Uzun zamandır planlanmış olan Stockholm ve Kopenhag gezisi nihayet geldi. Aslında Stockholm’ün içine ilave edilmiş Kopenhag molası demek daha doğru belkide. Nicedir gezmek istiyordum ama gezinin başlangıcı da en az kendisi kadar ilginç: İnternette gördüğüm “TuristofKolomb” yarışmasına katıldığım gün bir kaç hafta sonra telefonla aranacağımı ve “İyi günler, Pegasus Havayolları ile yurtdışı ya da yurtiçi gidiş-dönüş uçak bileti kazandınız!” deneceğini hiç tahmin etmemiştim. Nereye gitsem, ne zaman gitsem diye düşünürken havayolu sitesinde “en pahalı nereye uçuyor” diye küçük bir araştırma yaptım ve Stockholm’ün en pahalı destinasyon olduğunu gördüm. Neredeyse karar vermiştim ki çok sevdiğim bir dostum “Ya, oraya kadar gitmişken sabah erkenden atla trene, Kopenhag’a git ve orayı da gör. Kopenhag’a özel olarak gitmezsin…” deyince kafam karıştı. Nasıl gider dönerim diye düşünürken Pegasus’dan aradılar. Bende onlara Stockholm gidiş, Kopenhag dönüş olup olamayacağını sordum. Bir kaç saat sonra bana döndüklerinde cevap olumluydu. Biletleme işlemi bittikten çok sonra görev gereği o tarihlerde İzmir’de olma zorunluluğu ortaya çıkınca yeniden Pegasus’la irtibata geçtim. Küçük bir ücretle bana yardımcı oldular. İşte İzmir’de başlayıp İzmir’de bitecek olan “bedava” mini İskandinavya gezim böyle başladı.
Monica oldukça iyi bir ev sahibi idi. Odam gayet geniş, rahat ve güneş alıyordu.Merkeze giymek için kullandığım Rinkebymetro istasyonu sanki sanat galerisi gibi döşenmişti. Bazı kazılardan çıkan şeyler, heykeller farklı noktalarda sergileniyordu… 17 Temmuz sabahı 07.55’de İzmir’den havalanan iç hat uçağı İstanbul’dan 10.50’de hareket etti. Pilotun iniş için alçalmaya başlıyoruz anonsundan sonra pencereden dışarıya doğru baktığımda yüzlerce hatta binlerce küçük adacıkgördüm. Bolca mavi ve yeşilin arasına serpiştirilmiş küçük evler harika bir manzara sunuyordu.Coğrafya gerçekten yemyeşil, insanı kıskandıracak kadar güzel. Bakmaya, izlemeye doyamıyorsunuz.
İsveç’in en büyük havalimanı olan Arlanda, Stockholm’ün yaklaşık 40 km uzağında yer alıyor. Beş farklı terminaliyle oldukça büyük olduğunu söyleyebilirim. İki ve beş no’lu terminaller uluslararası uçuşlara ayrılmış. Uçaktan indikten sonra oldukça uzun bir yürüyüş sonrasında bavulları alacağımız yere geldim ama bekle allah bekle bavul gelmez. Bir ara umudu kestim ve “evet Hakan bey, bavul yok, uğraş bakalım şimdi”diye aklımdan geçmedi değil. Tam hayal kırıklığım doruğa ulaşmıştı ki o anda benzeri olmayan annemin alacalı bulacalı renklerdeki sevimli bavulu çıktı ortaya. Yine de birkaç dakika farkla havalimanına inen dört farklı uçağın bavullarını tek bir yerden geçirten Arlanda havalimanı yer hizmetleri firmasını kınamadan geçemeyeceğim.
Şehrin tarihi bölgesi olan Gamla Stan’a doğru yollandığınızda ilk dikkatinizi çeken şey kuşkusuz Kraliyet Sarayı. Gamla Stan’a vardığınızda bölgenin kalbi Stortorget. Elbette Nobel Müzesi de bunun en göz alıcı parçalarından birisi… Zaten Terminal 5’e indiğimiz için Turizm Danışma Merkezini (Visitor Center) bulmam çok zor olmadı. Daha önceden internetteki www.visitstockholm.com sitesinden satın almış olduğum üç günlük Stockholm Kartımı almak için yanımdaki çıktıyı bankodaki görevliye verdim. Bana kartımla birlikte bir müzeler haritası ile etkinlik takvimi verdi. Bu arada şehrin haritası ile farklı etkinlikler hakkındaki broşürleri buradan ücretsiz alabileceğinizi belirtmeliyim. Eğer burayı pas geçtiyseniz merak etmeyin, şehrin farklı noktalarına dağıtılmış onbinlerce harita ve broşür mevcut.
Bu arada Stockholm Kartla ilgili küçük bir ipucu vermem lazım. Kartı satın alırken 3 günlüğü işaretledikten sonra sizden promosyon kodu istenen bir yer var. Oraya IKEA yazdığınız zaman 3 günlük karta iki günlük kart ücreti ödüyorsunuz. İnternette araştırma yaparken yabancı bir forum sitesinde tamamen tesadüfen karşılamıştım. Farklı tarihlerde yenilense de 31.12.2014 tarihine kadar geçerli olduğu belirtilmişti. İşimi garantiye almak için gitmeden IKEA Aile kartı da çıkardım ama kimse sormadı. 3 günlük kart 825 SEK iken ben 2 günlük parası olan 675 SEK ödedim. 1 Euro yaklaşık 9 SEK dersek şaka bir yana hemen hemen 17-18 Euroluk bir avantajı oluyor. Sizde Stockholm gezisine çıkmadan önce yabancı siteleri şöyle bir tarayın derim. Hiç belli olmaz, belki de kampanya yeniden başlar ve siz de bu işten karlı çıkarsınız. Benden söylemesi.
”Lego Evler” meydana keyifli bir hava katmış.Vasterlanggatan, Gamla Stan’ın alışveriş caddesi olarak biliniyor. Arada dondurmacılar, minik büfeler ve kafelere de rastlamanız mümkün… Peki gerçekten Stockholm Kart avantajlımı derseniz bunun cevabı birazda size bağlı. Ben merkeze yakın bir yerde kalırım, bir iki sefer dışında toplu ulaşıma binmem (75 dakikalık tek bir bilet 36 SEK, üç günlük sınırsız ulaşım bileti 230 SEK), hiç kapalı mekan sevmem, sadece bir ya da iki yeriziyaret ederim, derseniz gerek yok. Ama nispeten ekonomik olsun diye bir kaç metro durağı mesafede bir yerde kalıyorsanız, üç ve daha fazla noktayı ziyaret edecekseniz, tekne turuna da meraklıysanız düşünmeye gerek yok. Hele IKEA indirimi yakalarsanız tek bir saniye dahi yok...
Kalacağım yeri daha önceden airbnb sitesinden ayarlamıştım. Merkeze sekizmetro durağı uzaklıktaki iki odalı evin bir odasını tuttum. Aslında ev iki katlı ve ikinci katta ev sahibi yaşıyor, diğer kattaki iki odayı da turistlere kiraya veriyor. İsveç oldukça pahalı bir ülke, elbette Stockholm’de. Banyo paylaşımlı böyle bir odaya bile geceliği yaklaşık 35 € ödedim. Adresler açık olmasına rağmen ev sahibim Monica evi bulmam konusunda bana alternatif ulaşımlar vermişti. Stockholm Kartım olduğu için Arlanda Havalimanındaki tren istasyonundan kalkan “Commutertrain” ile gelmek çok mantıklı idi. Normalde fiyatı 115 SEK olan bu tren için kartım olduğundan dolayı 75 SEK ödedim. Monica trenle merkez istasyona kadar gelebileceğimi ama buna gerek olmadığını, yaklaşık 20 dakikalık bir yolculuktan sonra Sollentuna tren istasyonunda inerek E durağından 179 no’lu mavi belediye otobüsüne binerek RinkebyCentrum da inebileceğimi söylemişti. Haritayı inceleyip mantıklı olduğunu görünce aynen uyguladım. Otobüsten indikten sonraki karışıklık olursa oradaki Mahans Gross Süpermarketine “Radhus’u sor” diye not etmişti. Sordum ve çocuk gösterdikten sonra saat 15.00 da Monica’nın karşısına dikildim.
Storkyrkan, oldukça etkileyici bir yer.Arka tarafta yer alan ejderha üzerindeki Aziz George heykeli şehrin simgelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Bunun aynısından bahçede de bir tane bulunuyor… Odam gayet güzel, tam resimlerde gördüğüm gibi. Monica anahtarı ve bazı giriş çıkış bilgilerini verdikten sonra evden ayrıldım. Yaklaşık 300 metrelik bir yürüyüşten sonra Rinkebymetro durağına vardım. Stockholm’de metroT harfiyle gösteriliyor. Evden metroya doğru yürürken etrafımı izlediğimde bölgede daha çok Arapların ve Afrikalıların yaşadığı izlenimi kaldı bende. Neredeyse hiç sarışın yani klasik İsveçli görmedim diyebilirim.
Metro yolculuğum son durak olan Kungstradgarden’da son buldu. İstasyondan ayrıldıktan sonra dosdoğru denize doğru yollandım. Hava yaklaşık 25 derece ve günlük güneşlik. Limanda gemiler demir atmış, kimi yolcularını bekliyor kimisi de salına salına gidiyor. Henüz şehri tam anlayamadığım için harıl harıl haritadan tespitler yapmaya çalışıyorum.
Başkent Stockholm’ün merkez nüfusu yaklaşık 900.000 iken çevresi ile birlikte bu rakam 1,5 milyonu buluyor. Minik adalar ve birbirine açılan kanallardan oluşan Stockholm “Kuzeyin Venedik”i olarak adlandırılıyor. Stockholm’ün merkezi dört farklı bölgeden oluşuyor: Kungsholmen, Södermalm, Norrmalm ve Östermalm. İlk ikisi adayken diğerleri anakaraya bağlı parçalar. Bu arada minik adacıklar da mevcut. Bunlardan en meşhuru kuşkusuz tarihi şehir merkezinin yer aldığı Gamla Stan. Müzeleriyle ünlü Djurgården ise bir diğer adacık. Bu adaların tamamı farklı büyüklükteki köprülerle birbirine bağlanıyor. Bünyesinde 100’den fazla müze ve benzeri sanatsal yer olduğu için aynı zamanda “Müzeler Kenti” olarak da biliniyor. Son olarak şehrin oldukça yeşil olduğunu, pek çok noktada parklar hatta “ormanlar” olduğunu söylemeliyim. Stockholm, suyun ve yeşilin iç içe geçtiği keyifli bir şehir.
Gamla Stan’ın dar sokaklarında dolaşırken başka diyarlara ve zamanlara gidiyormuş gibi hissediyorsunuz. Bunlardan birisi olanMarten Trotzigs Sokağı, 90 cm lik genişliği ile en dar sokak… Deniz kenarındaki Strömkajen’de tekne turlarının yapıldığı yerden tekne turunun (Royal Canal Tour) saatlerini kontrol ediyorum zira Stockholm Karta bir adet tekne turu da dahil. 10.30’dan itibaren 19.30’a kadar her saat yapılan turun normal fiyatı 170 SEK. Aslında bir başka noktadan kalkan Tarihi Kanal Turu (Historical Canal Tour) da var ama gelmeden önce internetten yaptığım araştırmalar neticesinde diğerine katılmaya karar vermiştim. Ama şimdi tur zamanı değil; Strömbron Köprüsü üzerinden ver elini tarihi şehir merkezi yani Gamla Stan.
Gamla Stan, Stockholm’ün kalbi ve en turistik bölgesi olarak kabul ediliyor. 13. yüzyıla tarihlenen bölge şehrin ilk kurulduğu yer. 17. yüzyılın sonlarında çıkan yangınla önemli bir tahribat geçirse de sonradan aslına uygun olarak restore edilmiş. Minik bir adadan oluşan Gamla Stan, Kraliyet Sarayı ve bünyesindeki bazı müzeler, Storkyrkan Katedrali, Nobel Müzesi, Posta Müzesi, dar ve renkli sokaklar ile hediyelik eşya satan dükkânlardan oluşan şirin bir yer. Oldukça fazla sayıda sanat galerisi olduğunu da belirtmem lazım.
Tyska Meydanı, birkaç kafesi ile insanların soluklandığı bir yer… Günün ilk bölümünü kaçırdığım için zamanı verimli kullanmak adına plan yapıyorum. Maalesef mevsim yaz olsa da Stockholm de pek çok müze ve mekân 16.00 – 17.00 gibi kapanıyor. Saat zaten 16.00’yı geçtiği için çok da fazla bir alternatifim kalmıyor. Bende öncelikle Kraliyet Sarayını es geçip tarihi bölgenin kalbi olarak adlandırılan Stortorget’e geldim. Küçük, kare meydan Gamla Stan’ın kalbi adeta. Etrafında kafe ve restoranları ile meydan ünlü Nobel Müzesine de ev sahipliği yapıyor. Bugün Nobel Müzesi olarak bilinen yapı ilk kurulduğunda Borsa Binasıymış. 1900’lerin başlarında Akademiye geçtikten sonra amaç değiştirerek zamanla bugünkü halini almış. Meydanın oldukça kalabalık olduğunu söylemeliyim. Bunda meydanın ortasında orguyla keyifli müzikler çalan arkadaşın bir katkısı varmı bilmiyorum ama kaynaklar her daim hareketli bir yer olduğunu söylüyor. Bir tarafında bulunan renkli küçük evler de oldukça keyifli bir hava katmış. Bu tarz renkli ortaçağ yapılarına Brüksel, Brugge, Frankfurt gibi diğer Avrupa şehirlerinde de sıklıkla rastlıyorsunuz. Ben bunlara kısaca “Lego Evler” diyorum.
Stockholm merkezde nereye dönerseniz dönün deniz ve nefis yapılarla karşı karşıyasınız. Şehir Müzesi de bunlardan bir tanesi… Keyifli müzik eşliğinde meydanda bir miktar soluklandıktan sonra hemen arka tarafta görünen Katedrale doğru yürüdüm. Saat 18.00 de kapanacağı için halen vaktim olduğundan içeriye daldım. Ama ücretliymiş, 40 SEK. Kilise ya da katedrallerin ücretli olmasını bir türlü anlamamışımdır. İbadet yerinden niye ücret alıyorsun ki. Haa, hiç gezmeye izin vermezsin anlarım ama böylesi biraz saçma oluyor. Neyse ki Stockholm Kart burada da işe yarıyormuş.
Storkyrkan yani katedral 1279 yılında inşa edilmiş ama 14 ve 15. yüzyıllarda ciddi ilave ve değişiklikler görmüş. Dış tarafı da 1700’lü yıllarda yenilenmiş. Kilise katedral ünvanını 1942 yılında almış. Kralın düğün töreni 1976 yılında burada yapılmış. İçerinin oldukça etkileyici olduğunu söylemem lazım. Özellikle ileride sol tarafta ejderhanın üzerinde bulunan Aziz George heykeli muhteşem. 1489 yılında yapılan heykel gerçekten göz alıcı. Hemen sol tarafındaki devasa resim o kadar büyük ki ne olduğunu bir türlü anlayamadım. Olduğu gibi gümüşten yapılmış olan altar da en az heykel kadar göz alıcı. Orta bölümde kraliyet taçlarının bulunduğu bölüm sadece kral veya kraliçe bir törene katıldığında kullanılıyormuş. Kim ne derse desin katedral mutlaka görülmesi gereken bir yer.
Skyview, adına yakışır biçimde sizi alıyor ve gökyüzüne doğru fırlatıyor sanki. Başta biraz korkuyorsunuz ama sonradan alışıyorsunuz… Katedralden ayrıldıktan sonra alt taraftan Vasterlanggatan’dan devam ettim. Burası tarihi bölgenin alışveriş caddesi diyebiliriz. Sağlı sollu hediyelik eşya dükkânları, yer yer restoran ve kafeler misafirlerini bekliyorlar. Ana caddeyi kesen daracık sokaklarda dolaşmak ve fotoğraf çekmek büyük keyif veriyor. Tarihi doku neredeyse tamamen korunmuş, bizdeki gibi rant uğruna feda edilmemiş. Neyse girmeyelim bu konulara...
Caddenin sonundaki Tyska Meydanına varmadan hemen sol tarafta yer alan Marten Trotzigs Sokağı bölgenin en dar sokağı. Sadece 90 cm genişliğinde. Şişman birisi yolda dursa hiç kimse geçemeyecek kadar dar. Bende hemen konumun önemine binaen fotoğraf çekmeyi ve çektirmeyi ihmal etmedim elbette. Minik TyskaMeydanının bir tarafı tamamen kafelerle dolu. Gamla Stan’ın yorgunluğu burada atılıyor demek ki. Hava güneşli ve gezi için harika bir gün doğrusu.
Yukarıda manzara güzel ama tarihi bölgenin oldukça dışında kaldığı için beni fazla etkilemedi. Bu konuda Belediye Sarayının kulesini tek geçerim doğrusu. Yine de 130 metre yükseklikten panoramik bir manzara seyretmek güzel… Yolun karşı tarafına geçtiğimde artık Södermalm’daydım ve hemen başlangıcında Stockholm Şehir Müzesi (Stadsmuseet) vardı. Normalde saat altıda kapanan müze perşembe günleri sekizde kapandığı için daldım içeri. 100 SEK giriş ücreti var ama Kartım sağ olsun. Üç katlı müze, kuruluşundan günümüze Stockholm hakkında bilgi veriyor. Evlerin yapısı, odaların nasıl düzenlendiği, sokak yaşantısından örnekler, eski pazar yerlerine yönelik canlandırmalar, bolca resim... En ilgimi çeken bölüm ise bir zamanlar şehrin tehlikeli ve acımasız yüzünü anlatan bölümdü. Bugün için Avrupa’nın en yaşanılası şehirlerinden olan Stockholm bir zamanlar bayağı sıkıntılı dönemler geçirmiş anlaşılan. Bu arada yakın zamanda Müzenin 2017 ortalarına kadar kapanacağına yönelik bir duyuru okuduğumu hatırlıyorum. Bu yüzden ziyaret etmeyi düşünenler Müzenin internet sitesinden bir kontrol etsinler.
Şehir Müzesinden çıktıktan sonra Slussenmetro durağından T19’a Hagsatra yönüne bindim ve Globen’de indim. Buraya geliş amacım dünyaca ünlü Ericsson firması tarafından inşa edilen devasa top biçimindeki Arena üzerindeki Skyview’e binerek şehri yukarıdan izlemek. Ericsson Globe Arena ya da kısaca Globen dediğimiz yapı, yaklaşık 110 metre çapa sahip daire biçiminde 16.000 kapasiteli bir Buz Hokeyi sahası. Zaman zaman konserler de yapılıyormuş. 2010 yılında Globen’in dış tarafına, raylı sistemle hareket eden, daire şeklinde iki farklı tüp ilave edilmiş ve adına Skyview denilmiş. Amaç, insanlara yaklaşık 130 metreden keyifli bir Stockholm manzarası seyrettirmek. Bunun bedeli de 145 SEK, yani yaklaşık 17 €. İsveç gerçekten dedikleri kadar pahalı bir ülke.
Saat 21.00’i geçmesine rağmen Medborgar Meydanı hareketli. Monteliusvagen’de yürümekse süper keyifli bir aktivite. Herkese şiddetle tavsiye ederim. Hatta yanınızda içecek şeyler götürürseniz kısa molalarla daha da keyifli bir zaman geçirebilirsiniz… Bilet bedelini Kartımız sayesinde pas geçerek 20.10’daki kapsüle biletimi aldım. Yaklaşık 35 dakikalık bekleme işini, çapraz karşısında bulunan McDonalds’da kahve içerek tamamladım. (12 SEK) Zamanı gelince bizi bir odaya aldılar. Skyview’in yapılışını anlatan kısa bir filmden sonra topluca kapsüllere bindik. En çok 16 kişi kapasiteli kapsül yavaş yavaş yükselmeye başladı ve biraz korktum açıkçası. Kapsül yukarıya çıktıkça şehir de ortaya çıkmaya başladı ve korku yerini meraka bıraktı. Kapsül tam bir tur atıyor ve diğer tarafta tamamlanıyor. Yaklaşık 20 dakikalık tur boyunca bol bol foto çektim. Kapsülün içinde gördüğünüz yerlerin ismini gösteren resimler mevcut. Peki değer mi bu kadar para ödemeye? Bence değmez zira tarihi bölgenin dışında olduğu için resmedilecek yerler çok uzak kalıyor. Ama Stockholm Kart aldıysanız, zamanınız da varsa neden olmasın ki.
Tekrar metroya binerek Södermalm’ın en hareketli yeri olan Medborgar Meydanına geldim. Bir tarafı kafelerle dolu büyük meydan her haliyle keyifli. “Halk Meydanı” olarak da biliniyor ve 1 Mayıs gibi demokratik haklarla ilgili kutlamalar burada başlıyormuş. Saat 21.00 olmasına rağmen hava aydınlık. Ama güneş yan yatmaya başlayınca hava serinlemeye başladı. Meydanda biraz dolaştıktan sonra Folkungagatan’dan ilerleyip sonrasında sola dönerek Fotografiska Müzesinin oraya geldim. Aslında vaktim vardı ve 22.00’da kapanıyordu ama canım kapalı alan istemediği için bir başka popüler nokta olan Monteliusvagen’e yollandım.
Monteliusvagen’den manzaralar… Monteliusvagen yaklaşık 500 metrelik özel bir yürüyüş yolu. Tahtalarla bezenmiş bu yolun en büyük esprisi, başta Belediye Sarayı olmak üzere karşı taraftaki Kungsholmen’in keyifli manzarası. Yürürken genci yaşlısı pek çok insanın yemeklerini, içeceklerini alarak manzara karşısında sohbet ederek kadeh kaldırdıklarına şahit oldum. Güneşin batmaya çalıştığı saat 22.00 civarında harika bir manzara eşliğinde akşam yürüyüşümü yaptım. Bazen kısa molalar vererek elimdeki amatör makinenin elverdiği ölçüde fotoğraflar çekmeye çalıştım.
Yürüyüş yolunu tamamladıktan sonra deniz kenarına indim ve biraz ilerledikten sonra Gamla Stan metro durağından metroya bindim. Bir durak sonra merkez tren istasyonunda inerek, nispeten sessiz ve sakin sokaklarda yaklaşık 900 metrelik bir yürüyüş sonrası Norrlandsgatan, 13 numaradaki Vigarda’ya geldim. Vigarda aslında bir hamburgerci. İnternette gezinirken orada yaşayan kişilerin katıldığı bir forumda adını duymuş ve özellikle methedilen tavuklu burgerini yemeye gelmiştim. İsveç mutfağı yabancılar açısından çok renkli ve çeşidi bol bir mutfak değil. Öyle ki ne yesem diye araştırırken birkaç seçenekten birisi burger oluyor. Mekanın kendisi de çok güzel ve değişik. Siparişimi verdim, 70 SEK değerindeki şey eğer tavuk burger ise ülkemizdeki çok uluslu büyük firmalar yıllardır bizi kandırıyorlarmış. Patatesle ve özel soslarla servis edilen burgeri bir kaç dakikada mideye indirdim ve şehre ilk geldiğim Kungstradgarden metro durağından evin yolunu tuttum. Eve vardığımda saatler gece yarısını gösteriyordu...
Vigarda, kendi alanında oldukça iyi bir restoran. Ambiyansı da etkileyici diyebilirim. Burgerin sunumu da hoşuma gitti doğrusu… 18.07.2014
Stockholm gezimin ikinci gününde hava yine harika. Monica’nın evi şehrin gürültüden uzak sakin bir bölgesinde yer aldığı için deliksiz ve rahat bir uyku çektim. Monica, bir gün önceden kahvaltılık malzemelerin yerini göstermişti. Kahve eşliğinde kahvaltımı yapıp evden çıktığımda saat tam 09.00’u gösteriyordu. Bir gün önceki gibi metroya binip son durakta indim. Sabahki programım Djurgarden’ı gezmekti. Değişiklik olsun diye feribotla gitmek için Nybroplan limanına geldim ama daha feribotun kalkmasına 20 dakika olduğunu öğrenince vazgeçerek hemen caddenin başındaki 7 no’lu tramvaya doğru yollandım. Bir kaç durak sonra tramvaydan indiğimde Skansen karşımdaydı.
Skansen, dünyanın ilk açık hava müzesi olarak biliniyor. 1891 yılında halk bilimci, öğretmen Artur Hazelius tarafından oluşturulan Skansen’in kuruluş amacı, İsveç’in farklı bölgelerinde bulunan geleneksel yaşamı ve folklorik özellikleri bir arada sunmakmış. 300.000 m2lik kocaman bir alanda 150 kadar ev ve benzeri geleneksel yapı, evcil ya da vahşi 75’den fazla türün yaşadığı bir hayvanat bahçesi, akvaryum ve bolca yeşil alan bulunuyor. Ayrıca 1897 yılında inşa edilmiş küçük bir feniküler de var. Yalnız Skansen’i yapılmış ve bitmiş bir müze gibi düşünmeyin; müzede yaşam devam ediyor. İçeride yerel kıyafetlerle dolaşan köylüler, cam ve ahşap oymacılığı yapan ustalar, hemen yanı başınızdan fırlayan sincaplar ve tavus kuşları capcanlı ve gerçekler.
Burası aslında Skansen’e giriş yapılan kapı değil. Ana kapı yaklaşık 1 km daha ileride. Normal şartlarda buradan çıkış yapıyorsunuz. Lemurlar açıkta ve kendilerini besleyecek misafirlerini bekliyor…
Önce çok ürktüğümü itiraf etmeliyim, sonradan hoşuma da gitmedi değil. Teni buz gibi, kafası yukarıya doğru kalktığında ürperdiğimi hatırlıyorum. Skogaholm Manor Skansen’deki en gösterişli yapılardan birisi ama içeriden çok fazla bir şey beklemeyin… Girişin daha kalabalık olmasını beklemiştim ama nispeten sakindi. Giriş ücreti yılın farklı dönemlerine göre değişiyor. Temmuz ayında 170 SEK idi ve elbette Kartım bunu da halletti. Giriş biletiyle beraber size renkli ve oldukça detaylı bir park haritası veriyorlar. Görevlinin tavsiyesi ile ana girişin sağ tarafında Skansen Akvaryuma ilerledim. Adı akvaryum ama bir akvaryumdan daha fazlasını sunuyor. Hayvanlar ortalıkta dolaşıyor, hele o lemurlar yiyecek var mı diye neredeyse ceplerimi kontrol edecekler. Tam onlara konsantre olmuşken tepemden maymunların zıpladığını fark ediyorum. Biraz ilerlediğimde devasa timsahın sanki beni beklediğine, dik dik suratıma baktığına yemin edebilirim. Akvaryumun bir yerinde küçük bir amazon havası yaratmışlar. Toplasanız 100-150 metrekare ama üstünüzden maymunlar geçerken, kertenkeleler hemen önünüzden koşuyorlar. Buradan çıktıktan sonra yılanlar ve sürüngenlerle dolu odayı ziyaret ettim. Sonunda görevli bayan, camekânın içindeki yılana dokunabileceğimi söyleyince ürkmüşüm. Derisi kaygan ve buz gibi soğuk. Benim için çok farklı bir deneyim olduğunu söylemeliyim.
Akvaryumdan sonra döneme ait bir soylunun evini (Skogaholm Manor) ziyaret ettim. Başka yerdeki evleri ve yapıları buraya naklederek bir tür açık hava müzesi yapmışlar. Küçük bir köy ortaya çıkardıkları bölümde demirci, fırıncı, cam ustası hepsi geleneksel kıyafetleriyle sizlere gösteriler sunuyorlar. Bu arada kabak, lahana ve daha pek çok sebze-meyve de yetiştiriliyor. Bir noktadan sonra küçük çocuklar için hazırlanmış evcil hayvanların bulunduğu yerin yanından geçerek İskandinav yaban hayvanlarının bulunduğu hayvanat bahçesine geldim. Hayvanlar doğaya yakın ortamlarında yaşıyorlar. Kurt, vaşak, boz ayı ve Avrupa bizonu ilginç olanlardı. Bölgesine giren bir sincabın peşinden dakikalarca takip eden vaşakı izlemek ayrı bir keyifti. Besliyorsun ama hayvan doğası gereği vahşi tabi...
Skansen’de hayat devam ediyor. Doğal yaşama dair pek çok şey bulabileceğinizden şüphem yok… Yaklaşık iki saatlik turdan sonra Skansen’den ayrılarak Nordiska Müzesine yollandım. Bu arada yol boyunca üç taraflı ağaçların arasından yürümek, güneşli ve temiz havayı ciğerlerinize çekmek harikaydı. Sesli anlatım da dahil (maalesef Türkçe dil seçeneği yok) 100 SEK bilet ücreti olan Nordiska Müzesinde İsveç halk kültürüne ait ne ararsanız var. Skansen’in kapalı alandaki benzeri diyebiliriz zira burası da Hazelius tarafından oluşturulmuş. Girdiğim anda büyük dikdörtgen salon tüm haşmetiyle beni karşılıyor. Daha onun şokunu atamadan devasa Gustav Vasa heykeline hayranlıkla uzun uzun bakıyorum. Heykel gerçekten çok büyük, yanında küçücük kalıyorsunuz. Sesli anlatım olunca biraz daha rahat ve anlaşılır biçimde gezebiliyorsunuz. Geçmişten günümüze kıyafetler, tahta oyuncak arabaların yer aldığı sergi, üzerinde farklı dönemlere ve farklı sınıfsal statülere ait yemek maketlerinin bulunduğu yemek masaları- ki ben burayı çok çok beğendim-, mücevherler ve takılar, dönemin askeri ve sivil kıyafetleri, günümüze kadar gelen oda ve salon yerleşimleri, tablolar ve fotoğraflar... Bir saatin nasıl geçtiğini anlamadım, gerçekten keyifli olduğunu söyleyebilirim. Bence Stockholm’e gelen herkesin Skansen’le beraber Nordiska Müzesini de ziyaret etmesi lazım. Böylece İsveç geleneksel yaşamı hakkında harika şeyler öğrenebiliyorsunuz.
Skansen’den dışarıya çıktığımda Nordiska Müzesi’ne doğru insana keyif veren bir yoldan yürüyorsunuz. Her ne kadar İskandinavya’da bunu söyleyeceğimi düşünmemiş olsam da yakıcı güneşin etkisini de azalttığı için ayrıca güzel olduğunu söylemeliyim…
Gustav Vasa heykeli oldukça haşmetli. Bu arada binanın kendisinin de etkileyici olduğunu söylemem lazım. Her katında neredeyse her odasında farklı bir güzellik sizleri bekliyor… Buradan sonraki durağım belki de Stockholm’ün en meşhur turistik noktası olan Vasa Müzesi oldu. Vasa, ayakta duran tek 17. yüzyıl gemisi. İsveç Kralı Gustav II. Adolf'un emirleri ile yapılmış. Yapımı yaklaşık iki yıl sürmüş. Bitirildiğinde, o güne kadar yapılmış olan gemilerin en güçlüsü imiş. Orijinal parçalarının %95’ten fazlası korunmuş. Trajikomik hikâyesini Müzenin kendi internet sitesinden Türkçe okuyalım: 10 Ağustos 1628 tarihinde büyük bir savaş gemisi Stockholm limanından ayrılmak üzere yelken açmıştı. Henüz yeni inşa edilmiş olan bu gemiye tahttaki Vasa soyunun arması olan Vasa adı verilmişti. Bu heybetli olayı kutlamak için, yan taraflarındaki lombarların içinden dışarı çıkan toplardan bir selamlama atışı yapılır. Güçlü gemi liman çıkışına doğru yavaş yavaş yol alırken, aniden şiddetli bir fırtına çıkar. Vasa yana yatar ancak kendi kendine tekrar toparlanır. İkinci bir fırtına darbesi gemiyi yan yatırır. Açık top lombarlarından içeri su dolar. Vasa, 150 tayfasının en az otuzunu, belki de ellisini de kendisiyle beraber dibe batırır.”
Vasa’nın tekrar gün ışığını görmesi, 333 yıl sonra özel araştırmacı Anders Franzen’in keşfiyle olur. Gemi başlı başına nadide bir parçadır ama onunla birlikte 700’ü heykel olmak üzere 14.000 civarında tahta cisim de kurtarılmış ve bakımdan geçirilerek orijinal yerlerine yerleştirilmiş. Peki Vasa neden batmıştı? Elbette planlar, gemi üzerinde çalışma başladıktan sonra değiştirildiği için batmıştı. Kral bordoda normalden daha fazla sayıda top bulunmasını istemiş. Toplar için iki ek güverte ile yüksek bir üst yapı yapılmış. Geminin altı geminin suda sabit durabilmesini sağlamak için safra olarak görev yapan büyük taşlarla doldurulmuş. Ancak Vasa’nın üst kısmı çok ağır olduğundan, taşımış olduğu 120 tonluk safra yeterli gelmemiş ve……
Stockholm gezisi hakkında hangi kaynağı okursanız okuyun Vasa Müzesi mutlaka yer alıyor… 1628 yılında denize indirildikten hemen sonra batan bu devasa gemiyi izlemek gerçekten çok keyifliydi. O döneme ait eserler, eşyalar, gemide yaşam, bazı salonlarda yapılışı ve batışına dair gösterilen filmlerle sadece tek bir nesneye ait muazzam bir müze yapmış adamlar. Kendinizi o dönemde hissetmemeniz mümkün değil. Bu arada İtalya’daki Pisa Kulesi’nden sonra bir başka mühendislik rezaleti daha her yıl yüzbinlerce turisti kendine çekiyor. Gerçi Vasa’nın gün ışığına çıkarılışı ve orijinal halini koruması diğerinden biraz daha farklılık yaratıyor ama neyse…
Djurgarden’de son ziyaret noktam ise Avrupa’nın en büyük lunaparklarından birisi olan Gröna Land. Aslında bu tarz yerler çok da ilgimi çeken noktalar değil ama Stockholm Karta dahil olduğu için ve buraya kadar gelmişken şöyle bir bakayım dedim. Normalde giriş ücreti 110 SEK ama içerideki atraksiyonlar için ayrıca ücret ödemeniz gerekiyor. 30 SEK vererek tek bilet alabileceğiniz gibi 320 SEK ödeyerek tüm gün boyunca istediğiniz kadar kullanabileceğiniz biletler de alabilirsiniz. Oldukça kalabalık, bol gürültülü, özellikle roller coaster ve bazı diğer atraksiyonlardan dolayı bayağı heyecanlı bir yer. Ama hiç denize sıfır bir lunapark görmediğimi itiraf edeyim. Bu yüzden hem notlarımı almak hemde bu gürültüye rağmen denizin keyfini çıkarmak için kafeye oturup bir kahve ile kek aldım. (30 SEK)
Özellikle çocuklarla birlikte geziyorsanız Gröna Land tam size göre bir yer… 7 no’lu tramvaya binerek yeniden Nybroplan’a geldim. Bu noktada hedefim 125 yıllık yemek çarşısı Östermalm Food Hall ya da Saluhall. Dışarıdan bakınca müze zannedilen kırmızı tuğladan yapılmış olan kübik bina son derece estetik görünüyor. Deniz ürünleri başta olmak üzere şarküteri ve peynir ürünleri ve tatlı satın alabileceğiniz mekanlar var. Ayrıca birkaçı üst katta ama daha çok alt katta pek çok restoran bulunuyor. Bu tarz yerleri gezmeyi hep sevmişimdir ama içerideki yemek kokuları beni rahatsız etti. İsveç mutfağına özgü fazla bir yemek olmadığı için yuvarlak ve küçük et parçalarının patates ve soğan eşliğinde tavada kızartılması ve üzerine yağda pişmiş yumurta eklenmesi ile yapılan “Pytt i Panna”yı deneyeyim dedim ama içinde domuz olunca vazgeçtim. Bu seferde “smörgas” dedikleri sandviçlerinin tadına bakayım dedim. Bir dilim ekmek üzerine biraz yağ sürüyor ve sonra sen hangi malzemeden istersen ondan koyuyor. Kokular beni rahatsız edince karidesli yeşillikli olanı istedim ve attım kendimi dışarı. Gayet lezzetli ama beni doyurmayan bir şeye de 150 SEK ödediğimi belirtmem lazım. Yani neredeyse 18 Euro. Bu paraya pek çok Avrupa şehrinde turist menüsü yiyebilirsiniz. Bu İsveç gerçekten pahalı bir ülke ya…
Saluhall keyifli bir yer. Dışı da en az içerisi kadar estetik… Bundan sonra yaklaşık bir saat kadar trafiğe kapalı sokaklarda dolaştım. Tanıdık ya da tanımadık pek çok mağazanın vitrinlerini incelerken ister istemez etiketlerde yazılı tutarları kafamda çevirerek kıyaslamalar yaptım. Metro durağını sıkça kullandığım Kungstradgarden, aynı zamanda şehrin ortasında, limana yakın bölgede nefis bir park. Kuzey tarafındaki büyük havuzda çocuklar aileleriyle birlikte güneşli temmuz gününün keyfini çıkarıyorlar. Anne babaların ellerinde fotoğraf makineleri ya da cep telefonları, havuzdaki çocukların bu mutlu anlarını ölümsüzleştiriyorlar. Parkın batı tarafında bolca kafeler ve restoranlar mevcut. Her iki tarafta ve ortasında bulunan devasa ağaçlar çok keyifli bir hava veriyor. Banklarda kitap okuyanlar, sere serpe uzananlar, çimlik alanda top oynayan çocuklar. İnsanların mutluluğu ve heyecanı yüzlerinden okunuyor. Benim gibi bazı turistleri ekonomik anlamda hırpalasa da Stockholm sokakları insana ayrı bir huzur ve dinginlik veriyor.
Kungstradgarden Stockholm’lülerin çok sevdiği bir bölge. Gündelik yaşamın içinde ne ararsanız bulabiliyorsunuz… Kısa bir yürüyüş sonrası Norrbro Köprüsünden geçerek yeniden Gamla Stan’a geldim. Buraya her gün uğramam için pek çok sebep var ama bu seferki hedefim Kraliyet Sarayı’nı gezmek. İsveç Kralının resmi ikametgâhı ve ana kraliyet sarayı olan Royal Palace ilk kez, 13. yüzyılda, Mälaren Gölünü ve doğal olarak şehri düşman saldırılarından korumak amaçlı bir kale olarak inşa edilmiş. (Bu arada yeri gelmişken Malaren’in denizle bağlantısı olmasına rağmen kaynaklarda ısrarla göl diye anılmasına da şaşırıyorum doğrusu) 17. yüzyılda çeşitli ilaveler yapılmış ancak 1697 yılında çıkan yangında, kuzey tarafı hariç, büyük tahribat görmüş. Yaklaşık 60 yıl süren inşaat sonunda kraliyet ailesi yeniden Saraya taşınmış. Bugünkü halini ise 1850’lerde almış.
Royal Palace içindeki daireler bölümü ile hazineler bölümü bence en güzel yerler… Dışarıdan baktığınızda ihtişamı ve asaleti hissetmemeniz mümkün değil. Dış duvarlardaki işlemeler ve figürlerdeki ince işçilik harika. Farklı dönemlerde ilaveler yapıldığını da kolayca gözlemleyebiliyorsunuz. Bugün için Sarayın bazı bölümleri, farklı konularda müze olarak kullanılıyor. Normalde 150 SEK bilet ücreti ödeyerek üç farklı yeri ziyaret edebiliyorsunuz. Ben kraliyet dönemine ait tarihi dekor ve yaşamdan izler sunan Royal Apartments ile birbirinden güzel takı ve mücevherlerin sergilendiği Hazineler (Treasury) bölümlerini çok beğendim. 1697 yılından günümüze Kronor Kalesinden kalanların sergilendiği, yani bir nevi Gamla Stan’ın tarihini anlatan Kronor Museum çok ilgimi çekmedi. Avrupa’daki pek çok Sarayda olduğu gibi burada da fotoğraf çekmek şiddetle yasaklanmış ama ne yapıp edip bazı noktalarda yasağı delme imkânım oldu. Eğer tarihe ve tarihi eşyalara ilgi duyuyorsanız Kraliyet Sarayı da Stockholm’ün olmazsa olmazlarından birisi bence.
Tekne turundan kareler… Saray gezisini tamamladıktan sonra tarihi bölgede biraz daha dolaştım. Stortorget’te bu sefer de kalabalık bir grup müzik yapıyordu. Bir süre yaptıkları keyifli müziği dinledikten sonra yine ara sokaklara attım kendimi. Fotoğraf çekmek için cep telefonumu kullanmaya karar verdiğim için gelmeden önce arkadaşımdan taşınabilir şarj aleti almıştım. Bitmeye yüz tutan telefonu takınca çalışmadı ve mecburen eve gitmek zorunluluğu doğdu. Çünkü niyetim saat 19.00’daki tekne turuna katılmak ve sonrada Fotoğrafçılık Müzesini gezmek. Parlamento binasının yanından devam edip trafiğe kapalı Drottninggatan boyunca yürüdüm. Burası da popüler bir alışveriş caddesi, sağlı sollu hediyelik eşya satan dükkânlar var. Çok fazla vaktim olmadığı için detaylı ilgilenmedim ama bazılarında fiyatlar tarihi bölgedekilere göre daha düşük. Ee, tabi ne kadar az turistik o kadar ucuz fiyat. Bu durum dünyanın neresine giderseniz gidin pek de değişmiyor.
T Centrale’den metroya binip eve vardığımda saat 17.30’du. Buzdolabının üzerinde Monica’nın notunu gördüm: “Birkaç otobüs durağı ileride kurulan pazara gidiyorum. Üst raftaki şekerlemelerden alabilirsin”. Şekerlemeyle pek aram olmadığı için kendime bir kahve hazırlayıp diğer raftaki bisküvilerden aldım. Telefonu da şarja taktıktan sonra notlarımı gözden geçirdim. 18.45’te evden çıktım.
Drottningholm Sarayı ön taraftan görünümü ve sarayın hemen dibindeki gölün manzarası… Klasik metro indi binilerinden sonra tam 19.20’de tekne turunun oraya geldim ve biletimi aldım. Normalde 170 SEK olan tekne turu, kartı olanlara ücretiz. Seçebileceğiniz iki farklı tur var. İlki benim yaptığım Royal Canal Tour. Bu turun ismi niye böyle anlamadım zira başlangıçta Royal Palace ile ilerleyen bir noktada Rosendhal Palace dışında kraliyeti simgeleyen bir şeye rastlamadım açıkçası. Djurgarden’ın etrafında döndüğü için bence Djurgarden Tour ya da gezilen alan çok yeşil ve ağaçlı olduğu için Green Canal Tour falan daha iyi olabilirmiş. Hatta broşüründe bile Stockholm’ün yeşil yüzü falan diyordu. İkinci tur ise Historical yani tarihi tur. Bu da Belediye Sarayının orada başlıyor ve Kungsholmen’in etrafında bir tur atıyor. Buna binmediğim için yorum yapamayacağım. Tur boyunca gezdiğim yerlerle ilgili değil ama gezinti yapılan botlarla ilgili önemli bir eleştirim var. Soğuk bir bölge olduğu için basık ve neredeyse bir kaç sıra hariç tamamı kapalı yapılmış. Kışın belki sorun değil ama yazın kapalı ortamda bu iş olmamış. Teknenin üst bölümü diye bir şey yok, ee turda daire çizdiği için aynı yer tekrar görülemiyor. Fotoğraf çekebilmek neredeyse imkânsız. 20 Euro para ödeyeceksiniz ve hiç foto çekemeyeceksiniz...Çok saçma.
Sarayın içerisi çok da etkileyici eserler barındırmıyor… Yaklaşık 50 dakikalık gezi sonrasında geldiğimden beri hiç uğrayamadığım Kungsholmen bölgesine yürüdüm. Yarın sabah kraliyet özel konutu olan Drottningholm Sarayından sonra buradaki Belediye Binasını gezme planı yapmıştım ama bugün için de deniz kenarında bir yürüyüş hiç fena olmaz hani. Bir gün önce karşı tarafta yaptığımı bu sefer burada yaptım ve yaklaşık 20 dakika boyunca sahilde yürüdüm. Banklarda oturmuş şarap ya da bira içenleri görünce benim de canım çekti ve telefonun navigasyonuna Stockholm’de sıkça karşılaşabileceğiniz ICA Supermarket yazdım. En yakın mesafedeki 250 metre gösterince oraya kadar yürüdüm ve iki Carlsberg’le tanesi 13,80 SEK tuzlu fıstık aldım. Hemen sahildeki banklardan birisine oturdum ve denize (onlar gerçi göl diyor ama) nazır biramı yudumlamaya başladım. Saat 21.00 olmasına rağmen hala aydınlıktı. Ne kadar yaz olsa da güneş biraz eğrilmeye başlayınca serin ve hatta soğuk hava kendini hissettirmeye başlıyor. İsveçliler bunun çok farkında değiller ama bizim gibi Akdeniz insanı iseniz havanın bayağı serinlediğini söyleyebilirim. Yanı başımda üç tanesi bot kafe olmak üzere 6-7 tane kafe-restoran vardı ve anladığım kadarı ile oldukça popüler yerlerdi. Zira sürekli birileri içeri giriyor birileri de çıkıyordu. Bayanların çoğunluğu oldukça şıktı, beyler daha sıradan giyimliydi. Bu arada diğerleri yanında çok fazla ikili üçlü bayanın gezdiğini hatta mekanlardan sarhoş çıktıklarını söyleyebilirim. Bu kadar yer gezdim böyle bir şey Londra ve diğer İngiliz şehirlerinde de dikkatimi çekmişti. Burunlarının ucunu göremeyecek kadar sarhoş olmuş 17-20 yaşlarında genç kızlar yürüyebilmek için birbirlerine sıkı sıkıya tutunmuşlar, arada kendileriyle ilgilenmeyen başka insanlara sataşıyorlardı. Alkol keyifli bir şey ama kararında alınırsa…
Saraydan bahçenin manzarası güzel görünüyor. Rehberimiz Roxenne dilinin döndüğünce saray ve diğer bölümler hakkında bilgi verdi bizlere… Yaklaşık bir saat bira-fıstık keyfi sürdükten sonra hava kararmaya yüz tuttu. Biralarımı bitirdikten sonra bu sefer kara tarafındaki metroya doğru yürümeye başladım. Kungsholmen çok fazla turistin bulunmadığı bir bölge. Evler çok bakımlı değil, minik balkonların bazılarında çiçekler var. Zaten Stockholm denildiğinde herhalde “su, yeşil ve pahalı” kelimeleri gelecek aklıma. Buranın en popüler noktası Belediye Sarayı ve o da yarın ki programımda var. Niyetim merkeze dönüp her zaman kullandığım metroma binmekti ama farkında olmadan zaten bizim hattın bir başka durağında olduğumu gördüm. 20 dakikalık yeraltı ve yerüstü yolculuğu sonrasında geceyarısını biraz geçe sıcak yuvama ulaştım...
19.07.2014
Stockholm’deki üçüncü ve son gün programımda öncelikle kraliyet ailesinin özel ikametgâhı olarak kabul edilen, 1991 yılından beri UNESCO Dünya Mirası listesindeki Drottningholm Palace olduğu için biraz erken yola düştüm. Zira Saray biraz şehir merkezinin dışında kalıyor ve ulaşmak için bir kaç vasıta değiştirmek gerekiyor. Evin oradan metroya binerek daha önceden öğrendiğim şekilde Fridhemsplan durağında inip yeşil hatta aktarma yapmak için beklerken ekranda geçen yazı dikkatimi çekti. Zira benim gideceğim yerden daha yakın olan T18’e kadar metro numaraları geçiyordu ve diğerleri için de İsveç’çe bir şeyler yanında 27.07.2014 tarihi vardı. Oradaki esmer bir vatandaşa sorduğumda o hatlarda 27’sine kadar çalışma olduğu için metro duraklarının kapalı olduğunu, bir noktadan sonra otobüslerle aktarma yaptıklarını belirtti. Saat 10.00’da Sarayın açılışındaki rehberli tura katılmak istediğim için yetişemeyeceğimden dolayı canım sıkıldı tabi. Ama yapacak bir şey de yoktu...
Bahçe bölümü kapalı alanlardan daha güzel ama yine de bir Versay bahçeleri değil… Önce metro ile Thorildsplan’a kadar geldim, orada hata yapma şansınız olmadan düzenli yönlendirmelerle neredeyse elimle koymuş gibi otobüsü buldum. Daha doğrusu 40-50 kişi birlikte bulduk diyebiliriz. Bana yardımcı olmaya çalışan Nijeryalı arkadaş şoföre sorunca doğru yolda olduğumuz teyit edildi. Otobüs yaklaşık 10 dakika sonra Brommaplan Meydanına geldi. Burada zaten durağın birisinde büyük harflerle “Drottningholm” diye yazıyor. Gelmeden önce çıkardığım notlarda 176-177-301 ve 322 nolu otobüslerin Saraya yakın yerlerden geçtiği yazıyordu. Kalkış saatlerini inceleyince 322 nolu otobüsün gelmesine yedi dakika olduğunu gördüm ve genişçe alanın bir tarafında bulunan büyük bir ICA Süpermarket’e daldım. Uçarcasına üç kruvasan, bir kola ve bir suya 43 SEK ödedikten sonra nerdeyse kalkmakta olan otobüse kendimi zor attım. Yolun ne kadar süreceğini bilmiyordum ama 5 dakika olacağını da düşünmemiştim doğrusu. Zaten köprüye geldiğimizde saray hemen karşıda göründü.
Otobüsten inip kapıya geldiğimde daha beş dakika vardı. Programım aksamadığı için çok sevinmiştim. Benim gibi erken saatte gelen bayağı bir kalabalık vardı. Kapılar açılınca Stockholm Kartla ücretsiz olan biletimi aldım ve Roxenne adlı rehberimizin bize eşlik edeceği İngilizce tura katıldım.
Bahçeyi sadece yeşil bir alan olarak değerlendirirsek daha keyifli bir gezi olacağı kesin… Kraliyet saraylarından sadece biri olan Drottningholm, Stockholm’ün Ekero Belediyesi sınırları içinde yer alan Lovön adasında, 16. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. İlk saray yangında komple yandığı için 1662 yılında yeniden yapılmaya başlanmış. Bina, 18. yüzyıl boyunca, İsveç Kraliyet Mahkemesine ev sahipliği yapmış. Saray ve bahçesi, 400 yıl boyunca pek çok değişiklik, yenileme ve ilavelere maruz kalmış. Normalde kral ve kraliçe sarayın bazı bölümlerinde yaşadıkları için gezilebilen oda sayısı oldukça sınırlı. Yaklaşık 45 dakikalık rehberli turda yanlış saymadıysam 7 ya da sekiz oda gezebildik. O dönemden kalan eşyalar, duvarlarda devasa tablo ve portreler bulunuyor. En son gezdiğimiz geniş salonda duvarlarda dönemin kral, imparator ve sultanlarının portreleri var. Giriş kapısının tam karşısında tanıdık bir isimle karşılaştık: Padişah Abdulmecit.
Çin Pavyonu da öyle ahım şahım bir yer değil… Dürüst olmak gerekirse kapalı alanlarda çok fazla bir şey bulamadım ve binbir umutla kendimi arka taraftaki bahçeye attım. Bahçe ya da park bölümü oldukça büyük. İngiliz Bahçesi, Çin Bahçesi gibi farklı tarzlarda yapılmış bahçeler 1950'li ve 1960'lı yıllarda 6. Adolf Gustaf'ın girişimleriyle restore edilmiş. Sarayın arka tarafına geçtiğinizde büyük bir havuz ve devamında çeşme yer alıyor. Her iki tarafta yürüyüş yolları, bazı noktalarda da antik heykeller yer alıyor. Kuzey taraftaki İngiliz Bahçesinde geniş bir alanda kanallar ve köprülerle birlikte iki tane de gölet var. Rehber kitaplarda övgüyle söz edilen güney bölümdeki Çin Pavyonu ve bahçesini çok da beğenmedim. Dar uzun giden bazı yürüyüş yollarının etrafındaki sıra sıra ağaçlar insana değişik duygular hissettiriyor. Bahçe gezim bir saat sürdü. Bir huzur ve dinginlik verdiği kesin ama itiraf etmeliyim ki burası da beni çok etkilemedi. Paris’de Versay Sarayı, Viyana’da Schönbrunn Sarayının hem kendisi hem de bahçe bölümü çok daha güzel ve etkileyici idi. Çıktıktan sonra hemen sarayın ön tarafındaki gölün olduğu yerde yeşillikler içinde etrafı seyrettim. Dışarıdan baktığınızda daha etkileyici görünüyor ama açık söylemek gerekirse Saray bende biraz hayal kırıklığı yarattı. Belki de beklentilerim çok yüksekti ama gelmeden nasıl bir şey olduğunu anlayamazdım. Tercih sizin...
Hötorget oldukça hareketli bir meydan. Şehrin en büyük Konser binası da burada. Renkli renkli meyveler insanı cezp etmiyor değil hani… Tekrar Stockholm şehir merkezine geldim ve şehrin hareketli tarafı olan Hötorget’e gitmek için aynı adlı istasyonda indim. Nispeten küçük olan meydanda hem giysi ve benzeri şeyler hem de meyve-sebze tezgâhları vardı. Renkli renkli ve özenle dizilmiş meyveler nefis görünüyordu doğrusu. Burası aynı zamanda Concert Hall’un bulunduğu yer. Buradaki Kungshallen yemek merkezinde neredeyse her ülkenin mutfağı var. 16 farklı mutfakta ne isterseniz yeme şansınız var. Karnım çok da aç olmadığı için sadece gezmekle yetindim ve akşam buraya gelebileceğimi düşünerek Merkez tren istasyonuna doğru yola çıktım. Niyetim buradan devam ederek saat 13.30’daki rehberli turla belediye sarayını gezmek. Zira yarım saatte bir yapılan bu turlardan başka burayı gezme şansınız yok. Gezi ücreti adam başı 100 SEK ama kartınız varsa bu da ücretsiz. Bir kaç dakika kala yetiştim ve ingilizce tur, rehberimiz Rosa ile başladı.
Kungshallen yemek merkezi… Stadshuset (City Hall) ya da Belediye Sarayı, Stockholm Belediye Meclisine ev sahipliği yapan bina. Çok eski bir havası olsa da aslında 1923 yılında açılışı yapılmış. Mimarı Ragnar Östberg. Binada tam 8 milyon kırmızı tuğla kullanılmış. Hemen suyun kenarında 106 metrelik uzunluğu ile kraliyet kulesi var. Neden böyle diyorlar derseniz, en üstte İsveç krallığının simgesi olan “Üç Taç” (Three Crowns) yer alıyor. Stockholm’ü gezerken ne zaman bu kuleyi ve binayı görsem birkaç dakika izlemekten kendimi alamamıştım. Kırmızı tuğla gerçekten ayrı bir hava katmış.
Rehberimiz Rosa eşliğinde öncelikle NOBEL ödüllerinin verildiği gün akşam yemeğinin yendiği Mavi Salon’u gezdik. İlginç olan husus, ortada mavi hiç bir şey yok ama salonun adı mavi. Bu durum hep sorulmuş olacak ki Rosa açıklama yapma gereği hissetti: Aslında buranın üstü açık olarak planlanmış, böylece gökyüzü görünecek, yere de aralara mavi mermerler konulacak. Belki de sonradan tuğlalarda boyanacak. Ama mimar tuğlaları yaptıktan sonra ortaya çıkan canlı rengi çok beğenmiş ve vazgeçmiş. Eee, soğuk bir ülkede olduğumuz için üstünü de açık bırakmaktan son anda vazgeçmiş. Krallığın 400. yılı şerefine 1923’de açılması kararlaştırıldığı için zamanı da erteleyememiş. Sizin anlayacağınız adı kalmış mavi ama salon kırmızı kiremitten...
Belediye Sarayı her açıdan çok etkileyici bir yapı. Nobel törenlerinin yapıldığı mavi salonun sadece adı mavi. Gerçekte maviden eser yok diyebiliriz… Rosa’yla gezimiz devam ediyor…Nobel ödül töreni şerefine verilen yemekte 1200 misafir olurmuş. Bu gerçekten çok yüksek bir sayı ama Rosa davetlilerin kılı kırk yararak seçildiğini anlattı. Herkesin 60 cm oturma alanı varmış ve sadece kral bunun istisnası imiş: 70 cm. Eee, adam koca kral olacak o kadar...
Mavi Salon aynı zamanda İskandinavya’nın en büyük orguna da ev sahipliği yapıyormuş. Buradan kapalı bölüme geçtiğimiz kapının üzerinde binanın mimarı Östberg’in heykeli yer alıyor. Genişçe bir koridordan sessizce geçtik zira cumartesi olmasına rağmen meclis üyelerinden bazılarının odalarında çalışma ihtimali varmış. Meclis toplantı salonuna geldik. Bizimkilerle kıyaslanınca oldukça sade. 200 kişilik oturma düzeni varmış. İsteyen herkes önceden bildirmek kaydıyla toplantıları canlı izleyebilirmiş. Burada beni en çok etkileyen ise salonun tavanı oldu. Oldukça yüksek inşa edilmiş, Viking tarzıymış. İlk bakışta sanki tavan açıkmış hissi uyandırıyor. Peki Meclis kimin elinde? Muhafazakar koalisyon 52’ye 49 yönetimdeymiş. Sıkı durun kadın meclis üyesi sayısı da 52. Meclis başkanı da kadın.
Meclis bölümü oldukça sade. Tavan gerçekten etkileyici… Belediye Sarayının bir diğer önemli fonksiyonu da evlendirme dairesi olması. Dileyen herkes burada evlenebiliyormuş ancak oldukça önceden gün alınması gerekiyormuş. Uzun tören ya da kısa tören isteyebiliyorsunuz. Uzun dediğime bakmayın, uzun olan 3 dakika kısa olansa 1 dakika sürüyormuş. Komik ama ben Rosa’nın yalancısıyım. Belediye binasındaki en göz alıcı bölüm kuşkusuz Altın Salon (Golden Hall). Devasa büyüklükte kapıdan geçtikten sonra ağzınız açık kalıyor. Gerçektende adı gibi altından ama saf altın değil elbette. 10 kg altın cama belirli bir teknikle yapıştırılarak elde edilmiş olan yaklaşık 18 milyon mozaikle yapılmış. Bir tür kaplama gibi bir şey sizin anlayacağınız. Duvarlarda İsveç tarihine yönelik resimler ve figürler bulunuyor. En sonda, karşıdaki duvarda, Stockholm’ün sembolü olan kadın figürü “Malaren Gölü Kraliçesi” var. Şehir denizden gelen bir kadınla simgeleniyor ve herkes onun etrafında. Kadının sol tarafı batıyı simgelerken, sağ tarafı da doğu ve oryantal kültürü simgeliyor. Hatta en sağda Rosa’nın da dediği gibi Türk bayrağı dahi var.
Altın Salon muhteşem… Yaklaşık 45 dakikalık bu turdan müthiş keyif alıyorum. Hatta sabahki saray turu bunun yanında bayağı bir sönük kaldı. Sıra geldi Belediye Binasının kulesine çıkarak şehri tepeden görmeye. Her 45 dakikada bir en çok 30 kişilik gruplar halinde izin veriyorlar. Yukarıda kalma süreniz en çok 15 dakika. Ben geldiğimde 10 dakika sonraki tamamen dolmuştu ve bir sonrakini teklif etti. 50 dakika buralarda beklemek işime gelmedi ve daha da sonraki olan 16.35 turuna bilet aldım. Normalde 40 SEK ama Karta ücretsiz.
Belediye binasının bahçesi de oldukça keyifli bir yer… Bu süreçte daha önceden tespit ettiğim birkaç noktadan çocuklara biraz alışveriş yaparak metroyla eve götürdüm. Yeniden kulenin kapısına geldiğimde saat 16.37 idi ve grup yukarıya çıkmıştı. Görevli kız sorun olmadığını söyleyerek beni içeriye aldı. Ya tamamen merdivenleri çıkıyorsunuz ya da yalandan 6 katlı asansöre binip kendinizi kandırıyor ve yeniden merdivenleri çıkıyorsunuz. Toplam 106 metre ve 365 basamak ama asansörden dolayı birazını saymamak gerekiyor. Ne koparırsam kardır diyerek asansörle başladım ve labirent gibi yollardan devam ettim. Terledim ama yukarıya çıkınca her şeye değdi doğrusu. Mükemmel bir manzara sizi bekliyor. Ericson Globe falan hikâye, çok uzak kalıyor şehre, bence en güzeli burası. Gamla Stan ve diğer merkez ayağınızın altında. Toplam 15 dakikada çekebildiğim kadar foto çektim ve aşağıya indim. Asansörün olduğu katta minik bir de heykel sergisi açmışlar.
Kuleden nefis bir Stockholm, özellikle de Gamla Stan manzarası var… Belediye Binasından çıktıktan sonra deniz kenarında oturdum bir süre. Belediye binası ile deniz arasında çok keyifli bir alan yaratmışlar. Yeşillikler içinde heykellerle bezenmiş bu alana özellikle yeni evlenen çiftlerin fotoğraf çektirme bölgesi de diyebiliriz. Henüz evlenmiş bir çiftin fotoğrafını çektim. Merkeze doğru yollanırken hemen binanın yan tarafında Historical Kanal turlarının başladığı bölgedeki kafede oturup bir kahve eşliğinde (20 SEK) denizin keyfini çıkararak yorgunluğumu giderdim ve gezi notlarımı toparladım.
Bu noktadan sonra gezi programımdaki tek ziyaret edilmeyen yer olan Fotoğraf Müzesine yollandım. Giderken trafiğe kapalı alışveriş caddesi Drottniholm’den magnetlerimi de tanesi 19 SEK ten aldım. Aynı magnetlerin tarihi bölgede 25 SEK ve üzerinde satıldıklarını söyleyeyim. İlk geldiğim gün yaptığımın benzeri, Royal Palace tarafından deniz kenarından yürüyerek Södermalm tarafına geçtim. Deniz kenarını takip ederek Fotoğraf Müzesine geldim. Birbirinden farklı yedi ya da sekiz adet sergi olan müze açıkçası çok ilgimi çekmedi. Fotoğrafçılığa meraklı arkadaşların mutlaka ziyaret etmesi gerekir. Bana göre en matrak tarafı birinci katta bulunan bir makineden fotoğraf çekilerek istediğiniz bir mail adresine gönderebilmeniz. Ayrıca facebook ve twitterdan da paylaşabiliyorsunuz. Üstelik de bunlar için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz.
Solda Fotoğraf Müzesi, sağda ise ünlü dondurmacı StikkiNikki… Saatler 19.30’u gösterirken tek istasyonluk bir yolculukla daha önceden de ziyaret ettiğim, Södermalm’daki Medborgar Meydanına geldim. Buraya geliş amacım, adı her ne kadar kötü de olsa (Götgatan 46 numara) minik dondurmacı dükkânı StikkiNikki’yi ziyaret etmekti. Tamamen organik malzemelerle ev yapımı taze dondurmanın adresi olarak okumuştum yerel bilgiler veren bir blogda. Çikolatalı alacaktım ve kız ismini hatırlamadığım baharatlı bir çikolatalıdan tattırdı bana. Güzel geldi. Bir topda vanilyalıdan aldım ve iki top için 40 SEK ödedim. Gerçi ben iki top diyorum ama bizdekilere göre dört top falan. Tek top derseniz 25 SEK, 3 top derseniz 50 SEK. Yanında bir de küçük kaşık veriyorlarki “sadece yalayarak bitiremezsin, al kaşıkla destekle” der gibi. Ne yalan söyleyeyim baharatlı çikolatalıyı baştan beğendim ama sonradan da keşke diğer klasik Belçika çikolatası dediğini alsaydım dedim. Vanilyalısı güzeldi.
Akşam yemeği… Öğleden sonra eve uğradığımda Monica’ya İsveç yemekleri yiyebileceğim bir yer tavsiye etmesini rica etmiştim.O da bana Slussen’deki Gondolen’de yiyebileceğimi söylemişti. Gondolen, Gamla Stan’dan karşı tarafa geçtiğinizde Slussen mevkiinde, başınızı yukarı kaldırırsanız göreceğiniz restoran. 11. katta ve asansörle çıkılıyor ama sadece restoran müşterileri gidebiliyor. Bence şehrin tam ortasında son derece saçma, devasa bir metal yapı. Kimin aklına gelmişse yazık. Fotoğraf Müzesinden dönerken Gondolen’deki fiyatlara baktığımda hızla uzaklaştığımı hatırlıyorum. Gündüz uğradığım Hötorget’teki Kungshallen yemek marketini kafaya takmıştım zaten. Metro ile buraya gelip herhangi bir mekanda Ptibna ısmarlamak istedim ama yine domuz eti sorunu karşıma çıktı. Aslında domuz dışındaki etlerle de yapıldığı notunu almıştım ama sorduğum üç yerde de yemek nasip olmadı. Herhangi bir özel sebebi olmadan girince sağ taraftaki Pyttirian isimli restorana oturdum. Deniz ürünleri yiyeyim diyerek balık söyledim. Ayrı tabakta küçük patateslerle ikram edilen balık ve yanındaki minik karidesler lezzetliydi. Yemek 158 SEK, yanındaki 33 lük sifon bira da 45 SEK. Bu kadar para ödedikten sonra doydun mu derseniz cevabım hayır…
Artık iyice aşina olduğum caddelerde biraz daha dolaştıktan sonra eve dönüş zamanı gelmişti. Zira ertesi gün dönüş günümdü ve bölgedeki bir diğer başkent olan Kopenhag’ı gezmeye çalışacaktım. Tüm bunlara rağmen yine de eve varışım gece yarısını bulmuştu. Notlarımı son kez toparlayıp Stockholm macerasına nokta koydum. Ver elini Danimarka…
|