Bosna gezimizin son gününe başlıyoruz. Bugünkü programımızda önce Ahmiç Köyüne, sonra Jajce’ye ve finalde de vezirler şehri olarak bilinen Travnik’e gidiyoruz. Otel Hollywood oldukça güzel, odaların temizliği, verilen hizmet ve yemekler standart ölçülerde tatmin edici. Gelelim gezi ekibine; 40 kişilik grup dört gündür beraberiz ve en ufak bir sıkıntı yaşamadan devam ediyoruz. Herkesin birbirini tanıması bunda önemli bir etken ama insanların karakterini, hoşgörülü yapısını da unutmamak lazım. Biz bu ekiple daha çok gezeriz gibi geliyor bana.
Otobüste son sayımı tamamlayıp yola çıktığımızda saatler 08.50’yi gösteriyordu. Yaklaşık bir saat sonra Kod Fehre adlı bir restoranda çay-kahve molası verdik. Mekan oldukça büyük, hava çok güzel olduğu için önü açık teras bölümünde oturduk. Aslında bu restoran kuzu çevirmesi ile ünlü ama henüz kahvaltıdan yeni kalktığımız için bırakın yemeyi, kuzuyu aklına getiren bile olduğunu zannetmiyorum. Nefis bir vadi manzarası eşliğinde Türk kahvelerimizi ve demleme çaylarımızı içtik (Tanesi 1 KM) Yeri gelmişken 1 Euronun yaklaşık 1,95 KM olduğunu hatırlatayım. Bu arada mekanın yan tarafındaki bir bölümde antika eşyalar satan dükkanı gezmek de oldukça keyifliydi. Siz siz olun ister kuzu çevirme için isterseniz de sadece bir şeyler içmek için Kod Fehre’ye uğrayın ve harika manzara eşliğinde keyifle soluklanın.
Travnik yoluna çıkarsanız Kod Fehre’de kısa bir mola vermeyi unutmayın. Ya da dönerken kuzu çevirme de deneyebilirsiniz…
Ahmiç ya da Ahmici, Vitez şehrine bağlı minik bir yerleşim yeri. Kelime olarak “Ahmetoğlu” anlamına geliyor. Köydeki Boşnak nüfusun büyük bir çoğunluğunun soyadı Ahmici, yani ismini de oradan alıyor. 1992 yılında başlayan savaşa kadar Ahmiç’de yaşayan 1000 civarında insanın dağılımı, Boşnaklar ve Hırvatlar arasında hemen hemen yarı yarıya denilebilir. Ancak 16 Nisan 1993 tarihinde, bu coğrafyada yaşanan büyük katliamlardan birisi de Ahmiç’de gerçekleşiyor. Hırvat özel birlikleri sabaha karşı 05.30’da köye girip, 43’ü kadın ve çocuk toplam 116 sivili katlediyor. Evler ateşe verildiği için bu insanların büyük bölümü yanarak can veriyor. Sabah namazında olanlar da cami yakılarak ve bombalanarak katlediliyor. En küçüğü üç aylıkken en yaşlısı ise 82 yaşında. İnanın bunu yazarken bile tüylerim diken diken oluyor.
Ahmiç Anıtı 16 Nisan 1993 tarihinde burada yaşanan katliamın hiçbir zaman unutulmaması için yapılmış. Ölen 116 canın isimleri anıta kazınmış. Ve 44'ünün soyadı aynı: Ahmiç…
Görevli arkadaşı dinlediğinizde daha da inanılmaz şeyler duyuyorsunuz. Bir iki gün önceden köyde yaşayan Boşnakların evinin tespit edildiğini, buradaki Hırvatlara saldırı olacağı ve Ahmiç’i terketmeleri hakkında bilgi verildiğini, sadece insanlara değil başta dini yapılar olmak üzere Boşnaklara ait tüm binaların kasten tahrip edildiğini anlattı. En acısı da buradan ayrılmayan bazı Hırvatların saldırı sırasında özel kuvvetlere yardım ve yataklık etmesi, hatta bizzat katliamda yer alması. Ne acı… Yıllar boyunca bir arada, dostça ve kardeşçe yaşa, ekmeğini paylaş ama eline fırsat geçtiğinde komşunu öldürmek için askerlere destek ol, onlarla birlikte hareket et. Ne diyeyim, tek kelimeyle iğrenç…
Ahmiç Camii…
Camiinin imamı aynı zamanda Müzenin de sorumluluğunu yürütüyor. Anlattıkları karşısında küçük dilinizi yutmamanız imkansız. Anlatamadığı şeyleri sormaya cesaretim yetmedi…
Anıtın en üstünde büyük rakamlarla “116” yazıyor. Bu da katledilen Müslümanların sayısı. 44’ünün soyadı Ahmiç. Daha önce de bahsettiğim gibi zaten yaşayan Boşnak nüfusun önemli bir bölümünün soyadı Ahmiç’miş. Köyün avlusunda bir müzede sergilenen fotoğraflara bakabilmek yürek ister. İnsanın içi parçalanıyor, insan bu kadar mı canileşir? Rehberimiz Esmer, buradan hiç ayrılmayan Hırvatlar olduğu gibi savaştan sonra geriye dönenlerin de olduğunu söyledi. “Peki nasıl yaşanıyor birlikte bunca olaydan sonra?” diye sorduğumda da “Aslında sadece yaşıyorlar, çoğu zaman fiziken birbirleriyle bir temasları olmuyor, bir kaçı hariç konuşmuyorlar bile. Nasıl konuşsunlar Hakan abi, kendini onların yerine koy, arkamızdan vurdular bizi, yılların dostluğunu yok saydılar, hainlik yaptılar bize” diye cevap verdi. Söyleyecek tek söz bulamadım, sadece sustum…
Travnik’i teğet geçip Jajce’deki meşhur şelalenin başına geldiğimizde saat tam 12.10’du. Pliva Şelalesi 17 metreden gürül gürül suların aktığı bir yer. Suyun sesi neredeyse konuşmanızı bastırıyor. Ülkedeki iki şelaleden biriymiş. Farklı birkaç noktada seyir terasları oluşturulmuş. Yukarıdan tek tek ve toplu halde şelale manzaralı fotolarımızı çektikten sonra Jajce’nin içlerine doğru ilerledim.
Esma Sultan Camiini biraz geçtikten sonra kale surları bizi karşılıyor…
Şehirde bulunan evlerin çatıları oldukça dik. Büyük ihtimalle sert geçen kış koşulları yüzünden böyle bir mimari tercih edilmiş olabilir. Özellikle Ömer Bey Evi ile Krslak Evi ziyaret edilebilen evler arasında. Özellikle kapılar ve tavanlardaki el oymaları oldukça gösterişliymiş. Krslak Evi aynı zamanda Sanat Galerisine de ev sahipliği yapıyormuş.
Biraz daha ileriye gidince yolun kenarında Esma Sultan Camii çıkıyor karşımıza. 1949/1750’de yaptırılan Camii buradaki en değerli yapılardan biriymiş. Üst düzey bir asker olan Emir Mustafa himayesinde yaptırılan Camii dönemin valisi Muhmet Muhsinoviç Paşa’nın karısının adına inşa edilmiş. Bir de ilginç hikayesi var: Esma Sultan hastalanır ve hekimler üç adet eser inşa ettirirse hastalıktan kurtulacağını söylerler. (Bunlar da nasıl doktorsa artık) Bunun üzerine Esma Sultan değerli mücevherlerinden bazılarını vakfeder ve Vrbas Nehri üzerindeki iki köprü ile bir cami inşa edilir. Sonunda sultan iyileşti mi bilmiyorum ama şehir üç güzel eser kazanmış. Savaşta camii tamamen yok edilmiş ve sonradan aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Camii de çeşme, dini okul ve arka tarafında da bir mezarlık var.
Andriç’in müze evi Travnik’in olmazsa olmazlarından birisi…Kaleye doğru tatlı yokuş yine de bacakları biraz yoruyor…
Otobüse binerek yaklaşık 10 dakikalık kısa bir yolculuk sonrasında büyük Pliva Gölüne (Plivsko Jezero) geldik. Deniz seviyesinden 424 metre yüksekte bulunan gölün en derin noktası yaklaşık 33 metre imiş. Burası ve civardaki birkaç nokta, 1963 yılında Avrupa ve Dünya Su Kayağı ve Kanoculuk Şampiyonasına ev sahipliği yapmış. Gölün etrafında moteller, karavan kampları, restoranlar, kafeler bulunuyor. İsteyenler gölde tekne turları yapabildiği gibi yemyeşil doğanın kucağında göl etrafında uzun yürüyüşler de yapabiliyorlar. Biz de yaklaşık 2 saatlik molamızda hem öğle yemeği yedik (cevapi 7 KM, kola 2,5 KM, çorbalar 3-4 KM, kahve 2 KM) hem de harika doğanın keyfini çıkardık. Bazı arkadaşlar minik tekne turuyla gölü gezdiler. Buralara yolunuz düşerse sakın Pliva Gölünü görmeden bölgeden ayrılmayın derim.
Kaleye çıkan tek yol bir hendeğe yapılmış olan köprü. Aşağısı uçurum. Köprünün ortasından görülen manzara ise harika…
Travnik’e doğru hareket ettiğimizde saatler 14.45’ı gösteriyordu yaklaşık yarım saat sonra günün son noktasına ulaşmıştık. Travnik, çevresiyle birlikte yaklaşık 60.000 nüfusu ile Bosna’nın önemli şehirlerinden birisi. Aynı zamanda Merkezi Bosna Kantonunun da başkenti. Nedense bizde Bosna denilince sadece Saraybosna ve Mostar’dan ibaretmiş gibi algılanıyor, oysa tarihi ve kültürel açıdan baktığımızda Travnik’de en az onlar kadar önemli bir şehir.
Bir kere “Vezirler Şehri” olarak biliniyor. Bunun sebebi de Osmanlı İmparatorluğuna tam 19 vezir göndermesi olsa gerek. Hepsi burada doğmuş olmasalar da burada yetiştirildikleri için Travnik’li kabul edilebilir. Yönetimde yer alan bu güçlü insanlar da Travnik’e oldukça cömert davranmışlar ve şehrin neredeyse tamamını birbirinden güzel köprüler, camiiler, medreseler, türbeler ve başka pek çok eserle donatmışlar. Zaten İstanbul’dan sonraki en önem verilen bölge Bosna Sancağı olmuş. Sancağın ve doğal olarak Osmanlının en uç noktalarından birisi de Travnik şehriymiş. Bir dönem Saraybosna, Avusturyalıların saldırısına uğrayınca yaklaşık 150 yıl Bosna Eyaletinin başkenti olmuş. Zaten tarihçilere göre de bugün itibariyle Balkanların en Osmanlı şehri olarak kabul ediliyormuş. Bunu şehri gezerken de iliklerinize kadar hissediyorsunuz. 92-93 yıllarındaki savaşta oldukça tahribat görmesine rağmen şehrin dimdik ayakta durduğunu söylemek yanlış olmaz.
Kaleden Travnik manzaraları…
Travnik’i kültürel anlamda önemli kılan etken ise Nobel ödüllü Sırp yazar İvo Andriç’in doğum yeri olması. Yugoslavya’nın birliğini savunan Andriç 1892 yılında Travnik’de doğmuş. Gençlik yıllarını romana ismini veren Drina Nehri kıyısında geçirmiş. Drina Köprüsü romanı ile 1961 yılında Nobel ödülünü kazanmış. Ödül, Andriç le birlikte Drina Köprüsüne (bugünkü adı Mehmet Paşa Köprüsü) ve köprünün yer aldığı Visegrad kasabasına da büyük bir ün kazandırmış. Pek çok edebiyatçıya göre Sırp olsa da, sosyolojik ve toplumsal açıdan nesnel ve tarafsız gözlemlerde bulunan (Rehberimiz Esmer bu görüşe pek katılmadı) Andriç, romanda Köprü kavramında Boşnakları, Sırpları ve Hırvatları buluşturmuş. Bir nevi Balkan tarihini anlatmaya çalışmış. Bunun yanında Andriç’in bir diğer önemli eseri de Travnik Günlüğü. Osmanlı ile Avusturya-Macaristan ve Fransızlar arasındaki çekişmeleri anlattığı bu roman aynı zamanda o dönemki Travnik yaşamından da parçalar sunuyor.
Otobüsten indikten sonra ilk durağımız Necip abinin ziyaret etmek istediği İvo Andriç Müzesi oldu. Normal tur programlarında burası yer almıyor. Bunda biraz da rehberlerin genelde Boşnak olması ve Andriç’e biraz mesafeli yaklaşmaları var. Esmer’de bu karardan çok memnun görünmedi ama görevini yapmayı da ihmal etmedi. Andriç’in doğduğu iki katlı ev 1874 yılında restore edilmiş ve minik bir müze yapılmış. Giriş 2,50 KM. İçeride yazara ait kişisel eşyalar, romanlarını yazarken kullandığı kalemlerden örnekler, kitapları, fotoğrafları bulunuyor. Alt kattaki bahçede ise minik bir kafeterya mevcut.
Müze gezisi tamamlandıktan sonra dik bir yamaçda bulunan ve şehrin hemen her noktasından dikkat çeken kaleye doğru yola çıktık. Gerçekten de Travnik, camileri, dar sokakları, mimarisi ve yapısı ile Amasya’nın Avrupa’daki şubesi gibi. Kaleye doğru tırmanırken buram buram Anadolu koktuğunu söyleyebilirim. Hatta bazı yerlerin küçük mescitler olduğunu söylemişti Esmer. Bunun yanında o kadar yeşil bir şehir ki anlatamam. Zaten Travnik’in kelime anlamının “otluk” olduğunu okumuştum gelmeden önce. Bunu içinde bulunduğumuz yeşille bağdaştırınca anlamını buluyor gerçekten. Pek çok noktadan akan gürül gürül sularla birleşince ortaya hem tarihi dokusu ile sizi kendine çeken aynı zamanda doğal güzellikleri ile de hayran olduğunuz bir manzara çıkıyor karşınıza.
14. yüzyılda Bosna Kralı tarafından inşa ettirilen Travnik Kalesi oldukça dik bir yamaçta. Kalenin tek girişi, etrafındaki hendeğin üzerinden geçen dar bir köprü. Köprüden aşağıya baktığımda kalenin zapt edilmesinin oldukça güç olduğunu söyleyebilirim. Fatih Sultan Mehmet ne kadar zorlandı bilemiyorum. Beşgen yapıdaki kalenin giriş ücreti 2 KM. Yüksek kulesi bugün için Müze olarak kullanılıyor. Travnik’e ait el yazmaları, kıyafetler, bazı dikiş aletleri ve fotoğraflar görebileceğiniz şeyler. Bunun dışında bir de camiisi var. Gerçi yaşadığı yangından sonra sadece minaresi ayakta Kale Camiinin. Dik surların kenarında gezerken oldukça dikkatli olmanız gerekiyor zira ciddi bir güvenlik önlemi alınmamış. Ancak tüm bunların ötesinde karşılaştığımız manzara inanılmaz güzel. Tüm şehir ayaklar altında. Yeşille bezenmiş binaları izlemek ve fotoğraflamak müthiş keyifli. Ancak yeşiller arasında bembeyaz mezar taşlarını görmek de yüreğimizi burkuyor. İnsan burada saatler geçirebilir diyerek manzaraya hakim kafeteryada soluklanıyoruz. Fiyatlar tüm Bosna’da olduğu gibi uygun: Kahve, çay 1,5 KM, soda, kola 2 KM. Bu arada kafeteryanın bulunduğu yerde hangi dönemde kullanıldığı belli olmayan bir tahta giyotin konulmuş. Kafamızı uzatarak fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyoruz.
Kaleden Panoramik Denemeler…
Kaleden aşağıya doğru yürüyüşe geçtiğimizde hemen köprünün karşısındaki duvardaki yazı dikkatimizi çekiyor: Never Forget Srebrenica. Bosna’da pek çok yerde benzer ifadeleri görmeniz mümkün. Savaşın bıraktığı izler kolay kolay silinmiyor. Çekilen acılar maalesef daha uzun yıllar hatıralardan çıkmayacak.
Merkeze, yani çarşıya indiğimizde bizi Süleymaniye Camii karşılıyor. Bezemelerinden dolayı halk arasında Alaca Camii olarak adlandırılıyormuş. 1816 yılına tarihlenen camii Travnik’de Müslümanların buluşma noktasıymış. Camiinin ön tarafında küçük bir şadırvan var. Sol tarafında da minik bir çeşme akıyor.
Yorumsuz…
Yolun karşı tarafına geçerek tipik Osmanlı yapılarının arasından ve fırından yeni çıkmış mis gibi kokan pide eşliğinde Plavo Voda’ya yani Göksu’ya geliyoruz. Rivayet odur ki Fatih şehri fethettikten sonra buraya gelmiş ve Göksu’nun kaynağından kana kana su içmiş. Bugün için burası birkaç kafeterya ve hediyelik eşyaların satıldığı bir mesire yeri olarak düzenlenmiş. Su o kadar güçlü akıyor ki yakın olduğunuzda birbirinizin söylediklerini duyabilmeniz için sesinizi yükseltmeniz gerekiyor. Suyun ilk göründüğü noktaya kadar gezdikten sonra yorgunluğumuzu atmak için Lutvina Kafeye oturduk. Kahvelerimizi söyledik (1,5 KM) ve ilginçtir ki yanında bir adet sigara ve kibritle servis edildi. Değişik bir sunum doğrusu.
Elçi İbrahim Paşa Medresesi…
Fatih’in ahitnamesi…
Travnik gezimiz sonrası otelimize vardığımızda saatler 19.45’i gösteriyordu. Son gecemiz olduğu için herkes kafasına göre dağıldı. Bir grup çarşıya giderken bazıları da bölgede gezdiler. Biz de akşam yemeğinden hemen yakındaki alışveriş merkezinde bulunan DM’den biraz alışveriş yaptık. Sonrasında ise civardaki kafelerden birinde bir şeyler içerken gezinin kritiğini yapmayı da ihmal etmedik. Herkes oldukça yorgun ama bir o kadar da memnundu. Turun organizasyonunu bizzat yaptığım için insanların tepkileri benim için oldukça önemliydi. Görülen o ki bu ekiple gezilerimiz devam edecek…
Boşnak kökenli bir insan olarak Balkanlardaki gezilerime Sırbistan’dan başlamak bazıları için ironi olarak kabul edilse de bu muazzam coğrafyayı elimden geldiğince gezmeye kendimi adadığımı çevremdeki herkes çok iyi biliyor. Niş ve Belgrad’la başlayan gezilere artık Saraybosna, Mostar, Poçitel, Blagay, Travnik, Jajce ve Konjic’de dahil oldu. Her ne kadar köklerimi deşmek gibi bir niyetim olmasa da bu muhteşem coğrafyayı görmek ve birazcık olsun tanımak inanılmaz keyifli bir olaydı. Zaman zaman güldük, bazen burulduk ama buraları çok sevdik. Herkese Bosna’ya birkaç gün ayırmalarını tavsiye ediyorum. Pişman olmayacaksınız…
Seyahatle kalın...