Bazı zamanlar bir görsel, bir cümle, bir anı, v.b. şeyler gezi rotanızı yönlendirebilir. Pascal Mercier’in “Lizbon'a Gece Treni” adlı güzel kitabı beni Lizbon’a sürükledi. Romanda; Gregorius, duyduğu Portekizce bir kelimenin büyüsüne kapılarak yaşadığı şehri, düzenli hayatını terk edip hakkında hiçbir şey bilmediği gizemli bir Portekizlinin doktor ve yazar Amedeu Prado’nun izini sürmek üzere Lizbon’a doğru trenle yola çıkar. Roman bir anlamda insan ruhuna felsefi bir yolculuğa yelken açıyor. Romandaki bazı paragrafları okuduktan sonra şöyle arkanıza yaslanıp düşünmeden edemiyorsunuz. Roman senaryolaştırılıp, yönetmen Bille August tarafından filmi çekilmişti. Roman tadını vermese de filmi de izlemeye değer. Zaten Portekiz gezi rotamda vardı, ancak kitaptan sonra Lizbon önceliğim oldu. Emine, Ben ve Ceylin Portodan Campanha (Estacao Campanha) tren istasyonundan binerek gündüz treniyle 3,5 saatte Lizbon’a ulaştık. Trenin rahat ve sakin atmosferinde güzel manzaralar eşliğinde yolculuğumuz keyifli geçti. Yanımızda oturan ve bir kutlama yaptıklarını tahmin ettiğim genç kızlar gurubu Porto şaraplarını; yanlarında getirdikleri Portekiz peynirlerini, Portekiz tatlılarını afiyetle yiyerek ve plastik şarap kadehleriyle şaraplarını yudumlayarak, hiç kimseyi rahatsız etmeden hatta fısıltıyla konuşarak trende evlerindeki huzuru ve özgürlüğü yaşadılar.
Porto’dan Lizbon’a giden trenler oldukça iyi…Pombal Meydanı’nda Marques Pombal Heykeli… Lizbon şehri Tejo Nehrinin iki yakası üzerine kurulmuş. Avrupa kıtasının en doğu noktası Cabo da Roca da Lizbon’un karşısında. Burada Portekizlerin yanı sıra Brezilyadan çalışmaya gelen insanlar, Retarnados denilen ülkenin Afrikalı sömürgelerinden geri dönmüş insanlar yaşıyor. Popüler bir dil olan Portekizce Brezilyada da konuşulur. Brezilyanın da zaten Portekiz’le gönül bağı hiç kopmamış.
Cafe A Brasileira ve şair F.Pessoa’nın bronz heykeli… Portekiz’i 36 yıl boyunca yöneten Salazar 1968 yılında felç geçirdiği güne kadar koltuğunu bırakmamış, adeta yapışmış. Dünyanın bazı yerlerinde yönetenlerde primadonna kompleksi ya da iktidar hastalığı, koltuğu bırakamama takıntısı var demek ki! 1974 yılındaki Karanfil Devrimi ile Portekiz’de diktatörlük ve sömürgelerindeki savaşlar bitmiş. Portekiz tarihinin yeni bir dönemi başlamış. Portekizliler bu özgürlüğün tadını çıkarıyor. Lizbon’u iki yakaya ayıran Tejo nehri Atlas Okyanusuna kavuşuyor. 7 tepeli Portekiz’in başkenti olan Lizbon’dan İstanbul’a konser vermek için gelen ünlü bir fado sanatçısı İstanbul’a bakarak “tıpkı Lizbon gibi” demiş. Zaman zaman bana da anımsattı İstanbul’u. Şehrin iki yakasının arasından akan görüntüsüyle Tejo nehri Boğaziçi’miz gibi. İstanbul gibi iki kıtayı ayırmıyor, fakat vapurla ya da asma köprüden arabayla nehrin karşı yakasına geçilebiliyor. Avrupa’nın en uzun köprüsü 1966 yılında Lizbon’un iki yakasını bağlamak için yapılmış. İstanbul trafiği gibi yoğun, fakat sıkıntı yaratmıyor, daha düzenli. İstanbul’un silueti gibi şiirsel fakat İstanbul’daki gibi devasa binalarla kötü yapılaşmayla, azalan yeşilliğiyle silueti bozulmamış.
Restauradores Meydanı ve Rossio Tren İstasyonu… Booking’ten rezervasyonunu gerçekleştirdiğimiz, Marques de Pombal meydanındaki Fenix Music otelimizi rahatlıkla bulduk. Burası oteller bölgesi sanki. Marques Pombal Metro İstasyonu yanı başında. Sonradan kaldığımız 3 gün boyunca şehrin kalbi gibi olan bu meydanın tüm yolların kavuşma noktası olduğunu anlıyorum. Otelimizin tüm dekorasyonu müzik sembolleri üzerine kurulmuş. Kaldığımız 3 gün boyunca, estetik açıdan beğendiğimiz bu otelin rahatlığı, kahvaltısı, şehir manzaralı terası da bizi memnun etti. Otelimizin karşısındaki “Hop On Hop Off/ Lisbon Sightseeing” ulaşım noktasında 23€ ödeyerek 2 günlük 3 hatlı kırmızı otobüsten biletimizi aldık. Kaldığımız sürece eski Lizbon ve yeni Lizbon’da görmek istediğimiz her yere istediğiniz durakta inip, güzergâh boyunca tekrar bindik, gezdik ve gördük. Kısa süreli gidilen şehir keşiflerinde turistik olan bu ulaşım Hızır gibi. Zamanı verimli kullandırır. Otobüste verilen şehrin haritası; ayrıntılı olarak farklı rotaların hatlarını gösterir ve önemli turistik yerler hakkında bilgi verir. Onlarca farklı dilde gezi boyunca ülkenin müziği eşliğinde kulaklıkla dinleyebilirsiniz.
Ruoao Şarap Evi; Rua Garet -38 numaradaki Casa Pereira daki en ünlü çaylar… Önce görmek ve yapmak istediğimiz otelimize yakın yerleri belirlediğimiz için eski Lizbon’u keşifle başladık. Önce Pombal Meydanı, hemen yakınındaki Eduardo VII Parkı, 4 dakikalık yürüme mesafesindeki ünlü Özgürlük Caddesi (Avenida da Liberdade) keşfi ve keyfi. Sonra Tarihi Chiado ve Rossio bölgeleri keşfi. Chiado’nun popüler caddesi Rua Garret, şehrin en eski kafe ve dükkânlarının olduğu yer. Ve bu kadar keşiften sonra yorulduk, aralarda mini molalar verdik. Sonra Rua garet 120-122’de Lizbon’un Brasileira’da köpüklü bir kahve molası daha uzun bir mola oluyor.
Karşıdaki Rue Augusta kemerini geçince Praça do Comercio ya çıkar; Bertrand Kitabevinde- Orhan Pamuk şair Pessoa ile başbaşa…
Santa Justa Asansörü… Café A Brasileira Lizbon’un en eski (1905) ve ünlü kafelerinden biri. Portekizli ünlü Şair Fernando Pessoa’nın yazmak, edebiyatçı arkadaşlarıyla buluşmak için en çok uğradığı mekânlardan biriymiş burası. Lizbon’un en merkezi meydanlarından olan Largo de Chiado’da bulunan bu kafenin sokağa bakan masalarında ünlü Fernando Pessoa’nın bronzdan oturur pozisyonda bir heykeli var. “Yaratmak için yok ettim kendimi. Çeşitli oyuncuların çeşitli oyunlarını sergiledikleri boş bir sahneyim ben” diyen şairin Türkçeye çevrilen “Huzursuzluğun Kitabı” romanı da var. Pessoa yaşarken heykeli kadar sabırlı olmazdı ironisine içimden tebessüm ediyorum. Her gün binlerce meraklı bakışlar altında, insanlardan çok yazıya sığınan bir şairin haline. Edebiyat meraklıları için iyi bir şehir Lizbon. Nobelli Portekizli yazar Jose Saramago ve Pessoa’nın evleri müzeye dönüştürülmüş, içlerinde kütüphaneleri var ve çeşitli etkinlikler düzenleniyor. 1732 yılından beri hizmet veren hala açık olan en eski kitapçısı, Bertrand Kitapçısı. Kapısında bu özelliği ile aldığı Guinness Rekorlar belgesini gururla asmış. Yurt dışındaki kitapçılarda ilk sorum “Türkçe yazarların kitapları var mı” sorusudur. Bu sorum üzerine görevli Elif Şafağın İstanbul romanıyla, Orhan Pamuğun Portekizceye çevrilmiş 2 ayrı romanını getiriyor. Hoşuma gidiyor. Asırlık atmosferi etkileyici. Görülmeye ve incelemeye değer. 0-3 yaş arası sayfaları yumuşacık kumaştan yapılmış “Mon doux livre musical” kitabını ve çocuklar için uygulamalı bir sanat kitabı alıyorum. Kitapçılar yaşasın, asırlara meydan okusun diyerek Bertrand kitapevinden çıkıyorum.
Solda Nobelli Portekizli yazar José Saramago Müzesi; Sağda ise Rossio Meydanında seyyar çadırlarda yeme ve içme keyfi…
Alfamada bir güzel yapı ve Alfama sokakları…
Alfama’nın dar sokakları… Tarihi/eski Lizbon: Tarihi bölüm yan yana olan üç mahalle; Bairro Alto, Baixa ve Alfamadan oluşuyor. Bairro Alto çok sayıda barların ve fado kulüplerinin olduğu bir yer. Dar, parke taşlı, duvarlarında graffitili sokaklarda, gündüz sakin, ancak gece olunca başka bir yüzüyle karşılaşıyorsunuz. Beyoğlu ya da Kadıköy barlar sokağı da diyebilirim. Çoğunlukla her milletten gençlerden oluşan kalabalığın ayakta özgürce takıldığı, hatta kafelerde oturana pek rastlanılmayan karışık, kozmopolit karnaval havasında cümbüşlü bir yer. Lizbon’un en merkezi ve hareketli mahallesi Baixa, 1755 senesindeki büyük depremde tamamen yıkıldıktan sonra depreme dayanıklı mimarinin ilk uygulandığı yerlerden biri olmuş. Comercio ve Rossio gibi Lizbon’un en büyük meydan ve bulvarlarının çoğu da Baixa mahallesinde. Burası şehrin tam göbeği. Yürüyerek keşfedeceğiniz çok şey var. Barrio Alto ve Baixa mahalleleri arasındaki Chiado bölgesi temiz ve bakımlı caddeleri yanında sağlı sollu sıralanmış şık butikler ve kafelerle, hem eski ve yeni Lizbon’un izlerinin görülebileceği bir mahalle. Praça Dom Pedro IV (Rossio) Meydanı; nehir kenarından Rua Augusta’yı boylu boyunca geçip geldiğimiz Rossio Meydanı ortaçağdan beri, şehrin ana meydanı. Bu meydanda da özgün ve popüler kafeler ve 1900’lü yıllardan beri işletilen restoranlar var.
Duvarlarda tablolar çok güzel görünüyor: Fado Müzesi…
Lizbon evlerinin vazgeçilmesi balkondaki çamaşırlar; Gezginler için dünya küçük -Haydi küçük dünyamızı keşfetmeye… Hemen yanında ise, nispeten daha küçük olan Figueira Meydanı var. Burası da tarihi bir meydan. Portekizde özellikle Lizbon’da 100 yıllıktan fazla kafeler, restoranlar, kitapçılar, v.b. yerler var. Eski dünyanın kâşifleri yaşamasını, harcamasını, kaliteyi biliyorlarmış. Modern zamanın turistleri için her şeyi düşünmüşler. Sevimli görünüşleriyle tuk tuklar, rehber eşliğinde cincırlı şehir gezileri, nostaljik tramvaylar, ilginç-renkli-eğlenceli kara ve deniz taşıtları. Seçenekler çok. Ulaşımı halletmişler bence. Restauradores Meydanı (Praça dos Restauradores) ünlü bir meydan. 1640 yılında Portekiz'in İspanya'dan bağımsızlığını sağlaması anısına açılmış. Meydanın ortasında uzun bir dikilitaş var. Praça do Comércio (Ticaret Meydanı) Portekiz'in başkenti Lizbon'da Tejo Nehri kenarında bulunan bir yer, Meydan'ın en dikkat çekici yeri ortasında bulunan dikilitaşı. Dikilitaş'ın üzerinde zaferi simgeleyen bir kaide var. Enerjisi yüksek, her daim turistlerle dolu, hareketli bir meydan.
O FAİA Casa de Fados-Fado gecesi… Lizbon’da meydanlarda, köşe başında ya da ansızın karşınıza çıkıveren şehrin ruhuna ve tarihine uygun çok güzel özgün heykeller var. Sokakları, meydanları, kaldırımları, desenlerle bezenmiş. Siyah bazalt ve sarı traverten taşları ile döşenmiş zeminin her biri, adeta bir sanat eseri. Mozaik tablo gibi olan bu düzenleme Lizbon’a ayrı bir kimlik katmış. Aklımda kalan güzelliklerden biri oldu. Bir yandan Avrupalı iken, diğer yandan Emevi etkisiyle rengârenk ve motiflerle dolu mimarisi etkileyici. Binaları kaplayan ve 18. yüzyılda Araplar tarafından getirilen çinicilik, şehre kimliğini vurmuş. 18. yüzyılda krallar ve aristokratların ne kadar zengin olduklarını göstermek, 19. yüzyıldan sonra ise binaları yağmurdan korumak için kullanılmış olan çiniler bugün şehre farklılık katıyor. Zaten orta çağdan kalma ender yapıları, köprüleriyle Keşifler çağının pek çok önemli olayına tanıklık etmiş, kâşifler şehri diyebiliriz. M.Ö 1200 yıllarında Romalılar tarafından kurulmuş. Fenikeliler, Kartacalılar, Grekler, Romalılar, Vizgotlar ve Arapların tarihiyle harmanlanan bu yer özgün ve farklı bir Avrupa kenti kimliği kazandırmış. Sanırım turistlerin de ilgisini çeken bu çeşitliliğin ruhundaki zenginlik! Hala güzelleşmeye çalışıyor. Binalarda restorasyon çalışmalarına sıkça rastlanıyor.
Gulbenkian Müzesinde İznik çinilerimiz bir harika; Müzede eğitim…
Gülbenkian Müzesinden Rubens ve Rodin ile Paula Rego The Vivian girls with windmills-1984; Gülbenkian Müzesinden Rubens ve Rodin… Rua dos Fangueiros /37 numarada çok güzel “Ruoao Wines” eski bir şarap dükkânı var. 2€, 5€, 10€ ve daha üstü beyaz, kırmızı, pembe hatta üzümün koruk halindeyken yapıldığı yeşil şaraplar, Portekizlerin ginjinha dedikleri vişne likörü almaya ve tatmaya değer. Rua Garret’den aşağı doğru yürüyüp, çok katlı alışveriş mağazasına gelmeden, sola dönünce, 1900’lü yıllarda Baixa ile Barrio Altoyu birbirine bağlamak için Gustave Eiffelin öğrencilerinin tasarladığı dövme demirden yapılan, nostaljik bir Elevador Santa Justa asansörü var. Saat 20.00’yi geçerken gidebildiğimiz için, biraz sırada bekleyip manzaraya bakılan bölümüne çıkmayacağını öğrenince vazgeçiyoruz asansöre binmekten. İlginç ve özgün bir sokak asansörü. Işıklandırması da hoş.
Belem Kulesi… Alfama: Emine’yi 28 numaralı sarı tramvay aşkıyla buluşturma noktasındayız. Martim Moniz Meydanı’ndan biniyoruz. Tramvayda kaptanın ritmik aralıklarla çevirdiği dümeninin sesi eşliğinde Alfama’yı meşhur tramvayımızla yokuşlardan daracık yollardan rengarenk evlerin, tarihi binaların, kiliseler, kafeler, fado mekanlarının önünden geçerek, Sao Jorge kalesi, Se Katedrali ve Santa Engracia Kilisesine selam vererek ilerliyoruz. Emine’yi sarı tramvaydan indirip yürüyerek Alfama’yı keşfetme olasılığı hiç yok. Lizbona geldiğimizden beri 28 numaralı tramvay diye sayıklıyordu. Bende kaderime razı olup kendimi tramvayın ve Alfama’nın seyir ruhuna teslim ediyorum. Balkonlardaki asılı çamaşırlar, kalenin duvarlarına yapışmış gibi duran evler, çiçekli bahçeler, kuş kafesleri, dik merdivenler, fado kulüpleri, azulejos kaplı duvarlar, yerel halkın doğallığı ve farklı milletlerin turistik insanlarıyla bütünleşmiş atmosfere kaptırmış gidiyoruz. Tepelere çıktığımızda aşağılara baktığımda gördüklerim evlerin damları ve deniz manzarası İstanbul’u anımsatıyor. Tramvayların daracık yokuşlarda neredeyse evlere sürtünecek kadar yakın geçmesi ve tramvayın camlarının dallara ara sıra çarpmasıyla silkinerek seyir halimden sıyrılıyorum. Alfama’yı yürüyerek gezme planımı belleğimde koruyarak (bu isteğimi sonra gerçekleştirdim). Lizbon’un en eski mahallesi olan bölgenin adı Arapça Al-Hamma’dan geliyormuş. Alfama bölgesi şairlerin, fado şarkıcılarının, büyülü mekânıymış. 1755 tarihindeki Lizbon büyük depreminde sapasağlam ayakta kalmış. Bugünlerde Avrupalı, Amerikalı entelektüellerin yaşamak için tercih ettikleri bir yer olmuş. İstanbul’daki Tarlabaşını anımsattı bana. Tarlabaşı da rant kapısı olmadan; özgünlüğü bozulmadan yenilense, düzenlense, neşelense, renklense İstanbul’un turistik gözbebeği olabilir Alfama gibi.
Yukarıdan Belem Mahallesi ayrı bir güzel; Belem’de zeminin estetiği de hoş… Fado gecesi: Portekiz’e gidip fado müziği dinlemeden olmaz diyerek, internetten Alfama bölgesindeki birçok fado restoranlarını araştırmıştım. Yinede kaldığımız otel görevlisine gidebileceğimiz bir fado yeri sormadan edemiyoruz. Alfama’nın hava karadıktan sonra tehlikeli olduğunu söyleyerek, bize iki yer öneriyor. Bunlardan, Lizbon’da 1947 de açılan, fado müziğinin ilk olarak yapıldığı ve Portekiz’in sesi lakaplı ünlü Amália Rodrigues’inde sahne aldığı Bairro Alto/Ruada Barroca 56 numaradaki “O Faia Casa de fados” restoranı tercih ettik. Lizbon’da taksiler ucuz olduğu için taksiyle 5 dakikada saat 22.00 gibi varıyoruz.
Kaşifler Anıtı… Fado müziği; balıkçı, kâşif, denizci olan sevgililerini, eşlerini denize uğurlayan ve onların geri dönmesini umutla bekleyen 19. yüzyıl Portekiz kadınlarının artık beklenen yakınlarının geri gelmemesi üzerine denize karşı yaktıkları ağıtlardan türemiş. Portekiz’in halk müziği diyebiliriz. Bu nedenle Fado, derin acıların, hüzünlerin, hasretin, aşkın ifade edildiği bir müzik türü. Klasik fado, Portekiz gitarı ve bir klasik gitar eşliğinde tek bir şarkıcıyla icra ediliyor. Restoranın yıllara meydan okuyan dekorasyonu eşliğinde 3 ayrı fadistadan fado şarkıları dinledik. Fado şarkıcılarına fadista deniliyor. Son çıkan genç olan fadistanın yorumunu beğenmedim. Işıklar söndürüldü ve sessizlik ortamında yemekler yenilmeden dikkatle dinlenildi. Bazı şarkıların tekrarlanan bölümlerine bu müziği bilen müşteriler de eşlik etti. Bazı parçalar sanki feryat edilirmişçesine söylendi. Lizbon’da epeyce tanındığını öğrendiğimiz, cd’lerinin restoranda satıldığı fadistanın omuzlarında siyah bir şalı vardı. Siyah şalı takmakta birçok anlam yüklüymüş! Her yıl Şubat ayında Lizbon’da fado festivali düzenleniyormuş. Sanırım Portekiz ekonomik krizini turizmle biraz olsun rahatlatmaya çalışıyor. Kültürünü, sanatını, mimarisini, v.b. her şeylerini turizm için ortaya koymuşlar. Hatta zorlamayı fark ediyorsunuz. En ufak bir özelliklerini dahi ticarete çevirmişler. Lizbon kalitesi tartışılabilecek fado müzik yerleriyle dolu. Son yıllarda ticari olmuş anlaşılan. Menü masamıza gelince anladık ki pahalı bir restoran. Pahalı olması sizin için fark etmezse güzel bir ortam, kaliteli bir yer. 1947’den beri hizmet veriyor. Sadece balık çorbası, makarna ve neredeyse 3 yudumluk iki Porto şarabı; tek kişi 70€. Biraz komik gelebilir, ama restorandan çıktıktan sonra doymadığımız için bir sandwiç yemek durumunda kaldık. Restoranda sahneye çıkan fadistadan değil, “O Melhor De Amalia” cd’sinden aldık fadonun anısına.
Solda Kaşifler anıtından bir detay; Sağda ise Keşifler Anıtının terasından Keşifler Haritası mozaik yer panosu… Gülbenkyan Müzesi: İstanbul, Üsküdar doğumlu Ermeni asıllı bir Osmanlı vatandaşı olan Calouste Gulbenkian, uzun yıllar Osmanlı toprakları dahilindeki petrol üretimini üstlenen Batılı şirketlere aracı işadamı olarak görev yapmış ve gelirinin önemli bir bölümünü bu yolla sağlamış. Lizbon’un İstanbul’a benzerliğinin Gülbenkyan’ın buraya yerleşmeyi seçmesinin nedenlerinden biri olduğu rivayet ediliyor. Tümüyle Gülbenkyan’ın kişisel koleksiyonuna dahil 6000 parçadan oluşan ve bence en güzelleri İznik çinileri olmak üzere Osmanlı-Türk eserleri epeyce yer almış. Mısır, Mezopotamya, İslam, ermeni, Ortadoğu, Uzakdoğu ve Avrupa sanatının önemli yapıtları sergileniyor. Özellikle bazıları ünlü sanatçılar tarafından resimlenmiş ender Avrupa baskı kitaplardan, İslam elyazmalarına kadar olan koleksiyon bir harika. Müzenin bahçesi de bir harika. Bahçedeki çiçekler, farklı türdeki ağaçlar, etraftaki kuş sesleri arasında bahçeyi gezerken, başka bir boyuta geçtiğimi hissettim. Aynı hissi Sevilla’daki Elhamra Sarayının Bahçesinde de hissetmiştim. Ayrıca, Müzede iki müze eğitimcisinin “Fareli Köyün Kavalcısı “kitabını ziyarete gelen çocuklara yaratıcı okuma yaparak, müzedeki sergiyle ilişkilendirerek, orf aletleriyle, çocuklarında katıldığı drama ve dans ile canlandırması, çok kapsamlı olarak çocuklara müze gezdirmesi harikaydı. Darısı bizim ülkemizdeki müzelerde çocuklarımızın müze eğitiminden yeterince yararlanması diyelim.
Kaşifler Anıtının terasından Portekiz manzarası… Belem: Kırmızı turistik otobüsümüzün üst kattaki açık bölümünde kulaklığımızdan yankılanan Portekiz müziği tınılarıyla aydınlık ve pırıl pırıl bir havada ilerliyoruz. Otelimizden yarım saat sonra merakla görmeyi beklediğimiz Belemdeyiz. Tejo Nehrini kucaklayan Belem, şehrin en önemli semtlerinden biri. Çünkü dünyanın birçok yeri, bu limandan yola çıkan cesur denizciler tarafından bulunmuş. Portekizliler, Atlas Okyanusu’na açılan ilk Avrupalılar. Ekvatoru geçen, Ümit Burnu’nu dolanan, Hindistan’a deniz yoluyla Batı’dan ilk ulaşanlar da onlar. Çin’le ticaret yapan ilk Batılılar ve Kaptan Cook’tan iki yüzyıl önce Avustralya’yı ilk görenler yine Portekizli cesur denizciler. Yine Güney Amerika kıtasına ilk ayak basan Batılılar Portekizliler. Brezilya’yı da onlar keşfetti.
Belem’de 1922 yılında Güney Atlantiği ilk kez geçerek Brezilya ve Portekiz arasında gerçekleşen ilk uçuşun anısı uçak; Avrupanın en iyilerinden olan akvaryum… Otobüsten iniyoruz ve karşımızda tüm haşmeti ve kudretiyle 1983 yılında UNESCO tarafından Dünya Miras Listesine alınan şehrin sembollerinden St. Jeronimos Manastırı. İnşası sırasında her yıl 70 kg altına mal olmuş, yapımı baharat ticaretiyle finanse edilmiş bu manastır Keşifler Çağının en önemli eserlerinden. Keşiflerle gelen etkilenmenin Gotik ve Rönesans tarzlarıyla karışmasından oluşan “Manuelin dönemi” mimarinin tipik bir örneği. Dış mimarisinde gördüğümüz palmiye ve baharat ağaçları şeklinde oyma işleri, rölyefler yapıya Hindistan ve Afrikaya yapılan seferleri ve bölgeleri anımsatıcı bir özellik vermek için tasarlanmış. Vasco de Gama’nın Hindistan’a yaptığı yolculuktan sağ dönmesi üzerine başlamış (1500 yılları) ve 70 yılda bitirilmiş. Manastırın içinde marina müzesi ve etrafında görülecek çok şey var. Hemen yanında “Planetario Colouste Gulbenkian” uzayla ilgili bir yer var. Belem bölgesi Lizbon’da görülmesi gereken önemli yerlerden biri.
Rio Tejo nehrindeki güzellik yanında Yeni Lizbon'da Nation's Park ve Vasco de Gama ikiz kuleleri… Belem Kulesi: Suyun içinden yükselen bu kule çok hoş. Belem bölgesine çok yakışmış. Keşifler ve Kâşifler Çağının en önemli yapılarından birisi ve 15. yüzyılda şehrin savunulması amacıyla yapılmış. Bugün hem Lizbon’un hem Belem’in simgelerinden. Unesco’nun Dünya Koruma Mirası Listesi’nde yer almış. Manuelin mimarisinin bir başka güzel örneği. Belem kulesi Portekiz Kralı I. Manuel’in talimatıyla 1515-1521 yılları arasında Tejo nehrinin kıyısında yeni ticaret yolları bulmak için uzak denizlere yelken açan denizciler için yolculuklarının başlangıç noktası ve Portekiz’in Keşifler Çağı’nın sembolü olmuş. Sonraki yüzyıllarda deniz feneri, hapishane, gümrük kontrol noktası olarak kullanılmış. Kulenin içine girmek için uzun kuyruğu görünce, kuleye çıkmaktan vazgeçmek zorunda kalıyoruz.
Yeni şehir tarafında çağdaş mimari ve suyun olmazsa olmaz güzelliği… Kaşifler Anıtı; Aynı bölgede bulunan karavel (yelkenli bir gemi türü) şeklindeki bu anıtta elinde küçük bir yelkenliyi tutan gemici Henrique teknenin en ucunda yerini almış. Gözlerini okyanusun uzaklarına dikmiş. Arkasında ise V. Alfanso, Gaspar Corta Real, Diogo de Silves, Gil Eanes, Diogo Gomes, Pedro Alvares Cabral, Diogo Cao, Bartolomeu Dias, Macellan ve Vasco da Gama, din ve bilim adamları sıralanmış. Bu müthiş kâşiflerin sembolik heykellerini izleyenleri asırlar öncesine götürüyor. Hayranlık ve saygı içinde dünyanın o zamanlarını düşünmeye çalışıyorum. Bu küçücük ülkeye sığamayan bu kâşifler cesaretle dünyaya açılmışlar, arkalarında hasretle bekleyen sevgililerini ve eşlerini bırakarak. Portekiz halk müziği olan fado şarkıları söyleyen fadistaların ezgilerindeki ağıt ve çığlığın nedenini Belemde daha iyi anlıyorum. Anıtın önündeki meydanda ise devasa bir keşifler haritası (dünya haritası) var. Anıtın terasına çıkıp, aşağıya bakınca bu keşifler haritası, üzerinde minicik meraklı insanlar ve mozaikle bir tablo gibi süslenmiş geniş zemin harika görünüyor. Gezilerimde belleğime nakşeden görsellerden biri olarak yerini aldı. Anıtın yerden yüksekliği yaklaşık 60 metre. Terasına çıkıp; iç açıcı Lizbon manzarasını, okyanusu, onlarca yelkenlinin nehirde süzülüşünü, uzaktan görünen Brezilya'daki koruyucu İsa heykelinin bir benzeri, biraz küçüğü olan heykeli, 25 Nisan Köprüsünü, Avrupa’nın en uzun köprüsü Vasco da Gama’nın enfes görüntülerini kaçırmayın, belleğinize nakşedin derim.
EXPO 98’in maskotu Gil ve o dönemde inşa edilen teleferik… Belem tatlısı: Portekiz’in milli tatlısı Pasteis de Nata’yı ve bu tatlıyı en iyi yapan Pasteis de Belem pastanesi olduğunu gezi sitelerinde çokça okumuştum. 1837’den beri hizmette olan bu pastanede yine kuyrukta bekleyerek, zar zor bir oturacak bir yer bulup, sıcak servis edilen nata tatlısını afiyetle yiyoruz. “Aaa laz böreğine benziyor” diye mırıldanıyorum. Lezzetli bir tatlı. Sanırım bu tatlıdan beklentim çok yüksekti. Bizim Gaziantep baklavamız daha lezzetli diyebilirim. Belem tatlısının orijinal tarifi bilinmesin diye yazılı kaydı yokmuş. Sadece 3 kişi biliyormuş ve bu 3 kişi aynı uçağa bile binmiyorlarmış, orijinal tarif kaybolmasın diye. Günde satılan tatlı sayısı on binleri geçiyor ve milyon dolarlar kazandırıyormuş Portekiz ekonomisine. Darısı bizim baklavamıza diyelim. Portekiz turizme çok önem veriyor ve reklamasyon, imajinasyon konusunda başarılılar. Bunu Lizbon’da dünyanın ilk 10 lezzeti arasına giren çayı içerken de, kahvesini içerken de düşündüm. Bizim çaylarımız, kahvelerimiz daha güzel, fakat tanıtım konusunda daha çok yatırım yapmayı ve daha güvenli bir ülke imajını sağlamalıyız. Turistler için belki daha yaratıcı fikirler bulmalı ve gerçekleştirmeliyiz! Bazen kıskançlık mı yapıyorum ne? Tatlımın bile keyfini çıkaramamıştım, bizde şunu yapsak, şöyle yapsak demekten.
Expo alanında metal modern heykel… Yeni Şehir/ Parque das Naçoes: Otelimizin karşısında konuşlanan turistik otobüslerden iki günlük ücretsiz yararlandığımız otobüsümüzün yeni şehre giden hattını buluyoruz. Bu yer iki gündür gezdiğimiz tarihi Lizbon’a epeyce uzak bölgeye kurulmuş. Açık locamızda seyirli ve keyifli bir yolculuk sonunda 30-40 dakika sonra bizi Lizbon’un modern yüzü karşılıyor. Yeni şehrin akıllıca ve estetik kaygılarla imar edildiğini yeşillerin, ağaçların ve mimari yapıların görüntüsünden anlıyoruz. Demek ki kaba saba, görgüsüzce yapılmayan siteler, gökdelenler de oluyormuş! Metroyla gelenler için Oriente tren istasyonunundan çıkınca tam karşıda popüler markaların mağazaları, el sanatları, v.b. dükkânlarıyla ferah ve büyük bir alışveriş merkezi var. 1998 Lizbon dünya fuarı (EXPO 1998) için yapılan büyük bir alan var bu bölgede. Fuarın teması Portekiz'in okyanus keşiflerinin başlamasının 500. yılı anısına "Okyanuslar, gelecek için miras" olarak seçilmiş. 132 gün boyunca fuar tüm dünyadan 11 milyon civarında konuk çekmiş. Darısı ülkemizin başına diyorum.
Berardo Modern Sanat Müzesi ve Lizbon’da keyif köşeleri… Nation's Parkı (Milletler Parkı) ve Vasco de Gama ikiz kuleleri, fütüristik binaları, Avrupanın en büyüklerinden Ocenarium Akvaryumu, Bilim merkezi, süslü havuzları, bisiklet yolları, konser salonu, ski lift tarzında yapılmış onlarca sayıda teleferikler, mimar Alvaro Siza’nın expo Portekiz Pavyonunun inanılmaz büyüklükteki tavanı Lizbonun modern ve çağdaş yüzünü gösteriyor. Avrupa’nın en uzun köprülerinden biri olan Vasco de Gama köprüsünü’de, tüm güzelliği ile Tagus Nehri üzerinde salınırken görmek yeni şehrin bonusu diyelim. Lizbon’un çağdaş, modern ve Expo 98 yüzünü görmek isteyenler bu bölgeyi atlamasınlar derim.
Portekizlerin damak tatlarına düşkün olduklarını çok sayıdaki lezzet duraklarından ve asırlık lokantaların sayısından anlıyorum. Milli balıkları Bacalhau; kurutulmuş tuzlu morina balığı. 365 çeşit yemeği yapılıyormuş. Patatesli, soğanlı, ıspanaklısını yedik. Lezzetliydi. Tatlıyı çok seviyor Lizbonlular. Pastaneleri epeyce fazla ve bol çeşitli tatlılarla dolu. Popüler lezzetlerden çok geleneksel lezzetler revaçta burada. Balık çorbası içtim, ancak Bodrumdaki Komodor restoranın çorbasından güzel değildi. Peyniri bizim gibi çok seviyorlar. Taze bir köy peynirine benzettiğim Rabaçal peynirleri en bilineni.
Ünlü Pasteis de Nata tatlısı ve pastanesi…
Portekize gelirken planımızda Sintraya gitmek vardı. Fakat Lizbon’un aydınlık, ferah, yaşanası, gezilesi, görülesi yerleri bizi buradan ayıramadı. 3 gün bile yetmedi. Tekrar gelmek ve geniş meydanlarda, nehir ve okyanusun kıyısında yürümek, kafelerinde daha çok zaman geçirmek, aklımda kalan çok sayıdaki müzelerden birkaçını incelemek isterim. Her şehir için bu duyguları taşımam. Örneğin Münih’e ücretsiz uçak bileti kazansam bile 2.kez gitmek istemem. Portekiz’e gelirken hırsızlık, kapkaç olaylarına karşı dikkatli olmamızı söylemişlerdi. Böylesi sıkıntı yaşamadık, ancak hırsızlıkla ilgili sıkıntı yaşayanlardan dinledik. Geç vakitlerde, popüler eğlence yerleri diğer Avrupa kentlerinden daha kozmopolit, daha gürültülü, daha kalabalık. Yinede dikkatli olmakta yarar var. “Ruhumun olanca özgürlüğüyle bakıyorum uzaktaki o vapura ve yavaşça bir dümen dönmeye başlıyor içimde” diyen Portekizli ünlü şair Passeo’nun sözleriyle uzun gezi yazımı sonlandırayım. Okuma sabrını gösterenlere tebrikler diyerek. Son olarak asırlar önce, Belem limanından dünyayı keşfetmeye çıkan Portekizli denizcilere, kâşiflere selam olsun, helal olsun dileklerimle hoşça kalın.
|