Son yıllarda her sonbahar bir New York arzusu depreşir oldu içimde.. Caz sonbahara yakışır.. Sonbahar New York'a yakışır..New York'ta caz başkadır derken, bu döngü okyanus aşırı uçurmaya başladı beni hayallerimde.
Bu yıl da ekim ayının ilk yağmurlarıyla, olurmu ki acaba, niye olmasın hesapları yapıyordum ki, bir baktım ki Amerika'ya gitmişim hafızamda ve geçen yılın California gezisi dökülmeye başlamış klavyemden.
Ben aslında eski dünyaların insanıyım. Binlerce yıllık şehirleri kat kat soyar, altında yaşanmış hayatları bulmaya çalışır, onlara kafamda hikayeler yazmaya bayılırım. Hal boyle olunca, tarihi yüz, iki yüz yıldan geriye gitmeyen şehirler, ülkeler yeterince tad vermez, yavan gelir biraz. Ama yine de pek çoğumuz gibi benim de kendi tarihimde, özellikle okul yıllarımda bir "yeni dünya" hevesim olmuştu itiraf edeyim.
Los Angeles Havalimanı, yani LAX… İlk niyetlendiğimde yıl 2001'di. New York 'ta bir MBA programı yapmak için on yıllık vizeyi cebe indirmis, üniversiteyle flörtü tamamlamak üzereydim ki, ikiz kuleler patladı. Yedi yil sonra tekrar harekete geçtiğimdeyse mortgage krizi çıkageldi. Ben de sadece düşünerek bile bu kadar zarar verdim, bir de gidersem ne olur acaba diyerek hayallerimi bir süreliğine rafa kaldırdım. Ta ki kardesim Amerika'da doğum yapmaya karar verene dek.
Bizim öncü grup; yani kardeşim Ebru, eşi Yigit ve diğer kardesim Buket doğumdan 3 ay once San Diego'ya gideceklerdi, ben de iki hafta kala. Böylece yaklaşık 20 gün beraber olacaktık yeni kıtada.
Amerika vizesi ile ilgili sehir efsaneleri bitmek bilmez.. Benimse bu konuda pek ciddi bir hatıram oldu diyemem. Konsolosluğun kapısında törpümü ve saç spreyimi kaptırmam dışında. Onu da her havalimanında yaptığım için kayda değer bir detay sayılmaz. Ama bunların kayıtları bir yerde birleştirilse ve pasaporta işlense, iste o vakit çok eğlenceli bir şüpheli profili olurdum orası kesin.. Sanki inadına törpü, inadına saç spreyi..
San Diego’dan kareler… Randevu günü tam saatinde, konsolosluğun kapısından ve uzun koridorlardan geçerek görüşme salonunu buldum. Sıram geldiğinde, nazik tanışma faslından sonra görevliyle aramda geçen tek diyalog;
-Neden Amerika'ya gidiyorsunuz?
-Gezmek için..
Ve bu noktada konuşma bitti... Vizeniz onaylandı dedi Nathalie gülümseyerek.. Artık yeşil pasaportun yüzü suyu hürmetine midir, ya da içindeki giriş çıkış damgalarının mı bilemedim. "Bu, gittiği yerde kalamıyor" dediler zahir.. Ama benim mülakat yapacağız hevesim kursağımda kaldı. Onu da havaalanında ülkeye girerken hallederler artık dedim. Zira bu konudaki söylentiler de vizeden aşağı kalmıyordu.
La Jolla’dan kareler… Vize ve hazırlıklar tamamlandıktan sonra nihayet uçuş gunü geldi. THY'nin TK 9 nolu uçağı ile Los Angeles'a uçacaktım. Öğlen 12:45’te Atatürk Havalimanı'ndan kalkan uçağımız, 13 saat 45 dk havada kalacak ve zamanda geriye doğru giderek 16:30'da LAX'da olacaktı. Bir çok kişiye kabus gibi gelen bu uçuş süresi, benim gibi yolun her halini yaşamaya bayılan bir yol delisi icin doyumsuz bir deneyim olacaktı yine. 48 saatlik tren, bir haftalık gemi yolculuğundan sonra, 14 saatin devede kulak kalacağından, hatta yetmeyeceğinden emindim. Nitekim bu pozitif tavrımın da etkisiyle olacak uçakta tesadüfen iki kişilik bir koltuğa denk gelmiş, daha da güzeli yan koltuğum boş kalmıştı. Yerimin lavaboya ve sürekli servis yapılan mutfağa yakın olması da işin bonusuydu.
Böylelikle, iki öğün yemeğin dışında masamı boş bırakmayan hostun sınırsız ikramları, iki küçük şişe şarap, dört film, bir kitabın ardından bir kaç saatlik uykuyla ve jet lag'la tanışamadan LA' ya indim. LAX yani Los Angeles havaalanı oldukça kalabalık olduğu için biraz hızlı hareket etmek gerektiği kesin. Ben de uzunca bir kuyruğun sonuna takılıp sıranın bana gelmesini bekledim sabırla. Sıranın sonundaki görevli son derece güleç ve konuşkan. Hosgeldin diyerek karşıladı ve yine aynı soru.. " Why did you come to USA" Bende cevap aynı "for travel".. İkinci cümleye gerek kalmadan pasaportum mühürlendi ve Amerika topraklarına resmen girmiş oldum.
La Jolla’dan kareler… Buraya kadar çok keyifli ve sorunsuz bir yolculuk yapmakla birlikte, yolum henüz bitmemişti. Benden üç ay önce gelen Yigit ve kızlar San Diego'da ev ve araba kiralamışlardı.. Los Angeles'tan sonra San Diego'ya kara yolu ile 2.5 saatim daha vardı. Beni Los Angeles'a almaya gelen Yiğit sayesinde geriye kalan mesafe de son derece konforlu aşıldı.
İki şehrin arası 195 km, yaklaşık 2,5 saat. İster sahilden, ister otobandan gidebilirsiniz. Sahil yolu dünyaca ünlü beachlerden geçilerek gidilen cok keyifli bir yol. Biz bu keyfi dönüşe saklayarak otobana çıktık.
Artık cuma akşamüzeri olduğu için İstanbul'u aratmayan bir trafik var. Saya saya bitiremediğim, sekiz gidiş, sekiz geliş toplam onaltı şeridi olan bir otoban düşünün. En sol şeridi kafanıza göre kullanamıyorsunuz. Buraya carpool deniyor ve bu şerit tıkanmıyor. Ancak araçta minimum iki kişi gerekli. Aksi halde hatırı sayılır bir ceza ödüyorsunuz. Sağımızdan solumuzdan vızır vızır her marka ve her modelde cabrio arabalar geçiyor. Pek çoğunu İstanbul'da görmediğime eminim. Öyle aman aman bir araba tutkunu falan olmamama rağmen, benim bile nefesim kesiliyor. Sörf tahtasını kapan yola çıkmış. Bir çoğu hafta sonunu geçirmek icin okyanusa gidiyor belli ki. Biz de arabamızı dolduran country müziğimiz ve sağımızdan solumuzdan fırlayan bu rengârenk bebekleri seyrederek, wooww nidalarıyla bir akşam vakti San Diego'ya giriş yapıyoruz...
Old Town’dan kareler… SAN DIEGO San Diego, ABD'nin batısında, California eyaletinin en güneyinde ve Meksika sınırında yer alan bir şehir. California'nin en büyük, Amerika'nın en büyük sekizinci şehri. Lakabı "America's finest city" yani "Amerika'nın en güzel şehri". Burada oturanlar bu kente "Sun Diego" yani güneş şehri diyorlar. Çünkü coğrafi konumu açısından yılın her zamanı güneşli. 1.4 milyonluk nüfusuna rağmen diger Amerika şehirlerine göre daha sakin bir ortama sahip, bu yüzden tüm Amerikalılar'ın emeklilik hayallerini süsleyen bir şehir.
Ayrıca bir ticaret ve liman kenti. Bunun yanı sıra en büyük piyade üssü (marine) ve deniz kuvvetlerinin büyük bölümü (navy) burada yer aldığından askeri bir şehir. Aynı zamanda Amerika'yı Meksika'ya bağlayan bir köprü görevi görüyor. San Diego ile, Meksika'nin Tijuana kenti arasındaki San Ysidro Border sınır kapısı, dünyanın en işlek sınır kapısı.
Meksika'ya bu kadar yakın olması nedeni ile, kentte Meksika kültürü yoğun olarak hissediliyor. Bu bölgedeki nüfusun yaklaşık % 60'i hispanik. İspanyolca ikinci dil olarak çok yoğun konuşuluyor.
Şehir ilk olarak 1542 senesinde İspanyollar tarafından keşfedilmiş. Kent adını İspanyollara ait üç ana keşif gemisinin birinden almış. İspanyollar buraya geldiklerinde ilk olarak Down Town olarak adlandırılan bölgeye yerleşmişler. Bu bölge gunümüzde de kentin en tarihi ve en hareketli bölgesi.
Old Town’dan kareler… Daha sakin ve ünlü bazı semt ve bölgeleri ise; La Jolla, Miramar, Del Mar, Escondido. Biz Mira Mesa olarak anılan bölgede kaldık. Geniş caddeler, bulvarlar, caddelerin iki yanında geniş bahçeler içinde tek katlı evlerin olduğu sakin bir bölge Mira Mesa. Akşam üzeri ve sabahları, spor ayakkabılarını şortunu çeken, koşuya çıkıyor. Özellikle yeni annelerin bebek arabalarıyla koşmaya devam etmesini, bizde bebek sahibi olduktan sonra ev ve cocuk odaklı yaşamaya başlayan hemcinslerimin görmesini çok arzu ederdim.
Amerika maceram turistik bir geziden, ya da bir kac günlük bir keşif turundan ziyade, yaşamın içine girdiğim bir deneyim oldu benim icin. Marketleriyle, benzin istasyonlarıyla, hastaneleriyle, pazarları, AVM'leri, easter ve barbekü davetleriyle, plajlari, konserleri ve sinemalarıyla, filmlerden kitaplardan aşina olduğum cok farklı bir kültürü derinlemesine gözlemleme ve ucundan kıyısından yaşama imkanı buldum. Bu sebeple, bu kez kronolojik bir gezi öyküsünden ziyade, gözlemlediğim farklılıkları, anılarımda yer eden detayları ve görülmeden dönülmemesi gereken yerleri aktarmaya çalışacağım kalemim elverdiğince.
Gas Lamp Quarter’dan kareler… LA JOLLA
San Diego'da en sevdiğim, en çok vakit geçirdiğim yerlerin başında geliyor La Jolla. Pasifik kıyısında bir koy olan La Jolla, dünya üzerinde güneşinen güzel battığı yer olarak tabir ediliyor. Bu tanımı biraz Amerikan egosu kaynaklı bulmakta birlikte, gerçekten harika bir gün batımı olduğunu inkâr edemem.
Şehir merkezinin 15-20 dk kuzeyinde yer alan, Pasifik Okyanusu kıyısında Amerika'nın en prestijli plajlarından birine sahip olan bir yerleşim yeri. İspanyolca mücevher anlamına gelen adı Lahoya olarak telaffuz ediliyor.
Oldukça lüks ve butik bir tatil yeri havası seziyorsunuz sokaklarında gezerken. Pasifik manzaralı son derece lüks evleri, çok sayıda butik ve lüks giyim mağazaları, sanat galerileri, birbirinden şık dizayn edilmis kafe ve restaurantları, trafikte seyreden ya da sağa sola parkedilmis birbirinden havalı cabriolar, sokaklarda yürüyen sörf elbiseli, sörf tahtalı birbirinden fit kadınlar erkekler, bir nevi Sahil Güvenlik dizi setinde hissettiriyor kendinizi.
Coranado Island’dan kareler… Ama illaki uçsuz bucaksız pırıl pırıl parlayan kumsalı. Kumsalın hemen üst kısmında yer alan yeşil alan ise özellikle hafta sonu piknikçilerle doluyor. Ama bizim aşina olduğumuz duman dumana, etrafa çerini çöpünü saçan, gürültücü kalabalıktan değil bunlar. Son derece intizamlı, sessiz, şık masalarını, sandalyelerini, şemsiyelerini ve hatta çadırlarını kurarak, görüntü ve ses kirliliği yaratmadan, kimseyi rahatsız etmeden, huzur içinde yemeklerini yiyerek dinlenen insanlar. Böyle bir ambiansta sandalyemi okyanusa çevirip kitabımı okurken güneşlenmenin tadı damağımda kaldı dogrusu. Bir de kulağımda müziğim, sahilde yaptığım yürüyüşlerin. Kumu sert olduğundan batıp çıkmadan kolaylıkla uzun mesafe yürüyüp koşabiliyorsunuz suyun kenarında. Bir taraftan okyanus dalgalarıyla huzur buluyor, diger yandan bu kumun nasıl bu kadar pırıl pırıl parladığına hayret ediyorsunuz. La Jolla Cove ayrıca, kayaların üzerinde güneşlenen fok balıkları ve deniz aslanları ile de ünlü.
USS Midway’den kareler… OLD TOWN
Burası San Diego'ya ayak basan ilk Avrupalı yerleşimcilerin yaşadığı ortamı canlandırmak amacıyla, bir bölümü orijinal ama büyük kısmı sonradan ilavelerle oluşturulmuş turistik bir kasaba görünümünde.
1800'lü yılların Amerika'sı yaratılmaya çalışılmış, biraz yapay ve fazla turistik bulsam da, çeşitli müzeleri, cafe ve restaurantları, çeşit çeşit hediyelik eşya satan dükkanları, sokaklarda canlı latin müzikleri ile keyifli bir kaç saat geçirilebilecek sevimli bir köy. Özellikle yediğimiz Meksika yemekleri ve soluklanmak icin oturduğumuz sokakta içtiğim margaritanın nefis olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.
Balboa Park… GAS LAMP QUARTER
Neredeyse bütün otel zincirlerinin otelinin bulunduğu, yemek yiyip bir şeyler içmek icin güzel mekanların olduğu, Viktoria tarzı tuğla binaların caddeler boyunca sıralandığı, Pasifik kıyısından başlayarak 16 blokluk bir alana yayılmış şehrin cazibe merkezi diyebileceğimiz bir bölge.
Onlarca sanat galerisi, senfoni orkestrası binası ve müzeleri ile sanat ve kültür meraklıları icin de görülmeye değer bir yer. Alışveriş meraklıları içinse bir cok trend butiğin yanı sıra Horton Plaza gibi büyük alışveriş merkezlerinin olduğu bölgede, güzel havalarda kaldırım kafelerinde ya da yüksek binaların çatı katında bir şeyler içerek San Diego Körfezi'nin, ya da Coranado Köprüsünün nefis manzarasının tadını çıkartmak mümkün.
Benim içinse çok sevdiğim ve daha önce farklı ülkelerde tadına baktığım Hord Rock Cafe lezzetleriyle anavatanında ilk buluştuğum yer oldu. Saat 21'den sonra ölü bir şehir haline gelen San Diego'da Gas Lamp Quarter kurtarılmış bölge gibi. Ve eskiye uygun olarak tasarlanmış gaz lambaları oldukça hoş. Bu lambaların benzerleri New Orlens'ta da kullanılıyormuş.
San Diego Hayvanat Bahçesinden kareler… CORANADO ISLAND
Gaslamp Quarter'da yüksek binalardan baktığınızda net bir şekilde göreceğiniz Coranado Bridge, sizi Coranado Island'a ulaştırıyor. Coranado Adası'nın çok enteresan bir coğrafik şekli var, esasen bir yarımada olmakla birlikte ada olarak anılmasının sebebi, anakaraya çok uzun ve çok ince bir yol ile ulaşılıyor olması. Köprü de bu sebeple yapılmış işte. Sütunların üzerinde yükselen kavisli incecik uzun bir köprü ve doyumsuz manzarası ile Coranado'ya ayak basılıyor.
Adada San Diego'nun en lüks ve pahalı evleri mevcut. Bembeyaz, geniş ve tertemiz kumsallar. Bir de 1888 yılında açılmış olan Hotel del Coranado. Harika bir mimariye sahip olan tamamen ahşaptan yapılmış hotel, o günden beri, film yapımcılarının, ünlülerin, kraliyet ailelerinin ilgisini hep çekmiş. Zamanında elektriğin olduğu ilk otelmis. Tam 11 Amerikan başkanı ağırlamış. 1958 yapımı Marliyn Monreo'nun oynadığı "Bazıları Sıcak Sever" de burada çekilen filmlerden biri. San Diego'ya gidenlerin kesinlikle görmesi gereken yapılardan biri bence. Otelde konaklamasanız da rahatça gezip fotoğraf çekebiliyor, bir şeyler yiyip içebiliyorsunuz.
Sea World’den kareler... USS MIDWAY MUSEUM
Yine Gaslamp'i merkez kabul edersek, sahile inip istikameti sağa çevirdiğinizde USS Midway Museum ve az ilerisinde Maritime Museum'a ulaşıyorsunuz. USS Midway, 1945'te göreve başlamış, 1992'de emekli olmuş, ikinci dünya savaşında epey önemli rol oynamış, hali hazırda müze olarak kullanılan bir uçak gemisi. Güvertesinde pek çok savaş uçağını, hatta Top Gun'dan aşina oldugumuz F14'leri görmek mümkün.
Evet.. Yetmişli yılların başında doğan hemcinslerimin pek çoğunun ilk aşkı olan Tom Cruise, zamanın Blue Jean dergisinin dağıttığı posterlerinin başucumuzu süsledigi Pete Mitchell karakterine can verirken, deri montu, Ray Ban gözlükleri, fonda Take My Breath Away şarkısı ile, motosikletinin üzerinde iste bu sahillerde süzülmüş gün batımına karşı.. Çekimlerin bir bölümü ise Coranado adasındaki deniz üssünde yapılmış. Uçak gemisinin hemen önünde San Diego'nun sembollerinden 7.6 m boyu ile, sevgilisini öpen denizcinin heykeli The Kiss var..
USS Midway Museum'dan 500 m yürüyerek Maritime Museum'e ulaşabilirsiniz... Bu müzede de Karayip Korsanları'nın başrolünde oynayan gemiyi görmek mümkün.
BALBOA PARK
San Diego'nun Central Parkı, fakat daha kültürlüsü denebilir Balboa Park için. İçinde bir sürü müze ve bahçe var. 1200 dönümlük bir arazi içerisinde dünyanın en eski hayvanat bahçesi, müzeler, farklı bitki örtüleri, mimari eserler, tiyatrolar, bahçeler, restoranlar ve açık alanların bir arada bulunduğu muazzam korunaklı bir yapı düşünün..Kentin her türlü stresi ve gürültüsünden uzak bu alan cennetten bir köşe olarak bir nefes alma ve aynı zamanda sanat, bilim, doğa ve huzur merkezi..
Plajlardan kareler... SAN DİEGO ZOO
Tam anlamıyla gezmek için bir günün kesinlikle yeterli olmayacağı kadar büyük bir park. San Diego Zoo hayvanların çeşitliliği ve doğal ortamlarına yakın yaşıyor olmaları ile ünlü. Koalasından şempanzesine, aslanından zürafasına 800 türün üzerinde 4000 hayvan var. Bir çok nesli tükenmek üzere olan hayvanı ve Amerika'da bulunan dört pandayı da burada görmek mümkün.
SEA WORLD
Mission Körfezi'nde yer alan Sea World ise San Diego'nun olmazsa olmazlarından.. Bu su parkında hayvanların muhteşem gösterilerine tanık olmak mümkün. Fokların ve deniz aslanlarının dansı, yunusların ritmik atlayışları, uzun bacaklı flamingoların görsel şöleni, balinaların ve katil balina Shamu'nun gösterisi.. Balinaların gösterisinin en ilginç bölümü ise ilk 20 sırada oturan seyircileri ıslatan altın vuruşları. İç çamaşırlarınıza kadar ıslandıktan sonra 4 USD vererek dev kurutucuların icinde kurutabilirsiniz kendinizi.
Tijuana’dan kareler… PLAJLAR
San Diego Amerika'nın en güzel şehri demiştik. Güzelliğinin en büyük kaynağı ise birbirinden güzel plajları. La Jolla dışında Del Mar, Mission Beach, Ocean Beach, Coranado Beach'te mutlaka uğranması, görülmesi gereken plajlar. Ve tabi ki bu eşsiz plajlara sıralanmış okyanusa bakan muhteşem evler, malikaneler..
TİJUANA
Dünyanın bu köşesine kadar geldiyseniz, 27 km ilerideki Tijuana'yi görmeden dönmek olmaz. Burası dünyanın en işlek sınır kapılarından biri. Sınırın Amerika'dan Meksika yönüne geçtiğiniz tarafında kontrol yok. Elinizi kolunuzu sallayarak geçiyorsunuz. Suça karışanlar Amerika'dan kolayca çıkıp gitsin diye herhalde:) Dönüşte ciddi bir kontrol var tabi.
Sınırın bir tarafında muhteşem bir zenginlik, refah, huzur.. Diger yanında içinizi acıtan bir sefalet.. Bir anda yaklaşık 30 yıl geriye gidiyorsunuz.
None Zorte bölgesi en cok turist çeken yerlerinden birisi. Burada bir outlet ve ucuz mağazalar var. San Diego'dan günlük alışveriş turları bile düzenleniyormuş.
Tijuana ayrıca biraları ile de ünlü bir kent. Bazı bira fabrikaları ziyarete açık. Al Capone zamanında burası içkinin merkez üssüymüş. Şehirde alkol alma yaşı 18. Sınırın diğer tarafında ise 21.. Yani hareketli gece hayatı açısından da San Diego'lu gençler tarafından tercih ediliyor.
Tijuana’dan lezzet kareleri… KISA KISA…
ÖLÇÜ BİRİMLERİ
İlk şokumu havaalanında arabaya bindiğimde göstergenin 77 derecede durduğunu farkedince yaşadım. Fahrenheit kullanıldığını bilsem de, 70'li 80'li dereceler terletmeye başlıyor birden psikolojik olarak.. Bence biraz megalomanlık ve gıcıklık bu..Her şey için farklı ölçü birimleri var. Ve saçma olan, adım, ayak, galon gibi tamamen göreceli olan şeylerle bu ölçüleri belirlemişler. Sonra da bunları standart yapmışlar.
1 mil (kara mili) = 1609.344 metre = kabaca 1.6 kilometre
1 foot = 30.48 santimetre (otuz buçuk santim yani)
1 galon = 3.78541178 litre = 3.8 litre (sıvılar icin)
1 pound (ağırlık, lbm diye simgesi var) = 453.59237 gram = 0.45 kilogram
sıcaklık birimi
77 f = 25 c 86 f = 30 c
ayak numaraları da farklı.. mesela bayanlar icin..
7 = 37.5
7.5 = 38
8 = 39
Open Air Market… ALIŞVERİŞ
Markalı ürünleri ucuza alabileceğiniz cok sayıda AVM var. Bazıları outlet tarzında. Genelde şehrin biraz dışında. Ve bizim alışkın olduğumuz çok katlı kapalı AVM'ler gibi değiller. Geniş bir alana yayılmış, acık havada tek katlı mağazalar düşünün.
Herhangi bir mağazaya ya da markete girdiginizde, yanınızdan geçen bir çalışan kocaman gülümseyip bugün nasılsın diye soruyor. İlk şokumu bir markette yasamıştım. Birisine benzettigini düşündüm önce. Bir müddet sonra bu samimiyete alışıyor ve cevap vermeye başlıyorsunuz.
Restoranlarda da aynı sohbet devam ediyor. Yemek seçerken, ya da servis yaparken garsonunuzun verdigi tepkiler uzun zamandır tanışıyormuşçasına..Tabi yemeğin sonunda bahşiş bırakmadıysanız bu samimiyet aniden değişiyor. Bahşiş burada çalışanları maaşlarının ciddi bir bölümü olduğu için çok önemli.. Faturaya dahil ediliyor. Yüzde kaç tip vermek istediğinizi söyleyip ödemeyi öyle yapıyorsunuz..
Benzinliklerde kendi benzininizi kendiniz dolduruyorsunuz. Bir kaç Avrupa ülkesinde daha gördügüm bu uygulamaya pek alışamadım açıkçası. Bizde ödeme yapana kadar camını silen, silecek suyun var mı abla diye soran, lastiğin havası inmiş diye uyaran, zamanın varsa gel hava basalım diyen pompacılara alıştıktan sonra..
La Jolla civarında bildiğin pazar kuruluyor pazar günleri. Open air marketin tezgahlarında taze sebze meyvenin dışında, fast food atıştıracak bir şeyler de bulmak mümkün. Pazara alışverişe gelenler, yemyeşil çimenlere yayılıp bir taraftan piknik yapıyor diger yandan konser veren kücük grupların showuna eşlik ediyor. Mutfak alışverişi bile bir eğlenceye dönüşmüş. Keyif gani..
İNSANLAR
Son derece kibar, nazik ve yardımseverler. Yüzler gülümsüyor. Yanyana iki döner kapıda karşı karşıya geldiğinizde önce gelip sizin kapınızı açıp, sonra gidip kendi kapısından çıkabiliyor mesela. Hastanelerde doktor, hemşireler işlerini yaparken sürekli konuşuyor. O anda ne yaptığını, neye müdahale ettigini sürekli anlatıyor. Oldukça enteresan gelmişti ilk gördügümde.
Orta yaşın üzerinde, neredeyse yaşlı diyebileceğimiz çok sayıda çalışan var. Hastaneye zarf teslim etmeye gelen mor kürk yelekli teyze, restoranda servis yapan amca, Las Vegas uçağımızdaki hostes, krupiyerler.. İşlerini hala son derece ciddi fakat keyif alarak yaptıkları belli. Ama “sen bırak teyzecim ben kendim alayım” diyesi geliyor insanın neredeyse..
Şimdilik biraz mola.. Bir sonraki durağımız eğlencenin su gibi aktığı Las Vegas olacak.. Nam-ı diger Sin City'de görüşmek üzere..
Devam edecek..
|