Güneşli bir Belgrad sabahında kahvaltı için yola çıktığımızda saatler 08.45’i gösteriyordu. Günün erken saatinde işe gidenlerin koşuşturmacası ile taşıt trafiğinin yarattığı keşmekeş birbirine girmişti. Kahvaltı adresimiz ise gelmeden önce löplöpçüler.com dan notlarıma aldığım, şehrin en iyi börekçilerinden birisi olarak lanse edilen Buregdzinica Sarajevo (Svetogorska 38). Yani aslında gittiğimiz yer bir Boşnak börekçisi. Aslında börek sadece Sırbistan’da değil tüm Yugoslav ve balkan coğrafyasında popüler bir yiyecek. Bunun temel sebebi de kuşkusuz yüzyıllarca hüküm süren Osmanlılar. Bulundukları coğrafyaya Anadolu’nun kültürünü taşımışlar ve benimsetmişler. Adım başı olmasa da pek çok noktada börek ve türevlerini satan yerleri görüyorsunuz.
Börekçi oldukça küçük bir mekan. Minik taburelerden oluşan üç küçük masa ve satış yapılan tezgah. Bir de içeride böreklerin yapıldığı mutfak bölümü var tabi. Peynirli, ıspanaklı, kıymalı, mantarlı allah ne verdiyse sipariş ettik. Böreklerin yanında jogurt denilen aslında yoğurda göre daha kıvamlı ama ASKİ suları kestiği için olması yarım kalmış ayran kıvamında bir şey. Çay var mı diye sorduğumuzda surat diliyle “maalesef” yanıtı aldığımız için “burada adet böyleymiş, yiyin pardon için yoğurdu” dedik ve dayandık böreklere.
Sarajevo Börekçisini denemenizi tavsiye ederim. Özellikle ben kıymalı ve ıspanaklısını çok sevdim. Yoğurdu yadırgayabilirsiniz ama oralara kadar gitmişken denememek olmaz…
Daha 15 dakika olmamıştı ki 2,5 kg börek ve iki kocaman şişe yoğurt yok olmuştu. O kadar hızlı yemiştik ki kalkmak zorunda olmasak hemen oracıkta kıvrılıp şekerleme yapabilirdim. Börek fiyatları uygun, kilosu yaklaşık 450 RSD civarında. Bizim hesap toplam 1470 RSD geldi. Yaklaşık 13 €, ya da başka deyişle adam başı 3 € bile değil. Daha iyilerini de yemiştim ama yine de gurbet ellerde yediğimiz börek de gayet lezzetliydi. Özellikle resmini koydum ki ismi Sırpça yazdığı için dükkânı kolay bulabilesiniz diye.
Börekçiden çıktıktan sonraki rotamız Tašmajdan ya da daha bizden adıyla Taş Meydan Parkı. Burası Belgrad’ın ortasında, şehrin en büyük parklarından birisi. Tarihçesi daha eskilere kadar gitse de Osmanlılar zamanında burada taş ocakları bulunduğu için bu adı almış. Belgrad’daki pek çok tarihi yapının ilk yapı taşlarının bu bölgedeki ocaklardan sağlandığı söyleniyor. Parkın tarihsel anlamda da önemi var. 1806 sonbaharındaki Sırpların Osmanlılara ilk isyanının lideri Karayorgi karargâhını buraya kurmuş. 1828 yılında mezarlığa çevrilen alan 20. yüzyılın başlarına kadar kullanıldıktan sonra terkedilmiş. 1958’den itibaren şehir parkı olarak faaliyet gösteren park 2000’lerde yeniden düzenlenmiş. Çocuklar için oyun parklarıyla süslenen parkın bir tarafında spor kompleksi de bulunuyor. Taş Meydan Parkının başlangıç tarafında bulunan St. Mark Kilisesi ve Parktan manzara… Rus Ortadoks Kilisesi…
Parkın kuzeybatı tarafındaki başlangıç noktasında Sırbistan’ın en büyük kiliselerinden birisi olan St. Mark Kilisesi (Crkva Svetog Marka) bulunuyor. 1835 yılında inşa edilmiş olan daha küçük kilisenin yerine 1930’larda inşa edilen kilise, kırmızı tuğlalar kullanılarak yapılmış. Mimarisi insana değişik ve güzel geliyor. İçeride sabah ayini olduğu için gezmek nasip olmadı. Burada aklımda kalan bir diğer şey de hem girişte hem de çıkışta insanları rahatsız eden çocuklar ve kadınlar oldu. Dilencilik ve kolay kazanma bizdeki gibi pek çok yerde geçerli metotlardan birisi tabi ki.
Hemen arka tarafında bulunan yeşil çatılı, küçük mavi soğan kubbeli yapı ise Rus Ortodoks Kilisesi (Ruska Pravoslavna Crkva) imiş. Rusya dışındaki Ortodoks Kiliseler birliğine ait bu kilise gibi dünyada 400 kadar kilise daha varmış. Dini tarafını pek anlamam ama şirin bir görüntüsü olduğu kesin. Tesla Müzesi ve insanlık tarihinde çığır açacak bir icadın arefesinde elde floresanla bendeniz :)
Kilisenin ters istikametinde park boyunca yürüdükten sonra parktan ayrıldık ve ünlü mühendis-fizikçi Nikola Tesla’nın müzesine gitmek için sağa Beogradska Caddesine döndük. Krunska 51 numaradaki müzeye ulaşmak sadece 5 dakikamızı aldı. Müzenin açılış saati 10.00 ve biz oraya vardığımızda saatler tam 10.01’i gösteriyordu.
Nikola Tesla 1856-1943 yılları arasında yaşamış. Sırplar kendisiyle çok gurur duyuyorlar ama Tesla Sırbistan’a sadece bir defa gelmiş. 700’den fazla buluşla en çok patent sahibi bilim adamıymış. Bugün hayatımızda var olan pek çok elektrikli cihazın mucitleri ondan ilham almış. Enerji iletiminde alternatif akımın kullanılması, su gücünü kullanarak elektrik elde etmeye yarayan hidroelektrik santralleri, floresan, radar, deprem makinesi ilk akla gelenler. Kendi döneminin bir diğer önemli bilim adamı Thomas Edison’la bir dönem birlikte çalışmalarına rağmen sonradan sıkı bir rekabete girmiş ve görünen o ki bu kadar icada rağmen bu işten mağlup çıkmış. Peki para kazanmış mı derseniz, o da yok. Kaynaklar 1943 yılında New York’da bir otelde oldukça yüklü bir borçla kalp yetmezliğinden öldüğünü yazıyor. Kalenic Pazarı oldukça büyük bir alanda kurulmuş. Ne ararsanız var. Bir ara nefis turşulara bakarken yaşlı teyzem eliyle denememi işaret etti. Ben de teklifi geri çevirmedim elbette…
Müze giriş ücreti 500 RSD. Pazartesi hariç müzeyi her gün gezebiliyorsunuz. Müze olarak kullanılan bina 1927 yılında yapılmış. Müzeye dönüştürülmesi ise 1952 yılında olmuş ve neredeyse her şey Amerika’dan getirilmiş. 2006 yılında önemli bir revizyondan geçen müze bugünkü halini almış. Girince solda Tesla’nın icatlarından bazılarının sergilendiği bir bölüm var. Oldukça iyi İngilizce bilen genç bir adam rehberliğindeki ufak bir turda önce Tesla’nın hayatı ve buluşlarını anlatan 15 dakikalık bir video izledik. Daha sonra cihazların çalışma prensipleri anlatıldı. Hatta bizzat içinde bulunduğum floresan deneyinde elimdeki ince floresan yanınca biraz ürktüm doğrusu. Manyetik alan dahilinde kendi kendine dönen yumurta deneyi ile makineden çıkan şimşekler ayrı bir görsel şölen gibiydi. Konuyla çok fazla ilgisi olmayan beni bile etkilediğine göre kim bilir meraklıları için ne kadar da keyifli olacaktır.
Müze gezisi tamamlandıktan sonraki hedefimiz şehrin en büyük pazarı olan Kalenic Pijaca. Ancak pazara girmeden önce hemen köşedeki Kalenic Cafe’de oturup bir şeyler içtik. (Türk kahvesi büyük 135 RSD, nescafe 170 RSD) Güneşli Belgrad sabahında etraf hareketlenmeye başlamıştı. Kasım ayında böyle güneşli ve bahardan kalma bir gün bulduğumuz için gerçekten şanslıydık. Biletleri aldığımız dönemde hiç umudumuz yoktu ama yine de kısmet demiştik. Tüm görkemiyle Aziz Sava Katedrali ve ön fonda da Karayorgi’nin heykeli...
Pazar oldukça büyük, belki yüzlerce pazarcı enine ve boyuna sıralanmışlar. 1926’dan beri aktif olarak hizmet veren pazarda meyve, sebze, balık, her türlü et ve peynir ürünleri, fast food ne ararsanız bulabiliyorsunuz. Ayrıca pazarın belirli bir bölümünde çevre ülkelerin ürünlerini ya da milka, nestle gibi bazı popüler markaların ürünlerini bulabiliyorsunuz. Pazarda uzunca bir süre dolaşıp birkaç parça küçük hediyelik ve badem ezmesi (250 gr. 350 RSD) satın aldıktan sonra pazarı terk ettik. Gitmeden önce badem ezmesini tavsiye eden bazı yerli ve yabancı makaleler okumuştum ama şahsi fikrim oldukça vasat olduğu yönünde.
Pazardan sonra ise sırada Belgrad’ın en göz alıcı ve büyük sembollerinden birisi olarak kabul edilen Aziz Sava Katedrali (Hram Svetog Save) var. Aziz Sava, Sırp Ortodoks Kilisesinin kurucusuymuş. Hanedan mensubu olmasına rağmen manevi duyguları ağır basmış ve kendini dine vermiş. Herkesin saygı duyduğu bu azizin anısına yapılan katedralin hikayesi bizim açımızdan da önemli. Sadrazam Sinan Paşa 1595’deki ayaklanma sırasında isyancılara sıkı bir ders vermek istemiş ve Aziz Sava’nın kemiklerinin saklandığı sandığı Mileševa Manastırından getirtmiş ve bugün katedralin bulunduğu Vraar tepesinde yaktırmış. Yüzyıllar geçmiş olsa bile bu olay unutulmamış (ya da unutturulmamış) ve 1895 yılında bir dernek kurulmuş. Bu derneğin girişimleri ile önce olayın geçtiği yerde küçük bir kilise yapılmış ama yetersiz gelmiş olacak ki 1935 yılında Ortodoks aleminin en büyük kiliselerinden birisinin yapımına başlanmış. 2. Dünya Savaşı ve komünist rejim inşaatı kesintiye uğratmış ve 1985 yılında yeniden başlamış. Bugün için dışarıdan baktığınızda tamamlanmış gibi gözükse de aslında çalışmalar halen sürüyor. Bu arada bir yandan da ibadet devam ediyor. Tamamlandığında 10.000 kişi kapasiteli devasa bir kompleks olacakmış. Nato bombaları ile kullanılamaz hale gelmiş olan Savunma Bakanlığı binası öylece bırakılmış. Herkes görsün ve kendilerine yapılan haksızlığı anlasın diye... Belgrad Merkez tren istasyonu…
Katedrale uzaktan baktığınızda “yoksa bu bir cami mi” diyenler olabilir zira geniş kubbeli yapısı ile böyle bir havası var. İstanbul’daki Ayasofya’yı da andırıyor. Geniş kubbeli yapısı içeride de daha büyük bir hava veriyor sanki. İnşaat devam ettiği için pek çok noktasında iskeleler kurulmuş. Katedralin dış tarafında oldukça güzel düzenlenmiş geniş bir park var. Bir bölümünde havuzların bulunduğu yolun devamındaki minik bir tepelikte Karayorgi’nin heykeli bulunuyor. Bir diğer köşede de Milli Kütüphane var. Bizimkiler katedralle pek ilgilenmedikleri için bahçedeki banklardan birisinde oturarak güneşin keyfini çıkarmayı tercih ettiler. Saatler öğleni gösterdiği için günün en sıcak anlarını yaşıyorduk ve gerçekten Kasım ayında olmamıza rağmen Belgrad bize muhteşem bir sürpriz yapmıştı.
Krusedolska’dan ilerleyerek Oslobodenja Bulvarına çıkarak sağdan devam ederek bir gün önce ziyaret ettiğimiz Slavija Meydanına ulaştık. Her daim hareketli meydanda karşıdan karşıya geçerken trafiği düzenlemeye çalışan trafik polisinin hali gerçekten oldukça komikti. Ağzında düdüğüyle kendinden geçmiş halde trafikle boğuşan polis sadece bizim değil herkesin ilgi odağı oldu. Ben dahil pek çoğumuz polisin “şov”unu videoya aldık. Solda Gardos Kulesi, sağda da kulenin hemen altından Zemun ve uzakta Belgrad manzarası...
Meydana açılan geniş caddelerden birisi olan Nemanjina gidiş yönümüz itibariyle hafif meyilli bir cadde. Yüksek katlı bazı kamu binaları ile banka merkezlerinin arasında sıkışıp kalmış olan Manjez Parkını uzaktan fotoğrafladıktan sonra yolumuzu buraya düşürmemizin ana sebebi ile karşı karşıya kaldık: Nato tarafından bombalanan Savunma Bakanlığı binasının kalıntılarını görmek. 1963 yılında birbirine simetri iki aynı binadan oluşan yapı adeta cadde tarafından ikiye ayrılıyor. Proje oluşturulurken cadde nehir olarak düşünülmüş ve kanyon havası yaratılmış. Önce karşı taraftaki bina dikkatimizi çekti, hemen sonra da tam karşısındaki diğeri. Gelişmiş devletlerin hoşgörüsü ile bölge kana bulandıktan sonra nihayet 1999’da aralıklarla yaklaşık bir buçuk ay süren NATO bombardımanında Belgrad’daki Savunma Bakanlığı binası kullanılmaz hale gelmiş. Aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen Sırplar burayı restore etmemişler. Sırf ibret olsun diye böyle tuttuklarını okumuştum. Zira onlar NATO’nun kendilerine haksızlık yaptığını savunuyorlar. Ne diyelim, allah ıslah etsin…
Caddenin sonu Belgrad Tren İstasyonu (Glavna eleznika Stanica). İstanbul-Viyana trenyolunun önemli duraklarından birisi olması amacıyla 1881-1884 yılları arasında inşa edilmiş olan tren istasyonu Doğu Avrupa’daki diğerleriyle kıyaslandığında oldukça sade kalıyor. Az katlı, fazla detayları ve işlemeleri olmayan bir bina. İstasyonun bulunduğu yer ulaşım açısından da bir kesişme noktası olduğu için başınızı yukarıya kaldırdığınızda her yer tramvayların kullandığı elektrik tellerinden geçilmiyor. Zemun’da Pazar yavaş yavaş toplanıyor. Arka planda Bakire Meryem Kilisesi girmiş kadraja. Bu arada trafiğe kapalı Gospodska Sokağı da diğer yerler kadar popüler…
Zemun’a gitmek için tam tren garının karşısındaki otobüs durağından 83 no’lu otobüse bindik. Yolculuk yaklaşık 20 dakika sürdü. Oldukça kalabalık ve hareketli bir cadde olan Glavna’da otobüsten inerek Zemun’a adım atmış olduk. Hedefimiz önce ünlü Gardos Tepesi ve sonra da eski şehir merkezi. Zemun, 1930’lara kadar ayrı bir ilçeyken şimdilerde Belgrad’ı oluşturan 17 belediyeden birisi. Artık şehir büyüdüğü için Belgrad’la birleşmiş diyebiliriz. Merkezden yaklaşık 15 km mesafede olan Zemun Tuna Nehri kenarında yer alıyor. Bu yüzden de tarih boyunca tüm güçler için dikkate çekici önemli bir yer olmuş. Otobüste indikten sonra ara yollardan ve büyük bir mezarlığın yanından ilerleyerek Gardos Tepesine ulaştık. Aslında Eski Zemun için bir durak önce inilmesi daha doğru ama o zamanda tepeye çıkmak için biraz yokuş çıkmanız gerekiyor. Gelmeden önce yaptığım araştırmalarda bunu okuduğum için Zemun gezisine Gardos’tan başlamanın en doğrusu olacağını notlarıma kaydetmişim.
Gardos Tepesi aslında Zemun’un en eski yerleşim noktalarından birisi. Nehre ve şehre hakim noktada bulunduğu için 9. yüzyılda bir kale inşa edilmiş ancak bugünkü surlar ise 15. yüzyıldaki tahkimattan kalanlarmış. Kale kalıntılarının tam ortasında Gardos Kulesi ya da diğer adıyla Hunyadi Yanoş Kulesi yer alıyor. Macaristan devletinin bininci yılı anısına 1896 yılında yapılan kule uzun yıllar yangın kulesi olarak da kullanılmış. Bugün için sanat galerisi işlevi de gören kule biz oradayken bakımda olduğu için gezme şansımız olmadı. Meraklısı için giriş ücreti 150 RSD.
Öncelikle şunu söylemeliyim ki Gardos tepesinden nefis bir Zemun ve Tuna manzarası var. Ayrıca uzaklardan Belgrad’ı da gözleyebilirsiniz. Hava açık ve güneşli olduğu için manzara hepimizi cezbediyor ve hemen kulenin alt tarafında bulunan Gardos Cafe’de kısa bir mola vererek hem biraz dinleniyoruz hem de güzel havanın keyfini çıkarıyoruz. (Fincanda çayın tanesi 140 RSD) Prenses Ljubica’nin Konağı’dan kareler…
Çaylarımız içtikten sonra aşağıya doğru inen merdivenlere yönlendik ve yeşillikler içindeki evlerin arasından giden merdivenlerden Zemun merkezine doğru yollandık. Birkaç dakika içinde kendimizi Tuna Nehri kenarında bulduk. Üst tarafta sıra sıra kafeler, altta sağlı sollu yüksek ağaçlarla bezenmiş uzunca bir yürüyüş yolu ve Tuna’da bulunan onlarca irili ufaklı tekne… Ve bu güzelim ortamın keyfini çıkarmak için yerini almış yüzlerce insan… Bazıları bizim gibi yürüyüş yaparken bazıları da verdikleri kısa molada Tuna kenarında bulunan kuşları ve kuğuları besliyorlar. Müthiş bir dinginlik ve huzur hakim. Memlekette su kenarlarını ya yok ettik ya da yüksek yüksek binalarla ulaşılmaz hale getirdik. Metre metre sattıklarımızı ya da uzun süreli kiraladıklarımızı da unutmayalım. Düşünün Avrupa’nın ikinci sınıf ülkesinde bile iç geçirmek durumunda kalıyoruz. Yöneticilerimize harbiden selam olsun…
Sonbaharın etkisiyle sararan yapraklar eşliğinde Tuna boyunca keyifli bir yürüyüş yaptık. Bu esnada güzel manzara yanında 60 RSD’den aldığımız patlamış mısırlar da bize eşlik etti. Marka Nikolica Sokağından sola dönüş yaptıktan sonra Kosovska üzerinden Magistratski Meydanına çıktık. Yol üzerinde eski eşyaların satıldığı bir tür bitpazarı kurulmuştu. Aklınıza gelebilecek her türlü eski eşyanın satıldığı pazarı meraklı gözlerle inceledikten sonra yolumuza devam ettik. Zemun, aynı zamanda küçük meydanları ile de meşhur bir yer. Özellikle, Avijatiarski, Veliki ve Magistratski bunlardan en popüler olanları. Zaten son ikisi birbirine bitişik ve Veliki buraların en keyifli semt pazarına da ev sahipliği yapıyor. Saat itibariyle yavaş yavaş toparlanmaya başlasa da pazarda kısa bir gezinti yapacak kadar zamanımız oldu. Meydan aynı zamanda Bakire Meryem Kilisesine de ev sahipliği yapıyor. Osmanlı zamanında camiye döndürülen kilise Avusturyalılar gelince yeniden kilise yapılıyor. Magistratski Meydanı belediye meclis binasının bulunduğu meydan. Yeni yıl öncesinde Noel Marketlerinin de kurulduğu meydan oldukça kalabalık oluyormuş.
St. Michael Katedrali… Katedralden bir kare; Sağda ise Belgrad’ın en ünlü tarihi mekanlarından birisi olan Kafana “?”…
İki meydanın arasında bulunan Gospodska Sokağından ilerleyerek otobüs durağına doğru gidiyoruz. Zamanında zanaatkarlar sokağı olarak bilinen trafiğe kapalı sokakta şimdilerde sağlı sollu kafeler ve restoranlar bulunuyor. Aslında Zemun Müzesi, Icko Evi, Yahudi Sinagog’u gibi gezilecek yerler olmasına rağmen yavaş yavaş Glavna Caddesine vardık. Burada da biraz amaçsızca dolaştıktan sonra gördüğümüz ilk otobüs durağından 84 no’lu otobüse binerek Belgrad’a doğru yollandık. Bu arada yeri gelmişken kısa bir not; gelirken bindiğimiz 83 no’lu otobüsle yolculuk daha uzun sürüyor.
Brankov köprüsünü geçtikten sonra otobüsten inerek yolun karşı tarafındaki Pop-Lukina’dan ilerledik. Birkaç dakika içinde Prenses Ljubica’nin Konağı karşımıza çıktı. Bizimkiler tercihlerini dışarıda bekleyip sigara içmekten yana kullanınca tek başıma 200 RSD’lik giriş ücretini ödeyerek konağı gezdim. 1831 yılında Miloš Obrenovi’in karısı Ljubica için yaptırdığı konakta prenses ve ailesi sadece 10 yıl yaşayabilmiş. Sonradan okul, mahkeme, müze, yaşlılar evi olarak da kullanılan yapı bugün Sırbistan Kültür Anıtları kapsamında müze olarak kullanılıyor.
Konak uzun zamandır 19. yüzyıl Sırbistan evlerine ait daimi bir sergiye ev sahipliği yapıyor. İki katlı konakta ilk hissettiğim şey bizim Safranbolu evlerindeki odalarda hakim olan Osmanlı stili oldu. Onlar her ne kadar “Balkan Stili” olarak adlandırsalar da düpedüz Osmanlı aslında. Öyle olması da normal zira öyle ya da böyle 500 yıl boyunca bu coğrafyaya hükmetmiş bir imparatorluktan bahsediyoruz. Yani onların Balkan stili bizim için Osmanlı… İlk katta sol taraftaki genişçe odanın prensese ait olduğu tahmin ediliyormuş zira özel banyosu/hamamı olan yek oda burası. Eh, onu da ev sahibesine yakıştırmak normal. İkinci kattaki konuk ve misafir odaları daha çok Batı Avrupa stili döşenmiş odalardan oluşuyor. Aslına bakarsanız görülmese de olurmuş denilebilecek yerlerden. Bolca foto ve kısa videolar çektikten sonra arkadaşların yanına döndüm. Prava Pljeskavica minik bir mekan. Bizimkiler oturunca zaten full oluverdi. Bu arada size yakın plan Pleskavitsa (Kaynak: www.loplopculer.com)
Konaktan sonraki durağımız St. Michael Katedrali oldu. 1837-1840 yılları arasında inşa edilen katedral Baş Melek Mikail’e adanmış. Kilisenin hazineler bölümünde 17-20. yüzyıllara ait değerli parçalar olduğu gibi aynı zamanda Sırbistan tarihi için son derece önemli karakterler olan Miloš ve Mihailo Obrenovi kardeşlerin mezarları bulunuyormuş. Büyükçe bir avize ve çevresinde altın işlemeli devasa tablo ve ikonalarla süslenen katedral bence Belgrad’ın olmazsa olmazlarından birisi. Önemli bir not: özellikle yaz dönemlerinde kıyafetinize dikkat edin. Şortla almadıklarını okumuştum.
Katedralin hemen karşı çaprazındaki Sırp Ortodoks Kilisesi Müzesini bir başka Belgrad gezisine bırakarak, arkadaşlara, notlarımdan Belgrad’ın en eski kahvehanelerinden birisi olarak kabul edilen “Kafana ?” hikayesini okumaya başladım: 1823 yılında adı bilinmeyen Yunanlı bir mimar tarafından Prens Miloš Obrenovi için yaptırılan bina prens tarafından özel doktoru Eim-Toma’ya hediye edilir. Toma, 1826 yılında burada bir kafana açar ve adını da “Eim-Tomina” koyar. 1892 yılında el değiştirdikten sonra adı “Katedral Kilisesi Kafanası” (Kod Saborne crkve) olur. Kilise yöneticileri bu işe büyük tepki gösterir, hani kilisenin meyhanesi mi olur kardeşim tarzında. Mal sahibi de tepkiler nedeniyle geri adım atar ancak adını ne koyacağına karar veremediği için geçici bir çözüm olarak kapıya bir “?” koyar. O geçici çözüm kalıcı hale gelir ve Kafana bu haliyle oldukça popüler bir mekan haline gelir. Adından da anlaşılacağı üzere geleneksel yemekler sunan restoranı denemek nasip olmadı ama vaktiniz olursa atlamayın derim. Biz zaten beş kişiydik. İki kişilik Nightlife Academy ekibi yetmemiş gibi üç kişilik televizyon ekibi de eklenince herkesi aynı kareye sığdırmak imkansız oldu. Solda uzun sarı saçlı adam Ralph, diğer kısa saçlı ise Nemenja. Sağdaki fotoğraf ise çekim ekibi mola vermişken…
Saat 16.00 olmuştu. Katedralin karşısındaki ara sokaklardan giden merdivenlerden aşağıya inerek tramvay durağına indik. Niyetimiz neredeyse tüm rehber kitaplarda tavsiye edilen 2 no’lu tarihi tramvaya binerek şehir turu atmak. 2 no’lu tramvay şehir merkezinin etrafında bir daire çizerek yorulduğunuzda ayaklarınızı dinlendireceğiniz bir alternatif olarak karşınıza çıkıyor. Bunun yanında akşam yemeği için gideceğimiz mekana da kısa bir yürüyüş mesafesinden geçtiği için ekip tarafından olmazsa olmaz olarak kabul edildiğini de belirtmem lazım.
Belgrad’da tramvaya bindiğinizde aynı kartı birden fazla kişi kullanmak istiyorsanız önce “grup” yazılı bölümü sonra da kişi sayısına tuşlayıp kartı okutuyorsunuz. Yanlışlıkla bunları yapmadan doğrudan bastığım için bir kişilik işledi ve bir daha da kullanmanıza makine izin vermiyor. Sizin anlayacağınız Belgrad belediyesi bir seferlik bizi affetmek zorunda kaldı. Bu arada araştırma yaparken biletsiz toplu ulaşım kullanmanın Belgrad’da çok yaygın olduğunu da okumuştum. Kontroller çok sıkı değil, karar sizin…
Geniş turumuz Takovska durağında son buldu. Niyetimiz, damak zevkine güvendiğim Löplöpçüler tarafından önerilen Prava Pljeskavica’yı (Takovska 60) bulmak. Küçücük, büfeden bozma mekanda minicik bir tezgah ve ızgara var, dışarıda ise 4-5 tabure. Girişte menü var ama sizi yanıltmasın, sadece pleskavitsa satıyor. Menüde ne mi yazıyor? 150-200-300 ve 500 gram fiyatları. Hatta içecek bile satmadığı için Levent abiyle gidip yolun diğer tarafındaki büfeden kola aldık. Yeri gelmişken birkaç kelimede pleskavitsadan bahsedeyim. Daha önce de söylediğim gibi bir tür hamburger köftesi Amerikalılar için hamburger ne ise, Sırplar için de pleskavitsa o. Dana etinden hazırlanan kıymanın içine çiğ soğan konuluyor ve köfte yuvarlak hale getiriliyor. Bizler 150 gram sipariş ettik (190 RSD) ama pide ekmek büyük olduğu için biraz ortasında kaldı gibi oldu. Sonuç; lezzetli ama ben Löplöpçüler Semih gibi gurme olmadığım için daha önce yediğimle arasındaki farkı çok da anlamadım. Yolunuz düşerse deneyin ama bunun için özel olarak buralara gelmeye değmez bence. Supermarket, oldukça popüler bir yer. Gerçi dışarıdan baktığınızda Belgrad’ın en ünlü kafe-restoranı olduğuna inanmak güç…
Despota-Stefana Bulvarından devam ederek önce Republike Meydanına sonra da Studentski Parkına vardık. Yeri gelmişken bu keyifli Parktan da bahsetmek lazım. Cumhuriyet Meydanı ile Kalemeydan Parkı arasında kalan bu küçük park 1880’lerin sonunda düzenlenmiş. Osmanlı döneminde burada mezarlık varmış ve sonradan şehrin önemli açık pazarlarından birisinin mekanı olmuş. 1927’de Pazar ortadan kaldırılmış ve park olarak düzenlenmiş. Farklı tarihlerde akademik ve önemli şahısların heykelleri yapılmış. Çevresinde de üniversite binaları bulunuyor. Kalemeydana çıkan Uzun Mirkova Sokağı köşesinde Etnografya Müzesi yer alıyor. Park, özellikle gençlerin toplanma ve buluşma mekanı. Gece de pırıl pırıl aydınlatıldığını söylemem lazım. Tarihi dokusu yanında beton bloklarla bezenmiş bir alanda nefes almaya yarayan keyifli bir yer sizin anlayacağınız.
Yaklaşık bir saatlik bir dinlenmeden sonra akşam programımızı uygulamak üzere saat 19.50’de evin altındaki kafenin önüne indik. Gecenin devamına geçmeden önce bir parantez açarak farklı bir şeyden bahsetmek istiyorum. Zaman ilerledikçe Supermarket’in doluluğu da artmaya başlıyor…
Belgrad’a gelmeden önce internette geziyle ilgili araştırma yaparken Nightlife Academy adlı bir web sitesine rastladım Bazı yabancı bloglarda oldukça keyifli zaman geçirildiğine dair yorumlar vardı. Sitede iddia edildiğine göre haftanın belirli günlerinde üç farklı tur kapsamında misafirlere Belgrad gece hayatı hakkında birkaç saatlik tur yaptırıyorlardı. Bu turlar arzunuza göre yemekli-yemeksiz olabiliyor ve fiyatlar da değişiyordu. Ben de verilen mail adresine “Spirit Of Belgrade” turu için mesaj attım. Çok kısa bir süre sonra mailim cevaplandı ve Cuma gecesi için 5 kişilik bir rezervasyon yaptım. Turu özetlemek gerekirse; öncelikle saat 20.00 gibi buluşup bir meyhaneye yani Kafana’ya gidiliyor. Orada geleneksel Sırp mutfağından küçük ikramlar eşliğinde Sırp rakısı içiliyor ve Sırbistan gece hayatı hakkında bilgi alınıyor. Sonrasında Belgrad’ın en popüler gece hayatını barındıran Silikon Vadisindeki konsept mekanlarından birisi ziyaret edilerek gece hayatı hakkında bilgilendirme devam ediyor. Üçüncü olarak müzikli bir kafanaya giderek eğlenceye devam edilecek. Son olarak da Belgrad’ın popüler diskolarından birisinde gece tamamlanacak. İki içecek ve küçük ikramların dahil olduğu gecenin adam başı maliyeti ise 10 €.
Belgrad’a geldiğimiz ilk gün yeniden mesajlaştık ve herhangi bir sorun olmadığı konusunda anlaştık. Cuma gündüz gezerken akademinin kurucusu ve “Dekanı” olan Ralph’dan bir mesaj aldım. Belgrad’ın devlet televizyonu RTS’nin ikinci kanalının kendileriyle irtibata geçtiğini ve bu tarz ilginç bir gece turu için çekim yapıp yapmayacaklarını sorduğunu, en yakın müşteri grubu biz olduğumuz için Cuma gecesi böyle bir çekime izin verip vermeyeceğimizi soruyordu. Bizde aramızda konuşup sorun olmayacağına karar verdik. Sizin anlayacağınız meşhur olma durumumuz ortaya çıkmıştı. Kafana Foliranti aslında çok büyük bir mekan değil. Hınca hınç dolu olduğu için müthiş bir atmosfer sizi kendine çekiyor. Dilini bilmediğiniz bi ton insanla 40 yıllık ahbap gibi takılıyorsunuz…
Saat 20.00’da kaldığımız evin hemen altındaki Hot Spot Cafe’nin önünde Ralph ve normalde çekim olmasaydı bizi gezdirecek olan rehberimiz Nemanja ile tanıştık. Ve hemen yanlarında da programın sunucusu, kameraman ve ışıkçısı bekliyordu. Programın mantığını sordum. Yaklaşık 45 dakikalık bir magazin programının 10-12 dakikalık bölümü bizimle yapacakları çekime ayrılacakmış. Gece boyunca yer yer çekim yapılacak ve daha sonra bunlar montajlanacakmış.
Yabancı dil açısından bir adım önde olduğum için arkadaşlar benim önden gitmemi söylediler. Yol boyunca kamera çekim yaparken Ralph’da bize Belgrad’ın gece hayatı hakkında çok keyifli bilgiler verdi. Yemek saatleri, eğlence anlayışı, mekan türleri vb. bilgiler gece boyunca devam etti. İlk durağımız Cara dusana, 18 adresindeki “Sta Je Tu Je” adlı kafana. Lokal ve yerli halkın tercih ettiği bir yer olduğunu döndükten sonra yaptığım araştırmada öğrendim. Minik ama otantik bir mekan. İçeride kalın taş duvara gömülmüş keyifli bir şömine var. Duvarlarda renkli ahşap eşyalar ve tablolar, dizi dizi sarımsaklar yerlerini almış. Derinden gelen Sırp müziği de ayrı bir hava veriyor. Belgrad’da akşam yemekleri daha geç bir saatte yendiği için saat 20.30 civarında sakin olduğunu söyleyebilirim. Mekan sahibi ile kısa bir hoşbeşten sonra kocaman bir tabakta tavuk parçaları ve patatesten oluşan ikramlar geldi. Yanında da minik, laboratuvar tüpü gibi bardaklarda meşhur erik rakısı ikram edildi. Bu sırada Nemanja Belgrad’da rakının nasıl içildiğini anlattıktan sonra Türkiye’de bu işin nasıl olduğunu sordu. Ben de tüm detayları ile anlattım. Belgrad’da geleneksel rakı içimi şöyle: Minik tüp gibi bardakta gelen rakıyı içmek için ellerinizi arkanıza alıyorsunuz ve diş-dudak desteğiyle, bardağı ağzınıza götürerek tamamını kafanıza dikiyorsunuz ve hepsini bitirdikten sonra da bardağı devirmeden masaya koymanız gerekiyor. Becerebildim mi? Valla son anda ayağım masaya çarpıp da bardak devrilmeseydi her şey harika olacaktı. Gecenin son mekanı televizyon ekibinin bizimle olmadığı Club Vanilla. Pek çok yönüyle diğerlerinden farklı olduğu kesin…
Rakılar bizi kesmeyince ekstradan birer büyük bira söyledik (150 RSD). Burada bulunduğumuz sırada çekim ekibi hem benimle hem de Ralph’la röportaj yaptı. Ad soyadı gibi bazı teknik bilgilerden sonra genel olarak Belgrad’ı neden tercih ettiğimizi, nereleri gezdiğimizi vb. sordular. Bu arada Ralph bize bir kağıda Sırpça ve İngilizce yazılı şarkı sözleri dağıttı. “Evo Banke cigane moj” adlı bu şarkı bir çingene kızına olan aşkı anlatıyor ve bizim “Karlar Düşer” gibi popüler bir şarkı. Bu şarkıyı gideceğimiz üçüncü mekanda söyleyecekmişiz. Hadi bakalım hayırlısı.
21.30 gibi kafanadan kalkarak Belgrad’ın en meşhur cafe-restoran ve tasarım stüdyosu olan Supermarket’e geldik. Elbette yol boyunca çekimler ve sohbet devam etti. Ünlü Strahinjica Bana Caddesinin Visnjiceva Caddesi ile kesiştiği köşede bulunan mekan oldukça popüler. Rehberimiz Nemanja’ya buraya kimlerin geldiğini sordum. Cevap ilginç; zenginler, zenginlerin çocukları, mankenler ve oyuncular, bek benim sevgilim ne güzel ya da yakışıklı diyenler vb… Mekana girince sol taraf geniş bir bar ve restoran olarak görünürken, sağ taraf ise farklı tasarımlarda tekstil eşyaları, ayakkabılar ve hediyelik eşyaların satıldığı bir mağaza var. Müşterileri şöyle bir süzdüğünüzde gerçekten de Nemanja’nın dediklerini görüyorsunuz. Kıyafetler, saçlar, makyajlar birden değişiyor. Bu arada lavabodan dönerken farkında olmadan çarpıştığım güzel kızın Sırbistan’ın top modeli olduğunu masaya dönünce öğreniyorum.
İşte Sırp televiztonunda gösterilen programın tamamı. Bütün gece yapılan çekimlerden yaklaşık 8 dakikalık bir montaj yapılmış. Her ne kadar dilini anlamasak da yaşayan biz olduğumuz için sorun olmuyor :) Supermarket, müşteri kitlesini de değerlendirince Belgrad koşullarında pahalı bir mekan. Bu yüzden de burada içecek almak istersek ekstra ödeyeceğiz. Menüyü istediğimizde şehrin en pahalı denilen mekanının Paris ya da Berlin’de sıradan bir cafeden daha ucuz olduğunu görüyorsunuz: Votka redbul 330 RSD, en pahalısı kokteyller 480 RSD, nescafe 280 RSD, 33’lük Carlsberg bira 320 RSD. Sizin anlayacağınız mekanın en pahalı içeceği 5 € bile değil. Bu arada yeri gelmişken “Strahinjica Bana” caddesine neden Silikon Vadisi isminin verildiğini de kısaca söyleyeyim. Burası öyle popüler bir yermiş ki hafta sonları, özellikle de Cuma ve Cumartesi geceleri zengin kocalarının ya da sevgililerinin paralarıyla vücutlarına silikon yaptıran bayanlar (özellikle de dudaklar ve göğüsler) gerek erkeklerle gerekse de köpekleriyle gezince yerel halk böyle bir isim takmış. Yani siz kime “Silikon Vadisi” deseniz aynı adresi göstereceklerdir. Saatler gece gezmeleri için henüz erken olmasına rağmen biz de bunlardan birkaçına şahit olduk.
Mekanda çekimler ve röportajlar bittikten sonra gecenin üçüncü yeri olan Kapetan Mišina, 16 numara adresindeki “ Kafana Foliranti” ye geldik. Birkaç merdivenle aşağıya doğru inen bar ağzına kadar dolu. Yoğun alkol ve sigara dumanıyla kaplı meyhaneye girdik ve bize ayrılan köşedeki masaya oturduk. Buz gibi biralarımızı (130 RSD) yudumlarken etrafı büyüsüne kapıldık. İki kişilik grubun çaldığı yerel müzik eşliğinde masanın yanında, üzerinde, taburede yani aklınıza gelen her yerde millet alabildiğine oynuyor. Kafalar da ortam da güzel. Bu arada çekimler de yoğun bir biçimde devam ediyor. Bir ara sunucu kız dışarıya davet etti ve Türkiye’deki eğlence hayatı ile ilgili sorular sordu. Geriye döndüğümüzde müzisyenler bizim masadaydı ve ekip bizleri bekliyordu. Hep bir ağızdan tüm meyhane “Evo Banke” şarkısını bağıra bağıra söyledik. Eğlencenin doruğa çıktığı anda biz de Nemanja’nın rehberliğinde gecenin son mekanına doğru “televizyon ekibi olmadan” yola çıktık.
Gecenin son mekânı Studentski Parkının orada, kaldığımız evin hizasındaki Club Vanilla oldu. Aslında geleceğimiz yer burası değildi ama kafa yapımız uyunca daha iyi bir yer olsun diye Nemanja bizi buraya getirdi. Kapısında bodygardlarla rezervasyonsuz kimse alınmadığı için bizim misafir olduğumuzu ve girip giremeyeceğimizi sordu. Görevli içeri girdi ve bir dakika sonra geri geldi. Sorun yok ama masada değil ayakta takılacağız. Mekan tam bir disko bar. Tavanda renkli renkli dönen ışıklandırma, biraz yukarıda sahne ve her tarafta çalan müziğe kendini kaptırmış dans eden insanlar. Etrafı biraz seyredip az da tepindikten sonra Belgrad gecelerinden müsaade isteyip 50 metre uzaktaki evlerimize geldik…
Belgrad, normal koşullarda kafamda olmayan bir gezi noktasıydı. Daha önceden bahsettiğim gibi biraz da tedirginlik vardı. Ama hiç de ummadığım kadar keyifli bir şehir olduğunu gördüm. Bence ne ararsanız var: Yeşil, su, tarih, eğlence… Üstelik oldukça da ucuz olduğunu söylemeliyim. Ayrıca buraya Türkiye’den ulaşım da çok ucuz. Mutlaka görmenizi tavsiye ederim. Ama her ne kadar şanslı olsak da bizim gibi Kasım ya da kış aylarında değil de Mayıs-Ekim başı arası çok daha güzel olacaktır.
Yeniden görüşmek üzere…
|