Bosna Hersek gezimizin üçüncü gününde programımızda Konjic-Poçitel-Blagay-Mostar bulunuyor. Otelden hareket ettiğimizde saatler 08.45’i gösteriyordu. Yolculuğumuz dar, gidiş-gelişli ama çok da işlek olmayan karayoluyla devam etti. Yeri gelmişken burayı ziyaret edeceklere küçük bir hatırlatma yapayım: Siz siz olun internetten şehirlerarasındaki mesafelere bakıp da “şu kadar zamanda giderim” diye yorum yapmayın. Zira Bosna’da otoban yol toplamı sadece 40 km kadar ve kalanın tamamı gidiş-gelişli karayolu. Buna bir de çoğu zaman yüksek dağların yamaçlarında ilerlediğinizi eklerseniz 50-60 km denilen bir mesafeyi dahi bir saatten önce almanız zorlaşıyor.
Yol dar olmasına dardı ama gerçekten enfes bir doğa güzelliği sunuyordu. Derin vadiler eşliğinde ilerlerken yeşilin her tonu yanında Neretva Nehri de bizi yol boyunca yalnız bırakmadı. Otobüste doğal güzelliklerle bezenmiş halde ilerlerken Rehberimiz Esmer, yer yer büyük bir göl halini alan Neretva’nın yaz aylarında pek çok Bosnalının sayfiye yeri olduğunu anlatıyordu. Zaten hemen su kenarlarına inşa edilmiş tek katlı ya da dubleks yazlık evler de bunun en önemli göstergesiydi.
Konjic Köprüsünü nereden çekerseniz çekin bir cami mutlaka kadraja giriyor. İki tarafında bulunan minik camiler bu küçük kasabayı Anadolu’daki herhangi bir benzerinden ayırdetmenizi de zorlaştırıyor doğrusu…
Köprüden birkaç yüz metre ileride bulunan caminin minaresi Hırvat topçu ateşiyle yıkılmış ve bu kadar yıl geçmesine rağmen onarılmamış. Belki de ibret olsun, ders çıkarılsın ya da unutulmasın diyedir. Ama bence asıl ibret alınması gereken hemen yanındaki kilisenin çan kulesinin dimdik ayakta duruyor olması. Belki de savaşın gerçek niyetinin bir başka göstergesi olarak da kabul edilebilir. Nasıl değerlendirirseniz…
Yaklaşık bir saatlik keyifli bir yolculuk sonrasında Konjic şehrine vardık. Konjic, yaklaşık 30.000 nüfusu olan küçük bir şehir. Bosnanın ilk yerleşim yerlerinden birisi olarak kabul edilen Konjic, minik ama tarih boyunca her zaman önemini korumuş. Başkent Saraybosna’dan sefere çıkan akıncıların ilk dinlenme noktası olduğundan “atların yeri” ya da “atların dinlendiği yer” anlamına gelen Konjic adıyla biliniyor. Neretva Nehri, şehri etkileyici bir güzellikte ikiye ayırıyor. Bu ikiye ayrılan şehri birleştiren Konjic Köprüsü de şehrin en önemli tarihi eseri diyebiliriz.
Daha öncesinde ahşap bir köprü olsa da bugünkü haliyle gördüğümüz köprü, Sultan 4. Mehmet zamanında, 1860’lı yıllarda inşa edilmiş. O dönem nehir üzerindeki tek geçiş noktası olduğundan stratejik anlamda son derece önemliymiş. Yaklaşık 86 metrelik köprü altı farklı kemerden oluşuyor. 1945 yılında Almanlar geri çekilirken, işgal ettikleri pek çok şehirde yaptıkları gibi köprüyü bombalamışlar. Ne hikmetse uzun yıllar restore edilmemiş ve 1955 yılından itibaren dönemin lideri Tito, köprüye asfalt döktürerek kullanılmasına izin vermiş. Tarihi bir güzellik de ancak böyle mahvedilebilir diye düşünmeden edemiyor insan. Gerçi bir Türk vatandaşı olarak bu kavramlara kendi memleketimde de çok yabancı olduğumu söyleyemeyeceğim ama neyse… 2006 yılına geldiğimizde TİKA desteğiyle aslına uygun restorasyon çalışmaları başlıyor ve köprü 2009 yılında açılıyor. Yeni restore edildiği de her yönüyle belli oluyor. Açıkçası uzaktan daha güzel göründüğünü söylemeliyim zira üstünde yürürken tarihi bir tarafını algılamanız oldukça zor.
Gerçekten de Poçitel Köyü kadar orijinaline bu kadar sadık kalabilmiş bir yer bulmak oldukça zor. Kaleye ilerlerken az daha atıyla bir akıncının yanı başınızdan hızla geçeceğine dair bir hissiyata sahip oluyorsunuz. Yorucu ama kısa bir tırmanmadan sonra sizi bekleyen manzara da ayrı bir güzel. Neretva ile birleşmiş tarihi yapılar nice sanatçıya ilham vermiştir eminim…
Köprünün her iki tarafında da verilen kısa molada çay kahve ya da meşrubat içebileceğiniz mekanlar bulunuyor. Kimisi otobüsten indiğimiz yerin biraz aşağısında nehir kenarındaki mekanı seçerken benim de dahil olduğum diğer bir ekip köprünün diğer tarafındakini tercih etti. Minik bir çarşı yanında ufak bir de cami bulunuyor. Kapalı olduğu için dışarıdan şöyle bir selamladıktan sonra az soluklanmak için nehir kenarındaki mekanda bir şeyler içtik (Çay, kahve, soda 1 KM). Bu arada yeri gelmişken küçük bir ilave not daha vereyim: Bize nasip olmadı ama Konjic’de Tito tarafından yaptırılmış olan atom ve kimyasal saldırılara karşı bir sığınak varmış. Tam kapasiteli olarak kullanıldığında 400 kişinin altı ay boyunca yaşayabileceği bu sığınak yerin yaklaşık 300 metre altındaymış. Meraklısına…
Konjic’den hareket ettiğimizde saat 10.25’di ve Mostar’ı pas geçerek Poçitel’e vardığımızda ise saatler tam 12.00’yi gösteriyordu. Poçitel, Neterva’nın hemen yanına bir yamaca inşa edilmiş, oldukça küçük bir Osmanlı köyü. Poçitel’in kelime anlamı “başlangıç”, zira Osmanlı zamanında Avrupa’daki sınırlarımızın (Adriyatik) uç noktasıymış. 400 yıl kadar “sınır garnizonu” olarak kullanılmış. 1878’den itibaren bölgede hakimiyet kuran Avusturya-Macaristan İmparatorluğu zamanında popülaritesi düşmüş, önemi azalmış. Bazılarına göre bu önem kaybetme, köyün tarihi yapılarının ve konumunun aynen muhafaza edilmesinde son derece etkili olmuş. Böylece tüm tarihi dokusuyla aynen eski halini koruyan turistik bir yerin ortaya çıktığı söyleniyormuş. 1990’lardaki savaşta Hırvatların saldırısına uğramış, öyle ki camiyi dahi dinamitle patlatmışlar. Korkudan ve baskıdan dolayı müslüman köylüler buradan göçmüşler, onların yerine de Hırvatlar gelmiş. Ancak 2000’den itibaren Müslümanlar yeniden geri dönmeye başlayınca bu sefer Hırvatlar korkmuşlar ve birer ikişer köyü terk etmişler. Esmer, artık köyde hiç Hırvat kalmadığını söyledi. Bugün için köyün nüfusu yaklaşık 70-80 kişiymiş ve tek gelir kaynağı turizmmiş.
Az sayıda insan köyün aşağı taraftaki meydanına toplandığı için dar sokaklar oldukça ıssız. Poçitel’de bulunan yapılardan bazıları sadece görüntü olarak restore edilmiş, içlerinde yaşayan yokmuş…
Otobüsten iner inmez küçük kağıt külahlarda meyve-kuruyemiş satan kadınlar karşıladı bizi. Ortalama 2KM olan bu külahlardan pek çoğumuz aldık ama miktarı ile kıyaslanınca fiyatın görece pahalı olduğunu söylemem lazım. Köşedeki “Ademin Yeri” ni şimdilik es geçerek en tepede bulunan kaleye doğru tırmanmaya başladım. Artık öğle saatleri olduğu için sıcaklık iyice kendini hissettirmeye başladığından, turistler için hediyelik eşyaların satıldığı tarih kokan taş sokaklarda iki tırmandıktan sonra fotoğraf çekme bahanesiyle biraz soluklanarak, en son nokta olmasa da, kalenin hemen yamacına kadar çıktım. Yoruldum ama manzara karşısında buna değdiğini söyleyebilirim. Yukarıdan baktığınızda turkuaz rengiyle güzeller güzeli Neretva, camisi, hamamı, Osmanlı stili evleri ve taş sokakları ile adeta Poçitel’le bütünleşmiş. Bol bol fotoğraf çekerek bu güzelliğin keyfini çıkarıyoruz.
Poçitel Kalesi 4. yüzyıla tarihlense de en önemli ilaveler, Osmanlı tehdidine karşı Macar Kralı Korvin tarafından yaptırılmış. Kale Osmanlılara geçince biraz daha güçlendirilmiş ve alt bölgesine de şimdi bizim gezdiğimiz binalar inşa edilmiş. Her tarafı o bölgede yer alan dayanıklı taştan yapıldığı için bazı kaynaklarda Poçitel için “taş şehir” ismi de kullanılıyormuş. Namaz saatlerini gösteren saat kulesi, savaştan sonra Türk hükümetinin de içinde bulunduğu bir komisyon marifetiyle restore edilen camii ile her şey birkaç yüzyıl önceye gitmenize vesile oluyor. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde Poçitel hakkında şunları yazmış: “Poçitel Kalesi küçük ama sağlam bir yapı. Kalede surların, kulelerin ve komutan konutunun yanı sıra ambar ve küçük bir cami de yer almakta. Kale dışında 150 hane var. Evler taş tuğla ve kiremitten yapılma. 1562’de yapılmış bir de köy camisi var.” Pek çoğu neredeyse aynen yerinde duruyor diyebilirim.
Tarihine baktığınızda Blagay Tekkesi, Bosna’daki diğer bazıları gibi, uzun yıllar büyük görevler üstlenmiş. Son yıllarda yapılan restorasyon çalışmaları ile de oldukça güzel ve temiz bir görünüm kazanmış…
Aşağıya inerken bir noktadan sonra farklı bir yol kullandım ve diğer tarafa çıktım. Aşağıdan da kalenin, camiinin ve genel olarak köyün manzarası oldukça güzel görünüyordu. Zaten toplam 100-150 metrelik toplam mesafeyi beş dakika içinde alarak diğer arkadaşların da soluklandığı Adem’in Yeri’ne geldim. Zaten köyde iki tane mekan var, ama Adem’in Yeri’nde demleme çay olduğunu söylemişti Esmer. Soğuk su (1 KM) ve çayla (1,5 KM) kendime geldikten sonra yavaş yavaş Blagay’a doğru yola çıkmak için otobüse yollandık.
Kısa bir yolculuk sonrasında Blagay’a vardığımızda saatler 13.00’ü gösteriyordu. Hemen girişte bir otobüs parkı var ve araçla daha ileriye gitmenize izin vermiyorlar. Yaklaşık 300-350 metrelik yolu yürüdükten sonra Neretva’nın önemli kollarından birisi Buna’nın kaynağı olan noktaya ulaştık. Dik bir dağın hemen yanı başına hem kaynak, hem gürül gürül akan su, hem tekke birleşince doğal olarak birkaç restoran da konduruluvermiş.
Bugün için “Blagay Tekkesi” ya da “Alperenler Tekkesi” “veya “Sarı Saltuk Tekkesi” olarak anılan tekke Nakşilere ait bilinse de ilk olarak Bektaşi tekkesi olarak kurulmuş. Bu tarz tekkelerin, bölge insanının Müslümanlığı benimsemesinde önemli katkıları olmuş zira Osmanlı, Bektaşi dervişlerini buralara göndermiş. Onlar da hoşgörülü, adil ve hakkaniyetli davranınca her zaman kargaşanın hakim olduğu bölgede halkın Müslümanlığa sempatisi artmış. Önceleri minik bir ibadethane olarak yapılan tekke zamanla eklenen binalarla büyümüş. Ancak yeni ilave edilenler eskiyle uyumlu olunca ortaya oldukça güzel bir manzara çıkmış. Tekke, aynı zamanda Sarı Saltuk ve Şeyh Açıkbaş’ın türbelerine de ev sahipliği yapıyor.
Blagay’ı sadece bir tekke olarak düşünürseniz bence çok büyük bir yanılgı içine girersiniz. En başta Buna Nehri’nin kaynağı ve gürül gürül akan su, yemyeşil bir doğa, bu güzellikler içinde yer alan ve adeta orayla bütünleşerek göz zevkinizi bozmadan lezzetli yiyecekler sunan restoran ve kafeleri ile Blagay, tam bir mesire yeri havasında. Buralara kadar yolunuz düşerse sakın kaçırmayın derim…
Türk hükümetinin desteğiyle buraya yerleşen tarikatlar tekkeye iyi para harcamışlar ve bakım yapmışlar. Her yer pırıl pırıl. Tekkenin içi klasik bir Osmanlı konağı şeklinde döşenmiş. Avlusu, konuk odası, ibadethane ilk aklıma gelenler. Alt taraftan merdivenle indiğinizde dağın içinden gürül gürül gelen Buna Nehrinin kaynağını görebiliyorsunuz. Suyun rengi, tıpkı Neretva’da olduğu gibi nefis bir yeşil, bakmaya doyamıyorsunuz. Yemek esnasında da tekkenin karşı tarafından bolca foto çekme şansı buldum. Gerçekten bir bütün olarak değerlendirildiğinde insana huzur veren, yeşil keyifli bir yer burası.
Esmer daha önceden tekkenin diğer tarafındaki restoranlardan birisini arayarak rezervasyon yaptığı için herhangi bir sıkıntı yaşamadan masalarımıza kurulduk. Nefis ve huzur veren bir manzara eşliğinde isteyen balık (salata ve içecek dahil 20 KM) isteyen de cevapi menüsünü (salata ve içecek dahil 16 KM) mideye indirdi. Oldukça turistik bir yer olmasına rağmen fiyatlar diğer mekanlara göre yine de insaflı. Zaten Bosna’nın genelini düşündüğünüzde pek çok Avrupa ülkesine göre fiyatlar oldukça makul kalıyor. Mutlaka istisnaları vardır ama nereye giderseniz gidin öyle astronomik fiyatlarla karşılamıyorsunuz.
Yemeğimizi yiyip Blagay’dan ayrıldığımızda saat 14.45 olmuştu ve 15 dakikalık kısa bir yolculuktan sonra hepimizin merak ettiği, resimlerde gördüğümüz, gidenlerden keyifle dinlediğimiz Mostar’a ulaştık. Mostar, yaklaşık 110.000 nüfusuyla, ülkenin beşinci, Hersek bölgesinin de en büyük şehri. Neretva’nın bir gerdan gibi süslediği Mostar, aynı zamanda bölgenin kültürel başkenti olarak adlandırılıyor. Mostar ismi, “köprü koruyan” anlamındaymış. 1468 yılında Osmanlı egemenliğine giren şehir “çarşı” ve “mahalle” olarak iki bölüme ayrılmış, hatta bir ara ismi Köprühisar olarak değiştirilmiş. Şehrin simgesi olan taş köprü ise Kanuni Sultan Süleyman zamanında inşa edilmiş. Batı yakasında Halebinovka Kulesi, doğu yakasında ise Tara Kulesi var ve eskiden buralarda nöbetçiler beklermiş.30 metre uzunluğunda ve 24 metre yüksekliğindeki köprü için Evliya Çelebi hatıralarında: “Köprü bir uçurumdan diğerine uzanarak göklere yükselen bir gökkuşağı gibi. Ben günahkar kul bu vakte kadar 27 yıl durmadan seyahat edip 16 ülke dolaştım, ama bu kadar yüksek köprü görmedim. Kayadan öteki kayaya göğe yükselerek atlıyor.” ifadesini kullanmış.
Mostar Köprüsünü ilk gördüğüm anı hayatım boyunca unutmayacağım. Uzun bir süre bakakaldığımı hatırlıyorum. Neden bilmiyorum, bu gezinin sanki tek görülecek şeyiymiş gibi geldi bana. Şehrin her noktasından onun fotoğrafını çekmeye çalıştım. Tüm güzelliğini, belki de acısını ve hüznünü yaşamak istedim…
İşin kitabi tarafı böyle…Ama Mostar’ı insanların gözünde ve gönlünde farklı kılan şey 1993 yılında gerçekleşen savaş ve bu savaşın en acı hatıralarının yaşandığı yerlerden birisi olması elbette. 3 Nisan 1992 tarihinde başlayan kuşatma 18 ay boyunca sürmüş. Kan, gözyaşı, parçalanan hayatlar ve daha neler neler… Hepsi acı ama yine de Boşnakların inadını ve azmini yıkamamış, direnmişler. Ancak 9 Kasım 1993 tarihinde gerçekleşen olay fiilen çok fazla bir şey yaratmasa da ruhen hiç silinmeyecek bir yara bırakmış. Bir gün öncesinden yoğunlaşan tank ve top atışlarına direnemeyen Mostar Köprüsü, 9 Kasım günü Neretva’nın soğuk sularına gömülüyor. Belki de Yugoslavya’nın paramparça olmasını da simgeliyordu kim bilir. Bazen bir köprü suyun iki yakasını birbirine bağlamaktan çok daha büyük anlamlar barındırır bünyesinde. Ruhu olur adeta oranın, kalbinizi sarar. Eskidir, yıpranmıştır ama en güzel anlarınız, hatıralarınız onun üzerinde yaşanmıştır. Ve o yıkıldığı zaman, savaşın size neler getireceğini bilemezken geçmişiniz de avucunuzdan kayıp gitmiş gibi gelir. Artık sonsuza kadar hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını bilirsiniz ama bunu kimseye söylemezsiniz. En azından yüksek sesle… İşte Mostar Köprüsü böyle yaralamış o güzel insanları…
Köprüden…
Köprünün yıkılış anı gönüllü olarak Bosna Hersek ordusunda görev yapan Erdin Palata tarafından kayıt altına alınmış ve bütün dünya, Avrupa’nın göbeğinde yaşanan bu trajediyi tüm çıplaklığıyla görmüş. Bugün de youtube dan bulabiliyorsunuz. Palata o anı şöyle anlatıyor: …köprünün suya düştüğü an Neretva da kan kırmızısına bürünmüştü. Çekerken hep bunun bir film olduğunu, kamerayı bıraktığımda köprüyü eski yerinde göreceğimi düşünmüştüm. Kamerayı kapattığım an donup kaldım, çünkü köprü yoktu. Gördüklerim film değil, gerçeğin ta kendisiydi. O anı şu an bile hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor, ürperiyorum…. Etraftan bomba sesleri geliyordu, birileri köprüyü hedef almıştı, ama o an kamerayı bırakıp oradan çekilmeyi hiç düşünmedim. Elim sadece kameranın kayıt düğmesindeydi. Tarihe tanıklık ettiğim aklımdan dahi geçmedi.” Uzun zaman Mostar’da bulunan ve gün be gün aldığı notların sonucunda ortaya çıkan “Mostari-Bir Köprü Bekçisi’nin Günlüğü” kitabının yazarı Gündüz Vassaf kendisiyle yapılan bir söyleşide köprünün yıkılmasının insanlarda yarattığı etkiyi şöyle özetliyor: “Adını hatırlamadığım bir yazar, ‘Aramızdan kardeşlerimiz, annelerimiz, babalarımız öldürüldü. Neden köprü bombalandığında o ölümlerden daha çok üzüldük’ diye soruyor ve kendisi cevaplıyor. ‘Çünkü efsaneleri, aşklarıyla o köprü hepimizindi. Bir tarih ve ortak yaşanmışlığın ifadesiydi’ diyor”.
Savaş bittikten sonra yıkılan tarihin yeniden inşası 1997 yılında başladı. TİKA, Dünya Bankası ve UNESCO önderliğindeki bu çalışmalar sonucunda aslına uygun olarak inşa edilen köprü, 23 Temmuz 2004 tarihinde çok sayıda devlet görevlisini de yer aldığı bir törenle, İngiltere Prensi Charles tarafından açıldı. “Yeni Eski Köprü” bitti ve iki yakayı birbirine bağladı ama rehberimiz Esmer’le yaptığımız sohbet sonucunda, gönülleri pek de bağlamadığını anlıyorum. Nehrin bir tarafı Müslümanlar, diğer tarafında da Hırvatlar yaşıyorlarmış ve sık sık etnik problemler ortaya çıkıyormuş. Okullar ve hatta hastaneler dahi ayrıymış. Hırvat tarafındaki dağın tepesinde bulunan haç da bu ayrımın en büyük göstergelerinden birisi.
Köprünün her iki tarafı da harika görüntüler sunuyor…
Mostar’ı gezmek için yaklaşık üç saatimiz vardı ve buluşma noktamız da çarşının tam ortasındaki Türkiye Başkonsolosluğu idi. Pek çokları gibi bende köprüyü gördüğüm ilk an durup, uzun uzun seyrettim, sanki onun esiri oldum. Tarihini gördüm, güzelliğini gördüm, üzerinde salınan yüzlerce insanı gördüm. Ve kendi kendime dedim ki: “Tek başına Mostar’ı ve hatta Mostar Köprüsünü görmek için dahi insan Bosna’ya gelmeli arkadaş”.
Köprüye giden yolun bir tarafı bölgeye özgü turistik eşyaların satıldığı dükkanlar, minik pansiyonlar ve kafelerle dolu. Hergün binlerce insanın geçtiği köprüye galdiğimde bu sefer de başka güzellikler aldı götürdü beni. Yemyeşil Neretva’nın iki yakası da adeta minik bir orman gibi sık ağaçlarla bezenmiş. Restorasyon geçiren üst bölümse bir kale gibi örülmüş. Geçmiş dönemde bu amaçla da kullanıldığını okumuştum. Bazıları pastel renklerle boyanmış binaları saatlerce izleyip fotoğraflarını çekebilirsiniz. Güzel bir restorasyondan geçtiğini söyleyebilirim zira dikkatli baktığınızda dahi sırıtan bir şeye rastlamıyorsunuz. Hemen aşağı tarafta insanlar Neretva’nın keyfini çıkarıyorlar. Kimi yüzüyor, kimi sadece ayaklarını sokuyor kimisi de sadece seyrederek yorgunluk atıyor. Bazıları da bunun için ağaçlarla gölgelenmiş kafeleri tercih ediyorlar.
Mostar’a verilen önemim bir göstergesi olarak burada Başkonsolosluğumuz bulunuyor. Konsolosluğun bulunduğu cadde aynı zamanda alışveriş yapabileceğiniz dükkanların ve Koski Mehmet Paşa Caminin de bulunduğu sokak…
Hırvat tarafındaki kulenin hemen alt tarafındaki dondurmacıdan kupası 1 KM den nefis bir dondurma aldıktan sonra tarihi sokakları tek tek arşınladım. Mevsim itibariyle güneşin etkisi oldukça hissediliyordu ve hemen dar merdivenlerden aşağıya, Neretva’ya doğru indim. Ayakkabılarımı bir kenara bırakıp paçalarımı da sıvadıktan sonra saldım ayakları nehre. Ancak bu işlem en çok 10-15 saniye sürdü zira inanılmaz soğuk bir su var ve neredeyse ayaklarınızı kesiyor. Bizimkilerden bazıları yavaş yavaş benim yanıma gelirken ben de kafamı kaldırıp köprüye bakıyorum. Buradan da güzel ve hatta çok da heybetli görünüyor. Tam bu sırada yarı çıplak birisinin köprüden Neretva’ya atlayışına tanık oluyorum. Geçmiş dönemde evlilik çağına gelen erkekler cesaretlerini kanıtlamak ve beğendikleri kızları etkilemek için köprüden atlarlarmış. Bugün de aynı ritüel devam ediyor ancak bu sefer turistlerden birkaç kuruş koparmak için. Yine de seyretmesinin bile oldukça heyecanlı olduğunu söylemem lazım.
Mostar, elbette sadece köprüden oluşmuyor. İki önemli cami var: Karagöz Bey Camii ve Koski Mehmet Paşa Camii. Karagöz Bey Camii 1557 yılında inşa edilmiş. Nakışlı kubbesi ile meşhur. Savaşta tamamen yıkılmış ama sonradan tekrar yapılmış. Hemen yan tarafında bir de küçük medrese var. Cami sadece namaz vakitlerinde açık. Biz gerek duymadık ama 2 KM verirseniz minaresinden güzel bir Mostar manzarası izleyebilirsiniz. Bunun dışında Hırvat tarafındaki katedral de güzel bir ziyaret noktası olabilir.
Grup toplu halde Konsolosluğun önünde…
Başkonsolosluğun bulunduğu caddede yer alan Koski Mehmet Paşa Camii 1618 yılında yapılmış. Diğer camiye göre biraz daha küçük ama iç avludaki hediyelik eşya dükkanları nedeniyle çok daha hareketli. Bu panayır yeri görüntüsü pek de alışık olduğumuz bir durum değil. Cami normalde kapalı ama bazı saatler arasında ücret karşılığı görülmesine izin veriyorlarmış. İlk defa bir caminin parayla gezilebildiğini duyuyorum. Avludaki çeşmelerden gürül gürül akan buz gibi suyla elimi-yüzümü yıkayıp kana kana içtikten sonra demir kapıyı açarak arka taraftaki bölüme geçiyorum. Gelmeden önce bu bölümden ya da minareden nefis bir Köprü manzarası olduğunu okumuştum. Doğruymuş…
Yavaş yavaş Mostar’ın sonuna geliyorduk. O sırada Serdar’la karşılaşınca nehre bakan bir kafede buz gibi birer Bosna birası içmeye karar verdik. Mostar Köprüsünün muhteşem manzarası eşliğinde hem biramızı yudumladık hem de günün ve gezinin kritiğini yaptık. Şu ana kadar hiçbir aksilik olmadan gayet iyi gidiyordu. Aynı şekilde devam etmesini dileyerek Başkonsolosluk önündeki buluşma noktamıza geldik. Grup toplu halde foto çektirdikten sonra artık Mostar’a veda zamanı gelmişti.
Otele vardığımızda saat 19.40’ı gösteriyordu. Hızlıca üst baş değiştirip yemeklerimizi yedikten sonra saat 21.00’de topluca Başçarşı’ya gelmiştik bile. Bir önceki gün karış karış gezdiğimiz mekanları bir de gece görelim demiştik ama gündüz ki hareketlilik ve canlılık yoktu. Kısaca dolaştıktan sonra Hacı’nın yerinde trileçe yemeyi de ihmal etmedik. Otele geldiğimiz de neredeyse gece yarısı olmuştu.
Ertesi gün yine yoğun bir programımız var…