Bosna-Hersek… Acıyla yoğrulan muhteşem bir coğrafya… Çevremdeki pek çok insanın “Hakan bizi ne zaman Balkanlara götüreceksin?” sorularına “Önce ben gideyim, sonra sizi de gezdiririm” şeklinde verdiğim cevaplar sonrasında düşen suratlara bir de eşim Arzu’nun “Bensiz gidemezsin” resti eklenince anladım ki buralara kalabalık ve organize gitmekten başka çıkış yolu kalmadı. Ancak bir başka problem vardı: Bu kadar büyük bir coğrafyayı hakkıyla gezebilmek için en az 10-12 güne ihtiyaç vardı. Yaklaşık 4000 km lik bir karayolunun yorgunluğu da işin tuzu biberi idi elbette. Tur firmaları genelde Ankara’dan 7-8 gecelik organizasyonlar yapıyorlar ve bunun için ortalama 1000-1100 € fiyat istiyorlardı. Buna bazı ekstraların da dahil olmadığını söylemeliyim. Yorucu bir gezi kimsenin işine gelmedi ve biz de maliyeti bir miktar artsa bile Balkanları en az üç parçaya ayırmaya karar verdik. Ve ilk parça şüphesiz Bosna Hersek’ti…
Küçük bir nabız yoklamasından sonra kolayca bir otobüs insan olacağımızı anladık. Neredeyse aylar önce başladı hazırlıklar. Birkaç tur firması ile görüştükten sonra Ankara’nın önemli birkaç firmasından birisi olan Yamaç turla gitmeye karar verdik. THY oldukça astronomik bir fiyat verince Pegasus Havayollarında karar kıldık. Ankara’dan gidiş-dönüş uçak yolculuğu, dört yıldızlı otelde dört gece sabah-akşam açık büfe konaklama, her türlü rehberlik, sigorta, bahşişler ve firma karı dahil 550 €’luk bir rakam çıktı. Yüksek sezon olduğunu da düşündüğümüzde oldukça iyi bir fiyat olduğunu söyleyebilirim. Peki gezi nereleri kapsıyordu? İlk ve ikinci günler Saraybosna, üçüncü gün Konjic-Poçitel-Blagay-Mostar ve son günde Ahmiç-Jajce-Travnik.
Vrelo Bosne gerçekten de bölgede nefes alınacak oldukça güzel bir yer. Biz yağmurun serinliği ile çok hissetmedik ama eminim sıcak yaz günlerinde de müthiş keyifli bir serinlikle karşılıyordur misafirlerini. Gezi boyunca bizi mutlu etmek için elinden geleni esirgemeyen temiz yüzlü rehberimiz Esmer’i de atlamak istemedim…
Çarşamba sabahı 09.20 İstanbul uçağı ile başlayan yolculuk, 15.10’da Saraybosna’da son buldu. Arada İstanbul’da geçen uzunca sürede bize “ücretsiz” olarak sağladığı Lounge hizmeti için Akbank’a teşekkür etmekten başka şansımız yok doğrusu. Yeri gelmişken farklı bankaların bu tarz uygulamalarının müşterileri için iyi bir fırsat olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Gerçi son dönemde eski kalite ve çeşitlilik kalmasa da yine de önemli bir imkan olduğu kesin.
Oldukça seri bir pasaport kontrolü sonrasında Boşnak rehberimiz Esmer’le buluştuk. Esmer 29 yaşında. Gayet güzel bir Türkçe ile konuşuyor. Nişanlı. İstanbul Üniversitesinde tarih okuduktan sonra aynı üniversitede master yapmış. Yaklaşık bir yıldır rehberlik yapıyormuş. Eylül 2014’den itibaren Hukuk Fakültesinde akademik personel olarak göreve başlayacakmış. Gezi boyunca her türlü sorumuza tüm içtenliği ile cevap vermeye çalıştı. Tarih alanında uzmanlığı olduğu için bu konularda çok daha detaylı bilgiler verebildi. Yalnız yakın geçmişte yaşananlar nedeniyle Sırplara ve Hırvatlara karşı oldukça tepkili olduğu her yorumda ve anlatımında belli oluyordu. Nasıl olmasın ki? Bir insanlık dramının tam ortasında yer alacaksın ve hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edeceksin. Çok çok zor…
Bosna gezi ekibimiz toplu halde Vrelo Bosne’de…
Esmer döviz kurlarının her yerde aynı rakam olduğunu söyleyince havalimanındaki döviz bürosunda para bozdurdum. Bosna’nın para birimi Konvertbl Mark (KM). Yeni bir para birimi zira savaştan sonra 1995 yılında, ülkedeki üç farklı para birimi yerine tek bir tane olsun diye Dayton Anlaşması ile icat edilivermiş. Ancak tüm Bosnalılar “kayme” diye telaffuz ediyorlar ve bu da Osmanlıda kağıt para için kullanılan “kaime” kelimesini andırıyor. 1 Euro= 1,95 KM. Bu rakamdan %1 de komisyon kesiyorlar. Gerçekten de gezi boyunca ülkenin her yerinde aynı fiyattan işlem yapıldığını gördüm. Dışarıda bizi “yağsam mı yağmasam mı, yoksa ucundan göstersem mi” tarzında bulutlu ama sıcak bir hava bekliyordu. Hemen çıkıştaki otobüsümüze kısa sürede doluştuk ve ilk gün otele gitmeden önceki programımız olan Vrelo Bosna’ya doğru yola koyulduk.
Bosna Hersek’in nüfusu yaklaşık 4,5 milyon ve bunun da 500.000’i başkent Saraybosna’da yaşıyor. Ülke Müslüman, Hristiyan ve Musevilere ev sahipliği yaptığı için pek çokları tarafından “Avrupa’nın Kudüs’ü” olarak adlandırılıyormuş. Savaş öncesi üç etnik grup olan Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birlikte yaşıyor denilebilirmiş ama bugün için “aynı ülke sınırlarında farklı bölgelerde” demek belki daha doğru olur. “Bosna” kimi kaynaklara göre “iyi insanlar bölgesi” anlamına geliyormuş. Ülkenin adının ilk bölümünün de burada doğan ve sonradan Sava Nehriyle birleşen Bosna Nehrinden geldiği söyleniyor. “Hersek” ise 15. yüzyılda krala isyan bayrağı açan ve kendisine “Herceg” adını veren yerel bir derebeyinden geliyormuş (Almanca Herzog, “dük” demekmiş).
Umut Tüneli’nde zor durumda kaldığınız da mutlaka bir çözüm yaratabildiğinizi de öğreniyorsunuz. Her şey bitti, mahvolduk derken 800 metrelik bir yer altı tüneliyle hayata tutunuyorsunuz. Uç tarafları kısmen yanık beyaz kağıt çalışan askerlerin vardiya saatlerini gösteriyor…
Ülkenin tarihi MÖ 1 yüzyıla kadar gitse de Hırvat ve Sırpların buralara gelmesi 650’li yıllarda olmuş. Macarlar, Bizanslılar, Bosna Krallığı derken 1463 yılında Fatih’in Bosna’yı fethetmesiyle Osmanlı egemenliği başlamış ve Avusturya-Macaristan’a bırakıldığı 1878 yılına kadar yaklaşık 400 yıl sürmüş. Boşnaklar Müslümanlığı çok kolay benimsemişler. Bölge, Osmanlıdaki en üst yönetsel statü olan eyaletliğe kadar yükselmiş ve Osmanlı üst yönetimine de yüzlerce vezir ve hatta Sokullu Mehmet Paşa dahil pek çok sadrazam göndermiş. Bu da bölgenin Osmanlılar nezdinde her daim önemini ve ilgisini koruması sonucunu doğurmuş. Bunun etkilerini Bosna tarafında hemen heryerde açıkça görmek mümkün.
1929 yılında “Slavların Ülkesi” anlamına gelen Yugoslavya ismini alan ülke 2. Dünya Savaşında Nazilerin işgaline uğramış. Savaş sonrası Tito, Yugoslavya Federasyonu’nu oluşturmuş ve 35 yıl boyunca iktidarda kalmış. Bu dönem etnik kavgaların en aza indiği, Boşnaklara (yani Müslümanlara) ulus statüsünün verildiği bir dönem olmuş. 1980 yılında Tito’nun ölümü ve akabinde Sovyetler Birliği ile doğu bloku ülkelerindeki reform süreçleri bölgede karışıklıkların yeniden başlamasına zemin hazırlamış. Aşırı milliyetçi Miloşeviç önderliğindeki Sırpların “Büyük Sırbistan” hayalleri ve yaşananlar 1991 yılında önce Slovenya, sonrasında da Hırvatistan’ın bağımsızlığı ile sonuçlanmış. Sırpların kontrolündeki Yugoslavya ordusu bu bölgelere küçük saldırılar yapmış ama uygulanan ambargo ve yaptırımlarla Sırplar çabucak sindirilmiş. Ancak 1992‘deki referandum sonrasında Bosna-Hersek bağımsızlığını ilan edince olaylar hiç de diğer bölgelerdeki kadar çabuk bitmemiş. Sırplar Boşnaklara saldırırken Hırvatlar da onlara destek vermiş. 1994 yılında Boşnaklar ve Hırvatlar anlaşmış. Başkent Saraybosna yaklaşık 1400 gün boyunca Sırplar tarafından kuşatılmış. 1995 yılı sonuna kadar başta “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa olmak üzere Zepa, Ahmici, Mostar gibi yerlerde binlerce insan katledilmiş, kadınlara topluca tecavüz edilmiş. 14 Aralık 1995 tarihinde Paris’te imzalanan Dayton Anlaşması ile savaş son bulmuş ama 2. Dünya Savaşından bu yana Avrupa’da gerçekleşmiş “belgeli” bir soykırım ve tarihi utanç abidesi olarak hala hafızalarda.
Müze gezimiz sırasında askerlerin kullandıkları malzemelerle birlikte günlük verilen tahinleri de görme fırsatımız oldu. Çoğu zaman kuru ekmek, tarihi geçmiş konserveler ve ne olduğunu bilmedikleri bir tür çikolata olduğunu söyledi Esmer. Anı defterinin sol üst köşesinde bizim de birkaç cümlemiz yer aldı…
Gezimizin en küçük, en tatlı ve en şirin misafirleri: Irmak ve Sarp…
Bugün itibariyle Bosna’nın idari yapılanması yine çok karışık. Üçlü bir yapı mevcut: biri toprakların %51’ine sahip olan Bosna Hersek Federasyonu, %49’luk kısmına sahip olan Sırp Cumhuriyeti ve Birleşmiş Milletler denetiminde olan 12 km karelik Brko. Alanı küçük ama önemi oldukça büyük Brko bir tür tampon bölge olarak kabul ediliyor. Nüfusu 80.000 civarında ve her üç milletten insan yaşıyor. Kendi hükümeti, hatta polis teşkilatı dahi var. Her yapı kendi içinde farklı bir idare öngörse de ülkedeki en yüksek siyasi makam Cumhurbaşkanlığı Konseyi ve her üç milletin birer temsilcisinden oluşuyor. Dört yıl için seçilen konsey üyeleri sırayla sekizer ay ülkenin başına geçiyorlar. 9 bakanlık da eşit olarak paylaşılmış. Başbakan dahil Bakanların ikişer yardımcısı var ve Bakan hangi millettense yardımcıları diğerlerinden oluşuyor. Bu arada yeri gelmişken Sırp Cumhuriyeti’nin başkentinin de Banja Luka olduğunu belirteyim. Neyse bu kadar kitabi bilgi yeter diyelim ve Saraybosna’da göreceğimiz ilk yer olan Vrelo Bosna’ya doğru yola çıkalım.
Vrelo Bosne, “Bosna Parkı” ya da “Springs of Bosnia River” şehrin güneybatısındaki Ilıca denilen bölgede İgman Dağının eteklerinde. Merkeze yaklaşık 10-12 km uzaklıkta olan park otelimize çok yakın olduğu için hiç otele uğramadan biraz kendimizi yeşilliklere atarız diye programı buradan başlatmıştık. Gerçi minik minik yağan yağmur neticesinde kendimize nefis çimenlere atamadık belki ama yine de o kadar saatlik bekleme ve yolculuktan sonra oldukça iyi geldiğini söylemem lazım.
Kovaçi Mahallesindeki mezarlık… Ya da daha çok bilinen adıyla Aliya İzzet Begoviç’in defnedildiği mezarlık. Yüzlerce beyaz taşla bezenmiş bir saygı mekanı…
Vrelo Bosne aslında büyük bir park. En büyük özelliği şehrin içinden de geçen Bosna Nehrinin kaynağına ev sahipliği yapması. Buna bir de sık asırlık ağaçlar, doğal göletler, minik şelaleler, salına salına gezen ördekler, yürüyüş yolları ve çocuklar için oyun parkları da eklenince gerek Bosnalıların gerekse de şehre gelen turistlerin uğrak mekanı olmuş çıkmış. Özellikle Cumartesi günleri burada gelin-damata rastlamanız da büyük ihtimalmiş. Müthiş bir atmosfer olduğunu söylemem lazım. Bosna Nehrinin kaynağı öyle güçlü akıyor ki yetkililer de bunu değerlendirmek için hemen yan tarafına minik bir pompalama istasyonu kurmuşlar. Gerçi buradan su içilmiyor. Bu arada gerek Bosna Nehri gerekse de diğer kaynaklardan gelen içme suyunun oldukça kaliteli ve lezzetli olduğunu da arada belirtmem lazım. Tüm gezi boyunca rehberimiz Esmer’in de söylemleri doğrultusunda bulduğumuz her çeşmeden kanan kana su içtik ve boş şişelerimizi doldurduk. Öyle ki parayla satın aldığı suyu beğenmeyip çeşmeye dökerek akan sudan dolduranlar bile oldu…
Eskiden parka girişler ücretsizmiş ama 2013 yılının ortalarından beri adam başı 2 KM almaya başlamışlar. Bizim gibi 20 kişinin üzerindeki gruplar içinse ücret 1,50 KM. Esmer, bu paranın daha çok parkın bakımı için harcandığını söyledi. İçeride yemek yiyebileceğiniz ya da bir şeyler içebileceğiniz restoran-kafe yanında hediyelik eşyaların satıldığı birkaç seyyar satıcıdan oluşan yer de mevcut.
Arzu ve gezi grubumuz Başçarşı’nın başlangıç noktası olarak kabul edilen Sebil’i selamlarken...
Parktaki bir saatlik gezi ve dinlenmeden sonra otele geldiğimizde saatler 18.00’i gösteriyordu. Ilıca mevkiindeki Otel Hollywood Türklerin de dahil olduğu pek çok turun tercih ettiği dört yıldızlı bir otel. Bizim programımız dört gecelik olduğu için gelenin gidenin sıklığını çok rahat görme şansımız oldu. Önceden listeler verildiği için kısa bir sürede odalarımıza geçebildik. Odalar gayet rahat ve geniş, banyo dahil her yer pırıl pırıl. Tur kapsamında anlaşmamız konaklama ve sabah-akşam açık büfe dahil.
İlk akşam özel bir program olmadığı için 19.30’a kadar dinlendik ve sonrasında Arzu’yla yemeğe indik. Gruptan bazıları daha önceden indiği için onların tavsiyeleri doğrultusunda açık büfeye daldık. Çok fazla alternatif olmamakla birlikte iki çeşit çorba, 3-4 çeşit et yemeği, börek ve salatalarla oldukça yeterli olduğunu söyleyebilirim. Daha da önemlisi yemeklerin neredeyse tamamının damak zevkimize uygun olduğu. Su dışında yemekte aldığınız alkollü ya da alkolsüz içeceklere ayrıca ücret ödüyorsunuz.
Yavaş yavaş Başçarşı’nın içindeyiz artık. Bu noktadan sonra dar ve tarihi sokaklar bizleri bekliyor. Burada saatler geçirebilir, alışveriş yapabilir ve keyifli lezzetlerle buluşabilirsiniz…
Yemeğimizi bitirdikten sonra kendimizi dışarıya attık. Hava kapalıydı ama yağmur yoktu. Rehberimiz Esmer otelin arkasındaki bölgenin kafe ve restoranlarla dolu ve oldukça hareketli olduğunu söylemişti. Gerçekten de sağlı sollu kafeler, fastfood dükkanları neredeyse ağzına kadar doluydu. Arka taraftaki nehrin etrafında kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra bir yerlerde bir şeyler içmeye karar verdik. Bazılarımız otele gitmek istedi ve Seyhan’la onları bırakıp geriye dönecektik ki o kısa sürede bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Ha durdu ha gitti derken millet günün de yorgunluğu ile birer birer odalarına çekilmeye başladı. Bizde Seyhan’la yatmaya karar vermiştik ki yağmurun hafiflediğini görüp attık kendimizi sokaklara. O ince ince yağan yağmur bizi sırılsıklam etti. 15 dakikada adanın etrafında bir turun sonunda kuyruğumuzu sıkıştırıp Music Club Kafeye attık kendimizi. Yağmurlu havanın etkisi mi yaksa normalde de böyle mi bilmem ama içerisi bayağı bir kalabalıktı. Seyhan vodka redbull (vodka 3 KM, Redbull 2 KM), ben de en popüler Bosna birası olan Sarejevsko (33’lük 2,50 KM) sipariş ettim. Ortalık kalabalık ama neredeyse herkes kahve ya da alkolsüz bir şeyler içiyorlar. İlk defa hemşerilerimi gözleme imkanım oldu. Boylar uzun, kemikler iri, bayanlar bakımlı, erkekler bildiğimiz gibi. Herkes oldukça rahat ve keyifli biçimde sohbete devam ediyor. İnsanlar, farklı dilde bile konuşsalar, Türkçeye benzer sözcükleri yakalıyorum, ya da bana mı öyle geliyor bilmiyorum. Yaklaşık bir saatlik muhabbet sonunda yağmur kendini tertemiz bir havaya bıraktı ama yorgunluktan bayılmış bir halde otelin yolunu tuttuk…
26.06.2014
Sabah 08.45 olduğunda tüm ekip kahvaltımızı tamamlamış olarak otobüste hazırdık. Yeri gelmişken otelde verilen açık büfe kahvaltının da oldukça tatmin edici olduğunu söylemeliyim. Ama her gün verilen pişi için ayrı bir satır açmam lazım. Yıllarca ailemin büyükleri yağda kızartılmış pişilerle büyüttüler bizi. Demek ki kökenlerimizde varmış bu pişi işi. İzmir’de pek çok yerde de bu tarz lezzetleri tatmanız mümkün. Orada da diğerlerinin yanında neredeyse her sabah pişi, peynir, domates ve çayla kahvaltımı yaptım.
Hediyelik kahvelerimizi Tucana Kahva’dan aldık… Gördüğünüz gibi bizim Türkan sağ taraftaki çeşmeden kana kana su içiyor. Neden acaba? Seyhan’a sormak lazım :)
Tahta bloklar ve tomruklarla desteklenen tünelde ilk zamanlarda malzemeler askerler tarafından taşınırken birkaç ay sonra minik bir demiryolu inşa edilir. Tünelin Dobrinja tarafı bir apartmanın garajıyken bugün için Müze olarak düzenlenen ve herkesin gezdiği Butmir tarafı ise Kolar ailesine ait bir ev. Tünel fikriyle beraber Kolar ailesi evi orduya bırakır ve evin yaşlısı Sida teyze dönemin en sevilen insanlarından biri olur. Hatta tünelden çıkan insanlara elindeki bakraçla su ve doğal olarak umut vermesini gösteren fotoğraf müzede sergileniyor. Savaş sonrası Kolar ailesi evi geri alıyor ama müze yaparak geçmişin unutulmamasına önemli bir katkı yapıyorlar.
Daha kapısında, içeriye girmeden dahi duvarlardaki mermi izlerinden savaşın izlerini görmek mümkün. Her yer delik deşik. Müzeye giriş ücreti 10 KM. Küçük bahçesinde toplandıktan sonra Esmer, oradaki renkli panoda bulunan harita eşliğinde bize Tünelin hikayesini anlattı. Sonrasında hemen arka taraftaki bölüme geçerek televizyonda tünele ait yaklaşık 20 dakikalık bir belgesel izledik. Televizyon dahi olsa gördüklerimiz insanın kanını dondurmaya yetiyor. Özellikle Sırpların dağlardan leblebi gibi insanları vurdukları sahneler iğrenç.
Bugün için Tünelin 20 metrelik bölümü gezilebiliyor. Oldukça dar olan tünel benim gibi uzun boylular için özellikle iç karartıcı ve bunaltıcı. Evin içinde de tünelin ilk yapılan planı, çalışacak kişilerin vardiyalarını gösteren elle yazılmış çizelgeler, o dönemde askerlerin kullandığı kıyafet ve eşyalar ile askerlere verilen günlük yiyeceklere yönelik örnekler sergileniyor. Bunun dışında ayrı bir bölümde Sırplara ait eşyalar da var. Neredeyse tamamı Rus yapımı olan malzemeler o dönem Sırplara en büyük desteği kimin verdiğinin de acı bir kanıtı olarak tarihteki yerini alıyor. Çıkış noktasında büyük bir defter konulmuş. Buraya gelen misafirlerin isterlerse duygularını kaleme alabilecekleri bir bölüm diyelim. Çevresi önemli kişilerin fotoğrafları ile süslenmiş. Bende tüm ekip adına birkaç kelime karaladım.
Kurşunlu Medresesi ve külliye bir diğer Gazi Hüsrev Bey Vakfı eseri. Sütunlu yapıların arkasında görülen kapıların her birisi bir derslik. Savaşta şehit edilen imamlara ait mezar taşları sağ taraftaki duvara kazınmış…
Bu arada biz buraya tur otobüsüyle geldik ama meraklısına kısaca nasıl gelebileceklerini de belirteyim: Başçarşı civarından bineceğiniz 3 no’lu tramvayın son durağı olan Ilıca (Ilidza) da indikten sonra buradan 32 no’lu otobüse (Kotorac) binerek yaklaşık 3 km sonra son durakta inin. Köprüyü geçtikten sonra sola dönerek yaklaşık 500 metre yürüyün. Tünel karşınızda…
Tünel gezimizden sonra güzergahımız Saraybosna'nın "her şeyi" olarak kabul edilen Başçarşı ya da Boşnakların tabiriyle "Başçarşıya". Fatih tarafından 1463'de fethedildikten sonra başlayan yapılaşma çalışmaları 16. yüzyılda da tüm hızıyla devam ediyor. İsa Beyle başlayan yapılaşma Gazi Hüsrev Bey'le devam ediyor ve camiler, medreseler, tekkeler, külliyeler, sebiller, hanlar ve hamamlar inşa ediliyor. Evliya Çelebi Seyahatname'nin bir yerinde "Birbirinden güzel, belirli bir plan dahilinde yapılmış, her şeyi bulabileceğiniz 1080 dükkan var." Avusturya-Macaristan hâkimiyetine geçen 19. yüzyılın sonlarında çıkan yangın (kimilerine göre bilerek çıkarılmış) Başçarşı'nın neredeyse yarısını yok etmiş. Yine de sonradan yapılan restorasyonlarla bugün için Avrupa'nın ortasında, bizdeki Safranbolu gibi klasik Osmanlı şehirciliği yıldız gibi parlıyor. Zamana direnişine de ayrıca şapka çıkarıyorum doğrusu.
Bu arada Başçarşı'ya gelirken rehberimiz Esmer'in anlattıklarından anladığım kadarı ile Gazi Hüsrev Bey'siz bir Saraybosna ve Başçarşı anlatımı neredeyse imkânsız gibi. 17 yıl bölgede sancak beyi olarak görev yapan büyük komutan aynı zamanda halk tarafından da çok sevilen ve sayılan bir kişiymiş. Anne tarafından saraya da akraba olan Gazi Hüsrev Paşa'nın türbesi kendi adını taşıyan camiinin bahçesinde bulunuyormuş.
Ferhadiye Caddesi her zaman hareketli. Başçarşı’nın sakin olduğu akşam saatlerinde bile burada hareket devam ediyor. Katedralin önündeki protestolara manevi desteğimizi esirgemedik tabi ki. Katedralin önündeki Papa heykelinin oraya neden konulduğuna dair bulabildiğim ise şu; savaştan sonra Papa 2. John Paul Saraybosna’ya gelir ve kendisini onbinler takip eder. Katedralin önünde halkla sohbet ederek tokalaşır. Şehrin yöneticileri de bu manevi desteği ölümsüzleştirmek isterler ve heykeli katedralin önüne koyarlar…
Tramvay Caddesinden otobüsle Başçarşı yerine sağa dönerek mezarlığın olduğu bölüme geldik. Eskiden büyükçe bir şehir parkı olan Kovaçi Mahallesindeki bu yer savaşla beraber insanların şehitlerini gömdükleri bir mezarlık haline gelmiş. Tatlı bir meyille yükselen şehitlik 1500 şehidin yanında aynı zamanda Bosna'nın efsanevi lideri Aliya İzzet Begoviç'in mezarına da ev sahipliği yapıyor. Yaşadığı dönemde "Bosna'nın en iyi oğulları burada yatıyor" diye nitelediği şehitliğe gömülmeyi vasiyet edince 2006 yılındaki vefatından sonra büyük lideri buraya gömüyorlar. Kendisi de böyle istediği için oldukça sade bir anıt mezar yapılmış. Kabir toprağının bir kısmının İstanbul’dan, Fatih'in türbesinden getirildiği söyleniyor. Hemen önünde bulunan havuzun suları geçici süreli olarak kapatılmış. Tam ortasında eli göğsünde bir asker nöbet bekliyor. Ben de duamı ettikten sonra şehitliği inceliyorum. Yeşillikler arasındaki bembeyaz mezar taşları, pek çoğu gencecik evlatların vatanları uğruna verdikleri mücadelenin izlerini taşıyor. 20. yüzyılın sonlarında "Medeni Avrupa"nın ortasında bir insanlık dramı. Onbinlerce şehit, geride kalan yüzbinlerce eş, dost, akraba ve yakın... Ne denir ki...
Başçarşı, hemen ön tarafta yer alan ve neredeyse buranın simgesi olan tarihi çeşme (Sebilj) ile başlıyor. 1753 yılında Mehmet Paşa tarafından yaptırılan tahta kubbeli çeşmenin etrafındaki güvercinler insanlara o kadar alışmışlar ki hiç bir yere gittikleri yok. Fotoğraf çektirenler, güvercinlerin peşinde koşan çocuklarla birlikte çeşme ve etrafındaki merdivenlerin her daim hareketli olduğunu kestirmek çok da zor değil. Biz de grup olarak az sayıdaki toplu fotolarımızdan birisini tarihi çeşmede çektik. Henüz görmek nasip olmadı ama Ankara'nın Altındağ Belediyesi ile kardeş şehir oldukları için tarihi çeşmenin bir benzeri de Altındağ'daki Kültürpark'da bulunuyormuş.
Kısa bir soluklanmadan sonra Esmer’in tavsiyesi ile Camiinin arka tarafındaki kapıdan çıkarak sola doğru 20-30 metre giderek “Tucana Kahva Dibek” adlı meşhur kahveciden 100 gr. 2 KM’den hediyelik birkaç paket kahve aldık. Tekrar geriye Caminin oraya döndüğümüzde hemen dış tarafta ikili çeşme dikkatimizi çekti. Rehberin anlattığına göre sağ taraftaki çeşmeden su içersen Bosna’dan evleniyormuşsun; sol taraftakinden içersen de Saraybosna’ya yeniden geliyormuşsun. Hep beraber erkeklerle sağ taraftan içince bayağı bir gırgır oldu. Bir de üstüne bizim Türkan da sağ çeşmeye yönelince değmeyin muhabbete…
Başçarşı’nın bir diğer simgesi de meşhur Saat Kulesi. Tam olarak ne zaman inşa edildiği bilinmiyor ama kabaca 17. yüzyıla tarihlendiğini söyleyebiliriz. Gazi Hüsrev Bey Vakfı tarafından yaptırılan kule, geçirdiği yangın sonrasında restore edilmiş ve sonradan şimdiki altın kaplamalı saat takılmış. Saatin en önemli esprisi de ay takvimine göre çalışması ve namaz vakitlerini göstermesi. Gün, akşam namazı vaktinde bitiyormuş ve kuledeki saat 12.00’yi gösterdiğinde güneş batmış oluyormuş. Saat her gün görevlisi tarafından kuruluyormuş. Avrupa sınırlarında bu mantıkla çalışan tek saat olması nedeniyle oldukça enteresan.
Taşlı Han bir zamanlar oldukça görkemli ve etkileyici imiş. Bugünse maalesef bir yıkıntı halinde…Saraybosna Müzesi birkaç farklı binadan oluşan bir kompleks. Bunların yerleri de birbirinden ayrı ama bir bütün halinde Saraybosna Müzesi olarak geçiyor. Latin Köprüsünün karşısındaki binada 1. Dünya Savaşının başlangıcı ve devamına yönelik pek çok eşya ve belgenin sergilendiği bir özel bölüm bulunuyor…
Rehberimiz Esmer’le turumuz Saraybosna’nın ünlü Ferhadiye (Feradija) Caddesi boyunca devam etti. Aslında cadde oldukça uzun ve neredeyse sebilin oradan başlıyor ama belirli bir noktadan sonra bizim İstiklal Caddesinin minyatürü haline geliyor diyebiliriz. Bazı noktaları kafelerle bezenmiş cadde aynı zamanda pek çok uluslararası markaya da ev sahipliği yapıyor. Caddedeki yapıları incelediğinizde başlangıcına göre mimarinin değiştiğini de çok açık biçimde görüyorsunuz. Burası çok katlı, haşmetli ve iri pencereli Avusturya-Macaristan mimarisini barındırıyor. 19. yüzyılın sonlarından itibaren dönemin bir diğer önemli imparatorluğunun simgesel yapıları oldukça keyifli.
Geldik Saraybosna Katedraline… İkiz kuleli katedral 1800’lerin sonlarında inşa edilmiş. Türkçe adı “Kutsal İsa Kalbi Katedrali”. Balkanların en büyük Ortodoks katedrallerinden birisi olan yapının en belirgin özelliği 6 farklı çana sahip olması. Üç farklı bölümden oluşan yapıyı gezerken cam işlemeler ve heykeller dikkatimi çekti. Ayrıca ön bölümde bazı din adamlarının da mezarları bulunuyor. Hemen dış kapının sağ tarafında 2014 yılında oraya yerleştirilmiş bir Papa 2. Jean Paul heykeli var. Neden konulduğunu bizim Esmer’de bilmiyor.
Biz oradayken törenler için hazırlanan köprüyü ancak bu kadar görebildik. Ben de size Wikipedia’dan bulduğum normal bir fotoğraf koyuyorum (Wikimedia Commons / Public Domain- 26.10.2014)…
Katedralin önündeki boşluk oldukça anlamlı bir protestoya da ev sahipliği yapıyordu. 90’lardaki savaş bitti ama arkasında pek çok acıyı bıraktı elbette. Bunlardan birisi de savaş sırasında Sırplar tarafından esir tutulan asker-sivillerin çektikleri acılar. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen unutulmamış, unutulamıyor ve unutulamayacak. İşte bu insanlar yıllardır devam eden tazminat taleplerine yönelik protestolarını bugün katedralin önünde yapıyorlardı. Bizde onlara manevi desteğimizi vererek yolumuza devam ettik.
Katedralin hemen arka tarafına ilerlediğimizde Molla Mustafa Caddesinde bir başka Osmanlı mirası çıkıyor karşımıza: Gazi Hüsrev Bey Hamamı. 16. yüzyılda inşa edilen hamam kadınlar ve erkekler olarak iki kısımdan oluşuyormuş. 1914 yılında hamam işlevi biten yapı savaşta ciddi tahrip olmuş ve restore edilerek bugün için Bosna Enstitüsü olarak kullanılıyormuş.
Molla Mustafa boyunca devam edince savaşın bir başka acı yüzü yine bizlerle birlikte oluyor: Markale Pazarı Katliamı. Bununla ilgili detayları Gezialemi’nde bizlerle yazılarını paylaşmış olan sevgili Ali Eriç’in kalemine bırakıyorum:
“Markale Pazarı. Sırplar tarafından havan ateşiyle iki kez vuruldu. İlk havan mermisi 5 Şubat 1994 günü öğle saatlerinde, yani pazarın en kalabalık olduğu bir zamanda düştü. 68 kişinin ölümü ve 144 kişinin yaralanması ile sonuçlandı, bu saldırı. Önceleri, atılan havan mermisinin Bosna mevzilerinden ateşlendiği yönünde raporlar ve iddialar yayınlandı. Sonradan, hesaplarda yanlışlık yapıldığı tespit edildi. Gerçek sorumlu olan Sırp birliği komutanı ileride mutlaka yargılanacak ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılacaktır. İkinci havan saldırısı ise 28 Ağustos 1995'te, yine öğle saatlerinde gerçekleşti. Bu sefer pazara 5 havan mermisi isabet etti ama, kayıp daha azdı; 37 ölü, 90 yaralı. Bu ikinci saldırı savaşın seyrini değiştirdi. Yıllardır katliamı seyreden batı uykusundan uyandı, NATO kuvvetleri Bosna Sırp Cumhuriyeti birliklerine karşı hava harekâtına başladı ve sonunda Sırp birlikleri teslim oldu. İlk katliamda havan mermisinin düştüğü yer, şimdi bir 'cam kafesle' kapatılmış vaziyette. Yazık…”
1980’lerde futbolumuzdaki Yugoslav furyasında ülkemizde top oynamış futbolculardan birisiydi Hodzic. Kendi milli takımında da oynuyordu. Hayal meyal gol krallığını hatırlıyor gibiyim. Futbolu bıraktıktan sonra memleketine dönmüş ve bu kebapçıyı açmış. İçindeki Galatasaray aşkı sönmediği için ismini de “Galatasaray Sur” koymuş. Bilen, duyan, okuyan herkes mutlaka uğruyor. 62 yaşında olmasına rağmen oldukça dinç ve sağlıklı…
Evet, böyle anlatmış Ali abi kendi yazısında. Maalesef Sırp yöneticiler “Bu katliam, Müslüman liderliğinin soğukkanlı bir cinayetidir” diyebilecek kadar duygusuz ve kalpsizlermiş. Tarihi bir kenara bırakırsanız üstü kapalı, taze meyve-sebzelerin satıldığı keyifli bir mekan aslında. Dolaşırken, pazarın arka tarafında camla kaplı kırmızı bir duvarda burada kaybedilen insanların isimlerinin yazılmış olduğunu gördük. Havan mermisinin düştüğü yer de cam bir kafesle kapatılmış. Unutulmayacak…
Pazarı tüm mahzunluğuyla arkamızda bırakıp cadde boyunca ilerlediğimizde bir başka acı hatıraya tesadüf ediyoruz. Sönmeyen Ateş Anıtı, 1946 yılında, II.Dünya Savaşı'nda ölen sivil ve askerlerin anısına sonsuza dek yanacak ateş düşüncesi ile yapılmış. Bugüne kadar 90’lardaki savaş dışında resmi olarak hiç sönmeyen ateş sadece bir defa dikkatsiz bir şoför yüzünden sönmüş. Anıtın dibine parkedilen araba ateşten gelen kıvılcımla tutuşmuş ve yangını söndürmeye gelen itfaiye mecburen ateşi besleyen doğalgazı kesmek zorunda kalmış. Traji komik bir vaka…
Sönmeyen Ateş Anıtı’ndan yeniden Ferhadiye Caddesine dönerek biraz ilerlediğinizde karşımıza oldukça gösterişli sarı bir bina çıkıyor. Ekip çok itibar etmese de onlardan ayrılıp içeriye süzülüyorum. Burası, yapım tarihi 1895 yılından bugüne şehrin en önemli kapalı et ve süt ürünleri pazarı. Özelliği ise o dönem için Saraybosna’da ilk defa çatıda çelik konstrüksiyon kullanılması. Saat itibariyle olsa gerek içerisi çok da kalabalık değil. Böyle yerler her zaman ilgimi çekmiştir, ne yerler ne içerler, kaça satarlar vb. öğrenmek için. Bu yüzden de burada da fırsatı kaçırmamış oldum…
Kapalı pazarın karşı tarafındaki köşede Ortodoks Kilisesi var. Bunun da adı ilginç: “Kutsal Tanrı Doğuran Kilisesi”… İnşaatı çok uzun yıllar sürmüş ve nihayet 1872 yılında ibadete açılmış. Bugün için müşterisi fazla yokmuş.
Bursa Bedesteni ülkemizde pek çok örneğini görebileceğiniz kapalı çarşılardan bir tanesi… Yine Bosna’da sıkça görebileceğiniz camilerden birisi…
Gezimizin devamında karşımıza Taşlı Han çıktı. Gerçi siz böyle dediğime bakmayın, bir zamanlar Osmanlının bölgedeki en büyük hanlarından birisi olsa da 19. yüzyılın sonlarında çıkan yangın sonrasında bugün sadece kalıntılarını görebiliyorsunuz. Bir de elbette bahçesinde konuşlanmış olan lüks bir oteli…
Bir sonraki durağımız Miljacka Nehri üzerinde yer alan Latin Köprüsü… Burası biraz tarih bilen herkesin anımsayacağı bir yer: Avusturya Macaristan prensi Arşidik Franz Ferdinand’ın Sırp milliyetçi Govrila Princip tarafından suikasta uğradığı nokta. Bildiğiniz üzere 28 Haziran 1914 tarihindeki bu olay, zaten gergin olan Avrupa devletlerinin birbirlerine girmesine zemin hazırlamış ve 1. Dünya Savaşının fitilini ateşlemiştir. Bol bol fotoğraf çekeriz diye düşünürken suikastın 100. yılı olması nedeniyle törenler yapılacağı için köprünün kapalı olduğunu ve çalışmalar yapıldığını öğrendik. Hemen karşı köşesinde bulunan Saraybosna Şehir Müzesi, özel bir sergisinde, bu olayla ilgili pek çok fotoğraf, belge ve eşyayı sergiliyormuş ama hiç birimiz kapalı alan formatında olmadığımız için içeriye girmedik. Meraklısı için giriş ücretinin 4 KM olduğunu belirteyim.
Arnavut’mu Makedon’mu bilmem ama ben trileçeyi çok sevdim. Çok hafif ve oldukça da lezzetliydi. Dönünce Ankara’da birkaç yere sordum ama bulamadım. Arayışlarım devam ediyor…Elbette Bakırcılar Çarşısı olmadan bir Başçarşı gezisi olmayacaktır. Siz de keyfini çıkarmayı unutmayın…
Rehberli turumuz Müzenin önünde tamamlandı. Bundan sonra artık herkes kendi başına çarşının altını üstüne getirmeye karar verdi ama öncelikle acıkan karnımızı doyurmamız gerekiyordu. Bunun için de önceden tespit ettiğim yer Gazi Husrev Begova, 44 numaradaki Galatasaray Köftecisi oldu. Burası her Bosna belgeselinde ya da yazısında rastlanılan, bir dönem Galatasaray da futbol oynayan ve Türkiye liglerinin ilk yabancı gol kralı olarak istatistiklere geçen Tarık Hodziç’in köftecisi. Daha giriş kapısının orada devasa bir Galatasaray bayrağı asılı. Kendisi de oradaydı ve bizi oldukça sıcak karşıladı, kırık Türkçesi ile eskilerden bahsetti uzun uzun. Dükkanın tüm duvarları Türkiye’den yakından tanıdığımız meşhurların fotoğrafları ile dolu. Balkanlarda oldukça popüler olan ve daha önce Belgrad’da denediğim “cevapi” lerimizi salata eşliğinde mideye indirdik. Tekirdağ köftesine benzeyen cevapi oldukça lezzetliydi. Pişerken köftenin yağına bastırılarak ısıtılmış pideler eşliğinde sunulan köftenin porsiyonunda 10 adet var, oldukça doyurucu olduğunu söyleyebilirim. Fiyatı da 7 KM. Bu sunum ve fiyatlandırma neredeyse tüm Bosna’da aynı. Alkolsüz soğuk içecekler de ortalama 3 KM. 1 Euronun ortalama 2 KM olduğunu düşünürsek 5 Euroya oldukça güzel bir yemek yediğimizi söyleyebilirim.
Yemekten sonraki durağımız, rehberimiz Esmer’in daha önceden tavsiye ettiği trileçe tatlısını yemek için sebilden aşağıya inerken köşede yer alan (Trgovke, 2) Slasticarna Cream Shop. Dışarıya da masalar atılmış zira dükkan çok küçük ve içeriye oturmanız neredeyse imkansız. Biz de bir yer bulabildik ve siparişimizi verdik. Trileçe, çok popüler bir Balkan tatlısı. Bazı yerlerde Makedon olarak belirtilse de asıl Arnavutların tatlısı imiş ama şimdilerde pek çok Balkan ülkesinde, ki buna bizim memlekette dahil, yiyebiliyorsunuz. İnternette yaptığım araştırmalarda farklı şeyler anlatılsa da tartışmasız gerçek olanlar; keçi, inek ve koyun sütünün karışımından oluştuğu, diğer malzemelerin ise irmik, un, yumurta, bol şeker ve krema olduğu. Sütle bezenmiş bir kekin üstünde karamel ya da frambuazdan yapılmış bir jöle olarak tarif edebilirim. Eski ustalar tariflerini sır gibi sakladıklarından farklı lezzetler alma ihtimaliniz çok yüksekmiş. Bizim gittiğimiz mekanın sahibi “Hacı” bu işin erbaplarından biriymiş ve sadece karamelli yapıyormuş. Oldukça lezzetli ve hafif bir tatlı. Yedikçe yiyesi geliyor insanın. Hem dinlendik hem de tatlının ve gezinin kritiğini yaparak vakit geçirdik. Bir porsiyon trileçe 2 KM, bir bardak demleme çay ise 1,5 KM. Şimdiden afiyet olsun…
Bir tarafta Saraybosna’nın en renkli binalarından birisi olan Kütüphane, diğer tarafta ise Boşnakların inadının temsili olarak kabul edilen Inat Kuca…
Bundan sonrasında gün boyunca Başçarşı’nın dar ve tarih kokan sokaklarında dolaştım. İlk durağım, Başçarşı’nın en keyifli yerlerinden birisi olarak kabul edilen Bakırcılar Çarşısı oldu. Az çok değişiklik göstermiş olsa da 15. yüzyıldan bugüne her daim metal ve bakır işlerin yapıldığı çarşı aslında bir tane ana, ve onu kesen daha küçük sokaklardan oluşuyor. Hava güzel olduğu için sokakta işleme yapan ustaları izlemek oldukça keyifli. Mutlaka görülmeli, dükkanlar gezilmeli…
Geziye devam edip daha önceden gördüğüm ve notlarımda da yer alan Bedesten’e dalınca kendimi bizim kapalı çarşının daha küçüğünde buldum. Zaten kelime anlamı olarak bedesten “değerli, kıymetli kumaşlar, mücevherler ve buna benzer eşyanın satıldığı üstü kapalı çarşı” demek. Dikdörtgen şeklindeki yapının tam ismi Brusa Bezistan (Bursa Bedesteni). 1551 yılında Rüstem Paşa tarafından yaptırılmış ve amacı da Bursa ipeğinin satılacağı bir yer yapmakmış. 90’lardaki savaşta oldukça ciddi hasar görmüş ve sonrasında restore edilmiş. Bugün için bazı yerleri Saraybosna Müzesi bünyesinde faaliyet gösteriyormuş. Kumaştan cezveye, magnetten tespihlere aklınıza gelebilecek her türlü hediyelik eşyayı bulabileceğiniz bedesten mutlaka gezmeniz gereken yerler arasında.
Nehir boyunca gezerek Saraybosna’nın en renkli mimarisine sahip binalarından birisi olan Kütüphane’ye ulaştım. “Viyeçnitsa” olarak da bilinen yapı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun hâkimiyetindeki dönemde 1892-96 yılları arasında Endülüs mimarisiyle inşa edilmiş. Daha önce belediye binası olarak da kullanılmış ve sonradan kütüphaneye çevrilmiş. Bir bölümü kıymetli el yazması olan yaklaşık 6 milyon esere ev sahipliği yapan bina bir tür “ülkenin hafızası” olarak kabul edilirmiş. Ancak Ağustos 1992’de şehri kuşatan Sırpların yoğun ateşiyle çıkan ve 3 gün süren yangın söndürüldüğünde bu hafızanın önemli bir kısmı (yaklaşık 2 milyon) yok olmuş. Restorasyon çalışmaları 20 yıl kadar sürmüş ve Mayıs 2014’de yeniden açılmış. Normal koşullarda ziyaret edemiyorsunuz ama bazı özel günlerde halk tarafından gezilebiliyormuş. İç bölümünde sütunlarla desteklenen yapının dış cephesi de oldukça albenili. Hatta Saraybosna’nın klasik mimarisinin dışında bir mimari olduğunu sanatla arası çok iyi olmayan ben bile anladım diyebilirim.
Morica Han, genç-yaşlı, yerli-turist herkesin uğrak noktalarından birisi…
Kütüphanenin karşısındaki köprüden nehrin öbür tarafına geçerek, gelmeden önce birkaç defa hikâyesini okuduğum “İnat Kuca” ya ulaştım. Osmanlı tarzında iki katlı minik bir konak yavrusu olarak görünün yapı aslında şehrin en popüler restoranlarından birisi. Ancak bana ilginç gelen yemeklerinin lezzetinden ziyade hikâyesi. Bu hikâyeyi Güneri Civaoğlu bir yazısında şöyle anlatıyor:
“Boşnakçada "İNAT" sözcüğü ile bizim Türkçede kullandığımız "İNAT" kelimesi aynı anlama geliyor."KUCA" ise Boşnakça "EV" demek. Yani... "İNAT EVİ. Osmanlı'dan sonra Bosna'yı işgal eden Avusturya, çok görkemli bir kütüphane inşa etmeye karar verir. Merkezde elverişli bir yerde semt eşrafından birinin evi vardır. Ona evinin yıkılacağı ve yerine kütüphane binası yapılacağı, kendisine de evin değerinden çok fazla bir bedelle ödeme yapılacağı bildirilir. Ama... Evin sahibi öneriye karşı direnir. Çok uzun süren dayatmalardan sonra evin sahibi, öneriyi bir şartla kabul edebileceğini söyler:Karşıda, nehrin kenarındaki geniş arsa ona verilecektir. Oturduğu ev, taş taş, tuğla tuğla tüm ahşap malzemeleriyle o arsaya taşınacak ve aynen inşa edilecektir. Avusturyalılar bunu kabul ederler.Şimdi görkemli kütüphaneyle "İNAT EVİ" karşı karşıyalar….”
Ufat tefek farklılıklarla anlatılsa da hikaye genel hatlarıyla böyle. Yani aslında İnat Evi, hepimizin bildiği Boşnak inadını temsil ediyor, Boşnaklar tarafından da milli bir sembol olarak görülüyor. Restoran 1997 yılında açılmış, pek çok turistik yazı ve rehbere de girmeyi başarmış. Özellikle et yemekleri konusunda iyiymişler. Bazı akşamlar yerel müzik de yapılıyormuş. Denemek nasip olmadı ama yolunuz düşerse siz bu fırsatı kaçırmayın…
Meraklısına Svrzo Evi’ni tavsiye ederim…
Yeniden Başçarşı’ya yönlenmişken telefonla bizimkilerin Morica Han’da olduğunu öğrendim. Han, devasa büyük ağaçların altında çay, kahve ya da meşrubatınızı içebileceğiniz, eğer meraklısı iseniz nargilenizi tüttürebileceğiniz çok keyifli bir yer. 1550’lerde kervanların konaklayabileceği bir mekan olarak inşa edilen yapı geniş, kare bir avlu ve zemin kattaki dükkanlardan oluşuyor. Üst katta ise eskiden konaklamak için kullanılan odalar bugün zannımca bir dini merkeze ev sahipliği yapıyor. Daha önceleri de birkaç kez yangınla muhatap olan Han, 1957 yılında çıkan büyük yangında ciddi biçimde hasar görmüş ama 70’lerde aslına uygun olarak yeniden restore edilmiş. Gazi Hüsrev Bey Vakfı’na ait olan mekanın bugün için harika bir dinlenme yeri olduğunu söyleyebilirim. Meraklısı için çay 1,5 KM, kahve 2 KM, nescafe 3 KM, cevapi 7 KM.
Morica Han’da biraz soluklandıktan sonra bizim Esmer’e Svrzo Evi’ni sordum. Başçarşı’nın üst tarafında yer alan evden biraz bahsetti. Rica edince hiç üşenmedi ve Sadi abiyle beraber bizi eve götürdü. Burası da Saraybosna Müzesi’ne dahil ve giriş ücreti 3 KM ancak özel bir tiyatro gösterisine ev sahipliği yapacağından hazırlıklar vardı ve normalde kapalı olmasına rağmen ücretsiz gezmemize izin verdiler. Svrzo Evi, Saraybosna’daki en güzel Osmanlı evlerinden birisi. 17. yüzyılda tipik bir orta halli Müslüman ailenin yaşadığı evi tasvir eden yapı aslında Glodo ailesi için yapılmış ancak zaman içinde evi çekip çevirecek erkek fert kalmayınca Svrzo ailesine devredilmiş. Salon, misafir odaları, mutfak, işlemeli ahşap dolaplar ve özellikle de haremlik-selamlık bölümü oldukça güzel ve iyi muhafaza edilmiş. Arka tarafında da geniş bir avlu var. Bence Saraybosna’ya gelenler ve bu tarz şeylere ilgi duyanların mutlaka ziyaret etmesi gereken bir yer.
Solda trileçe yediğimiz Hacı’nın yeri; sağda ise dört gece konakladığımız Hollywood Hotel…
Tüm ekiple 17.30’da buluşarak otele geçtik. Duş alıp açık büfe akşam yemeklerimizi mideye indirdikten sonra küçük bir grupla otelin arka tarafından yürüyerek otobüs duraklarının olduğu genişçe meydana geldik. Şehre giden 6 no’lu sarı tramvay da buradan kalktığı için amacımız ona binerek Başçarşı’yı bir de gece gezmek. Duraktaki büfeden tramvay için gidiş-dönüş biletini 3 KM ye aldık. Tek yön bilet büfeden alınırsa 1,60 KM, tramvayda alınırsa 1,80 KM. Tramvay hattı oldukça eski, bu yüzden de oldukça yavaş olduğunu söyleyebiliriz. Yaklaşık 20 dakikalık yolculuktan sonra Başçarşı’dan bir durak önce indik. Kısa bir yürüyüşle Başçarşıya ulaştığımızda gündüz ki kalabalıktan eser olmadığını gördük. Sanki farklı iki yeri geziyormuş gibi hissettik. Ferhadiye Caddesinden ilerleyerek Katedralin oraya geldik. Bu sırada yağmur çiselemeye başladı ve kendimizi katedralin tam karşısındaki kafeye attık. Büyük şemsiyeler bizi yağmurdan korurken günün ve gezinin kritiğini yapmaya devam ettik. Yağmurlu olmasına rağmen hava sıcaklığı gayet iyiydi. Oturduğumuz mekan Avrupa’nın herhangi bir şehrindeki kaliteli bir kafeden farkı olmamasına rağmen fiyatlar tüm Bosna’da olduğu gibi uygun. Büyük bira 6KM, kola ve nescafe ise 3 KM.
Yaklaşık bir saatlik mola sonrasında yağmur biraz dinince tramvaya yollandık. Vakit geç olduğu için tramvay oldukça kalabalıktı. Alt alta üstüste derken hanımlara birer koltuk ayarlayabildik. Gece yarısına doğru otele vardığımızda hiç kimsenin otelin lobisinde oturacak hali kalmamıştı. Zaten ertesi gün Mostar gezimiz için olduğu için kimse daha fazla dayanamadı ve odaların yolunu tuttuk…