24 Yıl önce bizi çok üzen bir ölüm haberi ile aniden geri dönmek zorunda kaldığımız Lizbon a bu kez neşeli bir planla gidiyorum. Teklif, 30 yıl önce öğrencim, şimdi en iyi dostlarımdan biri olan H… den geldi. “Hocam, ne olur birlikte bir gezi yapalım, Lizbon a gidelim!” fikri tarafımdan acil olarak değerlendirildi ve ocak ayında uçak bileti arayışları başladı. Avrupa nın bu en uzak noktasına ucuz bilet bulmak ne mümkün, 750 euro ile başlayan araştırma 550 euro dan daha aşağıya inemeyince üç gecelik bir organize tura yazılmak şart oldu. 3 gece 4 gün 499 euro kabulümüzdür. Anti-tur anlayışım bu kez yumuşamak zorunda. Bu “tur” işleri benim gezi anlayışıma hiç uymuyor, üç kez uçağın saati değişti, şehir merkezi diye bize sattıkları otel bizim Avcılar gibi merkeze uzak bir bölgeye alındı, “ne yapalım, metro var, biner gideriz” diyerek iyimser bir şekilde yola çıktık. Yol uzun, 5 saat uçuş kolay değil,THY nin yemekleri fena değil ama bir uçak dolusu yolcu iki WC nin önünde sıraya girince işler zorlaşıyor.
Dört yıldız olduğu iddia edilen otel, Lizbon un kuzey bölgesinde, 1998 EXPO fuarı için yapılan yeni bir yerleşimin ortasında. Son yıllarda millet olarak yıldız kalitemizi yükselttiğimizden beri artık yurtdışında da otel beğenmez olduk. Üç gün önce hayırlı bir iş için gittiğimiz Mersinde kaldığımız otelin dört yıldızı benim gözüme çok daha parlak gözüktü..
Jeronimos Manastırı… Solda Kaşifler Anıtı, sağda ise nataları ile meşhur Belem Pastanesi… İşte bu da meşhur Nata…
Gezmeye çok uygun, ılık bir havada vardık Lizbon havaalanına. 1960 ların “betebe mozaik” döşeli, karanlık ve boş geçitlerinden geçerek tam bir saat süren pasaport kontrolü yordu bizi. Ekonomik krizin en üst seviyede yaşandığı ülkelerden olan Portekiz de işten çıkarmaların çok olduğunu biliyoruz, bu nedenle pasaport kontrol memurlarının az sayıda oluşunu hoş gördük. Otobüse binildi ve çevre yolundan Belem çevresindeki anıtlara doğru yola çıkıldı. Organize tur dedikleri böyle bir iş, otele gidip bir el-yüz yıkayalım fikrine çok uzağız, sabahın köründen beri yoldayız. 15.00 de indik uçaktan ve otele gece 21.00 de gireceğimiz söylendi, o zamana kadar gezdirecekler bizi. Otobüs UNESCO korumasındaki Jeronimos Manastırının önündeki parkda yerini aldı, yarım saat buradayız, benim neyime yeter yarım saat?
Paskalya ayininden yorgun çıkan kilise erkanı bugün dükkanı kapatmış, Vasco da Gama nın da mezarının olduğu manastırı dışarıdan görüp, bir koşu caddeyi yer altı geçidi ile aşarak Kaşifler Anıtına gidiyorum. Kocaman bir kadırganın burnuna yerleşmiş tüm kaşifleri selamlıyorum. 1497 de, biraz ilerdeki Belem kulesinin olduğu noktadan yola çıkan Vasco da Gama, tüm zenginliklerin yolunu açan Hindistan a giden “Baharat yolu”nu keşfetmeseydi belki de bu yolların hakimi Osmanlı elindekini avucundakini kaptırmazdı. Kanuni devrinde Hint denizinde karşı karşıya gelen iki süper güç, ünlü denizci Piri Reis in komutasında çok daha ileri hedeflere gidebilecekken, “kıskançlık” damarı kabaran bölge valisi tarafından geri çağrılınca Portekiz donanması nasıl da rahat bir nefes almıştır… 1500 yılında, Brezilya da sömürgeler zincirine katılınca, artık bu küçük imparatorluk, dünyanın pek çok bölgesini egemenliğine alan bir deniz imparatorluğu haline gelecek ve zenginlikleri başkente akıtacaktır. Gözüm saatte, aceleden kalbim yerinden fırlayacak, Kaşifler anıtından biraz ilerdeki Belem kulesini ancak uzaktan görebiliyorum, 25 yıl öncesinde bir saat geçirmiştim bu kulede… Yeterli günümüz olsa, atlarım 15 nolu tramvaya bir kez daha gelirdim buraya. Şimdi istikamet, manastıra 200 mt. uzaktaki meşhur “Belem Pastanesi”. Rossio Meydanı ve ginjinha likörü… Rua Augusta… Praça do Comercio’ya giriş…
Kuyruk uzamış, tüm turistler tanesi 1.05 euro olan Pastell de Nata yemek sevdasında. Biz de eksik kalmadık ve çabuk ilerleyen kuyruktan ikişer tane tatlı alarak ayrıldık. Bizim “Laz Böreği” benzeri güzel bir yiyecek, milföy hamurundan yuvalar içine konulan pastacı kremasının üzeri fırında kızartılmış, üstüne tarçın ve pudra şekeri dökülerek, afiyetle mideye indiriliyor. Sonraki günlerde de bu tatlı için hiçbir fırsatı kaçırmadık.
Belem in hemen üzerindeki dev VII.Eduardo parkından, çevre yoluna çıkıyoruz, çam ormanları, okaliptüs ağaçları, mimozalar ve palmiyeler arasından geçerek şehrin kalbine giriyoruz, tüm yolların kavuşma noktası Marques de Pombal meydanı. Kim bu adam ? 1755 deki korkunç depremden sonra, kral bir çadıra sığınır ve başbakan konumundaki asil Markiz idareyi ele alır, köylerden yardıma gelenleri organize eder ve bugün gördüğümüz müthiş imar hareketini başlatır, sömürgelerden gelen zenginliği Lizbon a akıtır. Marques de Pombal den aşağı İstiklal caddesi=Avenida da Liberdade boyunca inip Rossio meydanına geliyoruz. Bu meydanın ortasında iki güzel fıskiyeli havuz var, etrafta kafeler, tiyatro, arkada Restaudores meydanı, Rossio tren istasyonu yer alıyor.
19.30 a kadar serbestiz, akşam yemeğini de burada yedikten sonra artık yatmaya gideceğiz otele. Rossio meydanının hemen köşesindeki Vişne likörü=Ginginha satan büfenin önünde soluklanıyor, likörleri kafaya dikip kendimizi Rua Augusta üzerinden sahile atıyoruz.
25 Nisan Köprüsü ve Praça do Comercio… Vasco da Gama Köprüsü ve Lizbon’da 28 numaralı tarihi tramvay…
1755 depreminden sonra şehrin bu bölgesi yeniden imar edilirken, antik çağın tipik “ızgara plan”ı burada uygulanıyor ve birbirine paralel caddelerden serin okyanus havasının içeri girmesi sağlanıyor. Görkemli bir anıt-kapı ile Praça do Comercio ya giriyoruz.
Birkaç gün sonra Salazar ı deviren “Karanfil Devrimi”nin 40. Yılı kutlanacak, bu meydanda da hazırlıklar yapılıyor. Tejo nehrinin oluşturduğu muazzam haliç ağzına kurulu Lizbon da Okyanusu görmek için 20-25 km. uzaklaşmamız gerekiyor. Şu anda Tejo halicindeyiz, solumuzda, yeni yapılan Vasco da Gama köprüsü üzerinden transit karayolu geçiyor. Sağımızda ise halicin okyanus ağzına kurulu, bizim birinci Köprünün fotokopisi, 25 Nisan, eski Salazar köprüsü… Bizim köprüde ayaklar karaya oturtulmuş, 25 nisan köprüsünde ise ayaklar denizin içinde.
Meydan neşeli, turistler, çalgıcılar, oyuncular, dolandırıcılar, hepsi burada. Son anda Portekizli rehberimiz Carla dan edindiğim bir şehir planı ile tavsiye edilen lokantaya yollanıyoruz. Bu bölge de turistik lokantalardan kaçış yok, yine de “beyaz örtülü” lerden uzak durmamız gerektiğini bilecek deneyimdeyiz. İngilizce bilgisi bizim milletten de az olan Lizbon lularla iletişim benim İtalyanca sayesinde sorunsuz hallediliyor, onlar Portekizce konuşuyor, ben İtalyanca, anlaşıp gidiyoruz. Okuması çok zor ama taklidi kolay bazı isimleri önceden öğrenip, ezberliyorum. Sahile dik Rua Correeiros da aranan lokanta “Joao do Grao” bulunuyor. Sardalyalar, bir ufak şişe Vinho Verde eşliğinde mideye iniyor, iki kişi 38 euro ödeniyor. Turistik bölgede bundan ucuz olmazdı diyoruz. Vinho Verde=Yeşil şarap bize biraz gazlı geliyor, yemek öncesi veya sonrası içmek daha iyi olur gibi. Rossio meydanı insan kaynıyor, bu gece Lizbon un Benfica takımının şampiyonluk finali var, kazanırsa alıyor kupayı. Meydanlara dev ekranlar kurulmuş, taraftarlar kırmızı formaları giymiş, maç saatini bekliyor. Ne demişti ünlü diktatör Salazar, “Ben bu ülkeyi 3 F ile yönettim, Fado, Fiesta, Futbol”…Aynı şey İspanya nın Franco su için de geçerli değil miydi?
Sao Jorge Kalesi… Alfama’nın dar sokakları her daim keyifli ve güzel…
Otobüs Otelin önüne geldiğinde biten pilleri yeniden şarj edip, çevreyi tanımalıyız. Yarım saat sonra odaya yerleşip, yeniden sokaklara çıktığımızda Benfica 33. Lig şampiyonluğunu ilan etmişti bile. Otelimizin bulunduğu semt, EXPO Park denilen çok modern bir yerleşim, sahildeki büyük parklarda sergi binaları, kafeler, birkaç lokanta ve dev Vasco da Gama kulesi yer alıyor. Bu kule Dubai deki Burc el Arab ın küçük bir taklidi ve burada da bir otel yer alıyor. Daha ilerde Oceanarium ve alışveriş merkezi de var. Hava güzel, etraf neşeli, taraftarlar cafelerde, barlarda samba yapıyor, kupayı kutluyorlar, dışarıdan olsa da Brezilya ritmlerine kapılmak bize iyi geliyor bu saatte. Halka bakıyorum, gençleri süzüyorum, nasıl bir ırk ve kültürle karşı karşıyayız? Hindistan dan, Goa kıyılarından gelenler sarı-esmer ilginç bir renk getirmişler, uzak doğu dan Macao nun çekik gözlüleri, Güney Amerika nın Amazon ormanlarından gelen Brezilya yerlileri ve 1960 lara kadar sömürdükleri Angola dan gelenlerle “ortaya bir karışık” demekten başka bir seçenek yok. “Melezler güzel olur” öngörüşü burada iflas etmiştir bana göre. Yüzyıllarca sömürdüğü kolonilerden “Anavatan” a göçü durduramayan Portekiz, başkentteki Alfama mahallesini güney Amerika dan gelenlere ayırıyor geçen yüzyılda. Altın, gümüş, kıymetli kereste, yakut, zümrütle birlikte köleler de geliyor başkente. Osmanlı daki gibi “devşirme” politikası yok, alıyor, sömürüyor, kullanıyor ve atıyor. Osmanlı ise egemenliği altındaki ülkelerden sadece sefer ganimeti topluyor, vergi alıyor ama yetişmiş insan gücünü hiç unutmuyor, devletin zirvesine oturtuyor uzak köylerden gelen akıllı delikanlıları, güzel kızları… İster istemez böyle bir karşılaştırmaya giriyor insan bu sömürgesi çok, minik ülkeyi görünce.
Lizbon sokaklarında her yerde çinilere rastlamak mümkün… Santa Justa asansörü…
Sabah uykusunu çok seven bendenize bu seyahatte uyku haram. Yüzleri hiç gülmeyen garsonlar kahvaltıyı toplamadan dalıyoruz salona, vazifeyi yerine getirip 300 mt. uzaktaki modern Oriente tren istasyonunun altındaki metro istasyonundan 6 euroluk günlük kartları alıp, kırmızı hat=Linha Vermelha ile Alameda istasyonunda Yeşil hatta=linha verde ye geçip Martin Moniz de iniyoruz. (Kart için de 0,50 cent ödedik) Martim Moniz meydanı, ünlü 28 no lu tramvayın hareket noktası.
Şehirdeki tüm turistler burada, antik sarı tramvay kentin en önemli mahallelerinden geçerek büyükçe bir tur atıyor. Yarım saatlik bekleyiş ile biz de biniyoruz 28 e… Yokuşlarda zorlanmadan, daracık sokaklardan geçiyoruz, kaldırım yok, yayalar evlerin duvarına yapışıyor biz geçerken, o kadar dar. Kentin en yüksek noktalarından Porta da Sol da terkediyoruz 28 i.
Yüksek noktalarda seyir terasları (Miradores) yapmışlar, biz de birer kahve ile dinlenip, Tejo halicini, Alfama nın evlerini, manastırları, kiliseleri seyrediyoruz tepeden. Sao Jorge kalesi tepemizde bir taç gibi yükseliyor.
Bu gezi de özel fotoğrafçım, sevgili eşim yanımda olmayınca uyduruk makine ve beceriksiz çekimlerimle idare etmeye çalışıyorum. Daracık geçitlerden kaleye çıkıyoruz ama içine girmek mümkün değil, bilet kuyruğu spiral şekilde uzanıyor, vazgeçiyoruz ve Alfama nın merdivenli geçitlerinden, daracık sokaklarından sahile doğru akıyoruz. Şarap evleri ve asırlık çınar Brasileira…
Sahil kenarındaki şehirlerde kaybolmak mümkün değil, yön duygusu çok kuvvetleniyor gelen ılık rüzgarla. Küçük bir meydandaki kaldırım lokantasında keyif zamanı geldi, soğuk bira, morina balığı köftesi ve içi karidesli böreklere kişi başı 11 euro ödüyoruz.
İkinci molayı ise yol üstündeki bir şarap evinde veriyoruz, rose şarap eşliğinde zeytin yağlı, kekikli peynir tabağı…Ohhhh..ne keyif…
Lizbon şehir merkezi iki tepenin tam ortasında yer alıyor, aynı bizim İstanbulumuz gibi 7 tepe üzerine kurulu bu şehirde yaşlıların işi zor, iniş-çıkış bitmiyor. Yüzümüzü Tejo ya döndüğümüzde solda Alfama ve tepesinde Sao Jorge kalesi, sağımızda ise Bairro Alto=yukarı mahalle yer alıyor. Nasıl çıkacağız biz bu yukarı mahalleye derken Elevador de Santa Justa =Santa Justa asansörü imdada yetişiyor.
Yine kuyruk var, Paskalya da gökten turist yağıyor. Günlük biletimize asansörler de dahil, 1902 yapımı çelik asansör, İzmir deki gibi, atıyor bizi yukarı mahalleye. Önce bir kahve molası, sonra yukarı mahallenin kibar caddesi Rua Garret bizi bekliyor. Rua Garret te yüz yıllık bir kafe var:Brasileira… Şık atmosferde soluklanıp, uzak diyarlardan gelen kahve eşliğinde Pastell de Nata yemenin tam zamanı. Lizbon’da yokuşları çıkmak için pek çok noktada bir tür asansör işlevi gören bu eski funikilerler kullanılıyor…
Bugünün planında bir yokuş daha var, Lizbon da ömür biter yokuş bitmez. Elevador de Bica ya geldiğimizde, yokuşun dikliğini gördüğümüzde gözlerimiz büyüyor, Fenikülerin frenleri tutmasa, istikamet doğru Tejo nun serin suları.
Bu “elevadores” ile bu kez inişteyiz. İne-çıka akşamı buluyoruz, bir an önce otele dönmeli, üstümüzü değişmeli Fado gecesine hazırlanmalıyız. Metro durağı aramaya, kırmızı-yeşil hat değiştirmeye vakit yok, taksiler ucuz, şehrin öteki tarafına gidiş 10 euro.
Bireysel olarak bir Fado kulübüne gidişi hesap ediyorum. Sadece müzik dinlemek için giriş ücreti 25 euro, buna yemek ve içki eklersek 50 euroyu bulacak. Bu hesabı yaptıktan sonra grupla gitmenin uygun olacağı çıkıyor meydana. Otobüs bizi Bairro Alto ya getiriyor, gündüz göremediğimiz bir başka “miradores”den yukardan, karşıdaki Sao Jorge kalesini seyrediyoruz, Elevadores Gloria yı görüyoruz. Fado akşamında önce folklorik danslar sonra da hüzünlü fado…
Bu feniküler de Bairro Alto yu aşağıdaki Rossio meydanına bağlıyor. Yukarı Mahallenin daracık sokaklarındaki Cafe EL LUSO ya giriyoruz. Lezzetli balık menüsü ardından program başlıyor. Önce folklorik danslar, balıkçılar, gemiciler, işlemeli kıyafetleri ile güzel kızlar, sonra fadistalar… İki kadın, iki erkek fadista dan her biri 3 fado söylüyor, adet öyle imiş…
Uzaktaki sevgiliye sesleniyor içli sesler, gırtlak nağmeleri, denize açılan sevgili dönsün diye yalvarıyor… Bazı melodileri biz de birlikte söylüyoruz, gençler değil ama benim yaşımdakiler biliyor bu ezgileri. Çok geç olmayan bir saatte programın bitişi ile kapıda hazır taksilerimize biniyoruz.
Şöförümüz Lorenzo Portekizceden başka dil bilmiyor ama İtalyanca her şeyi hallediyor.72 yaşındaki Lorenzo 50 yıldır araba kullanıyor, hız sınırını zorlayan, şarkılar ve tezahüratlar arasında geçen taksi yolculuğumuzun sonunda yatak bana çok güzel görünüyor…Yarın Lizbon dışında, Sintra daki saraylara gideceğiz… Program hazır, tur şirketine 70 euro veremem, benim tur15 euro ya mal olacak…
Görüşmek üzere…
|