Kopenhag'da Keyifli Bir Gün...


Sizlerle daha önce Stockholm gezi yazımı paylaşmıştım. Hani şu yarışmada bilet kazanarak gittiğim Stockholm. Yarışma kurallarında gidiş-dönüş denilmediği için dönüş biletimi Kopenhag’dan almaya karar vermiş ve firma tarafından da sorun çıkarılmayınca bu arzumu uygulamaya koyma şansım olmuştu. Tek başına bir Kopenhag gezisi yapma şansım neredeyse imkansız olduğu için oldukça mantıklı bir iş yapmıştım. Aslında bu durum başka bir açıdan da avantajlı oldu benim için. Eğer Stockholm’den dönüş yapsaydım dönüş uçağı 14.00 civarında olacaktı. Oysa Kopenhag uçağı Türkiye’ye 01.30 gibi hareket ettiği için Kopenhag’ı gezmek için oldukça fazla zamanım kalıyordu. Daha Ankara’dayken yaklaşık 5 saatlik tren yolculuğu biletimi İsveç Demiryollarından 540 SEK, yani 55 € civarına satın almış ve bana gönderilen elektronik bilet çıktısını da çantama koymuştum.

Kopenhag trenim sabah saat 08.21’deydi ve ben 15 dakika önce merkez tren istasyonuna varmıştım. İstasyon hem büyük hem de pek çok metro durağı da burada kesiştiği için oldukça karışıktı. Trenin gelmesiyle birlikte büyük bir kalabalık hücum edince görevli ikaz etmek durumunda kaldı. Sonuçta sakince yerimi buldum. Tren temiz, koltuklar geniş, internet ve radyo dinleme butonları mevcut. İnternet sınırsız gibi duruyor ama 200 mb sonrasında hızı yavaşladığı için aslında herkesin yolculuk boyunca 200 mb sınırlı internet hakkı olduğunu söyleyebiliriz. Tren tam zamanında hareket etti. Bir gün önce aldığım kruvasan ve kekleri trenin oldukça güzel kafesinde kahve eşliğinde yedim. Trende ilginç bir uygulama var: 20 SEK (yaklaşık 2,20 €) vererek bir kahve alıyorsunuz ve içtiğiniz bardağı atmıyorsunuz. Sonrasında yolculuğun herhangi bir esnasında aynı bardakla kafeye gittiğinizde alacağınız ikinci kahve için hiçbir ücret ödemiyorsunuz. Bu hakkımı sonradan kullandım elbet. Enteresan…



Öresund Köprüsü son dönemin teknoloji harikalarından birisi olarak kabul ediliyor (Foto: Hajotthu / wikimedia commons /CC.BY.SA.4.0)…
 
 


Yolculuk sırasında yaklaşık 15 dakika kadar Arzu ile tangodan konuştuk. İnternet bu süre zarfında herhangi bir sıkıntı yaratmadı. Yol boyunca yanıma kimse oturmadı, gerçi koltuklar genişti ama yine de rahat rahat seyahat etmiş oldum. Yolculuk yaklaşık 5 saat sürüyor. Hızlı tren demişlerdi ama Avrupa’nın farklı ülkelerinde binmiş olduğum hızlı trenlerle kıyaslayınca aslında normal bir tren bence. Gerçi bizimkilerle kıyaslarsanız hızlı zira yer yer 170’e kadar çıktı hızı. Nereden biliyorsun derseniz, internette bir sayfada adım adım trenin hızı, hangi durakta durduğu ya da duracağı, ne kadar mesafe kaldığı gibi bilgileri gösteriyor.

Aslında bu tren yolculuğu sayesinde oldukça ilginç bir deneyim ve görsellik yaşama şansınız oluyor. İki ülkeyi birbirine bağlayan, 20. yüzyılın en önemli projelerinden birisi olarak kabul edilen Öresund Köprüsü. 1995 yılında yapımına başlanan ve 2000 yılında resmi olarak açılan köprünün uzunluğu 16 km. Bunun 2,7 km’si asma köprü şeklinde ve bu mesafe ile dünyanın en büyük ikinci köprüsü olarak kabul ediliyor. 8 km’lik mesafe ise yer altında tünel biçiminde ilerliyor. Bunun en önemli sebebi de Danimarka tarafında havalimanı bulunması. Tünel denizin ortasında, hiç beklemediğiniz bir anda başlıyor. İki katlı köprünün üst katında karayolu ulaşımı yapılırken alt katı ise trenlere ayrılmış durumda. İsveç tarafında Malmö, Danimarka tarafında ise Kopenhag şehirleri adeta birbirlerine bağlanıyor. Yolculuk sırasında dışarıya baktığınızda uçsuz bucaksız deniz, kıvrıldığı noktalarda ise üst kattaki karayolunu görebilmek mümkün oluyor. Yine de internetten bulduğum birkaç fotoğrafı paylaşmak görsel açıdan daha güzel olacak.



Kopenhag’daki ilk karem doğal olarak tren garı oluyor. Dışarıdan eski gibi görünse de iç bölümünün iyi olduğunu söylemeliyim. Belediye Binası ise tüm görkemiyle aynı isimli meydanda salınıyor…
 


Saat 13.30’da Kopenhag merkez tren istasyonunda indim. İstasyon düzenli ve temiz görünüyor. Uçağım gece yarısından sonra olduğu için eşyalarımı bir alt kattaki emanetçiye bırakmayı planlamıştım. Kasalara koyayım derseniz, 24 saat için, küçük bavullar 50 DKK (1 € yaklaşık 7,10 DKK üzerinden işlem görüyor), büyük bavullar 60 DKK. Yok ben kasa ile uğraşamam, emanete vereyim sonra gelir alırım derseniz bu rakamlar 5’er DKK artıyor. Kasayla uğraşmak istemediğim için benim bavul küçük kategorisine girdi ve 55 DKK ödeyerek makbuz aldım. Makbuzu kaybederseniz extra 100 DKK ödüyormuşsunuz. Emanet ofisi saat 01.00 e kadar açık.

Başkent Kopenhag, ya da Danimarkalıların tabiriyle “København”, 1,2 milyon insana ev sahipliği yapıyor. Resmi dili Danca ama neredeyse herkes İngilizce biliyor. Her ne kadar yer altı kazıları şehrin tarihini 6000 yıl öncesine kadar götürse de, 10. yüzyılda bir balıkçı kasabası olarak kurulmuş ve yıllar içinde gelişerek büyümüş. 15. yüzyılda başkent olduktan sonra gelişimi devam etmiş ve bölgenin önemli bir ticaret limanı olarak kabul edilmiş. Zaten kelime anlamı olarak da Kopenhag “Ticaretin Limanı” (Koben ticaret, havn ise liman demekmiş) olarak biliniyor. 1728’deki büyük yangında neredeyse şehrin üçte biri yok olmuş ve bunun yine yaklaşık yarısı da orta çağ dönemine ait yapılarmış. İkinci Dünya Savaşının başlarında Almanlar tarafından işgal edilmiş ve müttefik kuvvetlerin 1945’de resmen ele geçirmelerine kadar işgal devam etmiş. Bugün için dünyanın en yaşanılası şehirlerinden birisi olarak biliniyormuş. Hatta geçmiş dönemlerde yapılan uluslararası anketlerde dünyanın en mutlu insanlarının Kopenhag’da yaşadığına dair bir yazı okuduğumu hatırlıyorum. Elbette, az ya da çok, bu durum bütün İskandinavya için böyle olsa gerek. “Ne kadar para, o kadar huzur” diye de özetleyebiliriz kanımca…



Tivoli Bahçelerini yıllar önce internette Roma yakınlarındaki “Tivoli” yi ararken görmüştüm ve çok ilgimi çekmişti. Maalesef yeterli zamanım olmadığı için gezemedim. Belki başka bir sefere, kim bilir…
 
 


İstasyondan dışarıya çıktığımda ilk gözüme çarpan şey yüzlerce bisiklet oldu. Özel park yerinin neredeyse yarısı dolu ve bu bile çok fazla. Kopenhag, “bisikletler başkenti” olarak da anılıyor. Hep imrendiğim bir şey aslında, ülkemde de olsun istiyorum ama daha yakın zamanda dünya turu kapsamında ülkemize gelen ve emniyet şeridinde bisikletiyle ilerlerken araç altında kalan İngiliz geliyor aklıma. Ne diyeyim ki…Hava güneşli ve sıcak. Hafif, tatlı bir rüzgâr olmasına rağmen yine de yakıyor diyebilirim. İstasyonun hemen yan tarafı ünlü Tivoli Bahçeleri. 1843 yılına tarihlenen Lunapark, dünyanın en eski ikinci eğlence diyarı olarak biliniyor. 80 dönümlük bir araziye kurulan park, her ne kadar öncelikle çocuklar için görülse de, her yaştan insana hitap ediyor. 30’a yakın eğlence parkuru, restoranlar, suni göller ve bunların çevresinde kafeler, akvaryum, gösteri alanları, kısacası eğlence adına her şey var. Kopenhag da çok fazla zamanım olmadığı için tercih etmedim zira adam gibi zaman geçirmek için bir gün gerektiğini söylüyorlar. Giriş ücretli, 99 DKK yani yaklaşık 14 Euro falan istiyorlar. Bunun yanında içerideki eğlence parkurları için ayrıca para ödemeniz gerekiyor. Büyüklerden aldıkları için sekiz yaşından küçükler için para almıyorlar.

 
 



Belediye Meydanı İsrail protestosuna ev sahipliği yapıyordu. Hemen devamındaki Stroget, her daim canlı ve hareketli…
 
 


Tivoli ana giriş kapısının karşı tarafında bulunan turizm danışma bürosundan şehrin ücretsiz haritasını alarak oradaki görevliye olmazsa olmaz noktaları işaretlettim. Gerçi ben gelmeden önce notlarımı çıkarmıştım ama olsun yine de teyit etmekte yarar var. Ayrıca havalimanına nasıl gideceğimi de öğrenip hemen yolun diğer tarafındaki Belediye Meydanına yollandım. Meydan, Belediye Binası, Meclis Binası ve şehrin en eski otellerinden birisi olan Palas Otel’e ev sahipliği yapıyor. Kırmızı tuğladan yapılmış Belediye Binası 1906 yılında tamamlanmış. Şehrin en gösterişli yerlerinden birisi. İçi de en az dışı kadar gösterişliymiş. Kulenin yüksekliği 105,6 m ve günün belirli saatlerinde 30 DKK karşılığında gezebiliyorsunuz. Belediye Binasını da her gün saat 13.00’daki rehberli turla (İngilizce) gezebiliyorsunuz. Bunun bedeli de adam başı 50 DKK. Binanın Tivoli tarafında küçük bir Andersen heykeli bulunuyor. Hani hepimizin çocukken mutlaka okuduğu masalların yazarı, eserleri incilden sonra en çok dile çevrilen Hans Christian Andersen. Danimarkalıların gurur kaynağı yazarın adı geçince hep aklıma ünlü Kibritçi Kız masalı gelir. Hani satmaya çalıştığı kibritleri yakarak soğuktan korunmaya çalışan ama sonunda hayata veda eden küçük kızın hikayesi…



Stroget, aynı zamanda birkaç Türk restoranına da ev sahipliği yapıyor. Ankara Kebab ile Sultan Palace bunlardan sadece ikisi…
 
 


Meydanın tam ortasında İsrail’i proteste eden bir eylem vardı. Tahtalar siyah naylon torbalara konulmuş ve ölen kişilerin temsili tabutları olarak sergileniyordu. Bazı basılı yayınlarla birlikte bu doğrultuda olduğunu düşündüğüm sloganlar atan az sayıda insan mevcuttu. Dünyanın bir ucundaki insanlar için hassasiyet göstermek oldukça medeni bir davranış.

Meydanın devamı ünlü Stroget. Avrupanın en uzun alışveriş caddelerinden birisi olarak geçiyor ve Kopenhaglılar bununla övünüyormuş. Aslında tek bir cadde değil, farklı yerlerden oluşan bir tür alan da diyebiliriz. Frederiksberggade, Nygade, Vimmelskaftet ve Østergade caddeleri ile Nytorv, Gammeltorv ve Amagertorv Meydanlarından oluşuyor. Prada, Max Mara, Louis Vuitton, Boss gibi dünyaca ünlü markalar boy gösterse de Stroget’e sadece alışveriş bölgesi olarak bakmamak lazım aslında. Sokak sanatçıları yanında şehrin en önemli tarihi mekanlarından bazıları da bu bölgede. Trafiğe kapalı sokaklar boyunca ilerlediğimde hediyelik eşyalara da şöyle bir baktım ve Kopenhag’ın Stokholm’den daha pahalı olduğunu anladım. Bir magnet ortalama 4 €, biraz daha albenisi olan hediyelikler ise 10 €’dan başlıyordu. Yeme içmeye gelince; standart sandviçler 60 DKK, Mc Donalds menüleri de 62 DKK dan başlıyordu. Sizin anlayacağınız bu İskandinavya’nın tüm şehirleri pahalı be arkadaş.



Katedrali gezme şansım olmadı ama Round Tower elimden kurtulamadı elbette…
 
 


Biraz ilerledikten sonra sol tarafta Kopenhag Katedralini gördüm. İlk defa 1209 yılında küçük bir kilise olarak kurulan yapı tam dört defa inşa edilmiş ve en son 1829 yılında son halini almış. Kule 60 m yüksekliğinde, sade bir görünümü var. Katedralde düğün olduğu için gezmeye izin yoktu. Aslında genel olarak bakıldığında diğer bir kaç kilise de pazar günü olduğu için ayinden sonra kapanmıştı. Dini yapılar için kurallar ülkeden ülkeye değişebiliyor. Bir kaçı hariç aslında hepsini gezmeye de gerek yok. Üç aşağı beş yukarı neleri göreceğinizi tahmin edebiliyorsunuz. Bir de içeride bulunan bazı eserlerin ya da özellikle pencerelerdeki resimlerin ne anlama geldiğini de bilmeyince daha kötü oluyor. Ama yine de fırsat bulunca içeriye şöyle bir bakmadan da edemiyorum doğrusu. Merak işte…



 



Round Tower’daki spiral yol oldukça geniş tutulmuş. Yürürken sol tarafınızda kalan kiliseyi de görme şansınız var. Yukarıda muhteşem olmasa da keyifli bir Kopenhag manzarası olduğunu söyleyebilirim…
 
 


Yürüyüşe devam ettim. Dünyaca ünlü LEGO mağazasının önü normalden daha kalabalıktı. İnsanların burada çocuklarıyla beraber saatler geçirdiğini okumuştum bazı sitelerde. Hava oldukça güzel, hatta saatler ilerledikçe güneş etkisini daha da fazla hissettiriyor. Gelmeden önce burayı görmüş olanların tavsiyesine uyarak Gözlem Kulesine (Round Tower) çıktım. Danimarka kralları gökyüzüne her zaman merak duymuşlar. Bazen saraylarından, bazen açık alanlardan yapılan gözlemler yetersiz kalmış ki 1642 yılında 40 metrelik bu Gözlem Kulesini inşa ettirmişler. Biraz bizim Galata Kulesini andırıyor sanki.1861 yılına kadar Kopenhag Üniversite kompleksinin bir parçası olarak kullanılan kuleye çıkmak için öncelikle 210 metre uzunluğunda geniş bir spiral yoldan çıkıyorsunuz. Yol geniş tutulmuş zira geçmişte arabayla, bisikletle ve hatta atla bile çıkılmış bu kuleye. 1716’da Rus Prenses 1. Katherina kocasıyla birlikte atlı arabasıyla çıkmış ve olay olmuş. Halk günlerce konuşmuş ve hatta biraz da alaya almışlar. Ben tarihçilerin yalancısıyım valla. Spiral yol boyunca ilerlerken küçük bir pencereden yandaki kilisenin içini görebiliyorsunuz. Yol bittikten sonra bu sefer de merdivenler başlıyor. Çıkış ücreti 25 DKK. Yukarıda manzara nasıl derseniz kule çok yüksek olmadığı için fazla da bir şey görme şansınız yok. Yine de tarihi bölgenin içinde kaldığı için tercih edilebilir diye düşünüyorum.



Kral’ın Bahçesi gerçekten keyifli bir yer…
 
 


Kule gezisini tamamladıktan sonra sokaklarda ve meydanlarda biraz daha dolaştım. Sonrasında Stroget’ten ayrıldım ve bir marketten aldığım ton balıklı sandviçi yemek için Rosenborg Sarayının bulunduğu Kralın Bahçesine (King’s Gardens) geçtim. Kral 4. Christian’ın 1606 yılında yaptırdığı bahçe bölgesi Kopenhaglıların çok sevdiği bir yermiş. Güneşli bir Pazar gününde yediden yetmişe herkes buradaydı sanki. Sere serpe bikinilerle güneşlenenler, köpek gezdirenler, ismini bilmediğim oyunlar oynayanlar, derin sohbetlere dalanlar, kitap okuyanlar ve piknik yapanlar ne ararsanız burada. Bende bir ağaca yaslandım ve hem sandviçimi yedim hem de keyifle bu huzurlu ve mutlu insanları seyre daldım.

 
 



Rosenborg Sarayı…
 
 


Rosenborg Sarayı’nın inşası 1606 yılında başlamış ve farklı ilavelerle 22 yıl boyunca devam etmiş. Versay Sarayından esinlenerek yapılan saray aslında Kral 4. Christian’ın yazlık sarayı olarak planlanmış ancak zamanla kral hep burada ikamet etmiş. Günümüzde Kopenhag’ın en önemli müzelerinden birisi haline gelmiş. Kraliyet mücevherleri, kıyafetleri, dönemin eşyaları kadar iç mimarisi de her zaman ilgi çekici bir mekan olmuş. En albenili yeri, kraliyet tahtlarının yer aldığı, gümüş aslan heykelleriyle süslenmiş olan Şövalyeler Salonu. Sarayı gezmek için 90 DKK ödemeniz gerekiyor. Kısıtlı zamanım olduğu için gezemedim ama Kopenhag’a gelenlere şiddetle tavsiye edeceğim bir yer.



Sol tarafta tüm ihtişamıyla Danimarka Sanat Galerisi, sağda ise Nyboder…
 
 


Saraydan çıktıktan sonra Oster Voldgade boyunca ilerledim. Sağ tarafımda Doğal Tarih Müzesi, hemen karşı tarafında ise Danimarka Sanat Galerisi bulunuyordu. Bu noktadan sonraki hedefim neredeyse Kopenhag’ın simgesi olarak kabul edilen Küçük Deniz Kızı Heykeliydi. Yol boyunca ilerlerken sağımdan solumdan sürekli bisikletliler geçip duruyordu. Gelmeden önce “Kopenhag’da Bisiklet Terörü” diye bir makale okumuştum. Terör belki ağır kaçıyor ama oldukça kalabalık olduklarını söylemek lazım. Zaten tren istasyonunun çıkışında gördüğüm manzara bunun habercisi sayılırdı. Yürüdüğüm mesafe arttıkça keşke bende bir tane kiralasaydım diye hayıflanmadım değil. Başta Nyboder olmak üzere yol boyunca göreceklerimi de düşünerek otobüse binmek istememiştim ama tartışmalı bir karar oldu benim için.



Kastellet’te Asker Anıtı ve Kralın Kapısı ziyaretçilerini bekliyor…
 
 


Nyboder, Danimarka’nın en eski ve popüler mahallelerinden birisi. Yan yana, sarı renkte ve sade tasarıma sahip az katlı bu evlerin yapımı da tıpkı Rosenborg Sarayında olduğu gibi Kral 4. Christian zamanında olmuş. Bazı evlerin iç tarafında bahçeler olsa da genel olarak birbirinin aynısı şeklinde tasarlanmış. Başlangıçtan bu yana özel hastanesi, okulu ve polis kuvvetleri olan ayrıcalıklı bir yer olmuş. Bu ayrıcalığın bir bedeli olarak da yaşayan ailelerin erkekleri 20 yıla kadar orduda görev yapıyorlarmış. 24 numaradaki Sankt Pauls Gade, aynı zamanda anıtsal bir müze görevi görüyor ve belirli dönemlerde ziyaret edilebiliyormuş.

Bundan sonraki durağım Kastellet denilen eski şehir surları oldu. Bölgenin nerdeyse tamamında olduğu gibi burası da bir askeri garnizon olarak, 1626 yılında, Kral 4. Christian zamanında yaptırılmış. Temel amaç Kopenhag’ı denizden gelebilecek saldırılara karşı korumakmış. Aslında buraya bir saray da yaptıracakmış ama mali durumlar buna müsaade etmemiş. Avrupa’nın bu en eski garnizonunda halen askeri ofisler bulunuyormuş.18. yüzyılın başlarında hapishane ve ona bitişik bir biçimde de minik kulesi ve saatiyle kilise inşa edilmiş. Hatta öyle ki mahkumların hücrelerinden kilisedeki ayinlerin izlenebildiği küçük delikler bulunuyormuş. En son da 5 Eylül 2011 tarihinde savaşlarda hayatını kaybeden Danimarkalı askerlerin anısına ulusal bir anıt eklenmiş. Sürekli yanan ateşiyle surların merkezinde yer alan anıt belirli dönemlerde ziyarete açılıyormuş.

 
 



St. Alban Kilisesi İngilizlerin kendileri için kurduğu özel bir dini mekan…
 
 


Sur dediğime bakmayın, ortada yüksek taş duvarlar falan görünmüyor. Pek çok yerde duvarların üzeri yemyeşil bir bitki örtüsü ile kaplanmış. Çimler düzgünce biçilmiş ve sanki bir golf sahası gibi tek bir düzende hazırlanmış. Geçmişte tüm giriş-çıkışların yapıldığı Kral Kapısı halen tüm ihtişamıyla misafirlerini selamlıyor. İkinci Dünya savaşında ölen Danimarka askerleri anısına dikilen asker anıtı (Our Fallen) Kastellet’in deniz tarafındaki girişinde yer alıyor. Suni göletin hemen yanı başındaki çimlerin üzerine oturdum ve etrafı seyre daldım. Yakın planda gözümü rahatsız edecek en ufak bir ayrıntı göremedim.

Surların bir tarafında St. Alban Kilisesi görünüyor. 18. Yüzyılla birlikte şehirde artan İngiliz topluluğu bir dini mekan kurmak istemiş ve sonradan İngiltere kraliçesi olan Prenses Alexandra’nın girişimleriyle yaptırılmış. Tipik İngiliz mimarisinde yapılmış olan kilise bugünde İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in himayesinde faaliyetlerine devam ediyormuş.



Gefion Çeşmesi…
 
 


Kilisenin hemen yanı başında Langelinie Park’da Kopenhag’ın önemli simgelerinden birisi olan Gefion Çeşmesi bulunuyor. Ziraat ve saban tanrıçası Gefion’a adanmış çeşmede, Gefion’la birlikte dört öküz yer alıyor. Efsaneye göre Gefion, öküze çevirdiği dört oğluyla birlikte İsveç topraklarını saban ile sürerken büyükçe bir toprak parçasını kopararak bunu denize fırlatmış ve Kopenhag’ın bulunduğu Zealand Adası oluşmuş. 1908 yılında tamamlanan devasa çeşme, Danimarka’nın ünlü bira markası Carlsberg tarafından finanse edilmiş. Çeşmenin etrafında oturup bir süre izledim. Gerçekten etkileyici bir eser olduğunu söylemem lazım.



Minik kızımız misafirlerini karşılıyor…
 
 


Sonraki durağımız Kopenhag denilince akla gelen en önemli simgelerden birisi olan küçük mermer kız heykeli (Little Mermaid). Şehre gelen gemilerin önünden geçtiği, turistlerin fotoğraf çektirmek için akın ettiği, bir taşın üzerinde yer alan minik bronz heykel. “Minik” tabirini özellikle kullandım zira heykel gerçekten minik. 1,25 m boyunda. 1909 yılında Carsberg firması tarafından yaptırılan heykel, Andersen’in “Küçük Deniz Kızı” romanından esinlenmiş. Peki ne anlatılıyor bu romanda? “Zamanın birinde okyanusların dibindeki bir şatoda kral, büyük anne ve altı kız beraber yaşarmış. Bu kızlardan en küçüğü hepsinden güzelmiş. Büyük anneleri arada sırada masallar anlatır yeryüzünde ve insanlardan bahsedermiş. Kızlar on beş yaşına geldiklerinde yeryüzünü görüp geri gelmişler. Kızların beşi geri dönmeyi ve eski yerinde yaşamayı kabullenirken en küçük kız ise dünyalı bir prense aşık olmuş ve bir an önce onun yanına gitmek istiyormuş. Büyük anneleri haberi duyunca deniz büyücüsüne gidip çözüm aramış. Deniz büyücüsü denizkızına bacak verecek ama karşılığında kız sesini kaybedecektir. Denizkızı bu şartı kabul etmiş ve hemen prensin yanına varmış. Prens kızın konuşamıyor olduğunu fark edince kardeşi gibi davranmaya başlamış. Deniz kızı bu duruma çok üzülmüş. Kısa bir süre sonra prens başka biriyle evlenmeye karar vermiş. Durumdan haberdar olan büyük anne büyücüye gidip yardım istemiş. Büyücü özel bir hançer yaparak, “Eğer hançeri prensin kalbine saplarsa kurtulur, yapamazsa ölür.” Demiş. Hançeri alan denizkızı prensin uyuduğu bir akşam kalbine saplamak istemiş. Ancak o sırada uyanan prens tebessüm ederek “bana bir şey mi söyleyecektin” demiş. Deniz kızı bunu yapamayacağını anlayınca daha fazla dayanamayarak oradan ayrılmış. Kısa bir süre sonra vücudunun değiştiğini görmüş. Fazla zaman geçmeden denizkızı hayata veda etmiş.”



Amalienborg Sarayı…
 
 


Gelmeden önce kaynaklarda pek çok insanın görkemli bir heykel beklediğini, minik bir şey görünce hayal kırıklığına uğradığını okuduğum için heykel beni şaşırtmadı doğrusu. Etrafı kalabalık, fırsatını bulunca ben de fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedim elbette. Her yıl 23 Ağustos günü yapılan törenlerle minik kızımızın doğum günü kutlaması yapılıyormuş. Bu arada heykelin bulunduğu bölgede yer alan Langelinie yürüyüş yolu da oldukça güzel hazırlanmış. Yalnız siz siz olun buraya benim gibi yürüyerek gelmeyin. Ya bir bisiklet kiralayın ya da atlayın bir otobüse öyle gelin.





Bundan sonraki durağım Amalienborg Sarayı oldu. Devasa bir meydanın ortasında atlı bir heykel ve etrafında farklı yapılar mevcut. Aslında burası dört farklı asilzadeye yapılmış, tamamı dikkate alındığında sekizgen biçiminde görünen dört farklı binadan oluşuyor. 1794’de kraliyet ailesinin asıl ikamet sarayı olan Christianborg’da yangın çıkınca çok daha önceleri inşa edilmiş olan bu binalara taşınmış. Bugün için Danimarka kraliyet ailesinin de ikametgahı olan Amalienborg, daha önce de söylediğim gibi, dört farklı yapıdan oluşuyormuş: Levetzau Sarayı, Brockdorff Sarayı, Schack Sarayı ve Moltke Sarayı. Günümüzde Danimarka kraliyet ailesi, özellikle kış döneminde, bu sarayda yaşıyormuş. Bu yüzden de sadece Brockdorff ile Moltke Sarayı halkın ziyaretine açıkmış. Zaman zaman halka seslendiklerinde de ünlü balkon sahneleri de Amalienborg’da yaşanıyormuş. Sarayın heykellerle ve anıtlarla dolu bahçesi de iç bölümleri kadar göz alıcıymış. Tam ortasındaki at üzerindeki heykel ise Kral 5. Frederik’e ait. Her gün saat 12.00’da kraliyet askerlerinin nöbet değişim töreni yapılıyormuş. Görenler oldukça keyifli olduğunu söylüyorlar ama bana saatler uymadığı için maalesef göremedim. Kopenhag’ın olmazsa olmazlarından birisi olarak kabul edilen Saraya giriş ücreti 125 DKK. Bu fiyata Rosenborg Saray ücreti de dahil.



Kopenhag’dan kareler…
 
 


Yolun hemen ilerisinde devasa yapısı ve görkemli yeşil kubbesiyle Frederik Kilisesi ya da daha çok bilinen adıyla Mermer Kilise yer alıyor. Rokoko tarzıyla ön plana çıkan kilisenin ilk taşı 5. Frederik tarafından 1749 yılında konulmuş olsa da tamamlanması neredeyse 150 yıl almış. İçerisi oldukça sade, tavan bölümü 12 farklı figürden oluşuyor. Mermer Kilise, Kopenhag’lıların en çok evlenmek istediği yerlerden birisiymiş. Bu yüzden yılın pek çok zamanı ziyaret etme şansınız olamıyor. Benim şansıma da tadilat nedeniyle kapalı olduğu yazılıydı. Kısmet, bir daha ki sefere inşallah.



 



Nyhvan bence Kopenhag’ın en güzel yeri. Burada saatler geçirip, sonra biraz dolaşıp yeniden geri dönüp tekrar saatler geçirebilirsiniz.…
 
 


Bundan sonraki istikametim ise Kopenhag’ın en az Küçük Deniz Kızı heykeli kadar popüler noktalarından birisi: Nyhvan. Nyhvan, savaş sonrası esir edilen İsveç askerleri tarafından 1670-73 yılları arasında, yaklaşık 300 metre uzunluğunda kazılarak oluşturulmuş bir kanal. Uzun yıllar ticaretin temel noktası olmuş, buna beden ticareti de dahil elbette. Bugün için kuzey tarafı birbirinden renkli ve canlı renklerden oluşan yapıların altında kafeler ve restoranlarla dolu, Kopenhag’ın kalbinin attığı bir yer. Kafelerde oturan yüzlerce insan yanında bir o kadar da kanalın kenarındaki duvarlarda oturanlar var. Buraya birkaç saatliğine dahi olsa gelenlerin mutlaka uğradığı belki de tek nokta burası diyebilirim. Hatta buralarda yürüyüş yapmak, bir şeyler yiyip içmek farz gibi sanki. Nyhvan’daki en eski yapı 1681 yılında yapılmış olan 9 numaradaki küçük mavi ev. Aynı zamanda Andersen’de uzun yıllar 20 numaralı evde ikamet etmiş. Şehirde oldukça popüler bir atraksiyon olan tekne turları da buradan başlıyor.

Kanalın etrafında küçük bir gezinti yaptım. En son noktasına yakın bir yerde ikinci dünya savaşında hayatını kaybeden 1700’den fazla Danimarkalı asker için dikilmiş olan Anıt var (Mindeankeret). Kanalın sonu ise tahmin edeceğiniz gibi denize açılıyor. Geziyi tamamladıktan sonra tekne turu yapmak için teknelerin oraya geldim. İki tane tekne firması var. Birisi 70 DKK diğeri ise 40 DKK istiyor. Süreleri aynı. Gelmeden önce notlarıma aldığım için turizm danışmadaki görevliye sordum “farkı nedir” diye, bana sağlıklı bir cevap veremedi. “Belki birinin tekneleri daha yenidir” gibi saçma bir şeyler söyledi. Şöyle bir baktım yok bir farkı dedim ve hoop ucuz olan Netto firmasının sırasına daldım.



 



Tekne turu da oldukça keyifli geçti. Biraz daha geç bir saatte yapabilirmişim. Güneş bayağı hırpaladı beni.…
 
 


Tekne turu oldukça güzel ve keyifli ancak saat 18.00 olmasına rağmen bu bölge için halen güneşli bir hava var. Bu yüzden bazı yerlerde güneşin etkisinden dolayı etrafınıza bakamıyorsunuz bile. Yine de çok güzeldi. Yaklaşık 50 dakika boyunca nerdeyse her yere girdi çıktı. En son küçük deniz kızı heykelinin oradan döndüğünü hatırlıyorum. Özellikle bazı noktalarda daracık ve alçak köprülerden geçerken bayağı bir heyecan yaşadık doğrusu. Turun belirli bir yerinde Amsterdam benzeri kanal bölgesi vardı ve burada gezinti nefisti doğrusu. Stockholm için bir şey diyemem ama Kopenhag’a gelirseniz tekne turunu mutlaka yapmalısınız.

Tekne turundan sonra vurdum kendimi ara sokaklara. Güzel hatta insanın içini yakan hava eşliğinde Kopenhaglılar meydanları, bankları, sokaklar doldurmuşlardı. Yılın çok az bir döneminde böyle havayı yaşayabilen insanlar için eminim müthiş keyifli bir şeydir. Minik parklarda çocuklar oynarken ebeveynleri de onları izliyor, aralarında sohbet ediyorlardı. İnsanlar genel olarak mutluydular, en azından öyle görünüyorlardı. Demek ki boşuna değil dünyanın en çok yaşanmak istenilen yerlerinden birisi olması.



Nyhvan’a geri döndüğümde sokakta gitarını çalarak country tarzı müzik yapan Çek Cumhuriyetli sanatçıyı keyifle dinledim;Geldiğime göre bisiklet sayısı daha da artmış gibi geldi bana…
 
 


Bir miktar daha şehirde dolaştıktan sonra yeniden Nhyvan’a, ya da benim koyduğum isimle “renkli limana” geldim. Restoranların önünde müzik yapan bir adamı dinlemek amacıyla kafeye oturmaya karar verdim ama sonrasında aynı birayı sandalye yerine kanal kenarında oturursam yarı fiyatına içebileceğimi anlayınca gidip 30 DKK ya buz gibi bir Carlsberg aldım ve kanal kenarında, benimle birlikte onlarca insanla, müzik dinlemeye devam ettim. Keyifli müzik uzadıkça uzadı ve neredeyse saat 21.00’e kadar orada kalakaldım. O saatte dahi hava halen aydınlıktı ancak güneş etkisini yitirmişti. Yavaş yavaş tren istasyonuna doğru gelirken nerdeyse unuttuğum magnet aklıma geldi. En ucuz 25 DKK ya alabildim.

Acıktığımı hissedince yolumun üzerindeki Burger King de kısa bir mola vererek Cheese burger Menü (50 DKK) ve ilave Cheeseburger (20 DKK) yedim. Bu arada yeri gelmişken küçük bir hatırlatma: herhangi bir yerden şişe suyu aldığınızda her bir şişe için 1,5 DKK depozito ödüyorsunuz. Sonrasında bunu marketlerdeki makinelere attığınızda size bir fiş veriliyor ve paranızı kasadan alıyorsunuz. Tıpkı Almanya’da olduğu gibi. Aklınızda bulunsun…

Sonradan yavaş yavaş ilerleyip istasyonun bulunduğu Vesterbro semtinde dolaştım. Burası, şehrin en kozmopolit bölgesi diyebiliriz. Ne ararsanız var, lüks kafelerden sokaktaki fahişelere kadar. Hava kararmaya yüz tutmuşken neredeyse her sokak köşesi fahişeler tarafından tutulmuştu. Tipler de değişmişti sanki. Hani o gündüz yaşadığımız Kopenhag kaldırılmış yerine gizemli, serseri ve tehlikeli yüzü çıkmıştı. Belki de bana öyle geldi, bilemem. İstasyona geldiğimde saat 23.00’e geliyordu. Bileti makineden aldım ama alındıktan itibaren bir saat içinde kullanılması gerekiyormuş. Aslında daha yarım saat kadar tren istasyonunda geçirebilirdim ama sağlık olsun, bir miktar erken gitmek zorunda kaldık havalimanına…







 Yazılan Yorumlar...
TAMER
(21 Haziran 2015)
Sevgili Hakan yine çok güzel ve bilgilendirici bir yazı olmuş, eline sağlık...
Şükran Şahin
(16 Haziran 2015)
Hakan bey, yine keyifli, imrendirici ve bilgilendirici bir yazı. Teşekkürler. Galiba bana Kopenhag yolu göründü. Deniz kızı heykelini çok severim. Fotoğraflarda pek güzel çıkmış.