarsanız. Bahar mevsimini önermiştiniz. Orada yaşayan bir arkadaşımın da tavsiyesiyle Belgrata gitme planım hala var. Sırpların Balkanlar coğrafyasını karıştırdıklarını...Ön yargıları sevmesemde, bu konuda vardı. Orada yaşayan arkadaşımın anlattıklarıyla ön yargılarım biraz olsun dağıldı. Türk komşularını öldürmemek için savaşa katılmayıp saklananlar gibi farklı hikayeler dinledim. Savaşı çıkaran baştakiler, bir avuç yönetenlerin çıkardığı savaşlara sürükleniyor halk maalesef.Aslında halkların ortak geçmişleri var. Onlara sorsalar istemezlerdi.Yinede sizi barış dolu, affedici sözleriniz için çok tebrik ediyorum. Üstelik bir boşnak olduğunuz halde. Belgrat gezimde şehir haritam ve sizin yazınızın bir fotokopisi olucak elimde, teşekkürler.