Makedonya’da üçüncü günümüz. Bugün program oldukça yoğun: Önce Resne, sonra Manastır ve finalde de Üsküp gezileri var. Bundan sonraki iki gece Üsküp’te konaklayacağız. Struga’daki otelimizden ayrıldığımızda saatler 08.10’u gösteriyordu. Hava oldukça güzel. Sıcaklık sabahın erken saatinde dahi 28’i gösteriyor. Yeşillikler arasında, yaklaşık bir saat süren yolculuk sonrası Resne’ye vardık. Resne, ya da Resen, 17.000 nüfuslu küçük bir kasaba. Coğrafi güzellikleri yanında tarihi açıdan da önemli bir esere ev sahipliği yapıyor. İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden birisi olan Niyazi Bey 1873 yılında Resne’de doğmuş. Resne’de Garnizon Komutanı olarak görev yaptığı dönemde saltanata karşı ayaklanmış ve silah arkadaşlarıyla dağa çıkmış. 2. Meşrutiyetin ilanı ile sonuçlanan 31 Mart Ayaklanmasında İstanbul’a gelen Hareket Ordusunun en önemli komutanlarından birisiymiş.
Resne’li Niyazi’nin Konağı, bugün için abartılı kabul edilmeyecek sade bir yapı. Makedonya açısından önemli bir seramik koleksiyonuna ev sahipliği yaptığı için sanatsal anlamda öne çıkıyor… İşte bu Niyazi Bey’in Resne’de bir konağı var. Paris’e görevli gönderilen arkadaşının kendisine yolladığı kartpostaldaki konağın aynısını kendi evinin karşısına yaptırmış. 20. Yüzyılın başlarında tamamlanan konak bugün için hem mimari açıdan hem de Makedon ressam Keratsa Visulceva'nın daimi sergisi ile, Resne seramik kolonisinin galerisi ile ünlenmiş. Hatta bu seramikler UNESCO tarafından korumaya alınan eserlerdenmiş. Her iki konuya da oldukça uzak olmam nedeniyle çok ilgimi çekmese de mimari estetik açısından oldukça etkileyici olduğunu söyleyebilirim.
Bu arada yeri gelmişken Resne’li Niyazi Bey’le ilgili iki enteresan hususa da değinmek lazım. Ayaklanma sırasında dağa çıkan Niyazi Bey’in yanına yavru bir geyik yanaşmış. Niyazi Bey geyiği çok sevmiş ve zaman geçtikçe bağlanmış. Nereye gitse onu da yanında götürmüş. Hatta geyik İstanbul’da bile yanındaymış. Gazeteler günlerce bundan bahsetmiş. Geyiğin Niyazi Bey’e yol gösterdiği efsaneleri bile kaleme alınmış. Herkes geyiği konuşmuş. Öyle ki “geyik muhabbeti” lafının buradan çıktığı rivayet edilir. Diğer hikâye ise biraz daha hazin. Niyazi Bey Arnavutluk’un Avlonya limanında sivil kıyafet içindeyken suikasta kurban gider. Kimisi koruması, kimisi teröristler derken neden ve kimin öldürdüğü bir türlü ortaya çıkmaz. “Ne şehittir ne gazi pisipisine gitti Niyazi” lafının da buradan çıktığı söylenir. Ben yazılanların yalancısıyım. Gerisi size kalmış.
Manevi anlamı yüksek bir mekan: Manastır Askeri İdadisi…
Manevi anlamı yüksek bir mekan: Manastır Askeri İdadisi… Resne’den hareket ettikten yarım saat sonra, saat 10.30 gibi Manastır’a (ya da Makedonların tabiri ile Bitola) vardık. Manastır, Makedonya’nın ikinci büyük şehri. Nüfusu yaklaşık 100.000. Bunun sadece %2’si Türklerden oluşuyor. Ülkenin sanayi ve kültür merkezi olarak kabul ediliyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki’nin de önemli merkezlerinden birisiymiş. Bir zaman önce keyifle izlediğimiz Elveda Rumeli dizisinin de önemli sahnelerinin çekildiği yer olarak hafızalarımızda kalmış. Pek çok tarihi eser yanında bizim için en önemlisi elbette büyük önder Atatürk’ün okuduğu Askeri İdadi.
Büyük bir aşkın (muhtemelen tek taraflı) hüzünlü kanıtı gibi Eleni’nin Mektubu. Nasıl olmasın ki: “Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kâğıttaki gözyaşlarımı görebileceksin….” Bugün Kültür Müzesi görevini gören yapı, 1848 yılında Osmanlı’daki üç askeri liseden birisi olarak faaliyete başlamış ve 1900-1909 yıllarında Harp Okulu olarak da hizmet vermiş. Atatürk 1896 yılında geldiği okuldan 1898 yılında mezun olmuş. Okulun diğer popüler mezunları arasında Fethi Okyar, Salih Bozok, Nuri Conker ve Hüsrev Gerede sayılabilir. Binada bölgeye ait arkeolojik buluntular, Makedon kültürüne ait eşyalar, fotoğraflar, sanatsal eserler vb. sergileniyor. Ama bizim için en anlamlısı ikinci katta yer alan Mustafa Kemal Atatürk Anı Odası. Burada Atatürk’ün askeri lise yıllarına ait balmumundan heykeli, farklı tarihleri simgeleyen fotoğraflar, Atatürk’ü anlatan broşür ve kitaplardan örnekler, o dönemde kullandığı eşyalar ve giysiler ile “Güneşin Adı: Mustafa Kemal” isimli 15 dakikalık kısa bir video gösterimi var. Memleketten kilometrelerce ötede garip bir hüzün ve mutluluk kaplıyor içimi. Hüzün belki de memleketin bugün karşı karşıya kaldığı sıkıntılarla ilgili olabilir. Her gün tatsız ve üzücü pek çok şey yaşıyoruz. İnsanın etkilenmemesi mümkün değil. Mutluluk ise sevdiğin, saydığın bir büyüğünü ziyaret ettikten sonraki iç huzur gibi sanki. Hani onlar çok sevinir, gözleri dolar hatta ağlarlar siz gidince. Siz de her seferinde “ne salağım, neden daha sık gelmiyorum ki ziyaretlerine” dersiniz, bir daha ki sefere söz verirsiniz ama gerçek kolay kolay değişmez. İşte onun gibi bir şey hissediyor insan. Bir asır önce çok daha ağır koşullar altında arkadaşlarıyla bu vatanı kurtaranlar olduğunu bilmek belki de o tebessümün kaynağı. Her dönemde yeni Atatürk ve arkadaşları olacaktır hissidir belki perde arkasındaki. Kimbilir…
Eskinin Askeri İdadi’si aslında bugünün Kültür Müzesi. Atatürk Anı Odası dışında da pek çok eser sergileniyor...” Askeri İdadi’nin tarihi duvarları hüzünlü bir aşkın hatıralarını da barındırıyor. Manastır’a gelirken rehberimiz Osman Bey cebinden çıkardığı kağıt parçasını bana uzatarak okumamı istemişti. Elime alınca şöyle bir göz gezdirdim ve ne olduğunu hemen anladım:
“Çok seneler geçti, ben halen her gün senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla. Kâğıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu yırt.
Manastırlı Eleni Karinte, bir gün tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır. Benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar çok seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum. Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.
Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağladım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı.
Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi söyledi. Ben kendisine, 'Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum' dedim. Babam beni hiç bir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim.
Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, Eleni Karinte'n.''
Şehir Parkı oldukça büyük. Oyun parkları, gençler için paten pistleri bulunduğu gibi Makedon sanatçılarının heykelleri de parkta sergileniyor… Pek çoklarına göre genç Mustafa Kemal’in ilk aşkı, Eleni. Hikâye kısaca şöyle: Manastır’ın ünlü Şirok Caddesi’nde gezerken sarışın, mavi gözlü Mustafa Kemal’i gören güzel Eleni O’nu aklından bir türlü çıkaramaz. Mustafa Kemal’in de O’na karşı boş olmadığını düşünür. Şirok’taki konağın balkonundan her zaman Mustafa Kemal’i gözler. Gel zaman git zaman aşık olur Eleni Mustafa’ya. Dönemin zenginlerinden olan Eleni’nin ailesi ekonomik nedenlerden, Mustafa Kemal’in ailesi de din farklılığı nedeniyle karşı çıkmış bu birlikteliğe. Babası, Eleni’yi oradan uzaklaştırmak için başka bir şehirdeki zengin bir adamın oğluyla evlendirmiş. Hüzünlü bir aşk hikâyesi anlayacağınız. Mustafa Kemal aşık olmuş mu bilinmez ama Eleni için aynı şeyi söylemek mümkün değil. İşte Şirok Caddesindeki bu konak ve O’nun balkonu bölge insanı tarafından bir tür modern Romeo-Jülyet hikâyesi olarak kabul edilmiş. Ben rehber Osman’ın yalancısıyım…
Askeri İdadi’nin hemen biraz ilerisinde, ulu çınarların bulunduğu trafiğe kapalı cadde meşhur Şirok (Shirok) Caddesi. Şehir Parkı ve Dragor Nehri ile birleşen caddeye, Manastır’ın kalbi diyebiliriz. 19. Yüzyılın sonlarında Manastır’ın en modern ve geniş sokağı imiş. Zaten “Şirok” kelimesi “geniş” anlamına geliyormuş. Her türlü kafe, restoran, sanat galerisi, hediyelik eşya dükkânı, meze evi ilk aklıma gelenler. Demleme çay içebileceğiniz, hatta İstanbul Döneri yiyebileceğiniz bir kafe dahi mevcut. Pastel renkli, tarihi evler ve konaklar caddeye harika bir estetik katmış. Genç nüfus ve bizim gibi ellerinde fotoğraf makineleri ile keyifli kareler peşinde koşan turistler burada. Caddenin saat kulesi tarafında sonuna doğru Türk Konsolosluğu var. Caddenin sonunda yer alan Magnolia Meydanı’nın tam ortasında, atın üzerinde Büyük İskender’in babası 2. Philip’in 8,5 metrelik heykeli var. Zaten Makedonya’nın pek çok yerinde bu tarz heykelleri görüyorsunuz.
Şirok Caddesi adeta Manastır’ın kalbi. Gezmesi de seyretmesi de oldukça keyifli. Sarı ev ve balkonu umutsuz aşık Eleni’nin evi… Caddenin sonu ise ünlü Magnolia Meydanına açılıyor. Öndeki Yeni Cami, arkadaki ise İshak Paşa Camii… Biraz ileride bulunan çok güzel ve yemyeşil bir parkın içerisinde devasa saat kulesi var. İlki 1660’larda yapılmış olsa da bugünkü saat kulesi 1830’larda inşa edilmiş. Kule 33 metre yüksekliğe sahip ve neredeyse Manastır’ın simgesi olarak kabul ediliyor. Büyük mermer bloklarla çevrelenen kulenin saati daha önceleri beyaz üzerine siyah harflerle yapılmışken 1936’da tam tersi ve daha büyük olarak yenilenmiş. Sonraları birkaç değişiklik daha yapılmış. Hatta içerisinde bir piyano dahi konmuş. Her altı saatte bir şarkı çaldığını okumuştum ama bizim orada bulunduğumuz saatlerde maalesef harekete geçmedi. En tepesindeki haç çok sonraları oraya yerleştirilmiş. Neden olduğunu açıklamaya gerek yok sanırım.
Saat Kulesinin hemen ön tarafında melek kanatlı bir erkek heykeli var. Genelde bu tarz heykelleri kadın figürü ile yaptıkları için ilk başta biraz yadırgadım. Rehberimiz Osman heykelin savaşta hayatlarını kaybeden askerler için yapıldığını söyledi. Heykelin parmağı gökyüzünü gösteriyor, Bitola’nın yeniden doğuşunu simgeliyormuş. Enteresan bir detay.
Dragor Çayı yeşillikler arasında şehrin ortasından akıyor. Eski Çarşı’da gezerken çeşmeyi görünce biz de Sütçü Ramiz’in eşeğinin izinden devam ettik…
Eski Çarşı eminim birkaç yüzyıl önce çok daha hareketli ve eğlenceli bir yerdi. Bugün nispeten sakin bir görüntü sunuyor… Meydan’ın bir tarafı ve Eski Çarşı’ya giden yolun başında büyükçe bir çeşme bulunuyor. Atatürk’ün en sevdiği türkülerden birisi olan “Manastırın ortasında var bir çeşme, Canıım çeşme…” diye giden türkünün ilham kaynağının burası olduğu söyleniyor. Hemen arkasında da Yeni Cami var. Siz ismine bakmayın, oldukça bakımsız ve kapalı. Cami 16. Yüzyılda Manastır kadısı Mehmet Efendi tarafından yaptırılmış. Uzun yıllar ibadete açık olan cami 1957 yılında sanat galerisine çevrilmiş. Sonradan da “arkeolojik buluntular var” denilerek kazı çalışmalarına başlanmış. Rehberimiz Osman AB’den gelen fonlarla şehrin restorasyondan geçirilmesi gereken en önemli eserlerinden birisi olmasına rağmen sudan bahanelerle kapalı tuttuklarını, daha çok Hıristiyanlığı simgeleyen yeni heykeller ve anıtlara para harcandığını söylüyor. Bu konuda gezi boyunca bize örnekler vererek haklılığını anlatmaya çalışıyor Osman. Müslüman ve Türk izlerinin kasten silinmeye çalışıldığına dair keskin iddiaları var. Kabul etmek gerekir ki cami dışarıdan oldukça kötü görünüyor.
Bir zamanların ticaret merkezi Bedesten oldukça bakımsız durumda görünüyor. Tarihi Saat Kulesi ise tüm ihtişamıyla şehrin misafirlerini ağırlıyor… Hemen karşı tarafta yer alan Dragor Çayı kenarındaki Manastır İshak Paşa Camii’nde ise durum tam tersine. 16. Yüzyılın başlarında şehrin kadısı İshak Çelebi tarafından inşa ettirilen Cami TİKA’nın girişimleriyle restore ettiriliyor. 2015 yılında tamamlanması planlanıyormuş ama bizim orada olduğumuz dönemde henüz bitmemişti. Bir daha yolumuz Manastır’a düşerse bitmiş halini gezme şansımız olur belki de.
Yeni Cami’den devam ettiğimizde Manastır’ın Eski Çarşısı karşımıza çıkıyor. Yaklaşık 530 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan şehirde bu izi en fazla hissettiğiniz yer diyebilirim. 17. Yüzyılda 1000’in üzerinde esnafıyla bölge ticaretinin en önemli yerlerinden birisi olarak kabul edilen çarşı bugün önemini yitirmiş görünüyor. Büyük demir kepenkler, çoğu tek katlı binalar, dar sokaklar ve biraz da köhneliği ile tipik bir Anadolu çarşısı olduğu söylenebilir. Birkaç yıl önce televizyonlarda ilgiyle izlenen Elveda Rumeli dizisindeki terzi Hasan, kasap Cabbar’ın dükkânları buradaymış. Yani film seti olarak burası kullanılmış. Sütçü Ramiz’in eşeğini sık sık su içirdiği çeşme de burada bulunuyor. Serin akan sudan bizde nasibimizi aldık ve Bedesten’e doğru yola çıktık.
Tüm eserleri tek bir karede toplamak için bayağı bir yer değiştirdiğimi hatırlıyorum; Melek kanatlı erkek heykeli ise oldukça enteresan… Arapça ve Farsçada kullanılan “bezzasistan, bezistan” kelimesinden gelen bedesten, şehirlerarası da dahil her türlü ticaretin yapıldığı, başta kumaş, mücevher, vb. eşyaların alınıp satıldığı büyük hanlar olarak tanımlanıyor. Bunlara dönemin borsa merkezi de denilebilir. Hatta vergilendirme işlemleri dahi burada yapılıyormuş. Osmanlı döneminde Bursa ve Edirne’de ilk örnekleri ortaya çıkmış ve sonra da tüm ülkeye yayılmış. Manastır bedesteni, 15. yüzyılda Rumeli Beylerbeyi Kara Davut Paşa Uzunçarşılı tarafından yaptırılmış. Dört giriş kapısı olan bedesten yıllar içinde genişletilmiş ve 19. Yüzyılda üç sokak ve 84 dükkânlı dev bir çarşı haline gelmiş. 20. Yüzyılın başlarında bir dönem meyve-sebze pazarı olarak da kullanılmış. 1667 yılında Evliya Çelebi’nin Manastır’da olduğu tarihte bedesten soyulmuş ve o tarihten itibaren gece bekçisi istihdam edilmeye başlanmış. Hatta belli bir saatten sonra gece lambasız etrafında dolaşmak dahi yasaklanmış. Peki bu kadar anlattıktan sonra bedesten nasıl bir şey dersiniz? Bence son derece vasat, bakımsız ve kötü durumda. Ortalık sakin, dükkânların çoğu ya boş ya da kapalı. Açıkçası bende hayal kırıklığı yarattı.
Yaklaşık bir saatlik serbest zamanımızda Sirok Caddesi ve ara sokaklarda dolaştık. Şehrin ana ibadet merkezi St. Dimitrija Kilisesi 1830 yılında Osmanlı makamlarından özel izin alınarak inşa edilmiş. Yapımına izin verilirken civardaki camilerden daha yüksek olmaması emri verilmiş. Bugün için vaftiz törenleri ile düğünler de burada yapılıyormuş.
TİKA tarafından restore edilen İshak Paşa Camii; Serbest zamanda demleme çayın keyfini çıkaran arkadaşlar hiç de az değildi… Makedonya’nın geneline göre bir miktar pahalı gibi görünse de ülkenin genel olarak ucuz olması Manastır’daki kafe ve restoranlara da yansımış. Ünlü Şirok’da dahi fiyatlar makul: kahveler 50-80 MKD, çay 60-70 MKD, soğuk içecekler 70-100 MKD, 33’lük şişe biralar 90-130 MKD, sandviçler 100-150 MKD arasında satılıyor. Oturup bir şeyler yemek isterseniz çorbalar 70-100 MKD, köftenin porsiyonu 100-140 MKD civarında satılıyor. Bu yüzden rahatlıkla hesap kitap yapmadan istediğiniz yerde vakit geçirebilirsiniz.
Caddede gezerken bizim Seyhan’la Türkan’ı bir kafede laflarken görünce yanlarına çöktük. Günün değerlendirmesini yaparken aynı zamanda Seyhan’ların yakındaki bir fırından aldığı simit benzeri hamur işlerini sallama çaylarımızla (60 MKD) mideye indirdik. Hava çok güzel, hatta mayıs koşullarına göre oldukça sıcak olduğunu söyleyebilirim. Kısacık süre içinde önümüzden yüzlerce insan geçti. Hatta ekipten de pek çok insanla selamlaştığımızı hatırlıyorum. Nihayet toplanma zamanı gelince daha önce anlaştığımız şekilde saat kulesinin altında buluştuk. Otobüse binip yola çıktığımızda saatler 12.30’u gösteriyordu.
Mustafa Paşa Camii, Üsküp’ün en eski ve en güzel camilerinden birisi. Yakın zamanda onarımdan geçtiği için bir hayli bakımlı görünüyor. Mustafa Paşa ile kızının türbesi hemen caminin yan tarafında bulunuyor… ÜSKÜP
Manastır-Üsküp arası 170 km. Bu mesafenin yaklaşık yarısı otoban ama önemli bir bölümünde yol çalışması yapıldığı için aslında diğer yollardan bir farkı yok. Otoban olan bölge Avrupa’dan transit olarak Türkiye’ye kadar uzayan yol. Dağ yollarında oldukça ağır ilerleyebiliyorsunuz ama manzara gerçekten çok güzel. Zaten bu coğrafyada hangi bölgeye giderseniz gidin yeşilin tonlarını ve suyun doğallığını görebiliyorsunuz. İnsana huzur veren enteresan bir yanı da var. Hayat sanki daha bir yavaş akıyor buralarda.
Saat 15.00 civarında Üsküp’e ulaştık ve gezimize yüksek noktadaki kale civarından başladık. Üsküp sadece Makedonya’nın başkenti değil aynı zamanda en büyük şehri. Yaklaşık 2.000.000’luk ülkenin dörtte biri burada yaşıyor. Romalılar, Bizanslılar ve Sırplar derken Osmanlılar tarafından 1392 yılında ele geçirildikten sonra 500 yıldan fazla bir süre Türk egemenliğinde geçmiş. Balkan savaşlarından önce yaklaşık 1 milyon Türk’ün yaşadığı belirtilen Makedonya’da bugün için 100.000 civarında Türk bulunuyormuş. Savaş öncesi ve sonrasında pek çok insan göç etmiş. Bunlardan bir bölümü de bizimkiler. Önce Saraybosna’ya yakın bir kasabada bulunan ailem bölge karışıp da zulümler artmaya başlayınca Üsküp’teki akrabalarına geliyorlar. Bir süre burada kalıyorlar kalmasına ama ortam burada da bozulmaya başlayınca dayanamayıp anavatana göçerek İzmir ve Turgutlu civarına dağılıyorlar. Bu yüzden bölge manevi açıdan da benim için önemli bir yer.
Zaman zaman film festivallerinin düzenlendiği söylense de Kurşunlu Han oldukça bakımsız durumda… Üsküp Kalesi, diğer pek çok benzerleri gibi, şehrin en yüksek noktalarından birisinde yer alıyor. İlk defa 5. Yüzyılın sonları ile 6. Yüzyılın başlarında kireç taşı ve travertenden yapılan kale 518 yılında meydana gelen depremde neredeyse tamamen yıkılmış. Sonrasında Bizans İmparatoru 1. Justinyen’in kaleyi yeniden yaptırdığı tahmin ediliyor. Pek çok savaşlar ve badireler atlattıktan sonra Osmanlılar zamanında ilaveler yapılmış ve temel olarak askeri amaçlı kullanılmış. 1963 yılındaki depremde yine hasar görmüş ve restorasyona tabi tutulmuş. Eskiden 70 civarı kule varken bugün sadece 3 tanesi ayakta. Bir dönem içine kilise yapılması ile gündeme gelmiş, ortalık biraz karışmış. Bugün için surlardan başka pek bir şey yok ama harika bir manzarası var. Özellikle güneş batarken çokça ziyaret edildiğini okumuştum.
Tarihi sokaklarda dolaşırken her an karşınıza tanıdık bir şeyler çıkabiliyor. Arasta Camii bunlardan sadece bir tanesi… Kale tarafından düşündüğünüzde Eski Çarşı’nın sonunda yer alan Mustafa Paşa Camii, Üsküp’ün en güzel ve en eski camilerinden birisi. Yavuz Sultan Selim’in veziri Mustafa Paşa tarafından 1492 yılında yaptırılmış. 1963 yılındaki depremde hasar görmüş ve uzun yıllar öylece kalmış. 2008-2011 yılları arasında TİKA tarafından restore edilen caminin minaresi 47 metre yüksekliğinde. Cami ibadete ve ziyarete açık. Kendisi kadar gösterişli bir de bahçesi olduğunu söylemem lazım. Ayrıca Üsküp’ün keyifli bir manzarası da var. Hemen yan tarafındaki türbede Mustafa Paşa ile kızı Ummi Hatun’un kabirleri bulunuyor.
Bir sonraki durağımız Kurşunlu Han ya da Külliyesi. Molla Musliddin Hoca tarafından 1550 yılında yaptırılan han bir dönem hapishane olarak da kullanılmış. Kurşunlu adı çatısının kurşun ile kaplı olması nedeniyle verilmiş ama sonradan bu kurşunlar sökülmüş. Hanın zemin katı ile ilk katında kemerlerle birbirine bağlı sütunlar yer alıyor. Tam ortasında da yuvarlak havuzlu bir çeşme var. Zaman zaman burada film festivali de düzenleniyormuş ama dışarıdan bakıldığında fazla bakımlı bir görüntü sergilemiyor açıkçası.
Hemen biraz ileride sağ taraftaki ara yolun sonunda Sulu Han yer alıyor. Diğerine göre daha bakımlı ve güzel. Bunun temel sebebi de Üsküp Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesine ev sahipliği yapıyor olması. Sulu han, 15. Yüzyıla tarihleniyor. Aslında hemen yakındaki Çifte Hamam ve Sultan Murat Camii ile birlikte planlanmış. Bu da bir Osmanlı klasiği olsa gerek. İsmini de hemen yakınlardaki Sereva çayının sık sık taşarak Han’ın içine girmesinden almış. Bugün için çay kurumuş kabul ediliyor ama insanlar suyun bir şekilde bir yerlerden aktığına inanıyorlarmış. Bunun en büyük kanıtı da içerideki rutubet olarak gösteriliyormuş. 1961 yılındaki depremde gördüğü hasardan sonra restore edilmiş. İçeride eski resim ve haritaların sergilendiği bir müze var ama kapalı olduğu için göremedik.
Sulu Han’ın hemen alt tarafında Çifte Hamam yer alıyor. 1531 yılında inşa edilen hamam adını, kadınlar ve erkekler için ayrı giriş kapısı olmasından alıyormuş. Birbirine geçmeli kubbeli yapısıyla tam da klasik bir hamam havasında. Oldukça da büyük olduğunu söylemeliyim. Depremde zarar gördükten sonra onarılmış ve bugün bir sanat galerisi olarak kullanılıyormuş.
Murat Paşa Camii çarşının tam ortasında. Ahşap çatısı ile farklı bir mimarisi var… Saatler dördü geçse de güneş tüm yakıcılığı ile tepemizdeydi. Aslında şikayetçi de değildim. Mayıs ayı her ne kadar mevsim olarak güzel olsa da yağmur açısından da riskli bir dönem. Bu yüzden de şanslıyız. Çarşının tam ortasında yer alan Murat Paşa Camii, Üsküp’ün en güzel camilerinden birisi. Osmanlı komutanı Yiğit Paşa tarafından yıkılan Aziz George Manastırı yerine 1463 yılında inşa edilmiş. Çatısı ahşap, bu haliyle de özgün bir yapısı olduğu söyleniyor. Çarşı merkezindeki bir diğer cami de Arasta Cami. 15. Yüzyılda inşa edilen Camii, depremler ve savaşlarla büyük tahribat yaşamış ve 17. Yüzyılda restore edilmiş. Komünist rejim zamanında ibadete kapatılan Camii, 1963 depreminde hemen hemen tamamen yıkılmış. Uzun yıllar harabe halinde bekleyen Camii, Bursa Büyükşehir Belediyesi önderliğinde başlayan restorasyonla bugünkü halini almış. Gördüğüm en küçük camilerden birisi ama bir o kadar da şirin gözüküyor doğrusu.
Eski Çarşı’daki gezi boyunca ne tarafa baksanız Osmanlı izlerini görüyorsunuz. Dar sokaklar, tek katlı dükkanlar, kafeler ve restoranlar, benim dahi göremediğim ara sokaklarda bulunan, kimi harabe irili ufaklı eserler. Kimi kuru bir çeşme, kimi bugün için başka amaçlarla kullanılan onlarca yapı. İnsan burada gezerken yabancı bir memlekette olduğunu dahi unutuyor. Bursa’nın eski çarşısı, İzmir’in Kemeraltı çarşısı ve daha aklıma gelmeyen onlarca örnek. Buraya boşuna Türk Mahallesi demiyorlar. Tarihi Bedesten, bugün içinde bir restoranın hizmet verdiği 15. Yüzyıla tarihlenen Kapan Han, 1475 yılında inşa edilmiş olan çifte kubbeli, beş avlulu İsa Bey Cami ilk aklıma gelenler.
Rehberimiz Osman’ın tavsiyesiyle ekip büyük ölçüde Gostilnica Turist restoranına oturdu. Ve köfteler de ızgara atıldı elbette…
Sol tarafta Arzu’yle çorba içtiğimiz Capaebo Saraevo; Sağda ise ünlü Destan Restoran… Gezmek güzel ama karnımız da zil çalmaya başlamıştı. Gelmeden önce yaptığım araştırmalarda Eski Çarşı’daki Destan Restoran öne çıkıyordu. Osman’a söylediğimde Destan’ın da güzel olduğunu ama çınarın altındaki Gostilnica Turist restoranının kendisinin favorisi olduğunu söyledi. Bizim Cem’ler hariç neredeyse herkes oraya oturdu, köfte, shopska salad Allah ne verdiyse sipariş etti. Ben de daha önce Sırbistan ve Bosna’da deneyip çok beğendiğim süt dana çorbası (Teleska corba) içebileceğim bir yer var mı diye sorunca Osman biraz ileride bir yeri gösterdi: Capaebo Saraevo. Pek çok esnafın tercih ettiği, genelde öğle saatlerinde hizmet veren sıradan bir lokanta. Arzu’yla içeri girip dilimizin döndüğünce çorbayı sorduk. Tencerenin dibinde ancak iki kişilik kaldığını, az sonrada kapatacağını söyledi. Çorba gerçekten nefisti, porsiyonlar ise bol kepçe idi. Belki de bitsin diye hepsini doldurmuştur tabağa bilemiyorum. Oldukça lezzetliydi, eminim öğle saatlerinde ilk yapıldığında çok daha güzeldir. Çorba 90 MKD, közlenmiş biber için extra 10 MKD istedi.
Davut Paşa Hamamı, Taş Köprü’den önceki son Osmanlı eseri. Bundan sonra Yeni Üsküp’e geçiyorsunuz… Karnımızı doyurduktan sonra çınarın oraya gittik. Millet köfteleri, kızarmış pideyle mideye indirmeye başlamıştı. Yolun sağından devam edip biraz daha aşağıya inince pek çok rehber kitabın en iyi kebapları yiyebileceğinizi söylediği Destan Restoran karşımıza çıktı. Cem’ler burada yemek yiyordu. Biraz dolaştıktan sonra son dönemde bizde de oldukça popüler olan trileçeyi tatmak için daha önceden Osman’ın söylediği bir mekâna oturduk. Trileçe hiç de fena değildi. (100 MKD) Sallama çaylarımızı içerken ayaklarımız da biraz bayram etti doğrusu.
Çınarın orada tekrar toplandığımızda saatler 17.15’i gösteriyordu. Yavaş yavaş Üsküp’ün Osmanlı izlerini terk edip “modern” Üsküp’e doğru ilerledik. Taş Köprü’den önceki son Osmanlı izi Davut Paşa Hamamı. Sadrazam Davut Paşa tarafından 15. Yüzyılda yaptırılan hamam, farklı tarihlerde yapılan restorasyonlarla dimdik ayakta. Bugün için Ulusal Sanat Galerisi olarak kullanılan yapı da 18. ve 19. Yüzyıla ait eserler sergileniyormuş.
Ekip toplu halde Taş Köprü’ye çıkmadan hemen önce…
Heykeller buradan itibaren başlıyor… Bu noktadan sonra eski ile yeninin, estetik ile sakilliğin, doğallık ile yapaylığın karmaşık dünyası içine dalıyorsunuz bana göre. “Üsküp 2014 Projesi” kapsamında bir yerlerden maddi destek alarak (Bir gazete haberinde tahmini maliyetin 500 milyon Euro olacağını ve bunun yaklaşık 300 milyon Euro’sunun AB fonlarından karşılanacağını okumuştum) şehre onlarca devasa heykel, köprü ve kamu binası yapmanın nasıl bir izahı olabilir ki? Belki birisi bana anlatsaydı kulağıma hoş gelebilirdi ama insan kendi gözüyle görünce farklı duygular yaşayabiliyor. Her iki adımda bir abartılı heykeller yapmak ne sanatla ne de estetikle uyuşuyor bana göre. Buna düpedüz çirkinlik bile diyebilirsiniz. Ne yaparsanız yapın tarihin izleri kolay kolay silinmiyor. Buna şehirleri değiştirmek yerine önce dilinizdeki 3000 kelimeden başlamanız belki daha doğru olurdu. Şehrin insanları buna neden tepki göstermezler ki? Acaba onlarda mı bunları güzel ve başarılı buluyorlar? Geçmişin bu insanların zenginliği olduğunun farkında değiller mi acaba? Soruların cevabını bilmiyorum ama internette kısacık bir araştırma yaptığımda Makedonyalılar arasında geçen, kara mizah şu diyaloga rastladım: “Üsküp’te kaç heykel var sence? Bilmiyorum ama insanlardan fazla olduğu kesin…” Buradaki karmaşa beni rahatsız etti. İki yıl önce kısa bir süre bulunduğum Üsküp gezim sırasında da aynı şeyleri hissetmiştim. Üstelik Eski Çarşı bölgesini ziyaret etmeden. Allah akıl fikir versin demekten başka söyleyecek bir sözüm yok.
Sol tarafta Makedonya Mücadele Müzesi, sağda ise Roma dönemi mimarisiyle Ulusal Arkeoloji Müzesi yer alıyor. Arkeoloji Müzesi’ni gösteren resmin sol aşağısında ise Sırp isyancı Karposh’un at üzerindeki heykeli var… Eski Çarşı ile tarihi Taş Köprü’nün arasında kalan bölgeye 2. Philip’in adı verilmiş ve tam ortasına da devasa bir heykeli yapılmış. Mayıs 2012’de inşa edilen tamamı 29 metrelik bronz heykelin 13 metresi 2. Philip’e ait. Alt bölümde aile fertleri ve Makedonya’nın simgesi aslana ait figürler ise, bir havuzun üstüne yerleştirilmiş. Heykel enflasyonu sağlı sollu Taş Köprüye kadar devam ediyor. Köprünün her iki tarafında Ohrili Klement ve St. Naum ile Kiril ve Metodius’un heykelleri yer alıyor. Biraz daha ilerlediğinizde ve kafanızı sol tarafa çevirdiğinizde yerel kıyafetlerle, at üzerinde bir adamın heykeli bulunuyor. Osmanlı’nın 1689 yılında asarak idam ettiği Sırp isyancı Karposh’un heykeli. Aynı kişiye ait bir plakette Taş Köprü’de bulunuyor. Rivayet odur ki Osmanlı idam işlemini tam bu noktada gerçekleştirmiş ve Makedon hükümeti de aynı noktaya bu plaketi koymuş. Siyasi bir karar, söylenecek fazla da bir şey yok.
Taş Köprü… Vardar Nehri’nin üzerindeki inci tanesi gibi parlıyor… Yüzünüzü taş köprüye verdiğinizde sağ tarafınızda kalan büyük ve gösterişli bina 2011 yılında, bağımsızlığın 20. Yılı anısına açılan Makedonya Mücadele Müzesi. Müzede balmumu heykellerin de yer aldığı 13 farklı sergi bulunuyormuş. Meraklısı için giriş ücreti 300 MKD. Onun devamında yer alan bina ise Tiyatro binası. Sol tarafta kalan, yüksek kaideli sütunlarla bezenmiş afili bina ise Ulusal Arkeoloji Müzesi. 2014 yılında açılmış ve Makedonya’nın ilk günlerinden başlayan 6000’den fazla eser sergileniyormuş. Ayrıca ülkenin Ulusal Arşivleri de burada saklanıyormuş. Buranın da giriş ücreti 300 MKD.
Üsküp’ün tam ortasından Vardar Nehri geçiyor ve kesin olan şu ki şehri Yeni”ve Eski”Üsküp olarak ikiye bölüyor. Mevsim itibariyle Vardar oldukça yüksek bir debiyle akıyor. Ağustos ayındaki daha önceki ziyaretimde insanların nehirde yüzdüklerini görmüştüm. Proje kapsamında üzerine yeni köprüler yapılmış olsa da elbette Taş Köprü tarihe meydan okurcasına “Ben buradayım arkadaş” diyor.
Büyük İskender Heykeli meydanın tam ortasında yer alıyor… Taş Köprü’nün tarihine bakıldığında farklı bilgiler görüyorsunuz. Bazılarına göre esas köprü 6. Yüzyılda Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından yaptırıldığını ve 15. Yüzyılda Fatih zamanında büyük bir tadilat yapıldığını yazarken diğerleri ve çoğunlukta olanlar ise köprünün doğrudan 2. Murat zamanında başladığını ancak tamamlanmasının ise Fatih döneminde olduğunu yazıyorlar. Sonuç ne olursa olsun klasik bir Osmanlı mimarisi olduğu su götürmez bir gerçek. Araç trafiğine kapalı 12 kemerli Köprü, 6 metre genişliğinde ve 214 metre uzunluğunda. 1963 yılındaki depremde gördüğü hasarlar sonradan onarılmış. Aslında bir nöbetçi kulesi de varmış ama bugün için ortada yok. Bir dönem kaidesinin olmaması Müslüman nüfus arasında rahatsızlık da yaratmış ancak sonradan bu sorun halledilmiş. Köprü gerçekten güzel görünüyor. Tam ortasından Vardar Nehrini seyre daldım kısa bir süre. Bir tarih akıp gidiyor sanki altından, bir devir sürükleniyor hoyratça. Hüzünlü bir keyif kaplıyor içimi.
Makedonya Caddesi Üsküp’ün modern yüzünü temsil ediyor. Davul zurnalı heykel de var Rahibe Teresa’nın Müzesi de… Çevrede inşa faaliyetleri devam ediyor, henüz her şey tamamlanmamış. Taş Köprü’nün diğer tarafı Üsküp’ün kalbi olarak kabul edilen Makedonya Meydanı. Alışveriş merkezleri, heykeller, kafelerle süslenmiş bu büyük meydanın ortasında atı Bucephalus’la şahlanmış devasa bir Büyük İskender heykeli bulunuyor. Aslında meydanı 5-6 yıl önce görenler bugünkü halini tanımakta epey zorlanırlar zira İskender’in yerinde yuvarlak çiçek bahçesi varmış. Devasa heykel 2011 yılında inşa edilmiş. Toplam 24,5 metre, bunun 10 metresi İskender’in üzerinde bulunduğu kaideye ait. Kaidenin alt tarafındaki geniş bölgede 8 adet bronz asker heykeli, 8 adette aslan heykeli bulunuyor. Meydanın tamamının etrafı kapalı olduğu için heykelin dibine kadar gitme şansınız yok. Daha önceki gelişimde bol bol fotoğraflama şansım olmuştu.
Meydanın etrafından dolaşırken nehrin kenarındaki kırmızı bikinili heykel dikkatimi çekti. Aslında iki tane var, birisi suya atlamış gibi ayakları görünüyor, diğeri ise atlamak üzere. Heykel işini nasıl abarttıklarının küçük bir göstergesi diye düşünüyorum.
St. Constantine ve Elena Kilisesi’nin yapımı devam ediyor; Eski tren garında saat 05.17… Saatler 18’i gösterirken trafiğe kapalı Makedonya Caddesinde gezimize devam ettik. Bu bölge sağlı sollu restoran, kafe ve bankaların olduğu uzunca bir cadde. Biraz ilerlediğimizde sol tarafta bu davullu zurnalı seğmenler heykeli karşımıza çıktı. Üç kişilik bu heykelde ikisi davul zurna çalarken birisi de elinde mendille davulun üzerine çıkmış oynuyor. Enteresan heykeller zinciri devam ediyor.
Biraz daha ilerleyince Rahibe Teresa Müzesi çıkıyor karşımıza. Hem Hıristiyan dünyasının hem de dünyanın en çok bilinen rahibelerinden birisi olan Rahibe Teresa (ya da gerçek adıyla Agnes Gonca Boyacı) 1910 yılında Üsküp’te doğmuş. Aslen Arnavut kökenli olan Teresa, Katolik mezhebinden. Papadan aldığı özel izinle 1950 yılında Hayırsever Misyonerler Cemaati’ni kurmuş ve öldüğü tarihe kadar 450’den fazla ülkeye yayılmış. 1979 yılında Nobel Barış Ödülü alan Teresa, 1997 yılında Kalküta’da hayata gözlerini yummuş. Hıristiyan dünyasının en saygı duyduğu insanlardan birisi olarak kabul ediliyormuş. Buradaki Müze-Ev, 2009 yılında açılmış. Yerin seçilmesi de bilinçliymiş; Teresa doğduğu zaman burada bir kilise varmış ve bu kilisede vaftiz edilmiş. Ziyaret etmek için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz ama bağışta bulunma şansınız var.
İlginç mimarisi ile Aziz Kliment Ohrid Ortodoks Kilisesi; Güneş batmaya yüz tutarken kale harika görünüyor… Yolumuzun üstünde yer alan St. Constantine ve Elena Kilisesi’nin yapımı devam ediyor. Aslında büyük depremden önce burada bir kilise mevcutmuş. Hasar yüksek olunca başka bir yere yapılması kararlaştırılmış ancak halkın buna yoğun itirazı yetkilileri geri adım atmak zorunda bırakmış. Tamamlandığı zaman Üsküp’ün en büyük kilisesi olacakmış. İnşası devam eden çan kulesi 50 metre yüksekliğinde planlanmış ve yukarıdan keyifli bir Üsküp manzarası görmek mümkün olacakmış.
Makedonya Caddesinin sonunda eski tren garı var. 1963 depreminde büyük hasar görmüş, garın saati deprem saati olan 05.17’de durmuş. İnsanların bu vahim olayı unutmamaları adına saat düzeltilmemiş ve halen 05.17’i gösteriyor. Gar ise restore edilerek hemen yanı başındaki Şehir Müzesi ile birleştirilmiş. Üsküp şehri ile ilgili yüzlerce resim, kalıntı ve eseri bulabileceğiniz müzeyi ücretsiz gezebiliyorsunuz.
Bizi bekleyen otobüsümüze binerek otelimize doğru yola çıktık. Duvet Center Otel (Naum Naumovski Borce, 40) hareketli Debar Maalo semtinde yer alıyor. Dört yıldızlı Otel, ana Meydan'a, eski pazar yerine, kaleye ve diğer tüm önemli turistik yerlere yürüme mesafesinde. Otele girdiğimizde ortada resepsiyon olmayınca herkes panik oldu. Açıkçası oteli gelmeden önce incelememe rağmen bu detaydan benim de haberim olmadı. Meğerse resepsiyon 8. katta imiş. Sayımız fazla ve yanımızda bavullarımız olduğu için asansörle yukarıya çıkmak biraz sıkıntı oldu. Yukarıya vardığımızda daha önceden kayıtlar yapılmış olduğu için fazla sorun yaşamadan odalarımıza ulaştık. Oldukça geniş, yeni, tertemiz ve zevkli döşenmiş odalarımız harika idi. Allah biliyor ya tur lideri olduğum için bize mi böyle oda verildi diye aklımdan geçmedi değil ancak arkadaşlarla görüştükçe herkesin aynı durumda olduğunu öğrendim.
Hızlıca bir duş aldıktan sonra akşam yemeği saati olan 20.30’a kadar şehre biraz daha nüfus etmek amacıyla kendimi dışarı attım. Otelin bulunduğu yerden merkeze doğru ilerleyince Aziz Klement Bulvarının köşesinde değişik mimarisi ile Aziz Kliment Ohrid Ortodoks Kilisesi yer alıyor. Aziz Klement’in doğumunun 1150. Yılı anısına 1990 yılında açılmış. İki yanında kubbeler, ortasında ana kubbe ile değişik bir yapı. Yan tarafta üzerinde saati da olan çan kulesi var. İçerisi, diğer Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi sade düzenlenmiş. Kristal taşlarla döşeli devasa bir avize dikkat çekiyor. Pek çok azizin renkli ikonalarının yer aldığı bölüm de etkileyici.
İlk akşam yemeğini yediğimiz Mecho’s…
Üsküp gece ışıl ışıl parlıyor… Klement Bulvarından Vardar Nehrine doğru devam ettim. Taş Köprüye paralel, trafiğin işlediği diğer köprüden karşıya geçerek Ulusal Tiyatro Binasının oraya geldim. Bolca fotoğraf çektikten sonra Taş Köprüye doğru yürüdüm. Tam köprünün ortasına gelmiştim ki Necip abiyi etrafı fotoğraflarken gördüm. Kısa bir hoşbeşten sonra çevreyi gezmeye daldık. Akşamın karanlığı yavaş yavaş üzerimize çökmeye başlamıştı ve yanan ışıkların da etkisiyle ortalık ağır ağır ışıldamaya yüz tutmuştu.
Arkeoloji Müzesinin önüne çıkan köprüde tüm yaşamış Makedon kral ve üst düzey yöneticilerinin heykelleri var. Bunlara bir de devasa lambaları eklediğinizde tam bir şölen oluyor. Köprünün bir diğer özelliği de tarihi Taş Köprü ve hemen üst tarafında kalan kalenin keyifli karelerini alabileceğiniz bir yer olması. Biraz daha dolaştıktan sonra Makedonya Meydanı üzerinden otele döndük.
Vardar Nehrine atlayan kırmızı bikinili kadın heykeli enteresan doğrusu… Tüm ekip akşam yemeğini yiyeceğimiz Mecho’s a (Aminta the third, 38) geldiğimizde saatler 20.35’i gösteriyordu. Otele nerdeyse 100-150 metre uzakta yer alan restoran aslında meşhur bir pizzacı ama farklı lezzetlere de ev sahipliği yapıyor. Pilavla servis edilen ızgara tavuk, salata ve tatlıdan oluşan menü ile karnımızı doyurduktan sonra grup farklı küçük ekiplere ayrılarak akşam gezmesine çıktık. Dönüp dolaşıp Eski Çarşı’ya geldik. Sadece kafe ve restoranlar açık olduğu için gündüze göre daha sakin olduğu söylenebilir. Hemen biraz ilerideki hafif meyilli dar sokağa girince sağlı sollu kafeler gördük. Önce çıkarken sol taraftaki Nargile Kafede demleme çaylarımızı içtik, sonra oradaki arkadaşları yerlerinde bırakıp 30-40 metre aşağıdaki barda Arzu’larla bira içtik (100 MKD) Keyifli sohbetin hiç bitmesini istemememize rağmen otele vardığımızda saatler gece yarısını geçiyordu…
Vodna Dağı
Kosova’ya gitmeden önce sabahın erken saatinde Vodna Dağı eteklerine çıkıp şehrin keyifli bir manzarasını görme niyetindeyiz. Üsküp, Vodna Dağının eteklerine kurulmuş. Dağın en yüksek noktası 1066 metre. Tam bu noktada 2002 yılında şehrin neredeyse her yerinden görülebilen devasa bir haç konulmuş. Haç 66 metre büyüklüğünde. Nispet yapar gibi gece ışıl ışıl olan haç Müslüman nüfusu oldukça kızdırmış. Haçın aydınlatılması için her gün onbinlerce dinar harcandığını anlattı Osman. Sağlık olsun, ne diyelim.
Vodna Dağı’ndan bütün Üsküp şehri ayaklarınız altında; Rehberimiz Osman’ın keyfi yerinde… Yukarıdan manzara keyifli ancak mesafe uzak olduğu için çok net göremiyorsunuz. Buraya gelirken yol üzerinde Türk Büyükelçiliğinin rezidansını gördük. Zaten burada yerleşim daha nezih, arabalar daha lüks görünüyor. Bol bol fotoğraf çekerek Kosova’ya doğru yola çıktık.
Kosova Dönüşü Akşam Yemeği Prizren’den yola çıkıp Üsküp’e vardığımızda saatler 19.15’i gösteriyordu. Benimde içinde bulunduğum bazıları eski tren garının oradaki alışveriş merkezi Vero Center’da (Boulevard Kuzman Josifovski Pitu) inerken diğerleri otele devam ettiler. Akşam yemeği saat 20.30’da olduğu için yaklaşık bir saatlik bir vaktimiz vardı. Vero Center, Üsküp’ün en büyük alışveriş merkezlerinden biri. Devasa bir süpermarket, üst katında yine çok büyük Jumbo adlı oyuncakçı ve alışık olduğumuz diğer mağazaları ile oldukça hareketli ve popüler. Süpermarkette gezerken Merci, Tofife gibi tanınmış markaların fiyatlarının free shoptan dahi ucuz olduğunu görünce çocuklar için çikolata aldım. Bu ucuzluğa sigara fiyatlarını da eklemem lazım. Örneğin Marlboro kısa box, türüne göre 85-120 MKD arasında değişiyor. West gibi markalar 75 MKD. Makedon sigaraları ise 55-65 MKD arasında değişiyor.
Vodna Dağı hatırası… Jumbo devasa bir oyuncakçı. Özellikle markalı oyuncakların fiyatları Türkiye’ye göre oldukça ucuz. Arkadaşlar bayağı alışveriş yaptılar. Ancak Intersport mağazasındaki ayakkabı ve eşofman fiyatları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Zamanımız fazla olmadığı için hızlıca alışverişi tamamladık. Aslında 3-4 km mesafe olmasına rağmen geç kalmamak adına taksiye bindik. Biz taksiciye 130 MKD öderken diğer arkadaşlar farklı bir yoldan giderek 100 MKD ödemişler. Genel olarak taksi fiyatlarının ucuz olduğunu söyleyebilirim ancak mesafeye ve güzergaha dikkat edin derim.
Paketleri bir koşu odaya bırakıp aşağıda bekleyen arkadaşların arasına karıştık. Yemeğe otobüsle gideceğiz ama fazla uzak olmadığı için (en çok 500-600 metre) dönüşü yürüyerek yapmaya karar verdik. Restoranımız Tomce Sofka (Jordan Hadzikonstantinov-Dzinot 14), aynı zamanda bir hotel. Oldukça nezih ve güzel bir atmosfer var. 5 kişilik bir orkestranın çaldığı Türk ve Makedon ezgileriyle akşam yemeğimizi yedik. Müzik ilerledikçe nerdeyse herkes pistte ya da masaların arasında oynamaya başladı. Herkesin eğlendiği yüzlerinden okunuyordu.
Tomce Sofka nezih bir restoran, hotel. Müzisyenler de son derece profesyonel. Tüm gece eğlence devam etti… Sonrasında otele geldik. Niyetim dışarıya çıkmaktı ama saat 23.00 olmuştu ve ertesi gün için bavulları toplamak gerekiyordu. Odaya geldiğimde Arzu’nun bü işi çoktan hallettiğini gördüm. Terastan manzara nasıl diye bakayım derken bazı arkadaşlar da oraya geldi. Görevli arkadaş bize büyük bir jest yaparak demleme çay hazırladı. Terastaki kalabalık bir ara 12-13 kişiye kadar çıktı. Sohbet güzeldi ama gözler kapanıyordu. 00.30 civarında kalktım ve kendimi yatağa zor attım.
Makedonya… Bizden topraklar. Buraya gelirken dünyaca meşhur anıtlar, meydanlar ya da müzeler beklemeyin. Hayal kırıklığına uğrarsınız. Buralar biraz bizden biraz Avrupa’dan parçalar taşıyor. Herkesin kolayca birleşebileceği nefis bir doğal güzelliği var. Sadece bunu görmek için bile Makedonya’ya gelinir. Bence siz de gelin. Eminim pişman olmayacaksınız…
Seyahatle Kalın…
|