Berlin'in Işıkları...

İstanbul’a gece uçağın penceresinden bakıldığında hafızama kazılmış olan ışıl ışıl görüntü ile mukayese etmekten olsa sanırım Berlin’e inerken yanımdaki yolcuya hayretle sordum “havaalanı şehrin çok mu dışında” diye. “Hayır”, deyince çok şaşırdım. Çünkü çok az ışık vardı. Oysa İstanbul’a uçakla inerken böyle miydi? Karanlık bastırdıktan sonra bir şehre değil de yıldız tarlasına iniyormuş hissine kapılırdınız. Bu ışık bahçesinin içinde zaman zaman daha bir gürlükler görürsünüz. Belki bir alışveriş merkezi, belki bir lunapark v.s. Daha çok ışığın kümelendiği öbekler. Birde köprülerin üstünden geçiyorken gördüğünüz yıldız gerdanlıkları insanı kendisine hayran bırakır. İki köprü yere indirilmiş iki Samanyolu hissi verir insana. Bu nedenle Berlin’e inerken uçakla pencereden gördüklerim daha doğrusu “göremediklerim” hayal kırıklığı yarattı bende.

Kasımın 25’i olmasına rağmen Noel tatili nedeniyle bütün oteller ağzına kadar dolu. Bu nedenle resmi görevle geldiğimiz Berlin’de elçilik tarafından bulunan ilk otelde bir gün kalıp sonra başka bir otele geçmek zorundayız. Kaldığımız ilk otel Paulstrasse üzerinde, ve konforu ile mukayese edildiğinde pahalı sayılabilecek bir yer (Gecelik 66 €). Otel odasına konulmuş broşüre bakıldığında Almanya’nın tüm şehirlerine yayılmış bir oteller zincirine ait olduğu anlaşılıyor: Adı Motel One. S-Bahn Bellevueye 300 m., Spreeufere 300 m.,Tiergarten 300 m., Schloss Bellevue meydanına 500 m. Hautbahnhof Merkez İstasyonuna 600 m.ve Tegel Havaalanına 6 km. mesafede bir otel.

Seyahatimiz hafta sonuna yakın (Perşembe) başladığından Elçilikte ilk günümüz Cumaya denk geliyor. Gezmeyi düşündüğümüz çok yer olduğundan ve zaman da sınırlı olduğundan önümüzdeki hafta sonunu nasıl değerlendireceğimizi derhal planlamamız gerek. Sonra hafta sonu hiçbir şey yapamadan kalırız ortada…
…………………………………
Yine şaşırdım. Biraz kestirip sabah uyandığımda kar yağmıştı. Sessiz sokaklarda tek tük arabalar ve sırt çantaları ile okula giden çocuklardan başka hareket yoktu. Akşamki keskin soğuk bundanmış.

Alexanderplatez



Bu sabah kahvaltıdan sonra Elçiliğe yakın Heenrich Heine caddesi üzerinde One Motel zincirinin başka bir oteline taşındık (Geceliği 56 €). Elçiliğe yakın bir Türk restoranında öğle yemeğini yedikten sonra İdari Ateşe arabası ile şehir içinde bize tur attırdı. Caddeler geniş, düzenli ve hayat gayet dingin bir seyirdeydi. Telaşsız ve stresten uzak bir yaşantı görüyordum. Hiç korna sesi duymadım. Belediye otobüsleri iki katlı olduğu halde ne bir gürültü ne telaş ne de koşuşturma vardı. Büyük taş binalar soğuk savaştan kalmışlığın sessizliği ve ciddiyeti ile sanki, yek ahenk bir düzen ve disiplin içinde esas duruşta gibi yan yana duruyorlardı.

Bir meydana yakın duruldu ve indik arabadan. Biraz yürüdükten sonra Alex ismiyle bilinen meydana girdik. Buranın en büyük özelliği; Ren, Elbe, Oder ve Vistula nehirlerini simgeleyen figürlerle dekore edilmiş olan Neptün Çeşmesi’nin (Neptunbrunnen) ön tarafında yer alan 365 metre yüksekliğindeki Televizyon Kulesi. Duvarın olduğu dönemde Doğu Berlin tarafında kalan bu kule aynı zamanda bir tür gözetleme yeri işlevi de görmüş. Kuleye çıkış yetişkin için 11 €, çocuklar için 7 €. Ayrıca bu meydanda Dünya Saati de bulunuyor.

Bu meydanın popülerliği ise, Alfred Döblin tarafından yazılan ve Rainer Fasbinder tarafından sinema filmi haline getirilen Berlin Alexanderplatez romanının odağını oluşturmasıymış.

Kreuzberg
Akşam otele geldikten sonra yemek için çıktığımızda belki 500 metre sonra Türk restoran ve alışveriş yerlerinin bulunduğu Kreuzberg’e geldik. Hasır Ocakbaşı, Hasır Restoran ve Konyalı Lokantasında yer bulmak için dakikalarca sıra beklemek gerekiyor. Bizde bekledik ve gerçekten değdi. Kuzu şiş gayet güzeldi ve fiyatı 10 €. Avrupa fiyatlarına göre pahalı sayılmaz. (Ocakbaşı’nın çok yakınında Konyalı Lokantası var ve orada hem fiyatlar daha uygun hem de pideleri harika.) Ocakbaşının duvarlarında gelen ünlülerin resimleri doluydu. Almanya Başbakanından İbrahim Tatlıses’e kadar nice tanınmış sima…Duvarlarda bir vesikalık fotoğraf bile koyacak yüzey kalmamıştı. Garsonla bizde resim çektirdik. Şaka yollu bizimkini de duvara koyarsın dediğimizde “hiç yer yok ki abi”diye cevap verdi. Bozulacak bir şey yok…Adam haklı…



Kreuzberg’de neredeyse Almanlara ait dükkan yok denecek kadar az. Buralarda Almanlara yabancı denmesi çok komik geliyor insana. Simit sarayından milli piyango biletimizi satan markete kadar ne ararsanız var. Türkiye’de bulunduğunuz şehirde bulamayacağınız, başka bir şehirle özdeşleşmiş yiyecekleri dahi Berlin’de bulabilirsiniz. Bir örnek vermek gerekirse; ben Ankara’da Gaziantep, Urfa yöresine has “Cağırtlak Kebabı” ismiyle bilinen kebabı yapan yer bilmiyorum. Ciğer şiş yapan yerler vardır ama Antep’te ve Urfada yapıldığı şekliyle değildir bu. İşte bu “Cağırtlak Kebabı”nı dahi yapan yer var. Üstelik Avrupa Birliğinin sakatatı yasaklayacağı söylenirken, AB’nin en merkezi ülkesinin başkentinde ocakbaşlarında cağırtlak dumanları tütüyor.
…………………………………
Potsdam
Bu sabah Berlin’den Prag’a gitmek üzere konuşlanmış olmamız nedeniyle erkenden indik kahvaltıya, ancak, kiralık arabada bir problem çıkması ve çözülmesinin saat 10.30’u bulacağının anlaşılması üzerine günübirlik Prag gezisinden vazgeçtik. Çünkü kıldığımız namaz ürküttüğümüz Prag’ı değmeyecekti. Pragda gezmek için gündüz gözüyle iki saatten fazla zamanımız olmayacaktı. En iyisi vazgeçmekti. Ama cumartesi günüydü ve bizim otelde pineklemek gibi bir niyetimiz de yoktu.



Türkiyede iken herkesin mutlaka görmemizi istediği Potsdam’a gitmeye karar verdik. Otelimizin çok yakınında Moritzplatz İstasyonu vardı. Bu istasyondan hareket ederek nasıl ulaşabilirizi araştırdık. Tabi şehir haritalarından.

Berlinde iki tür tren var ve bunlarla her yere ulaşmanın mümkün olduğunu şehir haritalarını okuyunca görürsünüz. U harfi ile simgelenen (U Bahn) trenler yer altından S ile simgelenenler (S Bahn) yer üstünden gidenler. Bu trenlerle tıpkı kılcal damarlar gibi, her zerreye ulaşıyordu. Aktarma suretiyle trenden trene geçerek ulaşılmayacak yer yoktu. Yaptığımız araştırmacı denetçilik (?) sonucu otelimizin dibinde bulunan Moritzplaz istasyonundan yer altı treniyle (U 8 simgeli) iki istasyon ötedeki Jannowitzbrücke İstasyonuna gidebilsek oradan aktarma yaparak (S 7) nolu trenle Potsam Hauptbahnof’a (Potsdam Merkez İstasyonu) ulaşmak mümkün.

S- Bahn ve U-Bahn trenleriyle otobüs ve tramvaylar için aynı biletler kullanılıyor. Her istasyon girişinde çeşitli (tek kullanımlık, günlük, haftalık gibi) biletlerin satıldığı bilet makineleri var. Bu arada sadece bilet almak yeterli olmayıp biletleri peron girişlerindeki kırmızı makinelerde damgalatmak gerekiyor. Trenlerde bilet almadan binmeyi engelleyecek kontrol yok ama hem bileti damgalatmamış olmanın hem de bilet almamanın cezası büyük. Çünkü trenlerin sivil giyimli bilet denetçileri tarafından sık sık denetlendiğini söylemişlerdi.



Kahvaltıdan sonra hemen istasyona indik ancak bilet makinasından bir türlü bilet almak mümkün olmadı. Çünkü makine kağıt parayı kabul etmedi ve üstümüzde yeteri kadar demir para yok. Trenlerde bilet sorulmuyor ama ya iki durak arasında kontrol olursa diye endişe ediyoruz. Çünkü arkadaşımız daha önce Prag’da böyle bir şeyle karşılaştığını ve kendilerinden 1000 € ceza tahsil edilmek istendiğini ifade ediyordu. Aslında anlatımından kendilerinin yabancı olduğunu anlayan şakacı polislerin onları birazcık korkutmak istediği sonucu çıkıyordu ama yine de endişe ediyorduk. Sonradan bozuk para işini hallettik ve bileti alıp bindik trene. Tek yönlük bilet 2,20 €, günlük bilet ise 6,50 € olup ertesi gün saat 15.00’ e kadar geçerli. Haftalık bilet 22 €; aylık bilet ise 55 €.

Trende rastladığımız bir Türk’ün ikazından anladık ki bilet almamız da kontrolde bizi cezadan kurtarmayacaktı. Çünkü bileti damgalatmak gerekiyormuş otomatik makinenin hemen yanındaki veya peron girişindeki kırmızı renkli makineden. Yani kontrol olsa biletimiz olmasına rağmen yine ceza yiyecekmişiz. Neyse ki böyle bir felaketle karşılaşmadık ve günümüz de zehir olmadı.

İki durak sonra geldiğimiz Jannowitzbrücke İstasyonunda (S 7) no’lu yer üstü trenine bindik. Bu tren yer üstünde gittiği için hem etrafı görüyorduk hem son durağı Potsdam Merkez İstasyonu idi. Potsdam Berlin’e komşu olan 140.000 nüfuslu bir kent. Berlin’in 30 km. güneybatısında. Aynı zamanda Brandenburg’un başkenti. Kent II. Dünya Savaşında müttefiklerin bombalaması sonucu büyük yıkıma uğramış ise de günümüzde ilgi çekiciliğini ve cazibe merkezi olma özelliğini koruyor. Potsdam’ın asıl güzelliği Park Sanssouci’ deki 18 ve 19. Yüzyıl tarihli saraylar ve bunların bahçeleri. Parkın geniş arazisinde yer alan büyüleyici saraylar, köşkler, çeşmeler ve tapınaklar insanı hayranlıktan öte sarıyor.



Trenle Potsdama ulaştıktan sonra tabiî ki Park Sanssouci’ gitmemiz gerekiyordu. Bunun içinse 695 no’lu belediye otobüsüne binmek yeterli idi ve bizde bunu yaptık. İlk önce Parkın içinde girişe yakın olan Schloss Sansouci’yi gezdik. Fransızcada sansouci (Umursamaz) anlamına geliyormuş. Bu saray 1745 yılında rokoko tarzında yapılmış. Kralın bu sarayı çok sevdiği ve son isteğinin buraya İtalyan tazılarının yanına gömülmek olduğu biliniyormuş. Kralın bu isteği ancak 1991 yılında yerine getirilmiş. Keyifli bir ziyaret oldu bizim için…

İkinci olarak Orangerie isimli sarayı gezdik. Sıra sıra sütunlarla süslenmiş Orangerie, daha yukarıda olduğu için parka tepeden bakıyor. Adı “limonluk” anlamına gelen sarayda daha çok kralın kız kardeşleri ziyarete geldiklerinde ağırlanmışlar. Odalar İtalyan ressam Raffaello’ nun tablolarının kopyaları ile süslenmiş.



Üçüncü olarak Park Sansoucinin ana yolu üzerinde yer alan Neues Palais isimli görkemli barok sarayı gezdik. Büyük Fredrich tarafından yaptırılmış 200’den fazla odaya sahip, iki katlı gerçekten muazzam bir saray. Bu odaların tamamına yakını değerli tablolarla donatılmış. Bu sarayın mutlaka görülmesini tavsiye ediyorum.

Bu sarayın içinde ilgimi çeken en önemli nokta ise rehber tarafından adının “Timurlenk Odası” olduğu ifade edilen odaydı. Burada duvarın tamamını kaplayan büyük bir resim var. Bu resmin, anlatımlardan ve resmin incelenmesinden Ankara Savaşını canlandırdığı ve kalabalık bir grup tarafından taşınan kafesin içinde bulunan kişinin ise Timur tarafından esir alınan Yıldırdım Beyazıt olduğunu anlıyorsunuz. İçimi acıtan şey ise Pergamon Müzesi hariç tüm müzelerde hiç Türkçe tanıtımın yapıldığı elektronik rehberin bulunmaması. Bunun sebebini sorduğumuzda ise aldığımız cevap “Türklerin müzeye gelmedikleri” oldu. Pergamon Müzesindeki Türkçe elektronik rehber ise kısmen. Detaylı bilgi için yine İngilizce bilmeniz gerekiyor. Yani sizin anlayacağınız, Türkçeden başka bir dil bilmiyorsanız aval aval gezinmek zorundasınız.



Vaktimiz yetmediği için ve hava mevsim itibariyle (Kasım sonu ) çok soğuk olduğundan diğer sarayları gezemedik. Çünkü saraylar arasındaki uzun mesafeleri yürümek zorundasınız ve kalın giyinmemişseniz iliklerinize kadar üşürsünüz. Akşam hava kararmaya yakın parkın etrafında ring yapan 695 no’lu otobüsle dönerken, Potsdamın merkezinde indik. Yılbaşına bir aydan fazla olmasına rağmen her yerde bunun hazırlıkları ve telaşı vardı. Potsamda bir ay sürecek Pazar/panayır kurulmuştu. Tıpkı Ankara’daki Maltepe Pazarı ve İstanbul’daki Salı Pazarının benzeri, ancak burada daha çok yiyeceklerin ağırlığı var. Yöresel sosis, mantar ve patates yemekleri dünyanın son günü imiş gibi kapış kapış yeniyordu.



Akşam yorgun argın döndük otele ama yemek için çıktık dışarı. Alexanderplatez meydanındaki Lunaparkın içinde ayaküstü bir şeyler atıştırıp döndük. Sandviç ekmeği içinde uzunca bir sosis 4 €, biz almadık ama yanına bir de sıcak şarap alırsan 3-4 €’da onun için verilecek.
………………………………..
Müzeler Adası
Pazar günü kahvaltımızı yaptıktan sonra en çok da Bergamadan getirilen eserlerin sergilendiği Pergamonmuseum olmak üzere müzeleri gezmek için çıktık yola. Haritadan bakınca Aleksandreplatez İstasyonundan bir sonraki İstasyon olan Hackescher’de inince 300 metre yürümekle ulaşılacak mesafede olduğunu gördük. Tabiki bizim için buraya ulaşmak çok kolay oldu. 14 €’ya alınacak biletle (Müze Pass) bir gün boyunca Pergamon dahil adadaki 5 adet müze gezilebiliyor.



Öncelikle Pergamon (Bergama) Müzesine girdik. Avrupa’nın en ünlü antik eser koleksiyonlarından birine sahip olan müze, adını, ana salonda sergilenmekte olan ünlü Pergammon Sunağı’na borçluymuş. Ama burada birbirinden bağımsız üç koleksiyon bulunmaktadır.

- Antik Eserler Müzesi (Yunan ve Roma)
- Ön Asya antik Eserler Müzesi
- Ve İslam Sanatları Müzesi

Müzede mutlaka ama mutlaka görülmesi gerekenler ise; Pergamon Sunağı (Bergama’dan), Miletos Pazaryeri Kapısı (Anadoludaki Roma Kenti Miletos’un güney pazaryerinden getirilmiş), Babil İştar Kapısı ve muhteşem Roma Mozaikleri (Ürdün’den getirilmiş)



Söylemeden geçemem…Bu kadar büyük eserler, sütunlar, heykeller, rölyefler, duvarlar, mozaikler buraya taşınırken, vatan toprağında dinlendikleri yerlerden çıkarılırken, millet, yöneticiler ve Devlet neredeydi? Müzenin en cazip parçası Anadoludaki antik Pergamon kentinin Akropolisinden getirilmiş olan Pergamon Sunağı. Müzede sunağın ait olduğu büyük mimari kompleksin bir modeli de sergileniyor. Gerçek sunağın yaklaşık üçte biri aynen burada.

Bütün antik çağ Tanrıları göç etmiş sanki Almanya’ya. Heykelleri müzede olanları sıralamak istersek:
Hekate: Büyücülerin annesi, tanrısı
Artemis : Ana Tanrıça. (Diane) İffet tanrıçası
Leto: Apollon ile Artemis’in annesi
Apollon: Güzel Sanatlar Tanrısı
Hera: Evlilik Tanrıçası.
Herakles: Kuvvet Tanrısı
Zeus:. Gökyüzünün, şimşek ve gök gürültülerinin Tanrısı
Athena: Zeka Tanrıçası. (Minerva)
Ares: (Mars) - Savaş Tanrısı.
Aphrodite: (Afrodit, Venüs), Aşk ve güzellik Tanrıçası
Eros: Aşk Tanrısı
Dione: Afrodit’in annesi ve Zeus’un sevgilisi
Poseidon: Deniz Tanrısı.
Asteria: Leto’nun kardeşi
Phoibe: Leto’nun annesi
Themis: Kanun ve Adelet Tanrıçası
Selene: (Luna) Ay tanrıçası
Eos: (Aurora) Şafak tanrıçası
Rhea: Zeus’un annesi
Dionysos: Şarap tanrısı
Satyr: Kır tanrısı
Amphitrite: Deniz dibi tanrıçası, Poseidon’un eşi
Triton: Poseidon ile Amphitrite’nin oğlu
Jüpiter: Roma tanrılarından en büyüğü

Bu kadar Tanrı ancak müzede bir araya gelebilirdi zaten. Athena ve Zeusu savaş alanında gösteren ve bir olayı betimleyen heykeller inanılmaz ve muhteşemdi. Efsaneye göre Gigantlar Tanrılara karşı isyan etmiş. Zeus’u üç Giganta karşı savaşırken gösteren heykellerde, Zeusun giysisi kat kat kıvrılarak bedeninin aşağısına doğru düşmüş bu sayede kaslı ve diri vücudunun üst bölümü görünüyor. Bir terzinin bile kumaşı kesip biçemeyeceği kadar ustalıkla mermerin nasıl bu hale getirilmiş olduğunu insanın aklı almıyor. (Türkiye’deki Atatürk heykellerini düşününce insan..!!) Elbisenin en ince kıvrımı dahi mermere oyulmuş.



Athena ise kanatlı Gigantı kafasından tutarak yerden kaldırırken betimlenmiş. Çünkü kanatlı Gigant gücünü Toprak Anadan alıyormuş. Topraktan ayağı kesilince Gigantın gücü kalmıyormuş. Athena bu nedenle onu yerden kaldırırken gösteriliyor. Bu arada Toprak Ana oğlunu öldürmemesi için Athena’ya yalvarırken görülüyor. Tabi bu yalvarma sonuçsuz kalıyor. Bir yandan da Zafer Tanrısı uçarak gelip Athena’nın başına zafer tacını koyuyor. Çok eski mitoslar heykeller de can bulmuş. Belki bu sayede günümüze kadar unutulmamış. Etkileyici ve bir o kadar da masalsı…

Üzücü olan, sözcüklerle ifade edilemeyecek kadar muhteşem, hayranlık uyandırıcı ve Berlin’in turistlerin en çok ziyaret ettiği yerlerden olmasını sağlayan Bergama Sunağı Miletos Pazaryeri Kapısı’nın ülkemiz toprağından getirilmiş olması. Bu eserlerin Ankara ya da İstanbul’da ya da gerçek yerinde sergilendiğini düşünün. Ülke ekonomisine ve tanıtımına katkısı, sırf bu eserler nedeniyle dünya milletlerince duyulacak sempatinin ölçüsü hiç bir parayla sağlanamayacak kadar çok olacaktı. Benim güzel ama bilinçsiz ülkem sahip çıkamamış işte toprağının altında yatanlarına. O heykellerin dili olsa mutlaka evine, toprağına ve kendi göğüne dönmek isteyeceğini söyleyecektir.



Müzede Yunanistan ve Mısır’dan getirilen muhteşem eserler de bulunuyor. 1822 ve 1890 yılları arsında yaşamış Alman Arkeolog SCHLİEMANN bu eserlerin çoğunu keşfetmiş ve 10.000’e yakın parçayı Alman Hükümetine bağışlamış. Müzede, ayrıca Ön Asya Antik Eserleri Bölümü ve İslam Sanatı Bölümü de var. Ön Asya bölümünde Anadolu’nun daha birçok yerinden getirilmiş eserler bulunuyor: Yazılıkaya, Zincirli; Maraş, Malatya, Erzincan’a kadar eserlerin getirildiği görülüyor.

Bu bir yağma değil de nedir? Vatan sadece toprak verilince elden çıkmaz. Sahip olduğun toprağın altı da vatanın parçasıdır ve toprağın altında saklı değerler tarihtir, vatanın binlerce yıllık hafızasıdır. Bilinç, dikkat ve teyakkuzla tarihi eserlerimize sahip çıkılması bu nedenle borçtur bizim için. Gelecek nesillere devretmemiz gereken emanetlerdir. Bu müze “kahroluşun müzesi” olarak yerleşti bilincime. Çünkü canımın yandığını hissettim ve eserlerin bir daha ülkeme dönemeyeceğine dair hissettiğim çaresizlik beni kahretti. 14 € verip günlük bilet almış olmama karşın diğer müzeleri gezmek içimden gelmedi ve benim için bu Pazar günkü gezi sona erdi. Üzgün ve çaresiz otelime döndüm…

Aynı gün akşam ise, bozulan moralimi yerine getiren bir sürpriz ile karşılaştım. Akşam çıktık, amaçsız amaçsız öylesine dolaşırken, bir büyük binanın önünde, ancak, sütünlarla kaplı revaklı avlusundan geçerken, sütunlardan birinin dibinde masa üstüne konulmuş Fazıl SAY’ın bröşürleri ile karşılaştım. Orası Konzerthaus denilen Konserevi imiş ve yılın son günü büyük bir konser verecekmiş, gururumuz olan değerli sanatçı.

Konser tarihinde orada bulunamayacağımız için hayıflansak da, gurur duyduğum bu etkinlik moralimi yerine getirdi. Sonradan gazetelerden takip ettiğim kadarı ile yılın son konserinde Sanatçı, Johann Sebastian Bach, Ludwig van Beethoven ve Modest Mussorgsky’nin eserleri yorumlayarak, büyük beğeni toplamış. Hatta sanatseverler arasında Almanya’nın eski Ekonomik İşbirliği Bakanı Heidemarie Wieczorekzeul de varmış.
Bir başka güzelliğe de değinmeden geçemeyeceğim: Adnan Restoran…Berlin’in en iyi 10 restoranından birisi kabul edilen Adnan, tipik bir İtalyan restoranı. Cumhurbaşkanı ve başbakanın dahi gelip yemek yediği bir yer. Adnan, garsonlarla birlikte harıl harıl masalara yemek taşıyor. Uzun boylu, uzun saçlı manken gibi birisi. Gurur duydum ondan da. Almanya gibi yerde tabuları yıkmış ve kendisine iyi bir yer edinmiş.
……………………..
Die Mauer (Berlin Duvarı)
İnsanlık için acı bir deneyimdir Berlin Duvarı. İnsanın insana yaptığı zulmün, acımasızlığın insanlık tarihindeki belki binlerce örneğinden sadece biri. İkinci Dünya Savaşından sonra Berlin dört işgal alanına bölündü. Bunlardan birini elinde tutan Sovyetler 1948 yılında Batı Berlini ablukaya aldığında insanlık için en acı deneyimlerden biri de fiilen başlamış oldu. Bu abluka aynı zamanda soğuk savaşın da başlangıcıydı. 1950’den sonra doğuda ekonomik durumun kötüleşmesi ve insanların kitle halinde batıya göçmeye çalışması üzerine, Doğu Alman hükümeti kaçışları ve geçişleri önlemek için ünlü duvarı inşa etti



Doğu yönünde mayınlarla korunmuş olan duvar 155 km. boyunca Batı Berlini sarıyordu. Duvar ilk önce dikenli tellerden ibaretti. Ancak çok geçmeden bunların yerini ikinci bir betonarme duvarla korunan 4 metre yüksekliğindeki ikinci bir duvar almıştır. İkinci duvarın üzerine – bu gün bir ayıbı ve zulmü göstermek üzere halen korunan kısımlarda da görülen- insanların ellerine dayanarak çıkmalarını önlemek için kalın bir boru konulmuştu. Ayrıca duvar boyunca ‘ölüm bölgesi’ olarak anılan ve köpekli muhafızların bulunduğu bir bölge uzanmaktaydı. 155 km.lik Batı Berlin sınırı boyunca 293 gözetleme kulesi yapılmıştı.

Duvarın yapıldığı 1961’den Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’un da yardımıyla sonunun geldiği 1989 yılına kadar varlığını sürdürdüğü 28 yıl boyunca yaklaşık 5000 kişi Batı Berlin’e kaçmayı başarabilmiş, toplam 192 kişi ise bu girişimleri sırasında Doğu sınırı muhafızlarınca katledilmiş.



Duvarın sadece küçük bölümleri bugüne kadar gelmiş. Bernauer Strasse’de Acker Strasse ile Bergstrasse arasında uzanan kısım resmi anma yeri olarak kullanılıyor. Burada ayrıca duvarı geçmeye çalışırken doğunun muhafızlarınca öldürülen kişilerin fotoğraflarının sergilendiği mermer kaideli bir yapı da bulunuyor. Burada görüleceği üzere çocuklar ve bebekler de var. Belki de ailecek geçmeye çalışırken vurulmuşlardır. S ve U-Bahn trenler ile buraya gitmek mümkün. Ayrıca 147 numaralı otobüslerle de Bernaur Strasseye gidilebilir. Burası Nordbahnhof bölgesindedir.

Berlin Duvarı’nın Mühlenstrasse boyunca Ostbahnhof ile Oberbaumbrücke arasında uzanan 1300 metrelik bölümü 1990 yılından beri East Side Gallery adıyla bilinmekte olup, 118 sanatçının farklı tarzdaki resimleriyle kaplı bu alan, adeta bir açık hava galerisine dönüştürülmüş. 21 ülkeden 118 sanatçının dev duvar resimleri ve duvar yazıları yaşanan acıyı insanların hafızasına kalıcı olarak nakşetmiş. Burasının mutlaka görülmesi gerekir. Mühlenstrasse’ye S ve U Bahnlarla ve 142 nolu otobüslerle gitmek mümkün.



Duvarın bir diğer noktası Checkpoint Charlie’dir. Amerikan ve Sovyet sınır bölgeleri arasındaki bu sınır geçiş noktası yabancı ülke vatandaşları ve diplomatlarca kullanılmış. Soğuk savaş yılları boyunca burada pek çok dramatik olay yaşanmış. Doğu Berlindeki son S-Bahn istasyonun yanındaki Tranenpalast (Gözyaşı Sarayı) 1989 yılına kadar, Batıya giden yolcular için sınır kontrol noktası görevini yapmış.

Brandenburg Kapısı ve Soykırım Anıtı
Brandenburg Kapısı, Berlin’e gezmek maksadıyla gelenlerin görmeyi en çok tercih ettikleri yerlerin başında geliyor. Berlin ve hatta Almanya’ya ilişkin sembol yapılardan birisi. Anılan kapının yapımı birkaç yıl sürmüş olup, 1791 yılında tamamlanmış. Naziler döneminde Naziler açısından önemi olan Brandenburg Kapısı, 1960’lı yıllarda bölünmüşlüğün ve 1989’dan sonra ise özgürlüğün sembolü haline gelmiş. Unter den Linden ile Ebertstraße’nin kesiştiği yerde şehrin merkezi bir noktasında yer alıyor.



Görkemli sıra sütunların iki yanında eskiden muhafızların ve gümrük memurlarının kullandığı birer kanat bulunuyor. Kapının üzerinde Quadriga heykeli var. Heykel 1806 yılında Fransız işgali sırasında Napolyon'un isteği üzerine Parise götürülmüş 1814’de iade edilmiş. Iadeden sonar zafer simgesi olarak ilan edilmiş ve Prusya kartalı ve defne dallarıyla süslü bir demir haç bulunan Tanrıçanın Asası bu sırada eklenmiş. Brandenburg kapısı, askeri geçit törenleri ve Hitlerin iktidar kutlamalarına kadar birçok önemli olaya tanıklık etmiş. 1945’te buraya Rus bayrağı çekilmiş, 17 Haziran 1953’de ise burada daha iyi koşullar için gösteri yapan 25 işçi öldürülmüş.

Kapının doğu yönünde hemen önündeki meydan ise Pariser Platz’dır. Meydanın kuzeyinde Dresdner Bank ve Fransız Büyükelçiliği, güneyde ABD Büyükelçiliği Güzel Sanatlar Akademisi, doğusunda ise Berlinin en pahalı otellerinden olduğu söylelnen Adlon Oteli yer alıyor.



Brandenburg Kapısının hemen yanında 1933-1945 yılları arasında Nazi soykırımına uğrayan Yahudiler anısına yaptırılan Soykırım Anıtı (Helocaust Denkmal) yer alıyor. Anıt 2005 yılında açılmış, mezar görünümünde 2711 adet bloktan oluşuyor. Anıtın altında da soykırıma uğrayan kişi ve aileler hakkında bilgiler içeren bir bilgi merkezi yer alıyor. Buraya gitmek isteyenlerin U-55 numaralı U-Bahn ve S1, S2 ve S55 numaralı S- Bahna binmeleri gerekir. 147, 200, 100 ve M 86 numaralı otubüsler ile de ulaşılabilir.

Kurfürstendamm (Ku’damm) Civarı - Unter den Linden (ıhlamurlar Altında) - Friedrichstarsse
Berlin’de iseniz mutlaka görülmesi gereken üç şık caddenin ismidir dilimin bir çırpıda söylemeye dönmediği yukarıdaki ibareler. Berlinli’ler tarafından kısaca Ku’damm olarak anılan Kurfürstendamm (Sözçük anlamı “elektörün bendi” imiş) batı Berlin’in ana caddesi imiş. Tıpkı Friedrichstrasse’nin doğu Berlinin ana caddesi olduğu gibi. Ku’damm’da pek çok mağaza, kafe, restoran, tiyatro, sinema ve sanat galerisinin yanı sıra, ayaküstü atıştırma yerleri ve hediyelik eşya dükkanları bulunuyor. Zaten bulunduğumuz zaman tarih itibariyle noele yakın (daha bir ay olmasına rağmen) olduğu için, caddelerde bulunan her boşluğa hediyelik eşya kulübeleri ve ayaküstü sıcak şarap içilen, sosis yenilen küçük dükkanlar kurulmuştu.



Brandenburg Kapısının önünde ve hemen doğusunda uzanan 61 metre genişliğindeki Unter den Linden (Ihlamurlar Altında) eskiden doğu Berlinin vitrini imiş. Cadde bir zamanlar, Büyük Friedrich tarafından kraliyet başkentinin merkezi olarak görülmesi nedeniyle kentin en prestijli caddesi haline gelmiş. Gözde yapıların bulunduğu ağaçlı bir bölge. Her daim kalabalık ve gösterişli…

Unter den Linden, yarı yolda Friedrichstrasse tarafından kesilir. Bu caddenin kuzey kesimi eski görünümüne uygun olarak restore edilmiş. Bu nedenle tasarımcı mağazalar, bürolar ve apartmanlar yapılmış. Cadde üzerinde 207 numarada ünlü Fransız mağazası Galeries Lafayette bulunuyor.



Cadde boyunca güneye doğru ilerlendiğinde, daha önce de bahsettiğim, karşınıza bir Sovyet ve bir amerikan askerinin dev resimleri çıkar. Burası doğu ve batı Berlin arasındaki meşhur geçiş noktası Checkpoint Charlie’dir. Berlin Duvarının yapımından altı hafta sonra, Amerikan ve Rus tanklarının burada karşı karşıya geldiği an, soğuk savaşın en gergin karşılaşmalarından biri imiş. Bölgedeki dikenli teller ve engeller kaldırılmış olsa da, o günlerin hatıralırının bir kısmı Haus am Checkpoint Charlie’de yaşatılyor. Her gün 09.00-22.00 saatleri arasında açık olan müzede, Batı’ya kaçmaya çalışanların cesaret ve ustalıkları övülülürken, kaçmaya çalışırken yaşamını yitirenler saygıyla anılır. Sonuç olarak kısaca anlatmaya çalıştığım ve geceleri ışık denizi içinde yüzen, bu üç caddeyi mutlaka görmenizi tavsiye ederim.



Unter Den Linden civarında görülmesi gereken yerlerden biri de, Berlinin güzel meydanlarından biri olan, Gendarmenmarkt’dır. Meydan adını bir zamanlar jandarma alayının burada bulunan ahırlarından almış. Keza Charlottestrasse, Arkaden AVM ve Sony Center görülmeye değer.

Berlinin Işıkları
Yazıya başlarken nüfusu yaklaşık 3,5 milyon olmasına rağmen akşam karanlığında uçakla Berline inerken karşılaştığım ışıksızlığı İstanbul ile karşılaştırmış ve hayal kırıklığı yaşadığımı söylemiştim. Ancak şehirde bulunduğum 15 günlük sure içinde gördüklerim karşısında bu duygumun yanlış ve erken olduğunu anladım. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına dair onlarca defa yaşanmış hayat deneyimime rağmen aynı hataya yine düşmüştüm: bilgi sahibi olmadan, acele karar vermiştim. Kalldı ki anlamını en benimsediğim özlü sözdür: -sanmak hataların en büyüğüdür- diye. Bunu herkese söylediğim halde ben de sanmıştım ve yanılmıştım.

Çünkü ben ömrümce bu kadar çok ışığı ne İstanbulda ne da başka bir yerde görmüştüm. İstanbul dahil Türkiyenin bütün şehirlerindeki ışıkları toplasanız belki de Berlinin yukarıda sözünü ettiğim üç caddesindeki ışıkların toplamı kadar etmezdi. Kurfursendamm mesela: İstanbulda Vatan Caddesi, Ankarada Sıhhıye- Kızılay arasındaki bulvarı getirin gözünüzün önüne. Bulvarın her iki tarafındaki kaldırımlarda sık aralıklarla ağaçlar, keza ortadaki refüjde aynı şekilde ağaçlar düşünün. Sonra binlerce ağacın en küçük dalına, neredeyse -kış olduğu için olmayan- her yaprağının yerine konulmuş milyonlarca ampül. Ve bu caddenin uzunluğu ise ne Vatan Caddesi ne de Atatürk Bulvarı ile mukayese edilemeyecek kadar uzun. Tabii sadece ağaçlar değil ışıklandırılmış olan. Mağazalar, binalar, çarşılarla birlikte canlandırın gözünüzde. Mağazaların ve binaların ışıklarını da renk renk tahayyül edin. Kar yağdığı bir geceydi, binlerce kar tanesi birbirine değmeden birazda yavaştan alarak yere inmeye çalışırken, mükkemmel ve büyüleyici bir atmosfer oluşuyordu bu ışıklarla. İnanılmaz keyif veriyordu. Yani insanın ilk gördüğüne aşık olabileceği bir hava. Orhan Veli’nin eve ekmek ve tuz götürmeyi kesinlikle unutacağı bir hava açıkçası.



Şunu da ifade etmek gerekiyor ki, Berlin’in ışıklarla yıkanan bu hali, esasen, Noel hazırlıklarından kaynaklanıyordu. Bu yüzden İstanbula’da haksızlık etmek istemiyorum. İstanbul her zaman ışıklı bir kenttir çünkü. Köprüler bir kere, yıl boyunca ışıklı. Boğazın her iki çevresindeki yalıların ve denizin üstünde kimi dinlenen, kimi hareket halindeki gemilerin, teknelerin, mavnaların ve vapurların geceleri parlayan ışıkları, ay ışığının denizde yarattığı yakamozlarla bütünleştiğinde, o zaman gerçekten doyulmaz bir görüntü meydana çıkıyor.


 Yazılan Yorumlar...
Erdin İVGİN
(06 Şubat 2011)
Mustafa Abi,
Bu güzel anlatımın için teşekkürler. Almanyada görmek istadiğim bir çok kent bulunuyor. Ancak Berlin bunların içinde bulunmuyordu. Yine de birkaç gün de olsa uğramak gerekiyor zannederim.
NEŞE
(24 Ocak 2011)
Yazı harika,fotolar harika,yorumlarınız harika,çok beğendim ve çoğunluk da öyle...Lütfen yazmaya ve bizleri mutlu etmeye devam edin...Sevgilerimle...
Ayça
(24 Ocak 2011)
Yorum yapan saygıdeğer kişiler;
Bu yazıyı, anlatımı, veya resimleri beğenmeyebilirsiniz, sıkıcı da bulabilirsiniz bunların hepsi bakış açısıdır ve görecelidir. Belki sizin zevkinize hitap edecek bilgi yoktur. Size sıkıcı gelen bilgiler anlatılan yeri tanımayan, görmemiş olan veya oraya seyahat etmeyi düşünen kişilere fikir verebilir, ışık olabilir...
Ortada muazzam bir emek var. En azından emeğe saygı duymasını ve teşekkür etmesini bilelim !!! Bu bir erdemdir...
hasan şahin
(19 Ocak 2011)
sevgili dostum,
biliyorsun sana karşı hep samimi davrandım.diğer yorum yapanların aksine ben çok sıkıcı buldum yazıyı.selam ve sevgiler.
Engin D
(17 Ocak 2011)
Kışın bile çok güzelmiş bu kent. Emeğinize teşekkürler.
AYÇA
(17 Ocak 2011)
Canım babacım okadar güzel anlatmışsın ki Berline gitmiş kadar oldum...
Vermiş olduğun bilgiler için çok teşekkür ederiz...
Yüreğine ve kalemine sağlık...
afet baran
(13 Ocak 2011)
yurdışında bir çok ülkeyi görmüş olmama rağmen almanyaya gitmeyi hiç düşünmemiştim.yazınızı okuduktan sonra imkan bulduğumda ilk seyahatimde berline gitmeye karar verdim.yorumlarınız ve izlenimleriniz çok etkileyici.TEŞEKKÜRLER.
Mustafa Demircioğlu
(13 Ocak 2011)
Değerli yorumlarınız için asıl ben sizlere teşekkür ederim. Bu yazı güzelse eğer bunun sebebi gezilen yerlerin muhteşem ve harika olması yanında okuyup da değerlendiren insanların kadirbilirliğidir. Ben sadece, gördüklerimi ve onların iç dünyamda yarattığı duyguları, klavyemin elverdiği ölçüde aktarmaya çalıştım. Tekrar teşekkürler...
hakangeziyor
(11 Ocak 2011)
Bir noel öncesinde Berlin...Ben aynı dönemde Stuttgartı yaşamıştım. Çok daha renkli görünüyor.

Kayınbiraderim Berlinde yaşıyor. İki kez gittiğim Berlin nedense hep bende bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Çok mu fazla anlam ve değer yükleyerek gittim bilmiyorum ama benim aklıma Berlin deyince çoğu zaman hayran olduğum Potsdam kasabası geliyor...

Düşüncelerim bir yana, görevli olarak gittiğin bu şehrin "yaşamadığım mevsimini" bana yaşattığın için teşekkürler Mustafa abi...

Kalemine sağlık...
NEŞE
(11 Ocak 2011)
Işıklar ve karlar altındaki Berlin i ne güzel anlattınız ve anılarımı canlandırdınız.Ben bir ağustos ayında gezmiş ve potsdamın,parkların,sarayların tadına varmıştım.Karlı kış gününde iki saat için Prag a gitmekten vazgeçmeniz çok iyi olmuş bence,daha uygun zamanda uzun uzun gezilmeli o güzel şehir.Pergamon müzesi konusundaki fikir ve üzüntülerinize tamamaen katılıyorum.Halikarnas balıkçımız Cevat Şakir,Pergamon museum a esrlerin geri verilmesi için bir mektup yazar ve "Bu sunak ancak Ege nin mavisine yakışır" der...Birkaç hafta sonra cevap gelir.."Öneriniz çok güzel,sunağın bulunduğu salonu Ege mavisine boyamaya karar verdik!" Gel de çıldırma...Teşekkürler bu güzel yazı için.