İsveç ve Filmin İkinci Yarısı 9 - Dünyanın vicdanı” Palme!

1986’nın soğuk bir şubat gecesiydi... Sık sık yaptığı üzere, yanında koruma polisleri olmaksızın, karısıyla birlikte yürüyerek evine dönerken, Stokholm’ün göbeğinde vurdular İsveç Başbakanı Palme’yi!..

Cinayetle ilgili olarak yeni-Nazi eğilimli gruplardan Hırvat milliyetçilerine, esrar kaçakçısı bir Bulgar çetesinden PKK’ya, CIA’dan KGB’ye, Şili cuntasından ırkçı Güney Afrika yönetimine ve kişisel düşmanlığa kadar yüzlerce teori tek tek incelendi. Üstüne üstlük, Palme cinayetinin çözülmesi için yardımcı olanlara elli milyon kron ödül vaat edildi!

Cinayetin üzerinden yıllar geçtikten sonra, cinayet ve soygundan sabıkalı bir alkolik, Palme’nin katil zanlısı olarak yargı önüne çıkarıldı. Davada somut delil yoktu, cinayet silahı ele geçirilememişti, ancak cinayet sırasında Palme’nin yanında bulunan eşi Lisbeth’in şahitliğiyle sanık hüküm giydi.

Mahkemenin iki yargıcı, sanığı suçsuz bulurken siyasi partilerin önerdiği bir listeden seçilen altı jüri üyesi sanık Pettersson’un suçlu olduğuna karar verdi. Ancak, bu uyuşturucu ve alkol müptelâsıyla ilgili karar bir üst mahkemede bozuldu ve sanık beraat etti! Görünen oydu ki, maddi delil olmaksızın, başbakanın karısı da olsa sadece görgü tanığına dayanarak insanların mahkûm edilmesi kolay kolay mümkün olamıyor İsveç’te!


Parlamentoya blucinle gelen, metroya binip sinemaya giden, yanında korumaları olmaksızın Stokholm sokaklarında karısıyla kol kola dolaşan, koltuğunun altına tenis raketini sıkıştırıp bisikletiyle şehir turlarına çıkan ender rastlanan bir politikacı tipiydi Başbakan Palme...


On ay suçsuz yere hapsedildiği için devletten, adını ve resmini tüm dünyaya yaydıkları için de basından aldığı yüz binlerce kronluk tazminatı cebine yerleştiren Pettersson, serbest bırakıldıktan sonra basınla yaptığı röportajların gelirleri ile de belini iyice doğrulttu. Katilin, Pettersson olduğundan kesinkes emin olduğunu söyleyen Palme’nin eşi ise basına ve kimi polislere ateş püskürüyor!..

Palme’nin ölümünden sonra yapılan törenlerde, hemen her konuşmacının kullandığı bir cümle vardı: “İsveç’te böyle bir şey nasıl olabilir?”. Acaba, şimdiye kadar şiddet ve terörden uzak kalmış Kuzey Ülkeleri için de tehlike çanları mı çalmaya başlamıştı? Bundan böyle, ayağında blucin, bisikletiyle parlamentoya gidip gelen, karısıyla kol kola sokaklarda korumasız olarak dolaşan başbakan tipi Kuzey Ülkeleri’nin tarihinde hoş bir anı olarak mı kalacaktı?..


“Diktatörlüğün hayvanları!” ve “Katiller çetesi!” 

Palme, İsveç’e ve insanlığa mâl olmuş seçkin politikacılığı yanı sıra, son derece de renkli bir kişiliğe sahipti. Palme’nin annesi, Letonya’da doğmuş ve mülteci olarak geldiği İsveç’e yerleşmişti. Daha dört yaşındayken, üç dil bilen Palme, annesiyle Almanca, dadısıyla da Fransızca konuşuyordu.

Yedi yaşındayken babasını kaybeden Palme, 2.Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda gittiği ABD’de dönemin en radikal üniversitelerinden Kenyon College’da okuyor ve buradaki liberal, sosyalist düşüncelerden etkileniyor.  Otostopla pek çok Amerikan eyaletini gezen ve ABD’deki sınıf farklılıklarına, siyahlara karşı uygulanan ırkçı politikaya yakından tanık olan Palme, bu gezide “Amerika’nın dibini” gördüğünü ve kapitalist ABD’den, sosyalist olarak döndüğünü anlatacaktır yıllar sonra.




Hukuk Fakültesi’ni bitirdiği yıl İsveç Öğrenci Birliği Genel Başkanı olan Palme, bir ara da Çekoslovakya’dan çıkmakta zorluk çeken bir Çek bayanla “göstermelik evlilik” yaparak onun İsveç’e gelmek üzere gerekli izni almasını sağlayacaktır!

Zengin bir ailenin çocuğu olan Palme, uluslararası platformlarda hep güçsüzden, yoksuldan yana tavır aldı! Bu nedenle de İsveç, sık sık ABD’nin şimşeklerini üzerine çekti! ABD’yle ilişkilerin bozulmasını göze alıp Kuzey Vietnam’ı desteklemekten çekinmeyen Palme, gün geldi Çek yöneticisi Husak ve çevresindekiler için “diktatörlüğün hayvanları!” deyimini kullandı. 1975’te Franco İspanyası yöneticilerini “katiller çetesi!” olarak niteledi. Boynunda  “İspanya’nın özgürlüğü için!” adlı bir pankart asılı olduğu halde, elinde metal kumbarayla İspanya’daki demokrasi güçleri için sokaklarda bağış topladı!..


Palme’nin ölümünden sonra İsveç?

Palme, İsveç’in son yüzyıllık tarihine damgasını vuran Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin dördüncü başkanıydı. Per Albin Hansson hariç diğer başkanlar gibi Palme de zengin bir ailenin çocuğuydu. 26 yaşında eski Başbakan Tage Erlander’in sekreteri, 30 yaşında milletvekili, 36 yaşında da bakan olan Palme, ulaştırma, devlet ve eğitim bakanlıkları yaptı. 42 yaşındayken Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin başına getirildi ve aynı zamanda da başbakan oldu. On bir yıl süreyle parti başkanlığı ve başbakanlık yapan Palme tüm bağımsızlık ve kurtuluş hareketlerinin savunucusu oldu.

Parlamentoya blucinle gelen, metroya binip sinemaya giden, yanında korumaları olmaksızın Stokholm sokaklarında karısıyla kol kola dolaşan, koltuğunun altına tenis raketini sıkıştırıp bisikletiyle şehir turlarına çıkan ender rastlanan bir politikacı tipiydi Palme. Ölümünden sonra tüm siyasi ayrılıklarına karşın, parlamentoda yıllarca yan yana oturdukları Muhafazakâr Parti’nin eski lideri haklı olarak şöyle diyordu: “Palme’nin ölümünden sonra İsveç, bir daha asla eski İsveç olmayacak!”...





Hitler’in savaş suçlarına benzetince...

Hiçbir askeri pakta girmemiş olan İsveç, bağlantısızlığını bahane edip uluslararası olaylarda sessiz kalmak yerine, zaman zaman da olsa, “dünyanın vicdanı” gibi davranıp büyük devletlerin, küçük ve savunmasız ülkelere müdahalesine karşı çıkmış, uluslararası platformlarda sesini yükseltmiştir.

Palme, yaptığı bir konuşmada ABD’nin, Kuzey Vietnam’ın Hanoi kentini acımasızca bombalamasını Hitler‘in savaş suçlarına benzetince kızılca kıyamet koptu, ilişkiler bozuldu. Vietnam savaşı nedeniyle 1969-72 arasında iki ayrı dönemde İsveç-ABD ilişkileri donduruldu.

İsveç hükümeti, bir yandan Vietnam’daki ABD’yi acımasızca eleştirirken, öte yandan da Afganistan’daki Sovyetler’e karşı tavır aldı. Bir yandan, seçimle iktidara gelmiş olan Salvador Allende’yi deviren sağcı Pinochet darbesine çatarken, öte yandan da Polonya’daki askeri yönetimi eleştiren İsveç, Sandinistlerin yönetimindeki minik Nikaragua’yı da ABD’nin saldırılarına karşı her fırsatta siyasi ve ekonomik olarak destekledi.

Yunanistan’daki Albaylar Cuntası’ndan Çekoslovakya ve Macaristan’a müdahale eden Sovyetler’e, Franco İspanyası’ndan Kamboçya’yı işgal eden Vietnam’a kadar çeşitli rejimleri karşısına almasına karşın İsveç, uluslararası platformlarda saygınlığını korumayı başaran sayılı ülkeler arasında yer aldı...




Nüfusun yüzde 20’sine kaynakların yüzde 90’ı

Palme, parlak zekâsına karşın tarih ve lisan dışındaki derslere karşı kayıtsız kalmış, kendisine bakılırsa, okul pek ilgisini çekmemiş, ödevlerinin de hiçbirini yapmamış. Steinbeck’in “Gazap Üzümleri”nde anlatılan sefaletin kendisini bilediğini, İsveç kaymak tabakasının “aşağılayıcı ve alaycı bakış tarzına” küçük yaşlardan beri tepki duyduğunu söylüyor Palme. 

Küçük ülkelerin, seslerini duyurabilmesi ve birbirlerine yaklaşabilmesi için sürekli çaba sarf eden Palme, sıcak, güler yüzlü, alçak gönüllü ama mücadeleci tavrıyla, Kuzeyin tartışmalardan, çatışmalardan kaçınan, soğukkanlı, temkinli ve durgun insanlarından ciddi biçimde farklılıklar gösteriyordu! Muhaliflerinin “hırçın politikacı!” diye tanımladıkları Palme’nin yoksul ülkelerdeki dostlarının, İsveç’tekinden çok daha fazla olduğu tartışılmaz bir gerçekti, çünkü iç politika arenasında kendisine antipati duyanlar ve hatta bunu zaman zaman nefrete vardıranlar “Palme muhalifleri!” olarak ciddi bir güç oluşturmaktaydılar!

Palme, gerçek bir enternasyonalistti. ABD’nin Hanoi’yi bombalamasını protesto yürüyüşlerine katıldığı için kendisini bu konuda saf, duygusal ve gerçek dışı davranmakla suçlayanları şöyle yanıtlamıştı: “Dünya nüfusunun yüzde 20’sinin, tüm kaynakların yüzde 90’ını kontrol ettiğini söylemek midir saflık?”.

Kırk dört yıllık sosyal demokrat iktidardan sonra 1976’da iktidara gelen üç partili sağ koalisyon dönemi, ekonomik ve siyasi başarısızlıklarla dolu geçti. Sağ kanat partilerinin nükleer enerji ve vergiler gibi konularda aralarında anlaşamamaları yüzünden sürekli hükümet krizleri yaşandı. Palme, muhalefet lideriyken bir yandan da uluslararası çalışmalara ağırlık verdi, Sosyalist Enternasyonal’de görevler aldı. Yaser Arafat’ın “Filistinlilerin sevgili ve içten dostu!” olarak nitelediği Palme, silahsızlanma konusunda beş kıtanın temsilcilerinden oluşan “Beş Kıta Girişimi” komisyonunun da mimarlarından biriydi.

1982 seçimlerine gelindiğinde Palme, 1932 yılından beri sadece altı yıl iktidar olabilen İsveç sağını bencillikle suçlayarak topa tuttu! Palme’ye göre, “neo-liberalizm, varlıklı tabakanın, toplumsal dayanışma düşüncesini hiçe sayan tavrını, küstahça dile getirmesi”ydi! Bu salvolardan sonra sosyal demokratlar tekrar iktidara geldi. “Tüm kalbimle işçi hareketine bağlıyım!” diyen Palme’nin ilk yaptığı iş, varlıklılardan daha çok vergi almaya yönelik bir reform paketi hazırlamak oldu.

Ayrıca, işverenlerin ve Sağ Blok partilerinin çok sert protestolarına karşın 1983’te “Ücretli Fonları”nı uygulamaya koydu. Şirketlerden alınacak vergilerle oluşturulan bu fonlar aracılığıyla, sendikaların, özel sektörün hisselerini satın alması ve şirketlerin yönetimine katılması hedefleniyordu. Sol Blok’u, özellikle “Ücretli Fonları” aracılığıyla İsveç’i gizli, gizli sosyalizme götürmekle suçlayan Sağ Blok da devletin, yaşamın her alanına müdahalesi yüzünden “bireyselliğin ve orijinal fikirlerin öldüğü” iddiasında idi...


Mezar taşı da, kendisi gibi sadeydi!

Sırtından yediği tek bir kurşunla öldürülen Palme, ardında kişi başına düşen gelir açısından ABD, İsviçre, Kanada ve Norveç’le birlikte dünyanın en zengin ülkeleri arasında bir İsveç bırakıyordu. Tarihler 28 Şubat 1986’yı, saatler 23:21’i gösteriyordu. Palme artık yoktu!..

Gerçi, heykelleri dikilmedi, portreleri duvarlara asılmadı ama, Palme’nin öldürüldüğü yer, cinayeti izleyen saatler içinde insanların tek tek bıraktığı çiçeklerle minik bir parka dönüştü! Aradan yıllar geçmesine karşın, insanlar, çiçek bırakmaya devam etti Palme’nin öldürüldüğü yere! Ölümünden sonra “Olof Palme’ye Aşk Mektubu” adlı İsveççe bir kitap yayımlandı. Kitap, cinayetin işlendiği yerde sürekli duran bir gül yığınına, Palme’yi sevenlerin iliştirdiği kartvizitler, firma kâğıtları, lokanta yemek listeleri, kâğıt parçaları, bilgisayar fişleri, makbuz ve kartpostallardaki sözler, şiirler, maniler, marşlar, ayet ve dualardan parçaların bir araya getirilmesinden oluşuyordu. 1980’de bir cinayete kurban giden John Lennon’ın dul eşi Yoko Ono da kocasının “Imagine” adlı parçasını “dünyanın vicdanı” olarak anılan Olof Palme’ye ithaf etti. Ölümünden sonra, dünyanın çeşitli yerlerindeki parklara Palme’nin adı verildi. Türkiye’de de Kulu Hastane Parkı ile Dikili ve Sincan’da birer parkın adı “Olof Palme Parkı” olarak değiştirildi. Ayrıca, Kulu’nun ana caddesine de “Olof Palme Caddesi” adı verildi.

Bundan bir asır önce, İsveç Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin kuruluşunun gerçekleştirildiği ve ölümünden sonra Olof Palme’nin adının verildiği sokakla, partinin bugünkü genel merkezinin bulunduğu caddenin kesiştiği yerde vurulan Palme, parti merkezinin karşısındaki kilisenin bahçesine gömüldü. Mermerden anıtlar yapılmadı Palme’ye! Elinde tenis raketi bisikletle halkın içinde dolaşan bu seçkin  politikacının mezar taşı da kendisi gibi sadeydi!..


FOTO: Palme's grave and monument , By Tage Olsin -, CC BY-SA 2.0, https://commons.wikimedia.org/w/index.php?curid=117580


Hatalar zinciri!

İsveç’te, daha önce, siyaset adamlarına yönelik saldırılara rastlanmadığı için, Palme’nin vurulduğunun öğrenildiği andan itibaren, polis, hükümet ve basın da dahil olmak üzere herkes korkunç bir şaşkınlık yaşadı ve peş peşe trajik hatalar yapıldı! 

Başbakanın öldürülmesi durumunda yapılması gerekenleri gösteren dosya başka bir dosyayla karıştırıldı, dolayısıyla yanlış önlemler alındı! İsveç’in bir numaralı politikacısının öldürülmesi olayında, ülke çapında alarm, ancak cinayetin üzerinden saatler geçtikten sonra verilebildi! Cinayet gecesi, Stokholm sokaklarında devriye gezen polisler bile İsveç Başbakanı’nın öldürüldüğünü çok geç haber aldılar! Dağ evinde tatilde olan ve yeni telefon numarası kimse tarafından bilinmeyen İsveç Kralı da Palme’nin öldürülmesi olayını çok geç haber alanlardan biriydi! 

Olayı öğrenen kabine üyeleri, çok kısa süre içinde Başbakanlık binasına geldiler. Ama nasıl? Korumasız olarak, taksiyle ya da kendi arabalarıyla! Yani, çevresinde koruma da olmayan Başbakanlık binasının yakınlarına gizlenen birinin, kapıya gelen bütün bakanları tek tek vurmasının işten bile olmadığını belirtiyor hukukçulardan oluşan bir komisyon. Ayrıca, İsveç’te anti-terör timlerinin bulunmayışı da bu komisyonun eleştirdiği noktalardan biri oldu.

Cinayetin ardından en az altmış komisyon kuruldu, istifalar birbirini izledi, dünya basını, Palme’nin katilini bulamayan İsveç polisiyle alay etmeye başladı! Bir Norveç gazetesi, bizde de gösterilen televizyon dizisi Muppet Show’daki kalın kafalı aşçının İsveçli olmasının bir rastlantı olmadığını belirtti!..




“Adil gelir dağılımı, yüksek yaşam standardı ve herkese iş!”

Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1920 yılında kabul edilen programında, işçi sınıfının üretim araçlarını ele geçirmesinden söz edilmesine karşın, 1930’larda iktidar olunduktan sonra yoksulluk ve adaletsizliğin reformlarla ortadan kaldırılması yoluna gidildi. 1944’te programda yapılan bazı değişikliklerle, özel sektörün devletleştirilmesinden vazgeçildi. Bunun yerine “âdil gelir dağılımı, yüksek yaşam standardı ve herkese iş!” gibi hedefler kondu. Bunların gerçekleştirilmesi için de “devlet planlaması, yüksek vergiler ve toplumsal dayanışma”  öngörülüyordu. 

1909’da erkeklerin, 1921’de de kadınların oy hakkına sahip olduğu İsveç’te  genel seçimler üç yılda bir yapılıyor ve tek seferde parlamento yanı sıra, belediye ve il genel meclisleri için de temsilciler belirleniyor. İsveç’te milletvekillerinin, metroyla, otobüsle hatta bisikletle parlamentoya gelip gitmesi son derece normal karşılanıyor! Öyle ki, Başbakan Per Albin Hansson kalpten öldüğünde  tramvayda bulunuyormuş! Her milletvekilinin parlamentoda kendi odası var. Stokholm’de evi olmayan vekillerin yatağı da yine bu odanın içinde. Milletvekilleri odalarındaki monitörden meclisteki konuşmaları izleyebiliyorlar.

Evvelce, 350 milletvekili varmış İsveç Parlamentosu’nda. Ancak bir dönem, hem Sağ, hem de Sol Blok, 175’şer milletvekili çıkarıp da bazı önemli yasalar bile yazı-tura sonucu alınmaya başlayınca milletvekili sayısı acilen 349’a düşürülmüş! 

Kısa dönemli Sağ Blok hükümetleri dışında, sosyal demokratlar 1932’den beri iktidarda. Refah toplumunun temelleri de o yıllardan itibaren sosyal demokratların iktidarıyla birlikte atılmış. İsveç’in çok önemli sosyal demokrat politikacılarından olan ve Palme’nin ustası olarak kabul edilen Tage Erlander 1946 yılından itibaren yirmi üç yıl başbakanlık yaparak parlamentarizm tarihinde ulaşılması güç bir rekor kırmış!

Yaklaşık her iki seçmenden birinin sosyal demokrat olduğu İsveç’te, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin popülerliği, partinin pragmatikliğine, yönetici kadroların Sağ Blok karşısında her zaman taktik ustalık göstermesine, parti içi kavgaların olmamasına, partiyle yakın ilişki içindeki güçlü sendikal harekete, eski dönemlerde anayasanın en büyük partiye kolaylık sağlamasına ve konjonktürün düşük olduğu dönemlerde iktidar olunmasına bağlanıyor.

Ülkedeki, inanılmaz halk örgütlenmesinin mimarı olan sosyal demokrat parti, kuruluşundan beri gücünü, dernek, sendika, meslek örgütü ve sosyal demokrat belediyelerden alıyor. Sosyal demokrat partinin kongre delegelerinin yarısı İşçi Sendikaları Konfederasyonu, üçte biri de Memur ve Akademisyen Sendikaları Konfederasyonu üyesi. Görünen o ki, sosyal demokratların en büyük destekçisi sanayi işçileri.

Buna karşın, memurların işçilere kıyasla daha radikal oluşu ve partili işçilerin bile yeterince etkin kılınamaması, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin çözüm bekleyen sorunlarını oluşturuyor. Sosyal Demokrat İşçi Partisi, asırlık tarihi, yarım asrı aşkın iktidarı ile dünyanın en başarılı sosyal demokrat partisi olarak kabul ediliyor. 

Muhafazakâr Parti’nin eski lideri, yıllarca kıyasıya mücadele verdiği sosyal demokrat parti hakkında şunları söylemişti: 

“Sosyal Demokrat İşçi Partisi, gücünü zengin bir sosyalist geleneğe dayandıran bir parti. Uluslararası alanda saygınlığını yadsımak olanaksız. Sosyal demokrat parti, İsveç’i tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüştürdü. Programındaki sosyalist nitelikli hedefleri tek tek gerçekleştirdi. Sağdan da sürekli olarak ders alıyor. Arz ekonomisine geçiş ve kamu sektörünü daraltma yönündeki son girişimlerini bunun örnekleri olarak görüyorum”.

Muhafazakâr lider, sosyal demokratların başarısının sırlarından biri olarak da şunu söylüyor: “Sağı, her zaman bölünmüş tutmayı başardılar!”.    

Hemen her düzeyde, kararların uzlaşma sürecinde alındığı İsveç’te, siyasi partiler arasında, asgari müştereklerde uzlaşılamayacak denli derin görüş ayrılıklarının bulunduğu konular oldukça sınırlı. Örneğin, ne Sol ne de Sağ Blok partileri, İsveç’in bağlantısızlık politikasından vazgeçmesinin sözünü ediyor!

Partilerin ve seçmenlerin önemli bölümü İsveç sol hareketinin fikirlerinden etkilenmişler. İsveç muhafazakârı, pek çok Avrupa ülkesinin muhafazakârından daha solda. İsveç’in Sosyal Demokrat İşçi Partisi de aynı şekilde bazı Avrupalı sosyalist partilerden daha radikal. Sağlık sigortası, işsizlik sigortası kısacası sosyal güvenlik ağı istisnasız herkesi kapsıyor. Ve en sağından en soluna kadar parlamentodaki tüm partiler, bu güvenlik ağının varlığı ya da yokluğunu değil, ne kadar kalın ya da ince olacağını tartışıyor. 

1945 yılından bu yana, İsveç yurttaşlığına geçerek parlamento seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip olan göçmenlerin sayısı yüz binleri bulmuş. İsveç vatandaşı olmayıp da en az üç yıldır İsveç’te yaşayan göçmenler ise 1976’dan beri, belediye ve il idare meclisi seçimlerinde oy kullanabiliyorlar. Bu uygulamayla İsveç, Avrupa’nın göçmen kabul eden diğer ülkelerine örnek oldu. Ancak, göçmenlerin belediye seçimlerine katılım oranı 1976’dan bu yana sürekli düşme eğilimi gösteriyor!

Eylülde yapılan seçimler için, ağustos ayından itibaren seçmenler, postane ve hastanelerde oylarını kullanabiliyorlar. Yurtdışında yaşayan İsveçlilerden de önemli bölümü, İsveç büyükelçilik ve konsolosluklarındaki seçim sandıklarına gidiyorlar. Gemiyle seyahat etmekte olan seçmenler gemilerde, kimi seçmen de gümrüklerde oyunu kullanabiliyor.

İsveçli seçmenin, oy verdiği partilerle okuduğu gazetelerin siyasi eğilimi karşılaştırıldığında şaşırtıcı bir sonuç çıkıyor ortaya! Her iki seçmenden biri sol partilere oy verdiği halde, dört, beş seçmenden sadece biri sol basını izliyor! Uzmanlar bunu, sol basının gazetecilikte yeteri kadar başarılı olamayışı yanı sıra, reklam ve ilanların sağ basına akmasına bağlıyorlar. İsveç’te seçmenler, okudukları sağ eğilimli gazetelerden pek etkilenmiyorlar mıdır bilinmez, sosyal demokratlar yarım asrı aşkın bir süredir iktidarda!..


Duygusal fakirleşme ve yalnızlık!

Tüm zenginliğe ve refaha karşın, İsveç ne bir “dünya cenneti”, ne de bir “masal ülkesi”! Sürekli, maddi refahın arttırılmaya çalışılması yüzünden “özgürlüğün derinleştirilmesi”ne pek fazla zaman ayıramaz hale gelmiş İsveç toplumu! Oysa, özgürlük ya da demokrasi bir kere kazanıldıktan sonra, derin dondurucuda muhafaza edilebilen ve tazeliğinden hiçbir şey yitirmeksizin sonsuza dek yaşayan kavramlar mıdır? Özgürlüğün ve demokrasinin sürekli yenilenmesi, derinleştirilmesi gerekmez mi? Daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük, daha verimli ama aynı zamanda da daha âdil bir ekonomik sistem için sürekli mücadele verilmesi gerekmez mi?..

Bu refah toplumunda ne yazık ki, bir “duygusal fakirleşme”den rahatlıkla söz edilebilir! İsveç’te insanlar, dünya olaylarından çok, tenisle, kayakla, futbolla, talih oyunlarıyla ilgilenir olmuş! Piyango, toto, at yarışı, özellikle orta yaşlıların ve emeklilerin özel salonlarda oynadığı tombala gibi talih oyunları o denli yaygınlaşmış ki İsveç’te, insanlar kapalı salonlarda tombala oynamaktan bıkınca Amerikalıların arabayla açık hava filmi seyretmesi gibi arabalarla, otobüslerle açık bir araziye gidip “arabalı tombala” oynamaya başlamışlar! İlginçtir, sosyal demokrat gençlik örgütünün temel gelir kaynağını da bu tür piyangolar oluşturuyor! Gençlik ve kadın örgütleri ile sosyal demokrat parti bir piyango şirketinin sahibi!

İnsanlar, evlerinden, yurtdışı seyahatle¬rinden, arabalarından, teknelerinden konuşmaktan,  duygularından derinlemesine bahsetmeye yeterince fırsat bulamaz hale gelmiş! İsveç toplumunun son derece ciddi sorunlarından biri de “yalnızlık”. Teknoloji o denli gelişmiş ki, eskiden beş, on kişinin yaptığı iş için şimdilerde tek bir kişi yeterli olmaya başlamış! Dev ağaçları kesip bütün dallarını bir çırpıda budayan, sonra da kütüğü parçalara bölüp bir kenara bırakıveren koca bir araç, çok sayıda orman işçisinin yerini almış! İnsan gözlerine inanamıyor! Gerçekten, tekniğin son harikası bir makine! Ama, bir de onu kullanan insanın yalnızlığını düşünün! İnsanlardan uzak, sekiz saat boyunca tek başına çalışmanın yalnızlığını!.. 


Yaşamı sorgulamaya zaman yok!

İnsanlar sürekli bir koşuşturma içinde İsveç’te! Öyle bir koşuşturmaca ki bu, kimi kez durup düşünmeye bile fırsat kalmıyor! “Ölüm korkusu”yla mı açıklamak gerekir acaba bu koşuşturmayı?.. Bazen insanlar, her şeye yetişeyim derken, bu koşuşturmacanın anlamını unutuyor, “niçin?” sorusunu gitgide daha az soruyor! Sonuç olarak, ne duyguları, ne de yaşamı derinlemesine sorgulamaya zaman kalıyor!

Dönemin Başbakanı Ingvar Carlsson bile, kendisiyle yapılan bir söyleşide, salt maddi yaşamın düzeltilmesine ağırlık vermek suretiyle toplumdaki kültürel düzeyin yükselebileceğini sandıklarını, sonuçta da “kültürel yaşamda ciddi hayal kırıklığına uğradıklarını!” anlatmıştı. Kimileri, “Batı toplumlarının ruhu mu ölüyor?” şeklinde kuşkularını dile getirirken, kimileri de, İsveç’te mezar taşlarının boyutlarının bile standardize edilmesini kabul edemediklerini söylüyor; “savaşta ölenlere yapılan mezarlar gibi, bir örnek mezar istemiyoruz!..” diyorlar. 

Yaşam standardı inanılmaz boyutlara ulaşmasına karşın, bu refah toplumunda, ruh hastalıklarının tedavisine ayrılan bütçenin yüksekliği, kuşaklar arası kopukluk yanı sıra, alkoliklerin ve intihar edenlerin sayısı son derece düşündürücü!..

Öte yandan, ücret ve gelir dağılımında belirli dengeleri kurmayı başarmış olan İsveç toplumunun eşitlikçilik cephesinde tehlike çanlarının şiddetle çaldığı, sosyal demokrat partinin, önüne, “sermaye birikiminin, ülkeyi tehlikeye sokacak bir avuç maceracıdan kurtarılması!..” hedefini koymasından da açıkça anlaşılabiliyor...

Araştırmalar, İsveç’te, üniversite öğrencilerinin yüzde 90’a varan ezici bir çoğunluğunun ana-babasından en az bir tanesinin üniversite mezunu olduğunu ortaya koyuyor. Kısacası, işçi ailesinden gelen üniversite öğrencilerinin minik bir azınlık oluşturması da, İsveç toplumunun eşitlik ilkesine ciddi gölge düşürüyor!

Oysa, her üniversite öğrencisinin, ailesine muhtaç olmaksızın geçinmesine yetecek kadar bir öğrenim kredisi almaya hakkı vardır İsveç’te. Yani, işçi çocuklarının üniversite eğitimini tercih etmemesinin nedeninin esas olarak ekonomik zorluklarda değil de ailelerinden aldıkları motivasyon eksikliğinde yattığı yargısı hâkim! Sorunun kaynağı ne olursa olsun, bu konuda bir şeyler yapılmazsa, “işçinin çocuğu işçi!” döngüsü, “eşitlikçi toplum” idealini gelecekte de ezip geçeceğe benziyor! 
İsveç’te her yıl, her beş bin kişiden biri yaşamı çekilmez buluyor! İntihar edenlerin üçte biri kendini zehirlemiş, üçte biri asmış, geri kalan üçte biri de ya tabanca veya patlayıcı maddeyle, ya da boğulmak suretiyle yaşamına son vermiş. En büyük risk grubunu da orta yaşlı erkekler oluşturuyor...

İsveçliler, arkalarında iz bırakmayı pek sevmiyorlar anlaşılan! Ölenlerin yarıdan fazlası yakılıyor. Kimisi, ölümünden sonra küllerinin bir kutuya konmasını ve yakınlarının bunu ziyaret etmesini dilemekte. Kimisi de “cins kedi ölüsünü göstermez!” diye mi düşünüyordur bilinmez, geride hiçbir iz bırakmamak istermişçesine, küllerinin bile muhafaza edilmeyip yok edilmesini vasiyet etmekte!..



İsveç’in dünyaca ünlü yazarı August Strindberg de, Yaşar Kemal ve Graham Greene gibi Nobel Edebiyat Ödülü ile buluşamadı!


Nobel’in sahibi belli olunca, kapısı çalınan Türk

Nobel komitesi 1901 yılından bu yana, Nobel Ödülleri’ni, Alfred Nobel’in ölüm günü olan 10 Aralık’ta  dağıtır! İsveç’in yurtdışında tanınmasını sağlayan en önemli olay da bu olsa gerek! Barış Ödülü Norveç’in başkenti Oslo’da, diğerleri ise Stokholm’de sahiplerini bulur! 

Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibini İsveç Akademisi belirliyor. İsveç Kralı 3.Gustav tarafından Fransız Akademisi’nden esinlenerek kurulan İsveç Akademisi’nin üye sayısı on sekiz. Söylentilere bakılırsa 3.Gustav üye sayısının ilk başta yirmi olmasını düşünmüş, ancak “on sekiz” sayısının İsveççe söylenirken daha gösterişli olacağını düşünerek sonunda bu sayıda karar kılmış!

İşin ilginci, İsveç’in uluslararası ün yapmış en önemli yazarlarından August Strindberg ne İsveç Akademisi üyeliğine layık görülmüş, ne de Nobel Edebiyat Ödülü alabilmiş! Gerçi, ödül alamamış ama ünlü yazarın son yıllarını yaşayıp 1912’de öldüğü ev, Strindberg Müzesi haline getirilmiş. İsveçli ünlü kadın yazar Selma Lagerlöf ise 1909’da almayı başarmış Nobel Edebiyat Ödülü’nü.

70’li yıllarda, sürekli Nobel’e aday gösterilen Yaşar Kemal, Avustralyalı Patrick White’ın ödülü aldığı sene az farkla kaybetti Nobel’i. Graham Greene de, tıpkı Yaşar Kemal gibi, zaman zaman çok yaklaşmış ama, ödülü bir türlü alamamıştı! Pek çok kitabı İsveççe’ye çevrilen Yaşar Kemal’in “Teneke” adlı oyunu da İsveç’te sahneye kondu...

Yaşar Kemal, İsveç’te okunan yabancı yazarların başında geliyor. Almanya’da, “yüzyılın en büyük yüz yazarı”ndan biri seçilen Yaşar Kemal, “İnce Memed”iyle, İsveç’te de, “tüm zamanların en iyi yüz kitabı” arasına girdi! Öyle ki, yıllarca önce, sosyal demokrat eğilimli Aftonbladet adlı akşam gazetesine gönderdiği ilanla eş arayan kişinin, yaşını, işini yazıp, içki, sigara kullanmadığını, spor yaptığını ve önemli özelliklerinden birinin de “Yaşar Kemal okumak” olduğunu söylemesi ve ilandan neredeyse, “Yaşar Kemal okuyorsan evlenebiliriz!” gibi bir anlam çıkması hiç de şaşırtıcı gelmiyor insana!

Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan sanatçı hangi milletten olursa olsun, bu ödül nedeniyle bir Türk şiir ve fotoğraf ustasının kapısı sık sık çalınır! Çektiği sanatçı portreleri ile Avrupa ve Amerika’da haklı bir şöhrete kavuşmuş olan bu ustanın adı Lütfi Özkök’tür. Onun arşivinde, Nobel Edebiyat Ödülü kazanan yazarların, ödülden çok önce çekilmiş portre fotoğrafları muhakkak vardır!


“Nobel Edebiyat Ödülü almanın önkoşulu Lütfi Özkök’e bir portre fotoğrafı çektirmiş olmak mı acaba?”


Dolayısıyla, Edebiyat Ödülü’nün sahibi belli olur olmaz Lütfi Özkök’ün kapısı ve telefonları çalmaya başlar! Gazeteler, kimsenin tanımadığı ödül sahiplerinin bile bir fotoğrafının muhakkak Özkök’te bulunacağını deneyimleriyle bilirler! Kimi zaman şaka bile yapılır, “Nobel Edebiyat Ödülü almanın önkoşulu Lütfi Özkök’e bir portre fotoğrafı çektirmiş olmak mı acaba?” diye. Ama, Özkök tarafından fotoğrafının çekilebilmesi de öyle her kula nasip olmuyor galiba! Lütfi Özkök’ün, Avrupa’da hayli önemli kişilerin bile bu konuyla ilgili önerilerini, sadece yazar ve sanatçıların portresini çektiği gerekçesiyle geri çevirdiği söyleniyor!..


Dünyayı İsveç’e tanıtan Karabuda’lar

İsveç kültür çevrelerinin çok yakından tanıdığı Türkler, sadece Yaşar Kemal, Lütfi Özkök, Okay Temiz ve İlhan Koman ile sınırlı değil. Bir de, İsveç’te sokakta yürürlerken, hiç tanımadıkları insanların bile çevirip yaptıkları güzel filmler için teşekkür ettikleri bir çift vardır. Gazeteci-filmci Barbro-Güneş Karabuda çifti 1950’li yıllardan beri, özellikle üçüncü dünya ülkelerinin gerçeğini kitap ve filmleriyle anlattılar İsveçlilere. Uzak Doğu’dan Latin Amerika’ya kadar tüm ezilmiş, yoksul insanların sesini duyurdular İsveç’e. Sırf çektikleri filmler, yazdıkları kitaplar nedeniyle de kimi ülkeler kara listeye alıp yıllarca sınırlarından içeri sokmadılar Karabuda’ları.


 Gazeteci-filmci Barbro-Güneş Karabuda çifti 1950’li yıllardan beri, özellikle üçüncü dünya ülkelerinin gerçeğini kitap ve filmleriyle anlattılar İsveçlilere.


Dünyanın dört bir tarafında filmler yapmış olan Karabuda’lar, en çok, Allende’nin bir günlük yaşamını konu alan filmin çekimi sırasında gördükleri manzaralardan etkilenmişler! 70’li yılların başında, Şilililer, Allende’yi kendilerine o denli yakın hissediyorlarmış ki, yaşlı teyzeler her gün Allende’nin oturduğu Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın avlusuna gelir ve sanki kendi evlerindeymişçesine rahat rahat örgü örerlermiş! Bu yaşlı insanların Allende’ye olan sevgisini ve yakınlığını hiç unutamamış Karabuda’lar.

Bir milyon kişiyi meydanlara toplayabilecek denli iyi bir hatip olan Allende, askeri darbe söylentilerinin başkentte iyiden iyiye yayılmış olmasına karşın, işçilerin silah taleplerini, demokrasiye bağlılığı gerekçesiyle reddetmiş, sonunda da, yaşlı teyzelerin, avlusunda örgü ördüğü sarayında, darbecilere karşı Fidel Castro’nun hediyesi bir silahla çatışırken ölmüş!

Güneş Karabuda’nın İsveç’e ilişkin gözlemleri de hayli ilginç:

İsveç, eskiden daha da egzotikti. Sokağa bir torba altın koy, git, kimse dokunmazdı! ‘Rüşvet’ kelimesi ise sözlükte bile yoktu. Rüşvet nasıl alınır, nasıl verilir bilmezlerdi. Oysa şimdi, özellikle dış satışlarda bu işin doktorasını yaptı İsveçliler! O yıllarda, adaletsizliğin olmadığı tertemiz, pırıl pırıl bir ülkeydi İsveç. Sosyal adaletin sağlanması yönünden, tüm dünyada bir vaha olarak görülüyordu. Haklıysan, hakkını arayabileceğin ve alabileceğin ender ülkelerden biriydi! Tüm sancılara karşın, halen de İsveç’in en çarpıcı özelliğidir bu!”...






 Yazılan Yorumlar...
Erdin İVGİN
(25 Şubat 2016)
Bu yazılarınızdan sonra İsveç e gitmek bize farz oldu
Teşekkürler Murat ÖZSOY