Komşuda Keyifli Bir Tur (Atina-Nafplio)


Herkese merhaba… Bir başka grup gezimizle birlikteyiz. Aslında bu işe Balkanlar coğrafyası ile başlarken “her yıl bir gezi yaparız” diye yola çıkmıştık ama geziler keyifli geçmeye başlayınca bu durum da biraz değişti galiba. Her gezimizde kadronun farklı insanlarla genişlemesiyle talepler de arttı. Bir akşam Deniz ablalarla otururken kendisi “Hakan, bir de tek şehir gezisi yapalım sonbaharda”  deyince yine ayranım kabardı ve hızlıca düşünmeye başladım. Görev gereği en uygun mevsim Ekim ayının sonları olacağı için mevsim itibariyle çok fazla bir alternatifimiz bulunmuyordu aslında. Hızlı bir gözden geçirmeyle Atina’nın uygun olacağına karar verdik. 29 Ekim tatili de buna denk gelince uygulamaya geçtik. Tüm gezilerimizi gerçekleştirdiğimiz Yamaç Turla irtibata geçerek bilet talebi, Atina’daki partner firmadan yer hizmeti, vergiler, giriş ücretleri, bahşişler derken Ankara’dan 3 gece dört günlük bir paket için 485 Euro fiyat çıktı. Yaklaşık 15 gün için de 40 kişilik kadroyu doldurduk, buna diğer gezilerimiz de olduğu gibi, Yamaç Tur’un sahibi Sadi Bey ve ailesi de katılınca 44 kişilik kalabalık bir grup oluverdik.


Yüzler ve karakterler her gezide biraz biraz değişse de ruh, neşe, heyecan ve mutluluk gezi ekibimizden hiç eksik olmadı…

1 Kasım seçimleri nedeniyle Avrupa’yla bizim bir haftalık saat farkımız uçuşlarımızı etkilese de çok fazla bir olumsuzluk yaratmadı açıkçası. Hatta yola çıkarken normalde 07.55 olan İstanbul uçağımız bir saatlik değişiklikle 08.55 olunca bir saat daha fazla uyku keyfi yaptığımızı söyleyebilirim. Gerçi dönüş yolunda iki saatlik aktarmamız da üç saate çıkıverdi ama yine de ciddi bir sıkıntı olduğunu söyleyemem.

Uçağımız 15 dakikalık bir gecikmeyle saat 09.10’da Ankara’dan İstanbul’ hareket etti. Pasaport, freeshop alışverişleri derken 11.20 uçağına bindik ama Atina uçağımız da yaklaşık yarım saatlik bir gecikme ile havalandı. Bayram tatilinin etkisiyle havalimanı oldukça kalabalıktı. Atina’ya yerel saatle saat tam 12.00’da indik.


Atina gezimiz oldukça keyifli başladı. Selfie ile aram çok iyi olmamasına rağmen ben de gaza gelip otobüsten amatör bir deneme yaptım. Gezi boyunca bizimle olan otobüsümüz ve inanılmaz şoförümüz Stavro…


Yamaç turla iyi ilişkilerinden ötürü karşı taraftaki partner firma olan N-T Travel’ın sahibi Niki bizi Elevtherios Venizelos Havalimanında karşıladı. Niki, 55-60 yaşlarında, lise eğitimi sonuna kadar Büyükada’da yaşamış olan Rum kökenli bir ailenin kızı. Oldukça güzel ve akıcı Türkçesi olduğunu söylemem lazım. Babası Türk annesi Rum olduğu için o yıllarda ciddi sıkıntılar yaşamışlar ve Yunanistan’a göçmek zorunda kalmışlar. Ancak Türkiye ve özellikle de İstanbul’la bağlarını hiç koparmamışlar. Gezi boyunca bizimle olduğu zamanlarda İstanbul hasretini her fırsatta dile getirdi. Fırsat buldukça İstanbul’a gelerek eşini dostunu ziyaret etmeye özen gösteriyormuş.

Karizmatik şoförümüz (Necip abi kulakların çınlasın) Stavro’nun kullandığı lüks otobüsümüzle Atina merkezine doğru yola çıktığımızda Niki herkese minik hediyeler verdi. Bununla da yetinmedi aslen Selanik kökenli bir pastane olan ve Atina’da sadece havalimanından alabileceğiniz Terkenlis’in şekerleme ve pastalarından ikram etti. İki defa Selanik’e gitmeme rağmen atlamışım. Gerçekten de minik çikolatalı şekerlemelerin enfes olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.


Zonar’s Restoran/Kafe tam Akropolis’in karşısında. Fiyatları biraz tuzlu olsa da keyifli bir mola ve dinlenme için uygun bir yer olduğunu düşünüyorum…


Pek çok tarihçiye göre medeniyetin beşiği olarak kabul edilen başkent Atina, 4 milyonluk nüfusuyla Yunanistan’ın en büyük şehri ve tahmin edebileceğiniz gibi ülkenin ekonomik, kültürel, sınai her türlü merkezi. Tarihi antik çağlara kadar giden Atina şehri, ismini bilgelik, sanat ve barış tanrıçası Athena’dan alıyor. Hikâyesi de oldukça ilginç: 

Antik çağda şehir ilk kurulurken dönemin bütün tanrıları bu şehrin koruyucusu ve tanrısı olmak istiyorlarmış. Bunun için tanrılar arasında bir yarışma düzenlenmiş. Şehre en önemli hediyeyi kim verirse onun şehrin hamisi olmasına karar verilmiş. Yarışmanın hakemi de şehrin ilk kralı olarak kabul edilen, yarı insan yarı yılan Kekrops’muş. Farklı aşamalardan sonra iki tanrı finale kalmış: Denizler tanrısı Poseidon, ve bilgelik ve sanat tanrıçası Athena (Roma mitolojisinde Minerva olarak biliniyor). Poseidon, öne çıkmış ve üç başlı mızrağını kendinden emin bir şekilde yere vurmuş. Yer yarılmış ve oradan bir su pınarı çıkmış. (Bazı kaynaklara göre ise yerden bir at çıkar) Diğer tanrılar ve halk büyülenir, çığlıklar atar. Ancak bu su deniz suyu olduğu için tuzluymuş. Halk “biz tuzlu suyu ne yapacağız?” diye sorunca Poseidon hiddetle karşılık vermiş: “Ben denizlerin tanrısıyım, suyun tuzlu olması sizin için önemli midir?” Kral Kekrops “Tuzlu suyla çok fazla bir şey yapamayız. Biz tatlı su içiyoruz” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Kekrops Athena’ya dönmüş ve hediyesini talep etmiş. Athena mızrağını yere vurmuş ve bir filiz ortaya çıkmış. Filiz çabucak büyümüş ve bir zeytin ağacı olmuş. Athena “Bu bir zeytin ağacıdır. Meyvesini yiyebilir, gölgesinde dinlenebilir yağını yemeklerde kullanabilir ya da yakabilirsiniz. Nimetleri saymakla bitmez” der. Halk büyülenir ve sevinç çığlıkları atar. Artık şehrin koruyucusu belli olmuştur. Efsaneye göre yarışmayı kaybeden Poseidon çok sinirlenmiş ve üç başlı mızrağını dağa fırlatmış. Mızrağın hala dağda olduğuna inanılıyormuş. 


Sağ tarafta Akropolis’in ana kapısı var. Sol tarafta ise trafiğe kapalı yaklaşık 4 km uzunluğundaki Dionysiou  Areopagitou Caddesi yer alıyor. Akropolis’in çevresinde keyifli bir yürüyüş yapmak için ideal bir güzergah…


Hikayesi böyle, inanmak size kalmış elbette. Yazılı kaynaklara göre Atina’da ilk yerleşim M.Ö. 3000’lerde Miken’lere dayanıyor. M.Ö. 1100’lerde Dor savaşçıları Miken’leri yenince yaklaşık 350 yıllık bir karanlık çağ başlıyor. M.Ö. 5. Yüzyılda birkaç deneme sonunda Persler Atina’ya gelir ve şehri yakıp yıkarlar. Sonrasında Atina ve Sparta şehir devletleri arasında ünlü Peloponnesos savaşları yapılır. Yaklaşık 30 yıl süren bu savaşlarda Atina yenilir ve Spartalılar şehri bir kez daha yıkar. M.Ö. 146 yılında bu kez Romalılar şehri ele geçirir ve Atina yeniden yakılıp yıkılır. M.S. 110 yılında Romalılar şehri yeniden inşa ederler ve bugüne kadar gelen Hadrianus Kapısı, Agora gibi yerleri yaparlar. Ancak Atina’nın kaderinde yıkılma hep var: Bu sefer de 267 yılında bir Cermen ırkı olan Heruli’ler tarafından yerle bir edilir. Roma İmparatorluğu ikiye bölününce İstanbul bölgede daha fazla önem kazanır. Buna bir de 530’lu yıllarda Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Atina’daki felsefe okullarını kapattırması eklenince Atina artık sıradan bir şehir haline gelir. 1456 yılında Osmanlılar şehre hakim olur ve kısa bir Venedik istilası dışında 1833 yılına kadar bölgede hakimiyeti devam eder. Bir yıl sonra da Atina resmen başkent ilan edilir. Anadolu’daki bize karşı yapılmaya çalışılan istila hareketi ve savaşlardan sonra Atina, 2. Dünya Savaşında da Almanlar ve İtalyanların işgaline karşı koyamaz. 1944’de savaş bittiğinde tam bir virane haline gelen Atina, bundan sonra da yaklaşık 5 yıl kadar iç savaşla karşı karşıya kalır. Sonrasında 1967 yılında askeri cunta yönetime el koyar. Sonrasında ise ver elini demokrasi elbette…


Akropolis’in ana kapısından içeri girdiğinizde görkemli Herodos Atticus Tiyatrosu karşılıyor sizi. Bugün hala sanatsal faaliyetler için kullanılan yapı Atina Festivali’ne de ev sahipliği yapıyor…


Yunanlıların en büyük milli bayramı 28 Ekim tarihinde kutlanıyor. Tarihi belgelere bakıldığında bunun 2. Dünya Savaşında 1940-41 yıllarında henüz Alman işgaline uğramadan İtalyan kuvvetlerinin ülkedeki ilerlemesini durdurmaları şerefine kutlandığını öğrendim. Enteresan olan ise bir yıl sonra Alman’lar tarafından işgal edilmeleri ve aynı İtalyanların Atina şehrinin yönetimini ele geçirmiş olmaları. Traji komik bir milli bayram kutlaması…

Havalimanından başlayan Atina yolculuğumuz Akropolis’in tam karşısında, Herodos Atticus Tiyatrosunun (Irodio) bulunduğu bölgede yer alan Zonar’s Restoranda kısa bir yemek molası ile son buldu. Şehrin kalbur üstü mekânlarından birisi olarak kabul edilen Zonar’s, muhteşem Akropolis manzarasıyla herkesi büyüledi. Hemen ön tarafında yer alan geniş park alanı sayesinde pek çok Akropolis turunun da başladığı yer burası. Restoran lüks olunca fiyatlar da Atina’nın geneline kıyasla daha yüksek oluyor tabi: Kahve çeşitleri 4-6 €, taze sıkılmış meyve suları 6,50-8 €, tost ve sandviç çeşitleri içeriğine göre 6-15 €, soft içecekler 4,50-6 € ve küçük şişe biralar ise 6-6,50 €. Yine de buna çok takılmazsanız bu enfes manzara için Zonar’s a gelebilirsiniz.


Akropolis Hatırası…


Karnımız doyduktan sonra artık Akropolis’i gezme zamanımız gelmişti. Gezi boyunca bize rehberlik yapacak olan Elsa ile Zonar’s da buluştuk. Elsa, uzun yıllar İstanbul’da yaşamış ve tıpkı Niki gibi Atina’ya göç etmek zorunda kalmış. Kendisi arkeolog olduğu için Akropolis’i gezmek için ideal bir rehber. 

Atina Akropolis’i… Antik Yunan medeniyetinin göz bebeği… Tanrılara adanmış Kutsal Kaya (Sacred Rock), Atina’nın olmazsa olmazı, hatta bazılarına göre ise Atina’nın başkenti…  Şehirden yaklaşık 90 metre yüksekliğinde bir tepelik üzerine kurulmuş olan Akropolis’in genişliği 140 metre, uzunluğu ise 310 metreymiş. Tarihi bronz çağına kadar gitse de bildiğimiz anlamda ilk tapınaklar MÖ 6. yüzyıla tarihleniyor. Kelime olarak “Yüksek Şehir” ya da “Yukarı Şehir” anlamına gelen Akropolis’in burada gelişmesinin en önemli nedenlerinden birisi düşmanlara karşı korunak sağlayan dik yamaçlar. Yani gerçekten yüksekte kurulmuş olan bir şehir. Zamanla gelişen şehir aşağılara doğru kaymaya başlıyor ve Akropolis daha çok manevi bir bölge olarak kabul ediliyor. Atina tarih boyunca pek çok defa istilaya uğradığından Akropolis’te bu durumdan nasibini alıyor elbette. MÖ 480 yılında Persler bölgeyi yakıp yıkıyor. Uzunca bir zaman yeni bir yapı inşa edilmiyor ancak Perikles zamanında tapınaklar yeniden yükselmeye başlıyor. Şehir en görkemli dönemini uzun yıllar süren Roma İmparatorluğu zamanında yaşıyor. İmparatorluk ikiye ayrıldıktan sonra, 5. Yüzyılda, Akropolis’in önemli bazı parçaları Doğu Roma’nın başkenti İstanbul’a taşınıyor. 1456 yılında Osmanlı bölgeyi tamamen ele geçirdiğinde Akropolis’i askeri bir kale ve garnizon olarak kullanıyor. Bunun yanında Akropolis’in en önemli yapısı olan Parthenon’a minare eklenerek cami olarak kullanılıyor. 1687 yılındaki Venedik kuşatmasında Osmanlı cephaneliğinin burada olduğu istihbaratını alan Venedikliler 26 Eylül’de Akropolis’i bomba yağmuruna tutuyor. Ağır bombardıman özellikle Parthenon’a büyük zarar veriyor. Yunanistan’ın bağımsızlığı ile birlikte 19. Yüzyılın başlarından itibaren, belirli aralıklarla devam eden bir restorasyon başlıyor. Burada zikredilmesi gereken ana husus ise Akropolis’teki eserler olsa gerek. Dönemin İngiltere büyükelçisi Lord Elgin, padişahtan aldığı özel fermanla en kıymetli eserleri Londra’daki British Museum’a götürüyor. Kıymetli parçalardan bazıları Paris’teki Louvre Müzesine de taşınıyor. Sonrasında önemli eserlerin replikaları hazırlanarak orijinalleri 1878 yılında kurulan Akropolis Müzesi ile Ulusal Arkeoloji Müzesine kaldırılıyor. Restorasyon çalışmaları bugün de devam ediyor. Rehberimiz Elsa çalışmaların 2019 yılında tamamlanmasının öngörüldüğünü söylüyor.


Sol tarafta Nike Tapınağı. Sağda ise, Atina şehrinin tanrısı olmak amacıyla Athena ile Poseidon arasında geçen yarışmanın yapıldığı yer olan Erechtheion Tapınağı…


Akropolis’teki yapıları gezmeye başlamadan önce burayı ziyaret edecekler için birkaç küçük bilgi vermek istiyorum. Akropolis’e giriş ücreti 12 €. Bilet sadece gişelerden alınabiliyor. Atina Kültür Bakanlığının hazırladığı bu biletle dört gün boyunca Akropolis dışında Antik Agora, Roman Forumu, Kerameikos Müzesi, Hadrian Kütüphanesi, Zeus Tapınağı ziyaret edilebiliyor. Akropolis Müzesini ziyaret etmek isterseniz bu bilete dahil değil, ayrıca 5 € ödemeniz gerekiyor. Akropolis yaz döneminde 08.00-18.00, kış döneminde ise 08.00-15.00 saatleri arasında ziyaret ediliyor. Kasım başından Mart sonuna kadar her Pazar ücretsiz girilebiliyor. Ayrıca 6 Mart, 5 Haziran, 18 Nisan, 18 Mayıs ve 28 Ekim günlerinde de ücret ödemenize gerek yok. Akropolis’in iki farklı girişi var. İlki ana giriş dediğimiz Propylaea’nın bulunduğu yerde. Diğeri ise Dionysos Tiyatrosunun yer aldığı Southern Slope, yani Güney Yamaç Kapısı. Güney Kapısı diğerine nazaran daha sakin oluyor. Bu yüzden tur dışında yalnız geziyorsanız burayı tercih edebilirsiniz.


Akropolis’in en önemli yapısı olan Parthenon Tapınağı…


Rehberimiz Elsa ile buluştuktan sonra öncelikle Akroplis’le ilgili genel bilgileri aldık. Sonrasında yaklaşık 4 km uzunluğundaki Dionysiou Areopagitou Caddesinde keyifli bir yürüyüş yaptık. Cadde,  Akropolis’in güneyinde, antik kalıntılar ve tarihi evler arasında kalan trafiğe kapalı bir yer. Ağaçlarla çevrili, nostaljik gezi trenin de çalıştığı keyifli yaya caddesi aynı zamanda meşhur Dionysos Tiyatrosunun oradan da geçiyor. Elsa’nın dediğine göre gecesi de ayrı güzelmiş ama bize görmek nasip olmadı. Bu caddenin diğer ucu Hadrianus Kapısına kadar gidiyor.

Elsa ile ana giriş kapısının bulunduğu bölüme geldik. Normalde Kurtuluş Günü olması vesilesiyle 28 Ekim günü Akropol’e giriş ücretsiz ama istatistiki bilgi için yine de bilet alınması gerekiyormuş. Elsa gişeden bilet işini hallettikten sonra ana giriş kapısından içeriye daldık. Zeytin ağaçlarının arasından hafif yokuş taş yolu tırmandıktan sonra Akropolis’in ilk yapısı karşımıza çıkıverdi: Herodos Atticus Tiyatrosu. Sanatçıların hamisi ve filozof olan Herodes Atticus tarafından MS 161 yılında inşa ettirilen, Yunan tiyatroları tarzında yapılmış bir Roma odeonu. Odeon’un kelime anlamı “eski Yunanda müzisyenlerin konser verdiği basamaklı yapı” imiş. Zamanında burada çeşitli organizasyonlar gerçekleştirilirmiş. Bugün de her yaz Atina Festivali yapılıyormuş. Bizim Aspendos Tiyatrosu gibi bir yer. Mermer sıralardan oluşan yapıda harika bir akustik olduğunu söyledi Elsa. Görüntü muhteşem, her ne kadar yenilenmiş olsa da Akropolis’in en sağlam eserlerinden birisi olduğunu söylemeliyim.

İki farklı yönden Atina manzarası: Sol tarafta Lycabetus Tepesi yer alırken sağ tarafta aşağıda Hadrianus Kapısı ve Zeus Tapınağı…

Devam edince Akropolis’in MÖ. 5. Yüzyıldaki anıtsal giriş kapısı Propylaea karşımıza çıkıyor. Perikles tarafından ünlü Atina’lı mimar Mnesikles’e yaptırılan bu heybetli kapı devasa beyaz mermer sütunlardan oluşuyor. Dor ve İyon mimari stillerinin ilk defa bir arada kullanıldığı heybetli kapıdan geriye fazla bir şey kalmamış. Buna benzer bir örnek Berlin’deki ünlü Brandenburg Kapısı olarak gösteriliyormuş.

Propylaea’nın önündeyken başınızı yukarıya sağa doğru kaldırdığınızda gördüğünüz küçük tapınağın ismi Nike Tapınağı. İsminden de anlaşıldığı gibi Zafer tanrısı Nike’ye adanan tapınak Perslere karşı kazanılan zaferin anısına MÖ 420’lerde inşa edilmiş. Kısa taraflarında dörder küçük sütun içeren tapınağın oldukça minik olduğunu söyleyebilirim. Kimi kaynaklara göre inşaat alanı küçük olduğu için zorunlu olarak böyle bir yol izlenmiş. Zaman içinde çok yıpranan tapınak restorasyondan geçirilerek bugünkü halini almış. Yapılan restorasyonun izlerini kolayca görebiliyorsunuz.

Dionysos Tiyatrosu ve Akroplis Müzesi aynı karede…

Propylaea’dan yukarıya doğru çıkarken ve özellikle de tepede orijinal taşlar konusunda rehberimiz Elsa’dan uyarı alıyoruz. Nedir bu uyarı derseniz bu taşların müthiş kaygan olması ve gerçekten de öyle. Eğer dikkat etmezseniz ayağınızın kayması ve yere kapaklanmanız an meselesi diyebilirim. Başımızı gözümü kırmadan yukarıya çıktık. Mevsimin etkisine bir de yükseklik ve açık alan eklenince sıkı bir rüzgar karşıladı bizi. Elsa kısaca diğer yapılar hakkında bilgi verdikten sonra 45 dakikalık bir gezinti molası verildi. Biz de Akropolis gezimize devam ettik.

Bu noktada ilk durağımız elbette Akropolis’in, hatta Yunan mimarisinin en önemli eseri olarak kabul edilen Parthenon Tapınağı. Şehrin koruyucusu Athena’ya adanan Parthenon, MÖ. 440’larda inşa edilmiş. Aslında yapıldığı noktada daha önce de tam olarak bitmemiş bir tapınak varmış, Pers istilasında yıkılınca onun yerine bugünkü tapınak inşa edilmiş. Şaşalı dönemde görkemli sütunlar, dev Athena heykeli, etrafındaki şeritte çeşitli savaşların hikayelerini anlatan rölyeflerle oldukça etkileyici olduğu kesin. Sonrasında ise durum vahim: Önce yangın görmüş, sonra kiliseye çevrilmiş. Osmanlılar zamanında minare eklenerek cami olarak kullanılmış, Venedikliler şehre saldırdığında cephanelik olarak kullanıldığı istihbaratı üzerine bombalanmış. Yüzyıllar içinde hem doğal hem de beşeri tahribatlara dayanamayan tapınak oldukça kötü durumdayken 1975 yılında restorasyona başlanmış. İş makineleri ve devasa iskeleler bugün için görebileceğiniz yegane şeyler. Rehberimiz Elsa 2019 yılında restorasyonun tamamlanacağını söyledi ama bence yetişmesi zor. Yalnızca bazı sütunları ayakta kalan tapınağın orijinaline uygun yenilenmesi oldukça zor bir iş. Hatta internette bu çalışmalarda bulunan bir kişinin “yenisini inşa etmek çok daha kolay olurdu” dediğini okumuştum. Çok da haksız sayılmaz.

Otele vardıktan sonra eşyalarımızı bırakıp yemek saatine kadar civarda dolaşalım dedik. Arzu ve Gökhan’la otelden yukarı doğru birkaç yüz metre ilerledik ve Panathinakos maçını görünce daldık içeri. Skor 3-0, taraftar memnun. Çıkışta bizdeki seyyar köfteciler gibi et ve şiş satan satıcılar vardı…

Akropolis’deki son önemli eser ise kuzey tarafta yer alan ünlü Erechtheion Tapınağı. Kaynaklara göre MÖ 421-406 yılları arasında inşa edilen tapınak ismini, Atina’nın mitolojik kralı Erechtheus’dan alıyor. Yarı insan yarı yılan olarak tasvir edilen Erechtheus’un mezarının da burada olduğuna inanılıyor. Atina şehrinin tanrısı olmak amacıyla Athena ile Poseidon arasında geçen yukarıda anlattığım yarışmanın yapıldığı yer de burası olduğu için aslında Akropolis’in en kutsal yeri olarak da kabul ediliyor. Tapınağın kuzey bölümünün tavan ve tabanında bir delik bulunuyor ki bu delik Poseidon’un üç dişli mızrağını yere vurduğu nokta olarak biliniyor. Bugün için burası ziyarete kapalı, görme şansınız yok. Athena’nın sembolü olarak bilinen buradaki zeytin ağacı Perslerin istilası sırasında yok olmuş, sonrasında kendiliğinden yeniden dirilmiş. Erechtheion’un güney bölümünde kadın şeklinde figürler yer alıyor. Karyatid adı verilen bu heykeller toplam altı adetmiş ve bugün için ziyaret sırasında gördüklerimiz de asit zararlarından etkilenmemesi için aslının kopyası. Asılları ise Akropolis Müzesi ile Londra’daki British Museum’da sergileniyormuş.

Pire, Mikrolimano ve Zefiros Restoranda keyifli akşam yemeği…

Akropolis’in etrafında kısa bir tur attım. Yerdeki orijinal taşların keskinliği ve kayganlığı insanı ürkütüyor doğrusu. Sert rüzgar da bunlarla birleşince keyifli biçimde gezmek pek mümkün olmuyor. Güney bölümündeki teraslardan hem Atina’yı hem de diğer antik eserleri izlemek mümkün. Özellikle Dionysos Tiyatrosu ile Zeus Tapınağı oldukça etkileyici. Dionysos Tiyatrosu MÖ 6. Yüzyılda inşa edilmiş. Şarap ya da bazı kaynaklara göre bağ bozumu tanrısı olarak kabul edilen Dionysos ilk tiyatronun da temellerinin atılmasına vesile olmuş. Nasıl mı? Onun adına düzenlenen bağ bozumu şenlik ve festivallerinde öncelikle müzik ön plandaymış. Burada bulunan koronun önüne zamanla bir oyuncu eklenmiş, sonra iki oyuncu derken tiyatro ortaya çıkıvermiş. Bir zamanlar en ünlü Yunanlı piyes yazarlarının performans gösterdiği 17.000 kişilik devasa tiyatro bugün için aktif olarak kullanılmıyor. Dönemin sanata ilgisi ve saygısını görmek açısından oldukça etkileyici bir eser olduğunu söylemem lazım.

Akropolis gezimiz tamamlandığında saatler 17.00’yi gösteriyordu. Rehberimiz Elsa’ya Akropolis Müzesi’nin saat 18.00’ kadar açık olduğunu ve gezebileceğimizi söylediğimde kendisinin başka bir programı olduğunu anlattı. Bazı ülkelerde rehberlik anlayışı saat kavramıyla birlikte işlediği için bunu çok da garipsemedim. Oysa diğer Balkan ülkelerine yaptığımız seyahatlerde rehber bizimle beraber aynı otelde yatmış, en azından gece ilerleyen vakitlere kadar grupla birlikte kalmıştı. İşin içine AB girince kurallar biraz daha sertleşiyor ve karşı konulması gittikçe zorlaşıyor.

Pire turuna hazırlanırken otel çıkışında minik bir enstantane…

Normalde akşam programımız bulunmuyordu ancak Niki, grup arzu ederse, toplu olarak Pire’de deniz ürünlü bir akşam yemeği ayarlayabileceğini söyledi. Limitli içecekli deniz ürünlü akşam yemeği için 35 Euro fiyat biçti ve bunun turistik bir fiyat olmadığında ısrar etti. Öyle ya da böyle, Adalar dahil, Yunanistan topraklarında birkaç kez bulunduğum için fiyatın çok da anormal olmadığını biliyordum. Otobüste arkadaşlarla isteğe bağlı gelişecek bu organizasyonu konuştuğumda istisnasız herkes yemeğe katılmak istediğini bildirdi. İşte uyumlu ve birbirini anlayan insanlarla yolculuğa çıkmak bu yüzden çok güzel ve aynı zamanda keyifli bir şey. Akşam 19.30’da buluşmak üzere anlaştık.

Otelimiz Atina merkezinde sayılacak bir konuma sahip olan, 4 yıldızlı Zafolia Hotel (Alexandras Ave. 87, Athina 114 74). Yunanistan’ın önemli futbol kulüplerinden olan Panathinakos’un stadına oldukça yakın. Otelin ilk görünüşü güzel, personel yardımsever. Daha önceden listeler verildiği için kayıt esnasında herhangi bir sorun yaşamıyoruz. Bizim Arzu’nun verdiği rapor doğrultusunda odalar güzel, standart anlamda her şey uygun, banyo ve çarşaflar temiz, ikramlar iyi. Arkadaşlardan bazılarının minik talepleri de yemek için bizimle olmaya geldiğinde Niki tarafından basitçe hallediliyor.

Solda mavi kubbesi ile Agios Nikolaos, sağda ise Agia Triada…

Saat 19.35’de tam kadro otobüsle hareket ettik. İstikamet Atina’ya oldukça yakın bir liman kenti olan Pire. Hatta pek çok insan Pire’nin ayrı bir şehir olduğunu bilmiyor ve Atina’nın deniz kenarındaki semti gibi algılıyormuş. Normalde Pire gezimiz ertesi gün olacağından doğrudan Microlimano ya da bizim bildiğimiz adıyla Turcolimano’ya ulaştık. Adı nereden geliyor diye Niki’ye sorduğumda, Pire’nin en küçük limanı olduğu için aslında isminin Microlimano, yani küçük liman olduğunu, mübadele zamanında Türkiye’den Yunanistan’a gelen Rumlardan bazıları bu limanı kullandığı için adının Turcolimano olarak da bilindiğini söyledi. Burası gerçekten oldukça küçük bir liman. Hatta belirli bir noktadan sonra otobüslerin dahi ilerleyemediğini söylemem lazım. Büyüğünden küçüğüne balıkçı tekneleri ve yatlar, kara tarafında kışlık deniz tarafında ise yazlıkları bulunan sıra sıra taverna, kafe ve restoranlar ile oldukça keyifli bir yer. 

Akşam yemeğini yiyeceğimiz mekânın adı Zefiros. Hemen hemen bütün mekânlardaki gibi kışlık ve yazlık tarafı var. Ekim ayı Ege’de durumu kurtardığı için camekânla kapanmış yazlık tarafta oturduk. Mekan güzel ve şık, herkesin hoşuna gitti. Menümüzde ortaya servis edilen kalamar, kabuklu midye, Jumbo karides, patates kızartması, yeşil salata, adam başı yarım porsiyon deniz çipurası, meyve, sınırsız şarap ya da 2 kadeh uzo var. Yediklerimizin tamamı çok taze ve lezzetliydi. 35 Euroluk ücret bence bu masa ve mekan için oldukça uygundu. Gece yarısına doğru herkes memnun ve mesut biçimde restorandan ayrıldık. Kendimi yatağa attığımda saat gece yarısını geçiyordu…



29.10.2015

Otelde sabah kahvaltımız oldukça iyiydi. Saat 09.00’da rehberimiz Elsa ile birlikte günün ilk programı olan Pire’ye doğru yola çıktık. Hava güzel, yaklaşık 20-21 derece bir sıcaklık var, yağmur yok. Rehberimiz Elsa yol boyunca Atina ve Pire hakkında bolca bilgi verdi. Normalde Pire Atina'dan farklı bir şehir ama artık birleştikleri için pek çokları Pire'yi Atina'nın liman bölgesi olarak biliyor. Aslında çok da haksız değiller. İç içe geçmiş iki şehir gerçektende. Sadece 12 km mesafede yer alan şehrin nüfusu yaklaşık 200.000. Yunanistan’ın en büyük üçüncü şehri olan Pire aynı zamanda ülkenin en büyük limanına ev sahipliği yapıyor. Pire limanı yolcu taşımacılığı anlamında da Avrupa’nın en yoğun limanlarından birisi. Özellikle Yunan adaları ile kıta Yunanistan’ının bağlantısı buradan sağlanıyor.

Şehirdeki yoğun ulaşım ve park yeri sıkıntısı nedeniyle büyük otobüsümüze yer bulamayınca Pire’de geçirdiğimiz zaman oldukça kısıtlı oldu. Bu yüzden panoramik bir şehir turu dışında şehri gezmeye fazla zamanımız olmadı. Ben arkadaşlarla gerçekleştirdiğimiz Yunan Adaları gezimizde Pire’de kısa bir süre geçirme şansına sahip olmuştum. Yine de keyifli ve güzel bu liman şehrine geldiğinizde görebileceğiniz yerler hakkında kısa bilgiler vereyim.

Solda ilk modern olimpiyat oyunlarının yapıldığı stad; sağda ise Parlamentonun hemen yan tarafında konuşlanmış olan “National Gardens”…

Pire hakkında ilk söylenecek şey,  farklı boyutlarda olmak üzere üç farklı liman olduğu. Bunlardan ilki tahmin edebileceğiniz gibi, yük ve yolcu gemilerinin hiç eksik olmadığı ana liman. Her yıl 20 milyondan fazla yolcu ağırlayan ana limanın 12 farklı kapısı var. Baştan sona yürümek için yarım saate ihtiyacınız olduğunu söylemeliyim. Gemi seyahatimizde Atina’ya gitmek için bineceğimiz M1 metro hattı için yaklaşık 20 dakika yürümemiz gerekmişti. Çok büyük yani…

İkinci liman Marina Zea, ya da diğer adıyla Paşa Limanı. Orijinal adı Zea olsa da Osmanlının buralara gelmesinden sonra Paşa Limanı olarak anılmaya başlanmış. Sebebi de Osmanlı donanması ile paşalara ait gemilerin bu limanda demirlemesi olarak biliniyor. İsim o kadar kabul görmüş ki bugün dahi yerli halkın isim olarak Paşa Limanını kullandığını söyledi Elsa. 2004 yılındaki Olimpiyat Oyunlarından önce tamamen yenilenen limanın kapasite toplamı 674. Birbirinden lüks yatlarla bezenmiş limanın etrafında yürüyüş yapabileceğiniz yollar ve onlarca kafe-restoran bulunuyor. Lüks markalara ait dükkanları da unutmamak lazım elbette. Yemyeşil ağaçlarla bezenmiş limanda oldukça keyifli zamanlar geçireceğiniz kesin. Limanın hemen ilerisinde oldukça büyük bir plaj olduğunu da ekleyeyim.

Parlamento Binası önünde Efzun askerlerinin etrafı çok kalabalık olduğu için bir türlü istediğim kareleri yakalayamadım. Bu yüzden daha önce geldiğim zaman, sabahım erken saatlerinde bomboşken çektiğim fotoğrafları paylaşıyorum…

Pire’nin en küçük doğal limanı, adından da anlaşılacağı gibi, Mikrolimano. Aslında o kadar çok ismi var ki: Bizans döneminde girişte yer alan deniz feneri sebebiyle Fanari, Osmanlı zamanında Tourkolimano (Türk Limanı) ve bölgenin ismi nedeniyle Koumoundourou. Antik çağlardaki ismi ise Mounichia Limanı. Castella bölgesinde yer alan bu küçük liman restoran ve kafelerle dolu. Gezimizin ilk akşamı buradaki restoranlardan birisini deneme fırsatımız olmuştu. Herşeyin harika olduğunu yeniden hatırlatayım. Bana göre Pire’nin en keyifli yerlerinden birisi Mikrolimano. 

Mikrolimano’nun kuzeybatı tarafındaki tepeler Castella olarak adlandırılıyor. Antik çağda Mounicha Tepesi olarak bilinen Castella’dan harika bir Pire manzarası görmeniz mümkün.

Şehrin en büyük kilisesi ve katedrali Agia Triada. Ocak 1944’deki bombardımandan sonra yenilenen katedral Bizans mimarisi taşıyor. Tuğla dış yapısı ile oldukça etkileyici görünen katedralin iç genişliği yaklaşık 840 metrekare. Hemen biraz ilerisinde yer alan Agios Nikolaos ise 19. Yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. Pire’deki nikah törenlerine de ev sahipliği yapan kilise mavi kubbesi ve mermer dış cephesi ile dikkat çekiyor.

Parlamentonun önünde Syntagma Hatırası…

Zea Limanının güney tarafı şehrin en önemli müzesine ev sahipliği yapıyor: Pire Arkeoloji Müzesi. Müzede antik tapınak ve kentlerde yapılan kazılardan elde edilen heykeller, madeni paralar ve diğer eserler sergileniyor. Müzedeki en değerli eser ise tanrı Apollon’u gerçek boyutlarında gösteren bronz heykel. Bunun dışında Artemis’in iki heykeli ile mermer aslan heykeli Moshato da diğer kıymetli eserler. Meraklısı için müzeye giriş ücreti 3 €.

Pire’deki bir diğer önemli müze ise Helenik Deniz Müzesi. Zea Limanının hemen girişindeki müzede Yunan medeniyetinde denizciliğin önemi ve eserleri hakkında pek çok eşyayı görebiliyorsunuz. Özellikle savaşlarda kullanılan malzemelerin sergilendiği bölümler çok ilgi çekiyormuş. Giriş ücreti 4 €.

Hadrianus Kapısı…

Pire’de istediğimiz gibi zaman geçiremeyince Elsa’nın önerisi ile Doğuş grubunun Yunanlı bir firma ile birlikte restore ettiği marinada yaklaşık 45 dakikalık kısa bir mola verdik. Birbirinden lüks yatların demir attığı marina aynı zamanda birkaç kafe ve restorana da ev sahipliği yapıyor. Bayağı para harcandığı kesin ama benim niyetim Pire’de gezmek olduğu için çok da keyifli bir mola olduğunu söyleyemeyeceğim. Aslında gereksiz dahi bulduğumu itiraf etmem lazım. Önce biraz canım sıkılmadı dersem yalan olur. Gezinin organizatörü olunca insan her şeyin on numara olmasını istiyor ve bunun için çaba gösteriyor. Normalde bizim programımızda 2 saatlik bir Pire gezisi vardı ve Pire bence gerçekten keyifli bir yer. Otobüs park edemiyor gibi basit bir gerekçe ile programın uygulanmaması aslında tamamen rehberimiz Elsa’nın kabahati. Belki konusunda engin bir bilgisi var ama Elsa biraz farklı biri. Akropolis Müzesi içinde benzer bir şey yapmıştı. Diğer bir yanlışını da yeri gelince anlatacağım. Neyse biz dönelim marinaya…Kısa bir yürüyüşten sonra herkes farklı mekanlarda kahve molası verdi. Biz de Sadi ağabeylerle birlikte Hagen Das’ı seçtik. (latte 3,20 €, dondurma 3,80 €)

Akropolis’teyken bu kadar heybetli görünmüyordu Zeus Tapınağı…

Saat 11.30’da Atina’ya ulaştık ve yol boyunca Elsa Atina hakkında genel bilgiler vermeye devam etti. Panaromik şehir turumuz tarihi Olimpiyat Stadı ile başladı. Antik çağda olimpiyatların Yunanistan’da yapıldığı kabul ediliyor ancak ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Genel kabul gören görüş şöyle: Olimpiyat oyunları Olympia dağında yapılır ve ismini de buradan alır. MÖ 700’lere kadar gittiği tahmin edilen oyunlar tanrılar adına oynanırmış ve yarışlarda sadece koşu müsabakaları düzenlenirmiş. Romalılar döneminde oyunlar putperestliği özendiriyor gerekçesi ile yasaklanmış. Sonrasında ise ilk modern olimpiyatlar Panathinaikon stadında 1896 yılında gerçekleştirilmiş. 

Atina’nın Pangrati semtinde bulunan stadyum 204 metre uzunluğunda ve 33 metre genişliğinde. Yaklaşık 50.000 kişilik olarak inşa edilen stadyum Romalılar zamanında arena olarak kullanılmış. Tamamı beyaz mermerden inşa edilmiş olan stadyumun önünden 1950’lere kadar nehir akarmış ve bu tarihten itibaren yapılan çalışmalarla yeraltına alınmış. Arzu edenler 3 € karşılığında stadyumu gezebiliyorlar. Biz ön tarafta bol bol fotoğraf çektirmeyi tercih ettik.

Atina’nın çehresini değiştirdiği söylenen Melina Merkuri’nin heykeli; Seyyar satıcılardan bazıları minik paketler halinde kuruyemiş satıyorlar. Tezgahlar oldukça renkli…

Bu arada olimpiyat döneminde Atina’ya yaklaşık 42 km mesafede bulunan Maraton köyünden gelen atletler ellerindeki meşaleyi olimpiyat stadına kadar taşırlar, burada meşale bir süre kaldıktan sonra olimpiyatların yapılacağı ülkeden gelen atletlere devredilirmiş. Maraton koşusunun hikayesi de enteresan: MÖ 490’da Atinalılar ile Persler Maraton yakınlarında bir ovada savaşa başlarlar. Persler 100.000 kişilik bir orduya sahipken Atinalılar sadece 10.000 kişi. Efsane bu ya Atinalılar üstün bir cesaret örneği göstererek Persleri mağlup etmiş. Yunan ulak Pheidippides kazanılan zaferi meclise iletmek için Maraton köyünden Atina’ya kadar olan yaklaşık 42 kilometrelik mesafeyi koşarak gelmiş. Hikaye bu ya, “Yendik” (kimilerine göre “Zafer”) mesajını ilettikten sonra da düşüp ölmüş. İşte maraton koşusunun bu olayın hatırasına yapıldığı kabul ediliyor.

Yunanlılar enteresan insanlar. Tipik Akdeniz özelliklerini dikkate alırsanız aslında pek çok açıdan bize benzediklerini söylemem lazım: Fiziksel özelliklerimiz birbirine çok yakın, onlar da bizim gibi bağırarak konuşuyorlar, kırmızı ışıkta araç yoksa geçiyorlar, seyyar satıcılar satış yapmak için bağırıyorlar. Yalnız bizden farklı en dikkat çeken yönleri tiyatro ve sanata bizden daha düşkünler. Bir de eğlenmeyi seviyorlar ve bizden daha iyi bildikleri kesin. Yunanistan’ın neresine gittiysem her zaman büyük keyif aldığımı söylemem lazım. Adalar başka güzel, anakara başka bir keyifli. Seviyorum ben bu milleti. 

Akropolis’in etrafında dolaşan Dionysiou Areopagitou Caddesi tam da bu noktadan başlıyor; Ünlü bir koreg olarak bilinen Lysicrates Anıtı…

Panaromik şehir turumuzdaki ikinci fotoğraf molasını Sintagma yani Anayasa Meydanında veriyoruz.  Daha önceki kısa Atina ziyaretimde buraya gelme imkanım olmuştu. O zaman yazdığım yazıdaki notları buraya da almakta sakınca görmüyorum. Atina'nın en büyük meydanının doğusu parlamento binasına ev sahipliği yapıyor. 1834-38 yılları arasında inşa edilen bina 115 metre uzunluğunda. Binanın öyle çok büyük bir albenisini göremedim. Hemen ön tarafında duvara işlenmiş kabartma şeklinde Meçhul Asker Anıtı bulunuyor. Anıtın üzerindeki yazıda ‘‘Demokrasi ve vatan için ölenlerin mezarı bütün dünyadır.’’ yazıyormuş. Anıt biraz bizi de ilgilendiriyor zira önemli savaşların isminin yazıldığı bronz kaidede “Afyonkarahisar-Sakarya” yazıyormuş. Yani Anadolu’ya gidip dönemeyen Yunan askerlerinin simgesi olarak. Ne yapalım herkes tarihi kendi açısından yorumluyor…

Burada iki Yunan askerinin törensel hareketleri binadan çok daha enteresan geliyor bize. Geleneksel kıyafetleriyle törensel yürüyüşler yapan bu askerlere "Efzun" deniyormuş. Hikayesi de var: 1821'de Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bağımsızlık savaşını başlatan kır gerillalarına Yunanlılar, 'Evzon' Türkler ise "Efzun" diyormuş. Bağımsızlıktan sonra kurulan Yunan Ordusu'nda Efzunlar özel birlikleri oluşturmuşlar. Efzunların savaş sırasındaki giysileri de üniforma olarak kabul edilmiş. Yunanlılara göre Efzunlar bağımsızlığı sembolize ediyorlar. Bir zamanlar ordunun en güçlü komando birlikleri olan efzunlar bugün sadece tören kıtası olarak görev yapıyorlarmış. Saçaklı fesleri, pileli etekleri ve ponponlu ayakkabıları ile oldukça değişik görünüyorlar. Efzun askeri olabilmek için en az 1.80 boy ve üniversite mezunu olma şartı varmış. Her saat başında bir defa törensel yürüyüşlerini tamamladıktan sonra kıpırdamadan duruyorlar. Ayrıca her 15 dakikada bir de iki asker karşılıklı saygı yürüyüşü ve duruşu yapıyorlar. Bacaklar yerden paralel havalanıp, aynı anda karşılıklı yere vuruluyor. Ponponlu ayakkabılardan çıkan ses oldukça yüksek. Tüm grup ilgiyle askerleri seyrettik, bol bol fotoğraf çektik ve gezimize devam ettik.

Anafiotika (www.visitgreece.com)…

Yeri gelmişken bu sefer uğramak nasip olmadı ama Parlamento binasının hemen yan tarafında devasa bir park var. “National Gardens” olarak bilinen park yaklaşık 15,5 hektar büyüklüğünde ve Atina gibi devasa bir şehrin ortasında adeta bir cennet gibi kalıyor. İlk olarak 1838-40 yıllarında oluşturulan parkta yemyeşil güzellikler ve suni göletler yanında tarihi bazı parçalar, Korint düzeni biçiminde sütunlar ve mozaiklerle süslenmiş parkta her daim spor yapan, yürüyen Atinalılara rastlamak mümkün. Daha önceki gezimde parktaki aşılanmamış portakal ağaçlarından yere düşmüş olanları tatmıştık. İnanılmaz ekşiydi. Şimdi bile yüzümün buruştuğunu hissediyorum.

Panaromik şehir turumuzda bugün itibariyle mültecilerin barınma yeri konumuna gelmiş olan Omonia Meydanı, Academia Caddesi, eski Meclis Binası derken ünlü Arkeoloji Müzesine ulaştık. Dünyanın en büyük antik Yunan eserlerini ziyaret edebileceğiniz müze çok zengin bir sanat arşivine sahip. Çeşitli heykeller, tunç eşyalar, antik dönemlere ait çömlek, takı ve aletlerin bulunduğu müzede ayrıca Avrupa’nın en önemli Mısır eserleri de bulunuyor. Müzeye giriş ücreti 7 €, dört müzeyi kapsayan özel paketin fiyatı ise 12 €.

Plaka’nın dar sokakları alışveriş severler için bulunmaz fırsatlar sunuyor…

Otobüsümüz Amalias Bulvarında, Hadrianus Kapısının karşısında Yunanistan için önemli bir kişinin heykeli önünde son durağını yaptı: Melina Merkuri. Aktris, ses sanatçısı, devrimci ve en meşhur unvanıyla Yunanistan’ın ilk sosyalist hükümetinin Kültür ve Bilim Bakanı. “Pire’nin Çocukları” şarkısı ile “Pazar Günleri Asla” ve “Topkapı” filmleriyle sanat dünyasına kazınan, sonrasında 1981-1985 yılları arasında PASOK hükümetinde bakanlık yapan Merkuri, Yunan halkı tarafından çok sevilmiş. Bakanlığı sırasında özellikle geçmiş dönemde Yunanistan’dan kaçırılan önemli sanat parçaları için başta İngiltere olmak üzere verdiği mücadele ve kazanımları kendisini daha da popüler yapmış. 1994 yılında akciğer kanserine yenildiğinde cenazesine önemli bir kalabalık eşlik etmiş. Beyaz mermerden yapılan minik büstü gelip geçeni selamlıyor adeta.

Plaka bölgesinin girişine kadar rehberimiz Elsa ile kısa bir yürüyüş yaptıktan sonra ondan ayrıldık. Bundan sonrasında grubu serbest bıraktık ve otele dönmek isteyenler için saat 18.00’da otobüsün aynı yerden hareket etmesine karar verdik. Saat henüz 13.00 civarı olduğu için bayağı bir zamanımız kalmıştı. Böyle özgürce, kendi istediğim yerleri gezmeyi çok daha fazla seviyorum ve keyif alıyorum.

Herkes farklı noktalara dağıldı. Biz de Levent ağabeyler, Nevinlerle birlikte Plaka bölgesine girmeden önce hemen önünde durduğumuz Hadrianus Kapısı ve devamındaki Zeus Tapınağını ziyaret etmeye karar verdik. 

Roma Agorası Plaka’nın antik noktalarından birisi…

Hadrianus Kapısı, MS 131 yılında eski şehirle yeni şehri birbirinden ayırmak için kullanılan duvarların bir parçası olarak Roma İmparatoru Hadrianus tarafından inşa ettirilmiş. Aslında kralın kendi inşa ettirdiği ve daha güzel olacağına inandığı Yeni Şehri diğerinden ayırmak için oluşturulan, bir tür sembolik giriş kapısı olarak da değerlendirilebilir. Yaklaşık 18 metrelik kapı Pentelikon Dağından getirilen mermerlerle yapılmış. Oldukça harap görünse de yaşını da dikkate aldığımızda iyi durumda olduğunu söyleyebilirim. 

Kapıdan geçerek yeşillikler için de ilerlediğimizde Zeus Tapınağına (Temple of Olympian Zeus) ulaştık. Giriş ücreti 2 €, eğer Akropolis’in de dahil olduğu kombine bileti tercih ederseniz 12 € ödemeniz gerekiyor. Eski Atina tiranı Peisistratos tarafından MÖ 515’de yaptırılmaya başlanan Tapınağın inşaatı 510’da durdurulmuş. Tiranların güçlerinin bir simgesi olarak devasa boyutlarda inşa edilmesi devrin düşün adamlarının eleştirilerine dahi konu olmuş. Hatta Aristo’nun burayı referans göstererek tiranların tüm şehri bu tarz yüksek yapıların inşası ile meşgul ettiklerini ve insanların düşünmeye ve hatta isyana dahi hallerinin kalmadığını söylediği rivayet edilirmiş. Uzun yıllar tamamlanamayan Tapınağın bitirilmesi yine Hadrianus zamanında olmuş. Her birisi 17 metre yüksekliğinde 104 Korint düzeninde inşa edilmiş sütundan bugün için sadece 15 tanesi ayakta kalabilmiş. Genişçe bir alanda gezebileceğiniz Zeus Tapınağı bence bu kadar antik yapının olduğu yerde çok da özel değil. Hatta Akropolis’ten çok daha etkileyici göründüğünü dahi söyleyebilirim. Kombine bilet aldıysanız şöyle bir uğrayın aksi takdirde 2 € dahi çok bence. Karar sizin…

Bayraktaris Restorandan lezzetler…

Yolun karşısına geçerek Dionysiou Areopagitou Caddesinde yürümeye başladık. Hatırlarsınız, Akropolis’i anlatırken yaklaşık 4 km uzunluğundaki trafiğe kapalı bu caddeden bahsetmiştik. İşte cadde Hadrianus Kapısının karşısından başlıyor ve Akropolis’in arkalarına kadar uzanıyor. Yüksek çınar ağaçlarının hışırdayan dalları altında sağlı sollu kafe ve restoranlarla başlayan gezimiz Vyronos Sokağından sağa kıvrılarak devam etti. Henüz tam anlamıyla trafiğe kapalı alana adım atmamışken devasa çınar ağaçları ile süslü Tripodon Sokağının sol tarafında Lysicrates Anıtı ve aynı adlı meydanla ile karşılaştık. Anıt “koreg” anıt olarak biliniyor. Atina’dan döndüğümde neymiş bu koreg diye araştırma yaptığımda, eski Yunanda tiyatro oyunlarına sponsor olan zengin Atinalılara “khoragos” dendiğini, bu tiyatro oyunlarında kazanılan ödülün üzerine konduğu anıt biçimindeki kaideye koreg dendiğini öğrendim. Korolar yarıştıktan sonra kazanan koro, aldığı ödülü kendisini finanse eden khoragosa verir, o da ödülü sergilemek adına anıtsal bir kaide yaptırırmış. Karşımızda duran ve MÖ 334 tarihinde yaptırılan Lysicrates Koreg Anıtı da günümüze kadar gelebilmiş tek örnekmiş. Kare bir platformun üzerine konulan silindirik bir yapıdan oluşuyor. En üstte ise normalde üzerinde ödül olması gereken üç kıvrımlı bir ayak var. Enteresan bir mimarisi olmasa da tarihi anlamda son derece önemli kabul ediliyormuş.

Bayraktaris Restoranda Niko ile keyifli dakikalar geçirdik. Teşekkürler Niko…

Anıtın arka tarafındaki dar sokakları kaplayan merdivenlerden ilerlediğimizde Plaka’nın Akropol’le öpüştüğü noktalardan birisi olan Anafiotika karşımıza çıktı. Kireç beyazı evlerin sıralandığı dar yollar, mavi pencereler, derin taşlıklar, her tarafı saran asma yapraklarıyla oldukça şirin bir yer. Hikayesi de enteresan: Yunanistan bağımsızlığını kazandıktan sonra, 1841’de, başkentin inşası için Kiklad Adalarına bağlı Anafi Adasından yerliler buraya getirilmiş ve inşaatta çalışmaya başlamış. Ancak bildikleri tek mimari kendi adalarındaki mavi pencereli, beyaz taş evlerden ibaretmiş ve onlar da bunu inşa etmiş.  Zamanla bölgeye “Küçük Anafi” anlamına gelen Anafiotika adı verilmiş. Çok da büyük olmayan bölgenin son derece keyifli bir yer olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.

İşte şimdi Plaka sokaklarında dolaşıyoruz. Osmanlı hakimiyeti döneminde “Atina’nın Türk Bölgesi” olarak anılan, hatta Osmanlı Valisinin de ikamet ettiği meşhur Plaka. Ya da Akropolis’in eteklerinde bulunması nedeniyle “Tanrıların Komşusu” da diyebilirsiniz. Belki de daracık sokakları, keyifli kafe ve restoranları, binbir çeşit hediyelik eşya dükkanları, bunların arasına sıkışmış müze, kilise ve ören yerleri ile Atina’nın her anlamda kalbi de diyebilirisiniz. Nasıl adlandırırsanız adlandırım Plaka’sız Atina gerçekten çok soluk kalırmış doğrusu.

Monastraki Meydanı bence Atina’nın en güzel yerlerinden birisi. Her daim neşeli, her daim kalabalık. Dikkat etmezseniz minik Koimisis Theotokou Kilisesi’ni göremeyebilirsiniz. Bayraktaris hemen kilisenin arka tarafında…

Sintagma, Akropolis ve Monastraki arasındaki bölgeyi önceleri pek çok farklı isimle anmış Yunanlılar: Alikokou, Kontito, Kandili, bunlardan bir kaçı. Bazı dönemlerde de bölgede bulunan kiliselerin ismiyle anılmış. Peki “Plaka” adı ne zamandan beri kullanılıyor derseniz, kesin olmamakla birlikte, 1850’lerde Kral Otto dönemi olduğu söylenebilir. Anlamı için farklı rivayetler olsa da Arnavutça kökenli “Pliak Athena” yani “Tarihi Şehir” kabul edilebilir geliyor. Zira 19. Yüzyılın sonlarına kadar bu bölgede hatırı sayılır bir Arnavut nüfus yaşarmış. 1884’de bölgede çıkan yangın önemli sayılabilecek hasarlar vermiş ve sonrasında restorasyon çalışmaları yapılmış. 1960 ve 70’lerde, tanrılara nispet yaparcasına şehrin bar, disko ve klüplerine ev sahipliği yapan Plaka, daha önce bahsettiğim Kültür Bakanı Melina Merkuri’nin eli değince kabuk değiştirmiş. Tüm eğlence mekanları Psiri ve Thissio bölgelerine taşınırken, aslına uygun düzenlemeler, trafiğe kapatılan sokaklarla bugünkü görünümüne kavuşmuş.

Peki Atina’nın en keyifli bölgelerinden birisi olan Plaka’yı ziyaret ettiğimizde nelerle karşılaşıyoruz? Müzeler (Yahudi Müzesi, Müzik Enstrümanları Müzesi, Atina Üniversitesi Müzesi, Çocuk Müzesi), Roma Agorası, Hadrian Kütüphanesi, Atina Katedrali, Agia Dinami Kilisesi, Sultan Mehmet Camii, özellikle Kydatheneon, Adrianou ve Pandrosou caddelerinde sıralanmış kafe, restoran ve hediyelik eşya dükkânları,  neoklasik tarzda bezenmiş begonvilli evleri ilk aklıma gelenler. Keyfini çıkarmak isteyenler herhangi bir yerden Plaka’ya dalsınlar ve kendilerini dar sokaklara bıraksınlar.

Bit Pazarının girişi normal bir kapalı pazardan çok da farklı değil. Devamında ise eski eşyaları satın alabileceğiniz gerçek bir bitpazarı bulabilirsiniz…

Plaka’yı gezerken bir taraftan da karnımız zil çalmaya başlamıştı. Orası burası, o dükkan bu dükkan derken kendimizi Plaka’nın sınırı olarak kabul edebileceğimiz Monastraki’de bulduk. Bir nevi Atina’nın Sultanahmeti de diyebiliriz. Gemi ile daha önceki gelişimde Pire’den metroya bindiğimizde Monastraki durağında inmiş ve Atina’nın meşhur alışveriş caddesi Ermou üzerinden Sintagma’ya yürümüştük. Kısa ziyaretimizde Monastraki beni çok etkilemişti. Aslında Plaka ile Monastraki iç içe geçmiş diyebiliriz ya da Monastraki’nin de Plaka’nın bir parçası olduğunu kabul edebiliriz. Bölgenin ismi eskiden manastır olarak bilinen, meydandaki küçük Koimisis Theotokou Kilisesinden geliyormuş. Meydanın Akropolis tarafında tanıdık bir yapı var: Tsisdarakis ya da Çisdirakis Camisi. Dönemin Atina valisinden ismini alan Cami 1759 yılında inşa edilmiş. Caminin yapımında Zeus Tapınağından alınan bazı sütunların da kullanıldığı söyleniyor. Caminin minaresi bağımsızlık savaşında zarar görmüş ve bir daha yapılmamış. Yıllar içinde askeri amaçlarla ve hapishane olarak da kullanılan cami de ibadet yapılamıyor. Bu konuda Türkiye bazı girişimlerde bulunmuş ama henüz sonuç alınamamış. Bugün için el sanatları ve toprak kaplarla ilgili bir müze görevi görüyormuş. 

Tren yoluna paralel giden Adrianou Caddesi boyunca sıra sıra restoran ve kafeler mevcut…

Meydanın cami tarafı aynı zamanda Hadrian Kütüphanesi’ne de ev sahipliği yapıyor. Tipik bir Roma Forumu sitilinde, yüksek sütunlarla MS 132 yılında inşa edilen yapı Germen Heruli’lerin 267 yılında Atina’yı istilalarında ciddi hasar görmüş. Sonradan bazı onarımlar görmüş olsa da günümüze gelene kadar eski haşmetli günlerine derin özlem duyduğu kesin. 

Monastraki her daim keyifli bir yer. Turistler kadar yerlilerin de rağbet ettiği bu meydan eskiden Osmanlı çarşısına ev sahipliği yapıyormuş. Yolun karşı tarafındaki Athinas Bulvarı boyunca yürüyüşümüze devam ettik. Biraz ileride Atina’nın merkezi kasaplar çarşısı vardı ama kapalı olduğu için gezme şansımız olmadı. Oysa gezilerimde böyle yerleri ziyaret etmeyi çok seviyorum. Hem fikir sahibi oluyorum hem de buralardan yerli halk alışveriş yaptığı için onları gözlemleme şansım oluyor. Bu sefer nasip olmadı ama inşallah bir dahakine…

Atina Katedralinda tadilat uzun zamandır devam ediyormuş…

Tekrar Monastraki Meydanına dönerken yolda bir simitçiden açlığımızı bastırmak için simit aldık. Arnavut satıcı bize çok güleryüzlü davrandı ve 60 centten sattığı simitlerde indirim yaparak fiyatı 50 cente çekti. Bizim simitleri andırıyor ama yine de lezzeti farklı. Simitler açlığımızı az da olsa bastırdı ama yine de güzel bir öğle yemeği yeme vakti gelip geçiyordu. Meydandaki küçük kilisenin hemen arka tarafında, köşede ve sokak içine yayılan Bayraktaris Restoranda yemek molası verdik. Buranın şef garsonu Niko. 53 yaşında, 20 yıl Türkiye’de yaşamış. Güler yüzlü Niko’nun Türkçesi son derece güzel ve anlaşılır. Zaten mekana girerken Türk olduğumuzu anlayınca hemen “Niko” diye bağırmıştı diğer garsonlar. Niko ile bolca sohbet ettik. 13 yıldır aynı mekanda çalıştığını, pek çok tur şirketi çalışanı ya da bireysel müşterileri olduğunu anlattı uzun uzun. Daha başlangıçta %10 indirim yapacağını ve demleme çay ve tatlı ikram edeceğini söyleyerek bahçe bölümüne aldı bizi. 10 kişilik bir grup olduğumuz için iki masa birleşti ve hemen çöküverdik masalara.

Akşam karanlığında Hadrianus Kapısı ayrı bir güzel görünüyor; Yolumuz üzerinde yer alan İngiliz Kilisesi…

Genel olarak herkes Niko’nun tavsiyesiyle bir tür yoğurtlu adana kebap söyledik. Kırmızı toz biberle servis ediliyor. Aynı zamanda yoğurdun içinde mayonez de var. Dört parça bizim adana kebapların yarısı büyüklüğünde kebap geldi. Masadaki çoğu insan kendi porsiyonlarını bitiremedi ve daha aç olanlara servis etti. Lezzetli olduğunu söyleyebilirim. Arzu kuzu haşlama istedi. Onun da tadı gayet güzeldi. Her dört kişiye bir adet greek salatası geldi. Hani şu iri kıyım domates, biber, soğanın üzerine atılmış feta peyniri olanlardan. Fazla olmasın düşüncesi ile herkese de birer 25 cl bira söyledik. Yemek sonrası ballı yoğurt tatlısı ile çay ikram etti Niko bize. Tam tatlı ve çay servisinden önce Necip abi de katıldı masamıza. Gezisini tamamlamış, karnını doyurmuş ve tesadüfen geçerken bize rastlamış. Demleme çayı duyunca hiç tereddüt etmeden oturdu masaya. Eee Hakan yedin içitin ne ödedin dersen onu da anlatayım. Adana Kebap yoğurtlu olursa 9,30 €, sade olursa 8,90 €. Haşlama 8,90 €, irice bir greek salatası 4,90 €, 50 cl şişe bira (Hellas Pils) 2,70 €. Yüklü bir bahşiş, ikramlar ve %10 indirimle hesap adam başı 14 € geldi. Bulunduğumuz bölge ve konum açısından bakarsanız makul olduğunu söyleyebilirim.

Hava karardıktan sonra Monastraki ve Sintagma Meydanı ayrı bir güzel görünüyor…

Saat 15.30 olmuştu ve Monastraki Meydanının hemen arkasındaki meşhur Bit Pazarını gezdik. Aslında buraya tam bir bit pazarı denmez zira eski mobilya ve eşyaların satıldığı bir yer olmakla birlikte buraya açılan ve kesen diğer sokaklarda aradığınız her türlü hediyelik eşyayı bulabileceğiniz dükkanlar da mevcut. Belki de bizim Kapalıçarşı’nın bir benzer de denilebilir. Pazar günleri herkes istediği şeyleri getirip satabiliyormuş. Burada dolaşırken Semih ağabeylere rastladık ve onlar da bize katıldılar. Pazarın sonunda bir başka Agora var ve oradan tren yoluna paralel giden Adrianou Caddesi boyunca sıra sıra restoran ve kafeler mevcut. Havanın da güzel olmasıyla insanlar bu kafelere doluşmuş ve güneşin tadını çıkarıyorlardı. Fiyatlar da genel olarak Plaka ve Monastraki’ye göre biraz daha uygun gibi.

Yeniden Plaka bölgesine girdik ve ara sokaklardaki yürüyüşümüze devam ettik. Yolumuz boyunca Atina Katedrali ve Eleftherios Kilisesini görme şansımız oldu ancak kapalı oldukları için gezemedik.  Gezerken henüz yemek yemeyen Sadi ağabeylere rastlayınca Niko’nun bana verdiği kartı onlara verdim ve kısaca tarif ettim. Onlardan ayrıldıktan sonra gruptan gelen talepler doğrultusunda Plakaya ilk girdiğimiz yer olan Lysicrates Anıtının bulunduğu ağaçların altındaki kafede soluklandık. İnsan oturunca ne kadar yorulduğunu anlıyor. Mekan çok güzel ama güneş yavaş yavaş çekildiği için gölgede  oturunca biraz üşüme başlıyor. Meraklısı için kahve 2 €, çay 3 €, milkshake 7 €.

Korint Kanalı dünyanın en önemli kanallarından birisi olarak kabul ediliyor…

Kısa bir süre daha turladıktan saat 17.50 gibi otobüsün hareket edeceği yere geldik. Grup olarak otobüse binmeye niyetimiz yok ama kendimi sorumlu hissettiğim için otobüsün zamanında kalktığını görmek istedim. Otobüs saat tam 18.05’de hareket etti ve otele dönen kişi sayısı toplam 9’du.

Hava yavaş yavaş kararırken Amalias Bulvarı üzerinden yürüyüşe başladık ve İngiliz Kilisesi’nin oradan sola doğru Filellinon Caddesi boyunca yürüdük. Sağ tarafımızda kalan Triada Rosiki Kilisesini selamladıktan sonra Atina’nın kalbi olarak biline Sintagma Meydanına çıktık. Buradan sonraki uğrak noktamız Atina’nın en meşhur caddelerinden birisi olan Ermou. Yaklaşık 1,5 km lik uzunluğundaki caddenin yarısı trafiğe kapalı yaya yolu olarak kullanılıyor. İşte bu bölge Atina’nın ve Avrupa’nın en popüler markalarının mağazalarının bulunduğu lüks bir cadde. Bildiğim ya da bilmediğim pek çok ünlü markayı görmeniz mümkün. Bunun yanında kırmızı tuğlalardan yapılmış olan minik Panaghia Kilisesinin orada fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmeyin derim. Aşağıya doğru yavaş avaş ilerlediğimizde tanıdık bir yere ulaştık: Monastraki Meydanı. Niko’nun oradan geçerken Sadi ağabeylerin buraya gelip yemek yediklerini öğrenmiş olduk.

Akronafplia’dan Nafplio manzarası…

Aynı yerden geriye dönmeyelim dediğimiz için bu sefer Eolou Caddesi tarafından yürüdük. Omonia Meydanı ile Monastraki Meydanı arasında kalan bu bölge, kafeler ve restoranlarla dolu çok keyifli bir yer. Stadiou Bulvarından Sintagma’ya çıkmadan önce yolda yürürken Melda, Nuray ve Emine’lerle karşılaştık. Atina küçük diyeceğim ama çok da doğru olmayacak. Ayaküstü birbirimize yaptıklarımızdan bahsettikten sonra ayrıldık ve Sintagma Meydanının ortasındaki fıskiyeli çeşmede bol bol fotoğraf çektik. Tam bu sırada Nevin’ler de bize katıldılar. Bu şehir galiba tahmin ettiğimizden daha küçük…

Sintagma’nın sonundaki Parlamento binasının sol tarafından ilerleyip Atina’nın Nişantaşı olarak bilinen Kolonaki bölgesinde yürüyüşümüze devam ettik. Şık kafeler, lüks butikler ve kalburüstü açık hava kafeleri ile keyifli bir bölge Kolonaki. Yollar biraz eğimli ve zaman içinde sizi yorabiliyor. Buradaki kafelerde oturup bir kahve içmek Atina’nın olmazsa olmazlarından birisiymiş ama biz bunu başka bir sefere bırakmak zorunda kaldık. Hemen arka tarafındaki yeşillik alan ise Lofos Likavitou ya da Lycabettos olarak biliniyor. Sözlük anlamı “Kurtlar Tepesi” imiş. Efsaneye göre bu tepe, tanrıça Athena’nın öfkeyle Akropolis’e fırlattığı devasa bir kayanın hedefi ıskalayıp buraya düşmesiyle oluşmuş. 277 metre (bazı kaynaklara göre 300 metre) yüksekliğindeki Likavitos tepesinin zirvesinde şirin beyaz Agios Georgios şapeli bulunuyor.  Ayrıca yazın konserlerin düzenlendiği bir de tiyatro var. Tepeye çıkmak için iki alternatifiniz var: Ya Aristipou Caddesindeki teleferiği kullanacaksınız (gidiş dönüş 6 €) ya da yeşillikler arasında yukarıya  çıkan patikayı tırmanacaksınız. Korkmayın, Şapelin alt tarafındaki kafede soluklanıp muhteşem manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz.



Ana caddeler ara sokaklar derken otelimizin bulunduğu Alexandras Bulvarına ulaştık. Otel, Sintagma Meydanına yaklaşık 3 km ve normal bir yürüyüşle 40-45 dakikada ulaşılabiliyor. Herkesin çok yorgun olduğu yüzlerinden okunuyordu. Otelin lobisinde grubun geri kalanından dinlenmeye çekilenlerle kısa bir sohbetten sonra odalarda bir süre dinlenip civardaki kafelerden birinde oturmak üzere sözleştik. Saat 21.00 gibi yaklaşık 15 kişi hemen biraz ileride yer alan kafede buluştuk. Sonrasında bize eklenen başka arkadaşlar da oldu. Saat 23.00’a kadar keyifli sohbetten sonra artık gözlerimiz yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Yarın yine uzun bir gün olduğundan odalarımıza çekildik.

30.10.2015 (Korint Kanalı ve Nafplio)

Atina’daki son günümüzde bu sefer şehir dışına çıkıyoruz. Önce dünyaca ünlü Korint Kanalını görüp sonrasında da Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan ettiği dönemde çok kısa bir süre ülkenin başkentliğini yapan küçük liman şehri Nafplio’yu ziyaret ediyoruz. 

Solda çan kulesi sağda yukarıda ise Nafplio’ya en tepeden bakan Palamidi…

Otelden hareket saatimiz 08.45. Yaklaşık 75 km lik bir yolculuktan sonra saat 10.00 gibi Korint Kanalına ulaştık. Süveyş, Panama ve Kiel Kanalları ile birlikte dünyanın en önemli 4 kanalından birisi olarak gösterilen Korint Kanalının yapımına 1881 yılında başlanmış. İnşaatı 12 yıl süren kanal Ege Denizi ile İyon Denizini birbirine bağlıyor. Aslında bu bölgede gemilerin geçişi için bir kanal yapılması fikri çok öncelere, MÖ 7. Yüzyıla kadar gidiyor. O zamanın teknoloji şartlarında bu işin olmayacağı anlaşılınca “Diolkos” olarak bilinen taş kaplı bir nakliye yolu yapılmış. Sonrasında Roma egemenliği zamanında gemiler, tıpkı İstanbul’un fethinde olduğu gibi, kütükler üzerinde karşı tarafa taşınmış. Sizin anlayacağınız tarih boyunca bu bölgede bir kanal açma projesi varlığını korumuş ve nihayet Ege tarafındaki Saronik Körfezi ile İyon tarafındaki Korint Körfezi geçişini gemiler için yaklaşık 400 km tasarruf sağlayan kanal 1893 yılında tamamlanmış. 6,3 km uzunluğunda, 24,6 metre genişliğinde ve 8 metre derinliğindeki kanal büyük gemilerin geçişine uygun değil. Bugün için daha çok orta boy gemilerin kullandığı kanal turistik bir özellik taşıyor. Yunan turizm firmaları her yıl binlerce misafiri kısa süreli bir Korint Kanalı gezisine getiriyorlar. Yaz dönemlerinde kanalın belli yerlerinde yüksek bir ücret karşılığında bungi jumping yapıldığını da okumuştum.

Philellion Meydanı ve Nafplio’ya giriş yapan dar sokaklardan birisi…

Kanal gezimiz yaklaşık 45 dakika sürdü. Eski yol, demir köprü ile kanalın üzerinden geçiyor. Otobüsümüz, Kanalın biraz ilerisindeki kafeteryanın bahçesine park ettikten sonra verilen molada hepimiz özellikle bu demir köprünün üzerinden kanalı seyrettik ve bol bol fotoğraf çektik. Ne yazık ki bizim orada olduğumuz anlarda kanaldan geçen herhangi bir gemi olmadı. Tam hareket edeceğimiz sırada kanala bir geminin girdiği haberi ile bazı arkadaşlar gerisin geriye demir köprüye doğru koştular. Yine de çok fazla bekleme şansımız olmadığı için uzaktan bir iki kare dışında detay almak mümkün olmadı. Kafeteryada yeme içme adına pek çok şeyi bulabilmeniz mümkün. Fiyatların da makul olduğunu söyleyebilirim: Kahve 2 €, çay 2,5 €, tost 4 €.


İki farklı cepheden Sintagma Meydanı…

Korint kanalından, bir sonraki güzergâhımız olan Nafplio yaklaşık 55 km. Yol boyunca hem Pelopenes’in keyifli coğrafyasında ilerledik hem de Elsa’nın Mikenler ve kral Agememnon hakkında anlattığı hikayeleri dinledik. Homeros’un meşhur İlyada’sında uzun uzun bahsettiği Miken kralı Agememnon, gücünü tanrıdan alan, bu gücü zaman zaman tanrıya karşı dahi kullanabilen eşsiz bir insan ve komutan. Akhailar’ın Troia’ya karşı yaptıkları savaşta önder olan Agememnon hakkında talihsiz bir hikaye söz konusu. Troia savaşı için kurduğu donanmayı Ege kıyılarına geçirmek için ihtiyaç duyulan rüzgâr bir türlü esmez. Agememnon tanrılara danışır ama sonuç alamaz. Dönemin ünlü kâhini Kalkhas, av tanrıçası Artemis’in Agememnon’a kızgın olduğunu, eğer 12 yaşındaki en küçük kızı Iphigenia’yı Artemis’e kurban ederse rüzgârın eseceğini söyler. Agememnon çok üzülse de karısının tüm karşı koymasına rağmen bu talebi yerine getirir (bazı kaynaklar Artemis’in küçük kıza acıdığını ve Agememnon’a bir geyik gönderdiğini yazar) ve kısa bir zaman sonra denizdeki durgunluk sona erer. Ancak karısı Klytaimnestra Agememnon’u affetmez ve Troia savaşları sırasında kocasını Aigisthos ile aldatır. Agememnon savaştan zaferle döner ancak karısı aşığı ile kumpas kurarak Agememnon’u öldürür. Agememnon’un ruhu da Pelopenes’ten ayrılmaz ve kendini dağlara vurur. Yolculuk sırasında dağların zirvesinde sırtüstü uzanmış yatar şekilde duran sakallı kişinin Agememnon olduğuna inanılır.

Solda Arkeoloji Müzesi, sağda ise bir zamanlar Yunanistan’ın ilk parlamento binası olarak kullanılmış olan Vouleftikon ile banka binası…

Saatler 11.30’u gösterdiğinde Nafplio’ya vardık. Şoförümüz Stavro, Elsa’nın da talebiyle, otobüsü şehri yukarıdan görebileceğimiz Akronafplia kale bölgesine çıkardı. Aslında Nafplio’da üç farklı kale olduğunu söylemek lazım. Bunlardan ilki, şehrin en üst bölgesinde, yaklaşık 216 metre yükseklikte yer alan Palamadi. Venedikliler tarafından 1711-1714 yılları arasında, böyle bir kale için oldukça kısa sayılabilecek bir sürede inşa edilmiş. Savunma amaçlı olarak inşa edilmesine rağmen hemen bir yıl sonra 1715 yılında Osmanlılar tarafından işgal edilmiş. 29 Kasım 1822’de Yunan isyancılar Osmanlıları Palamidi eteklerinde bozguna uğratıp bağımsızlıklarını ilan etmişler. Sonrasında Palamidi yaklaşık 100 yıl boyunca hapishane olarak kullanılmış ve bu dönemde şehirden kaleye kadar 857 basamaklık merdivenler inşa edilmiş (Bazı kaynaklarda 999 deniyor ama doğrusu 857 imiş). Elbette bir noktaya kadar araçla da gitmeniz mümkün. Ayrıca şehirde işleyen Hop On Hop Off otobüslerin bir durağı da Palamidi’ye çıkıyor. Peki Palamidi’de bizi ne bekliyor? 8 kale burcu, Andreas Kilisesi, bağımsızlık savaşının kahraman komutanı Kolokotronis’in hücresi (kahraman neden hapse atılmış bulamadım açıkçası), görkemli surlar, büyük su tankları ve elbette muhteşem bir manzara. Meraklısı için giriş ücretinin 4 € olduğunu belirteyim.

Solda neo klasik binalar, sağda ise Trianon ya da bir zamanların Ağa Camii…

Stavro’nun bizi getirdiği Akronafplia, Palamidi’nin daha alt tarafında yer alıyor. Nafplio’nun en eski kalesi Akronafplia’nın bulunduğu bölgenin tarihi Bronz çağına kadar gidiyormuş ve batı tarafında o döneme ait kalıntıları görmek mümkün. Romalılar, Venedikliler ve Osmanlılar derken kale bugünkü görünümüne kavuşmuş. Osmanlılar kaleye “İç Kale” adını vermişler. Çan kulesinin bulunduğu bölgeden harika bir Nafplio manzarası bizi bekliyor. Surlar boyunca devam ettiğimizde biraz aşağıda devasa bir otel inşaatı devam ediyor. Rehberimiz Elsa haklı olarak otel inşaatını şiddetle eleştiriyor. Güzelim yerleri mahvetmekte Yunanlılar da bizden geri kalmıyorlar sizin anlayacağınız. Yine aynı bölgede büyükçe bir kaktüs parkı yer alıyor. Yaz döneminde sarıçiçekleri ile oldukça keyifli bir görüntü sunuyormuş. Yukarıdan bol bol Nafplio şehrinin ve körfezin fotoğraflarını çektik. Yukarıdan şehri izleyince iki farklı karakter net biçimde ortaya çıkıyor; Eski ve Yeni Şehir. Tarihi limanla birlikte dokusu bozulmamış gibi görünen şirin ve sevimli bir şehir bizi bekliyor anlaşılan. Biz de fazla bekletmiyoruz ve otobüse atlayıp merkeze gidiyoruz.

Nafplio’da sokaklar çok güzel ama en ünlüsü olan Vasileos Konstantinou bir başka güzel…

Mora Yarımadasında bulunan Argolis yönetsel bölgesinin başkenti olan Nafplio’nun nüfusu yaklaşık 15.000. Efsaneye göre denizler tanrısı Poseidon’la Argos kralı Danaos’un kızı Amymone’un oğulları Nafplios tarafından kurulmuş. Spartalılar, Bizanslılar, Frenkler, Venedikliler derken şehir 1540’da Osmanlıların eline geçmiş. 1686’da Venedikliler şehri yeniden ele geçirmiş ve bu süreçte Palamidi’yi inşa etmişler. İnşaat bitmiş, ertesi yıl Osmanlılar şehre yeniden hakim olmuşlar ve 1822’de elde edilen bağımsızlığa kadar şehri yönetmişler. Nafplio, 1828-1834 yılları arasında bağımsız Yunanistan’a başkentlik yapmış. Sonradan başkent Atina’ya taşınınca bir süre önemini kaybetmiş gibi görünsede 20. Yüzyılın ikinci yarısı ile birlikte turizm, balıkçılık ve liman merkezi özelliğini kazanmış.

Saat 12.00 gibi otobüsümüz bizi liman bölgesinde bırakıyor. Limana bakan Philellion Meydanı ile şehre bakınca bizdeki tipik sahil kasabalarının havası olduğunu söylemeliyim. Manzarayı bozan tek görüntü biraz önce gezerken inşaatını gördüğümüz 5 yıldızlı otel binası. Merkezdeki Syntagma Meydanına kadar toplu olarak yapılan kısa bir rehberli yürüyüş sonrasında 2 saatlik serbest zaman veriliyor. Biz de farklı gruplara ayrılarak kasabayı gezmeye devam ediyoruz.

Üç Amiraller Meydanı…

Nafplio biraz Plaka’yı andırıyor. Onun daha büyük bir versiyonu gibi ama en az Plaka kadar güzel olduğunu söylemem lazım. Nafplio’nun kalbi, tıpkı Atina’da olduğu gibi, Syntagma Meydanı. Neredeyse tüm anıtsal binalar ya bu meydanda ya da bunu kesen sokaklarda yer alıyor. Meydanın zemini tamamen mermerden inşa edildiği için nefis bir görsellik sunuyor. Daha çok neoklasik tarzda inşa edilmiş tarihi binalar, alt katlarındaki restoran ve kafelerle bütünleşmiş durumda. 19. Yüzyıl mimarisinin en güzel örneklerinden birisi olarak kabul edilen meydanın batı tarafı tamamen Arkeoloji Müzesine ayrılmış. 1713’de Venedikliler tarafından cephanelik olarak inşa edilen bina askeri karargâh olarak da kullanılmış. Uzun yıllar restorasyon süreci nedeniyle kullanılmayan bina 2009 yılında müze olarak faaliyete geçmiş. Antik dönemden yakın çağlara kadar pek çok kıymetli eseri bünyesinde barındıran Müzenin giriş ücreti 3 €.

Nafplio’dan kareler…

Arkeoloji Müzesinin sol tarafında üst bölümde bir cami dikkatimi çekiyor. “Vouleftikon” ya da “Parlamento” olarak adlandırılan gri taş bina Osmanlılar tarafından 1730 yılında camii olarak inşa edilmiş. 1825 yılında bağımsızlıkla birlikte ilk Parlamento binası olarak kullanılmış. Sonrasında pek çok tarihi yapıda gördüğümüz gibi hapishane olarak da kullanılmış. Bugün konser ve gösterilerin düzenlendiği yapının hemen arka tarafındaki bitişik bina ise zamanında medrese görevi görmüş.

Meydanın diğer tarafının sonundaki köşede tarihi Trianon yer alıyor. 1500’lerin sonlarına doğru cami olarak inşa edilen yapı Nafplio’nun en eski yapılarından birisiymiş. Osmanlı zamanında Ağa Camii olarak bilinen ve bugün için yerel tiyatroya ev sahipliği yapan binanın şimdiki adının cami ile bir ilgisi yokmuş. Sadece çok eskilerde burada sahnelenen bir oyunun adından alıyormuş ismini. 1930’larda inşa edilen Ethniki Trapeza, meydanın banka binası. Miken saraylarından esinlenerek yapılan bina meydanın estetiğini artırıyor.

Nafplio’dan kareler…

Syntagma Meydanını bol bol fotoğrafladıktan sonra şehrin en keyifli sokaklarından birisi olan Vasileos Konstantinou boyunca yürüdük. Yüksek sezonda trafiğe kapalı sokak boyunca üstünüzde begonviller, neoklasik binalar, balkonlardan neredeyse yerlere sarkan çiçekler, kuyumcular, yerli hediyelik eşya satan dükkanlar ve şirin kafeler bize eşlik ediyor. Yolun sonu Platia Trion Navachon’a çıkıyor. Ya da daha bilindik ismiyle “Üç Amiraller Meydanı”. 1827 yılında Osmanlılarla Navarin’de savaşan ve galip gelen İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının komutanlarına atfen isimlendirilen meydan çok büyük değil. Meydanda, orijin olarak Yunanistan’ın ilk yüksek okul binası olarak inşa edilmiş olan şimdiki Belediye Meclis Binası, bir zamanlar Yunanistan’ın ilk kralı Otto’ya ev sahipliği yapan ancak 1929’daki yangında yok olan saray yerinde bulunan Otto Heykeli, diğer köşede yer alan mermerden Kaposistrais Anıtı ve Yunanistan bağımsızlık mücadelesinin önemli şahsiyetlerinden birisi olarak kabul edilen Dimitros Ypsilandis’in anıtı yer alıyor.

Nafplio’dan kareler…

Üç Amiraller Meydanının devamında Kolokotronis Parkı yer alıyor. Osmanlılar zamanında park olarak inşa edilen alan Yunanistan bağımsızlığını kazanınca tren istasyonuna ev sahipliği yapmış. 1963 yılında tren istasyonu kapatılmış ve yeniden park olarak düzenlenmiş. İstasyon binası bugün için Müzik Okuluna ev sahipliği yapıyormuş. Parkın farklı noktalarında kafeler ve restoranlar yer alıyor. İnsanlar buralarda oturmuş harika bir sonbahar gününün keyfini çıkarıyorlar.

Bu sefer kendimi ara sokaklara attım. Taş binaların arasında salınan dar sokakları gezerken müthiş bir keyif aldığımı söylemeliyim. Bazı sokaklar yukarıdaki kaleye doğru yol alırken bazıları da labireant gibi birbirini kesiyor. Bu arada dikkatimi çeken bir şeyi de paylaşmam lazım. Şehir genel olarak meydanları ve sokakları ile pırıl pırıl. Çok büyük bir şehir olmadığı için belki normal bir durum olabilir ancak ne mekanlar gördüm ki pislikten geçilmiyordu. Bu özelliğin Nafplio’da öne çıktığını söylemem lazım.

Nafplio’dan kareler…

Sonrasında liman bölgesinde yürüyüş yaptım. Limanın son bölgesinden, şehrin üçüncü kalesi olarak kabul edilen Bourtzi’yi izledim. Bourtzi, denizin ortasındaki küçük bir adada bulunuyor. Venedikliler tarafından 1471 yılında şehrin savunması için inşa edilen minik kale günümüze gelene kadar pek çok farklı amaçla kullanılmış. Palamidi Kalesinin hapishane olarak kullanıldığı dönemlerde cellatların ikametgahı olarak da işlev gören Bourtzi, sonradan otel ve restoran olarak kullanılmış. Kaleye girişücretsiz ancak ulaşmak için minik teknelere 5 € ödemeniz gerekiyor.

Gezi sırasında bir ara karnımız acıkınca Levent ağabeylerle bir kafeden tost (1,50 €), ıspanaklı börek (1,50 €) ve kahve (1,90 €) aldık. Nafplio’nun keyifli bir şehir olduğunu söylemem lazım. Eğer yolunuz Atina tarafında düşerse ve zamanınız varsa Nafplio’yu görmenizi tavsiye ederim. Ancak siz siz olun mutlaka iki saatten fazla zaman ayırın. Emin olun buna değecektir.

Liman’dan Bourtzi manzarası…

14.15’de limanda bekleyen otobüslerimize binerek yola çıktık. Atina’ya vardığımızda saat 16.00’yı gösteriyordu. Bir grup Arkeoloji Müzesine gitmek için otobüsten indi. Bir başka grup Lycabetus Tepesini ziyaret etmek için ayrıldı. Ben, Arzu, Levent ağabeyler ve Serpil Abla otelin yukarısındaki cadde boyunca yürüdük. Merkezdeki bazı yerlere göre daha bakımlı, temiz ve elit görünen bir semt olduğu kesin. Çocuklar sipariş verdikleri için bu bölgede yer alan Alman market zinciri Lidl’a geldik alışverişimizi yaptık. Yorgunluk atmak için cadde üzerindeki Mikel Kafede uzun uzun sohbet ettik. (Latte 3,50 €, greek kafe 2,50 €, minik pasta ve kurabiyeler müesseseden).

Kahve keyfimizi tamamlayıp otele döndüğümüzde saat 19.30 olmuştu. Kısa bir dinlenme molasından sonra saat 21.00’de otelin lobisinde akşam yemeği için toplandık. Programda Yunan müziği eşliğinde keyifli bir yemek var. Niki’nin özel organizatörlüğünde gerçekleşecek yemek için beklentimiz büyük. Zira Niki “harika bir akşam olacak” diye sık sık söylemişti.

Gezimizin harika geçmesini sağlayan Niki’ye kucak dolusu teşekkürler…

Restoranımız Gefsis Tou Diogeni. Sahibi Giritli olduğu için Yunan ve Girit mutfağından örnekler sundular. Nefis etler, salatalar, mezeler, şişe şişe uzo ve elbette sınırsız Yunan müziği ve eğlence. Geceyarısına kadar vur patlasın, çal oynasın dercesine herkes çok eğlendi. Hani gece bitmesin dersiniz ya aynen öyle oldu. Niki ve Stavro bize geleneksel danslarla ilgili keyifli örnekler sundular. Biz de mütevazi biçimde eşlik etmeye çalıştık. Müthiş gecenin sonunda otele döndüğümüzde saatler 01.30’u gösteriyordu. Ertesi gün dönüş yolculuğu olduğu için biraz daha uyuma fırsatımız olacaktı. Keyifli bir seyahatin daha sonuna gelmiştik.

Atina… Avrupa’nın kadim başkenti. Antik çağlardan günümüze gelen şehir. Pek çok açıdan bize benzediğini daha önce de söylemiştim. Biraz İzmir, biraz Ankara, araya da Ege deki sahil kentlerinden serpiştirin işte size Atina. Ben Atina’yı sevdim. Zaten bugüne kadar ziyaret ettiğim hiçbir Yunan şehrinden mutsuz olarak ayrılmadım. Daha önceki kısa ziyaretimde bir gün daha uzun süreliğine geieceğime kendi kendime söz vermiştim ve sözümde durdum. Bence sizde kendinize bir söz verin ve bir hafta sonu kaçamağı da olsa Atina’yı ziyaret edin. Hatta bu kaçamağa Nafplio’yu da ekleyebilirsiniz. Eminim pişman olmayacaksınız.

Seyahatle kalın...






 Yazılan Yorumlar...
hakangeziyor
(24 Mayıs 2016)
Sevgili Tamer, Yunanistanı seviyorum, çevremdekilere de tavsiye ediyorum. Hatta daha ileri giderek Eylül ayında 46 kişilik bir grupla Selanik-Kavala turu yapmaya karar verdik. Bu sefer sirtaki dersleri almayı dahi düşünüyorum:)
TAMER
(22 Nisan 2016)
Sevgili Hakan yine belli ki çok keyifli bir gezi olmuş, yaşarken almış olduğun o tadı kaleminle anlatırken aynen hissettiriyorsun. Atinayı henüz görmek kısmet olmadı ama gezdiğim tüm Yunan Adalarında ve Selanikte, Kavalada seninle aynı görüşleri paylaşarak bende mutlu olmuştum. O kültürü bende çok seviyorum. Yazın bana en kısa zamanda bir Atina programı yaptıracak bence... Sevgiler