Orta Avrupa’nın En Güzel Başkenti - PRAG


Budapeşte
ile başlayan muhteşem Orta Avrupa gezimiz Bratislava ile devam etmiş, üzerine
de tatlı tadında Viyana ile rüyalara dalmıştık. Şimdi bu rüyadan uyanmadan bir
başka güzel şehire, Orta Avrupa’nın en güzel başkentine gidiyoruz; PRAG…



Adı
sonbahar ile özdeşleşmiş bu şehre gelmek Ağustos ayında kısmet oluyor bize.
Viyana’da otelimizde aldığımız kahvaltının ardından üçlemenin son halkası olan
Prag’ a doğru yola çıkıyoruz. Ortalama 4,5 – 5 saat süren keyifli ve güzel
manzaralı bir yolculuk sonrasında Prag’ a ulaşıyoruz. Genel görünüm olarak
bende bıraktığı ilk algı Ortaçağ ile harmanlanmış düzenli, temiz ve tarihi bir
Avrupa şehri şeklinde oluyor. Prag şehri Vlatava nehri kenarına kurulmuş düz
bir şehir olsa da yüksek bir tepenin üzerinde konumlanmış olan muhteşem Prag
Kalesi nehri ve tüm şehri kucaklar gibi duruyor. Bizde Prag turumuza bu tepeden
başlıyoruz. Daha sonra yürüye yürüye hem şehri keşfedeceğiz, hem manzaranın
tadını çıkaracağız, hem de nehrin kenarına kadar ineceğiz. 




Prag
Kalesi, Bohemya ve Kutsal Roma İmparatorluğu kralları ile, Çekoslovakya ve Çek
Cumhuriyeti Devlet Başkanlarına ev sahipliği yapmış her zaman kurulu devletin
yönetildiği yer olarak ün salmış gerçekten etkileyici bir yer. 870 yılında
inşasının başladığı belirtiliyor. Avlusu Prag’ı tam yukarıdan gören geniş
meydana açılan ve halihazırda da Devlet Başkanlığı Ofisi olarak kullanılan
yapının sadece dışında iki tane gök mavisi üniformalı asker nöbet tutuyor o
kadar, halbuki bahçe turist kaynıyor. Her halde gözle görünmeyen güvenlik
önlemleri vardır diye düşünüyorum. Bu arada arkamızda bir hareketlenme oluyor.
Dört tane daha mavi üniformalı asker tek sıra halinde uygun adım nöbet
yerindeki askerlere doğru yaklaşıyorlar. Nöbet değişimi!... Askerler sanki ne
düşündüğümü anlamış, vakur bir edayla “Buranın güvenliği bizden sorulur” der
gibi havalı havalı gelip nöbet değişimi yapıyorlar. Bütün turistler şakır şakır
fotoğraf çekiyor. 

 

 

Devlet Başkanlığı Ofisi...

 



Devlet
Başkanlığının avlusunda ana giriş kapısının her iki yanında bulunan dev bayrak
direklerinin birinde Çek Cumhuriyeti, diğerinde de Avrupa Birliği bayrağı
çekili. Bu iki bayrak direğinin Türkiye’den getirilen Sedir ağaçlarından
yapıldığını söylüyor rehberimiz. Bir şekilde gururumuzu okşuyor. 


 

Devlet Başkanlığı konutundaki Türkiye'den gelmiş Sedir ağacından bayrak direkleri...



St
Vitus Katedraline doğru yolumuza devam ediyoruz. St. Vitus Katedrali gerçekten
etkileyici, büyük ve neredeyse şehrin her yerinden görülebilen muhteşem bir
yapı. 14. yüzyılda yapımına başlanan yapının Gotik doğu kısmında bir kule ve batı
kısmında da 19. ve 20. Yüzyıl arasında yapılmış Neo Gotik tarzda iki kule
bulunmakta. Katedralin dış süslemesi çok dikkat çekici şekilde korkutucu ve
şeytani yaratık motifleriyle süslenmiş. Dışarı doğru uzanan bu motifler
esasında su olukları. Yağmur sularının tahliye görevini üstleniyorlar. Ancak
özellikle yağmurlu havalarda, zaten görkemli ve yüksek olan bu katedralin
ihtişamı bu oluklardan gürül gürül akan sular ile daha da inanılmaz bir hal
alıyor ve özellikle taşradan gelip ilk defa böyle görkemli dini bir bina gören
o dönemin cahil insanları ipnotize olmuş gibi Hristiyanlığın etkisine
kapılıyorlarmış. Dışı bu kadar korkunç ve ürkütücü olan katedralin içi ise
dışının tam aksine vitraylar sayesinde oldukça aydınlık ve yüksek tavanı
sayesinde de oldukça ferah. Katedralin kapısındaki kabartma rölyefler ise göz
kamaştırıcı...



    

Katedral...




  

Su Olukları...




Katedral kapılarındaki işlemeler...



İç vitraylar...



Kaleden
aşağı yürüyüşümüz devam ediyor. Dar sokaklardan geçerek yine mimarisi çok güzel
yapıları barındıran ufak meydanlardan geçerek Vlatava Nehrine doğru iniyoruz.
Bu meydanlardan şehir tüm albenisi ile kendini gösteriyor. Kiremit rengi bir
şehir Prag ve bu özelliği ile sonbahar ile daha da örtüşüyor zihnimde. Buraya
bir kez daha ve sonbaharda gelmek için söz veriyorum kendime. Bu arada gözüme
Prag televizyon kulesi takılıyor, enteresan bir kule, sanki üzerinde birileri
emekliyormuş gibi geliyor, fotoğraf makinemin yüksek zoom’u ile fotoğrafını
çekiyorum ve bingo!... Evet gerçekten kulenin üzerinde emekleyen bebekler var.
Sanırım esprili bir mimar tarafından inşa edilmiş olsa gerek…



Vlatava Nehrine doğru inen dar sokaklar...




Prag mimarisi ile gerçekten etkileyici bir şehir...



Tırmanan bebekleri ile Prag Televizyon kulesi...




Şehir
meydanına doğru iniyoruz. Önce rehberimiz bizi en azından kazıklanmayacağımızı
garanti ettiği tanıdık bir döviz büfesine götürüyor. Bir Arnavut’un işlettiği
bu döviz büfesinden kendimize Çek Cumhuriyeti sınırlarında kaldığımız sürece
yetecek kadarıyla Çek Koruna ediniyoruz. Çek Cumhuriyeti Avrupa Birliği üyesi
olsa da Euro kullanmaya 2013 yılı sonundan itibaren başlayacak, bizim bu
seyahatimizde 2013 Ağustos ayında olduğundan dolayı bu işlemi yapmak
zorundayız. Çek Cumhuriyetinde döviz bozdurup Çek Koruna alacağınız zaman büyük
bir olasılıkla kandırılıyorsunuz. Bunun için çok dikkatli olmakta fayda var.
Ama en güzel çözüm Türkiye’de kullandığınız herhangi bir ATM kartı ile
ATM’lerden Çek koruna çekmek. Bunun için kartınızın bağlı olduğu bir döviz hesabınız
olması gerekmiyor. Siz ne kadar koruna çekerseniz o kadar karşılığı Euro veya
Dolar Türkiye’ deki hesabınıza çapraz kurla yansıyor. Tabi ki çok küçük bir
döviz alış satış farkı oluyor ama fazladan komisyon veya paranızı hepten
kaybetme gibi bir sıkıntı yaşamıyorsunuz. Prag’da döviz bozdururken
yaşanabilecek nahoş olaylar;



1)-
Döviz büfelerinin camında genelde çok büyük harfler ile örneğin 1 Euro = 25
Koruna yazar ve sizde içeri girdiğinizde o kadar koruna alacağınızı sanırsınız
ancak size 14-15 Koruna verirler. Çünkü kapıdaki o büyük yazının üstünde hiç de
dikkat çekmeyecek kadar küçük “we sell” yani (satıyoruz) yazar. Alış kuru ise
“we buy” genelde içeride bir yerlerde yazılıdır ve dikkat etmezseniz
göremezsiniz bile.



2)-
Genelde vitrinlerde “no comission” (komisyon yok) diye yazar ama paranızı
bozdurduğunuz zaman ciddi oranda bir komisyon keserler. Sorduğunuzda da sadece
seyahat çekleri için komisyon olmadığını söylerler. Komisyon ödediğinizle
kalırsınız.



3)-
Veya çok iyi bir kur görürsünüz ve o kurdan paranızı bozduracağınızı
düşünürsünüz ama yine olmaz çünkü o çok yüksek miktardaki bozdurmalar için
geçerli derler yine çok düşük bir miktardan döviz bozdurmuş olursunuz.



Neyse
bu kısa bilgilendirme sanırım herkese yeter…



Döviz
bozdurduğumuz büfe Kafka müzesine çok yakın oraya doğru yürüyoruz. Charles
köprüsünün sağına doğru yürüyoruz yani müzeye ulaşmak için. Yolumuzun üzerinde
Vlata nehri zaman zaman bize kendini gösteriyor. Bu arada dünyanın en dar
sokağı ünvanına sahip sokağı görüyoruz. Bu unvana yakışır şekilde bir
sinyalizasyon sistemi var sokağın her iki tarafında da; size yeşil yandığı
zaman sokağa girebiliyorsunuz, kırmızı yanıyorsa karşıdan gelene yol verip
beklemeniz gerekiyor. Trafik ışığına duvardaki bir buton vasıtasıyla müdahale
edebiliyorsunuz.




Vlatava Nehri...


Dünyanın en dar sokağına giriş çıkış trafik ışığı ile kontrol ediliyor...




Kafka
müzesinin bahçesinde Çek Cumhuriyeti haritası şeklinde küçük bir gölet ve bu
haritanın batısında ve doğusunda duran iki tane adamın resmen pipilerini tutup
ülkenin içine işemelerini canlandıran bir heykel çalışması bulunmakta. Bu heykel
sanki siyasilerin ülkenin içine ettiğini düşündürten bir çalışma gibi geliyor
bana, oldukça da başarılı. Müzenin girişinde biri hariç (Gregor Samsa) bütün
Kafka romanlarının başkahramanı olan iki tane dev boyutlu “K” harfi karşılıyor
sizi. Burayı klasik bir müze olarak düşünmeyin. Kafka’nın ruhunu yansıtan
karanlık ortamı, simsiyah duvarları, siyah tüller üzerine yansıtılan
görüntüleri, arada bir çalan telefonları –ki eğer bu telefonları bulup da
açarsanız çekçe mi almanca mı ne olduğu anlaşılmayan bir dilde boğuk boğuk
konuşan adamı ve takip etmek zorunda olduğunuz labirent şeklindeki yolu ile
müze değilde sanki bir Kafka romanının içerisine girmişsiniz gibi hissettiriyor
size. Ayrıca çalan müzikler de bir harika. Müzeden çıkıp yolumuza devam ediyoruz.
Charles köprüsüne doğru yaklaştıkça yolun kenarlarında sanatlarını
resmettikleri tuvalleri sergileyen Prag’lı ressamlar, meşhur kuklacılar yer
alıyor. Ayrıca biraz ileride kaynağını keşfedeceğimiz nefis bir tarçın kokusu
kaplıyor etrafı. Rulo şeklinde hamurları metal silindirlere sararak hareketli
bir sistem üzerinde hemen gözünüzün önünde pişen bir hamur tatlıcısından
geliyor bu muhteşem koku. Dönüşte tadına bakarız diyoruz ama bir daha hiç
fırsatımız olmuyor ve bu tatlının tadına bakamıyoruz.

              



KAFKA Müzesi...

Çek Cumhuriyeti haritasına karşılıklı işeyen heykeller... 

Mis gibi tarçın kokan çöreklerin kaynağını keşfettik...



Sonunda
Charles Köprüsünün üzerine çıkıyoruz. Ciddi bir kalabalık var. Köprü tabi ki
araç trafiğine kapalı ancak sağlı sollu ressamlar, hediyelik eşya satanlar,
bunların ortalarında yürüyen ve kenarlarda fotoğraf çekmeye çalışan yüzlerce
belki binlerce turist. Köprünün her iki tarafında çok güzel heykeller
bulunmakta. Bunlardan bir tanesi de Osmanlı adamının zindancı olarak tasvir
edildiği çalışma. Ancak dünya umurumda değil havasında sanki bizimki. Vlatava
nehri de aynı bizim zindancı gibi dünya umurunda olmadan köprünün altından akıp
gidiyor. 


 

Charles Köprüsü...


 

Zindanın başında bekleyen Osmanlı figürü...


 

 

 



Muhteşem Prag manzarası...



Charles
Köprüsünü keyfine vara vara kat ettikten sonra Unesco tarafından koruma altına
alınmış olan eski şehir meydanına doğru yürüyoruz. Prag sokaklarında sık sık görebileceğiniz
eski model üstü açık arabalar turistlere otantik bir şehir turu yaptırmak üzere
kullanılıyor. 1200 çek korunasına yani yaklaşık 120 TL’ ye bunları
kiralayabiliyorsunuz.  


Sizi Prag sokaklarında gezdirmek için bekliyor...



Eski
şehir meydanı güzel bir ortam. Meydanın etrafı tarihi güzel binalarla dolu.
Bunların altında cafeler ve restoranlar bulunuyor. Meydan cıvıl cıvıl, müzik
yapanlar (özellikle caz),bunları keyifle dinleyenler, sohbet edenler, sadece
etrafı seyredenler, fotoğraf çekenler, herkes hayatından fazlasıyla memnun.
Bizde bu kalabalığa karışıyoruz. Bu canlılığın bir parçası olmak ve özellikle
Prag’ da olmak bizi de hayli mutlu ediyor. Ayrıca meşhur Astronomik saat de bu
meydanda bulunuyor. Astronomik saatin önü her saat başında hareketleniyor,
çünkü saatin meşhur kuklalarının gösterisi başlıyor. Biz 10 dk ile bir önceki
partiyi kaçırdığımızı görerek sıcak havanın da etkisini bir nebze azaltmak
amacıyla meydandaki cafelerden birine oturup soğuk birer çek birası eşliğinde
hem meydanı seyretmeye hem de biraz dinlenmeye karar veriyoruz.



Yarım
saati geçen bira molamızın sonuna doğru gösteriye on dakika kaldığını görüyor
ve hemen hesabımızı ödeyip Astronomik saatin önüne doğru hareketleniyoruz.
Ancak muhteşem bir kalabalık var ve tabi ki tüm güzel yerler kapılmış durumda.



Prag Old-City (Eski-Şehir) meydanı...

Meşhur Astronomik Saat...




Gösteriyi
seyrettikten sonra meydana açılan ara sokakları da dolaşıp şehrin dokusunu
iyice benimsiyoruz. Her içinden nehir geçen şehir gibi Prag’da çok etkiliyor
beni. Tarihi dokusunu, yapılarını, sokaklarını, meydanlarını, Vlatava Nehrini
ve Charles Köprüsünü çok beğeniyorum. Hakikaten iyi ki gelmişim dedirtiyor
bana. 

 


Gün batmaya yakın...



Vlatava
nehrini ve nehir boyunca kıyıdaki binaları daha da iyi gözlemleyebilmek
amacıyla bir tekne turu yapıyoruz. Gerçekten keyifli oluyor. Vlatava nehri düz
bir zemin üzerinde akmıyor, bu yüzden tekneler bir yönde ilerlerken aynı Panama
kanalında olduğu gibi önce havuza alınıyor, su seviyesi yükseltildikten sonra
ancak ilerleyebiliyorlar. Bu işlem ortalama 7-8 dakika sürüyor. 




Nehir
gezimizi de tamamlayıp karaya çıkıyoruz. Bu arada saatin hiç farkında değiliz
ama neredeyse akşam olmuş. Otelimize dönüyoruz. Akşam yemeği için Orta çağ
gecesini yaşayacağımız bir programımız var. Hazırlıklarımızı yaptıktan sonra
yola çıkıyoruz. Hava nispeten serinliyor, hatta yağdı yağacak bir pozisyonda.
Yemek için geldiğimiz yer bir pasajın içerisinde ancak yerin altında bulunan
büyük mahzen gibi bir yer. Giriş kapısından asla bu kadar büyük bir yer
olabileceği aklınıza gelmiyor. Ancak merdivenlerden indikten sonra cidden büyük
ve kat kat platformlardan oluşmuş, her yerde dev fıçıların, tahta masaların,
sandalyelerin ve dev mumların olduğu, ayrıca yine tavandan sarkan dev demir
halkalara takılmış ve akmış ama hala yanan mumlar ortamı iyice orta çağ
havasına sokuyor.




Prag'da Orta Çağ Gecesi...



Bu
arada masalara şarap, bira servisi yapılırken ciddi bir müzik eşliğinde (davul
ve gayda benzeri bir ses baskın) ekip yavaş yavaş gelmeye başlıyor. Bu arada
demin şarap ve bira servisi dedim ama biranın dev bir sürahide ve buz gibi
geldiğini söylemeyi unuttum sanırım. Herhalde fotoğraf gayet açıklayıcı
olmuştur. Müzik devam ederken ekip tüm masaların arasında dolaşıyor. Bu arada
iki tane kıvrak Çek dansözü de katılıyor onlara, ortamda tabi ki çeşitli
milletlerden turistler var ama ciddi sayıda olan Türk ekip dansözleri görünce
seslerini daha da yükseltiyor.  Çok
eğleniyoruz... 

Gecenin sonunda ancak bir sürahi bira serinletebildi..

Gecenin sürprizleri...



Dansözlerin
kıvrak dansından sonra ekipten iki kişinin mizansen kavgası başlıyor.
Seyredenlerin çığlık çığlığa katıldığı bu mizansen o kadar gerçekçi ki gerçekten
devrilen masalar, kırılan bardaklar oluyor. Bu da gösterinin bir parçası mı
bilemem ama bayağı etkili oluyor herkesin üzerinde.  Güzel ve eğlenceli bir ortamda bir o kadar da
keyifli bir yemek yiyoruz ve hakikaten çok eğleniyoruz. Özellikle turla Budapeşte-Prag-Viyana
turunu alanların Prag’daki bu Orta Çağ gecesine katılmalarını tavsiye ederim.
Gece yarısını gece çıkıyoruz. Prag geceleyin de ışıklanmış haliyle bir başka
güzel. 

Ciddi bir dövüş başlıyor...

Prag sokakları geceleyin de ayrı güzel...



Son
derece yorgun bir şekilde otelimize dönüyoruz. Yarın programımızda Terezin Nazi
Kampı, yol üzeri Krusoviçe bira fabrikası ziyareti ve tabi ki Karlovy Vary var.
Karlovy Vary’ yi ayrı bir yazıda anlatacağım.



Ertesi
sabah kahvaltımızı ettikten sonra yola çıkıyoruz. İlk durağımız Krusoviçe bira
fabrikası. Bira deyince genelde herkesin aklına önce Almanya gelse de Çek
Cumhuriyetinin bira sanayine katkısı inkar edilemeyecek bir boyutta. Özellikle Avrupa’da
yapılan istatistiklerde toplam tüketilen bira miktarında Almanya 12.117.000.000
litre ile ilk sırada, Çek Cumhuriyeti 1.890.000.000 litre ile ikinci sırada yer
almasına rağmen, kişi başına düşen bira tüketiminde ise Çek Cumhuriyeti 180
litre ile birinci sırayı, Almanya ise 150 litre ile ikinci sırayı alıyor. Zaten
bira ile öyle içli dışlı olmuş bir ülke ki, genelde tüm sarı biralara adını
veren “Pils” adı da bu ülkenin “Plzen”
şehrinden gelir. Bizde ise neredeyse Pilsen demek yasaklandı ve ülkemizin en
büyük bira üreticisi firma bu yüzden basket takımın adını değiştirmek zorunda
kaldı. Bu arada merak edenler için küçük bir not; ülkemizde kişi başına düşen
bira tüketimi ise sadece ve sadece 13 litre… Yani öyle korkulduğu gibi bir
alkol sorunumuz yok esasında.



Fabrika’ya
ulaştığımızda önce kısa bir bilgilendirme sonra da kısa bir fabrika turu
yapıyoruz. Bu bilgilendirme ve tur sonrasında arpanın yüksek sıcaklıkta nasıl
malta dönüştüğünü, sonra nasıl kavrulduğunu, bu kavrulma süresinin biraya
rengini nasıl verdiğini, şerbetçiotunun ve bira mayasının eklenmesiyle
fermentasyon işleminin nasıl başladığını öğreniyoruz. Bu işlemin de 15-20
derecede yapıldığını ve şişelenen ya da teneke kutuya doldurulan biraların
halen sıcak olduğunu çünkü esmer biraların 3-5 gün, sarı biraların da 7-10
boyunca fermentasyon işleminin sürdüğünü öğreniyoruz. 

Çeklerin en iyi biralarından biri...



Bu
kısa ve bilgilendirici gezinin sonunda tadımların ve satışların yapıldığı
büfeye uğrayarak damaklarımızı serinletiyoruz. Sonra yolumuza devam ediyoruz.
İlk durağımız Terezin Nazi toplama kampı…




TEREZİN: Aslında keyifli bir Prag yazısına
Terezin toplama kampını eklemek çok da içimden gelmedi ama o yıllarda orada
yaşanan insanlık dışı tüm uygulamalara sessiz bir çığlık olması açısından bir
iki satır karalamanın, orada savaş koşullarının da dışında, çok zor şartlar
altında tutulan ve orada hayatlarını kaybeden insanlara insanlık borcumuz
olmasından dolayı gerekli olduğu düşüncesindeyim.



Girişte
düzenli bir mezarlık ile başlıyor Terezin. O dönemde Nazilerin verdiği isimle
Theresienstadt. İkinci Dünya Savaşında Terezin şehrinde Gestapo tarafından
kurulan bu getto-toplama kampı 24 Kasım 1941’den 9 Mayıs 1945’e kadar açık
kalıyor. Bu toplama kampının en büyük özelliği II. Dünya Savaşının en büyük
toplama, zorunlu çalışma ve imha kampı olan ve 1 milyonu Yahudi olmak üzere
toplam 1,1 milyon kişinin öldürüldüğü Auschwitz
toplama kampına gönderilen Yahudiler için bir geçiş noktası olmasıymış.



Kocaman
harfler ile kapıya yazılmış olan “ARBEIT
MACHT FREI (ÇALIŞMAK ÖZGÜRLEŞTİRİR)”
cümlesine her gün bakarak bu toplama
kampında zorunlu olarak çalıştırılan insanlar, çalışarak bir gün buradan özgür
olarak çıkabileceklerini hayal ediyorlardı belki ama ne yazık ki hiçbiri bu
hayali gerçekleştirememişti.



Mezarlar...



Ana giriş... Şimdi ve geçmişte...



İnsanların
buralarda ne acılar çektiğini hem binalarda dolaşırken hem de müze haline
getirilmiş binadaki o günlere ait orijinal mektuplar, elbiseler ve diğer
eşyaları görünce daha da iyi anlıyorsunuz. Hüzün dolu bu kampı içimiz acıyarak
dolaşıyoruz hepimiz. Sonunda orada olanların acısını da yüreğimizde yaşayarak
bu insanlık suçunu lanetliyor ve çıkışa doğru ilerliyoruz.







Ana bina görüntüleri…





 

 

Terezin odaları…


İnsanlık ayıbı...



 

 

Müzeden…



Hüzünlü
yaşanmışlıklar ile insanlık dışı uygulamaların bir dönem hüküm sürdüğü Terezin
kampını ardımızda bırakıp yolumuza devam ediyoruz. 

İstikametimiz Karlovy Vary…







 Yazılan Yorumlar...
TAMER
(03 Temmuz 2015)
Teşekkürler Hakan...
hakangeziyor
(02 Temmuz 2015)
Sevgili Tamer, her zamanki gibi harikasın. Kısa zamanım nedeniyle ziyaret edemediğim utanç kampını ibretle okudum. Bir daha ki Prag seyahatimin temel yerlerinden birisi olacak. Kalemine sağlık...
TAMER
(02 Temmuz 2015)
Sevgili Erdin Bey,
Beğeniniz için teşekkürler, güzel yorumlar hem daha çok yazmaya hem de daha çok gezmeye teşvik ediyor... Bekleyen yazılarımı daha hızlı kaleme almaya çalışacağım. Orta Çağ gecesinden biz de çok keyif almıştık, gerçekten ilginç ve güzeldi...
Erdin İVGİN
(01 Temmuz 2015)
Kalemine sağlık Tamer
Yazını keyifle okudum. Özellikle Orta Çağ Gecesini bölümü ve fotoğrafları bana çok ilginç geldi.