Endülüs'ün Farklı Yüzü: Malaga ve Marbella...


Grup gezilerimizi yapmaya başladığımız ilk günden itibaren pek çok gezi dostumuz İspanya’nın Endülüs bölgesine planlanacak bir geziyi beklemekteydi. Öyle ki iş yerinde, dost sohbetlerinde konu dönüp dolaşıp Endülüs gezisinin ne zaman yapılacağına geliyordu. Nihayet hazırlıklar aylar öncesinde başladı. Her zamanki gibi önce uçak bağlantıları yapıldı, sonrasında Yamaç Turun profesyonel desteği içinde gezi programı en ince detayına kadar hazırlandı, oteller, rehber derken 30 Nisan’da başlayacak ve 6 gece sürecek olan gezi programı kesinleşti. Malaga, Marbella, Sevilla, Cordoba ve Granada’yı kapsayacak gezinin maliyeti 1260€ çıktı ve 41 kişilik ekiple gezi anını beklemeye başladık.

THY’nin Ankara’dan kalkan 06.25 uçağıyla önce İstanbul’a sonrasında da 08.50 uçağıyla Malaga’ya hareket ettik. Malaga uçağımız uçuştan kısa bir süre önce değişmiş ve daha çok kıtalararası uçuşlar gerçekleştiren oldukça büyük bir uçakla seyahat ettik. Orta bölümde dörtlü, her iki yanda da ikişer koltukla büyük uçakta yolculuk oldukça güzel geçti. Tekerlekler Malaga Havalimanına temas ettiğinde saatler 12.30’u gösteriyordu.

Gezi ekibimiz toplu halde Malaga’nın en hareketli yerlerinden birisi olarak kabul edilen Merced Meydanı’ndaki Picasso heykelinin orada…

Malaga Havalimanında pasaport kontrolü biraz sıkıntılı geçti. Aktif olarak çalışan iki bankoda işlemlerimizin yapılması neredeyse bir saati buldu. Bunun üstüne bagaj alma yerini bulmak ve bagajlarımızı teslim almanın da hiç kolay olmadığını söylemem lazım. Grup kalabalık olunca herkesin işlemlerini tamamlaması ve dışarıya çıkması bir buçuk saatten fazla zaman aldı. Dışarıya çıktığımızda rehberimiz Murat beyin elinde Yamaç Tur tabelasıyla bizi beklediğini gördüm. Gezi planı ilk yapıldığında Yamaç turun sahibi Sadi Bey hemen İspanya’dan Murat beyi aramış ve gezi için onu ayarlamıştı. Bu yaptığının ne kadar doğru olduğunu gezi boyunca anladım. Murat Bey’in eşi İspanyol ve uzun yıllardır Madrid’de yaşıyor. Rehberlik tutkusu üniversite yıllarında başlamış ve bugüne kadar gelmiş. Oldukça donanımlı bir insan olduğunu söylemeliyim. Zaman zaman çabuk gerilse de genel olarak neşeli ve keyifli bir insan. İyi ki Endülüs gezimizi birlikte yapmışız diyebilirim.

Marbella’nın tarihi bölgesinde yer alan dar sokaklardan ilerlediğinizde portakal ağaçları ile süslenmiş dikdörtgen biçimindeki Portakallar Meydanı ile karşılaşıyorsunuz…

Endülüs gezimize başlamadan önce genel olarak İspanya ile ilgili birkaç bilgi vermekte yarar var. Afrika ile Avrupa’yı birbirine bağlayan İspanyanın nüfusu yaklaşık 50 milyon. Parlamenter monarşi ile yönetilen İspanya’da siyasi sorumluluğu bulunmayan bir kral var. 17 otonom bölge, kendi parlamentoları ve hükümetleri ve seçilmiş valileri bulunuyor. İç savaşın izleri ve devamında 37 yıl süren Franko diktatörlüğü uzun yıllar ülkeyi dış dünyaya kapatmış ve kapalı bir toplum yaratmış. 1978 yılında gerçek anlamda demokrasi ile tanışan İspanya, AB’nin de katkılarıyla, son 30-35 yılda ekonomik anlamda büyük bir gelişme göstermiş. 1980 yılında milli gelir 2500 dolar civarında iken 2015’lerde bu rakam 29.000’lere ulaşmış. Bir zamanlar Avrupa’nın köylüsü olarak bakılan ülke bugün itibariyle Avrupa’nın 5., dünyanın ise 9. büyük ekonomisi haline gelmiş. Bu refah düzeyi sosyal hayata da yansımış, vatandaşlarının temel sorunlarını çözmüş, orta sınıfı güçlü ve kendisine gıptayla bakılan bir ülke haline gelmiş. 

Portakallar Meydanı, ön cephesinde bayraklarla süslenmiş tarihi Belediye binasına da ev sahipliği yapıyor…

Saat 14.00’de toplandık ve bodrum katta bizi bekleyen otobüsümüze doğru yollandık. Gezi boyunca bizimle birlikte olan şoförümüz Jose bizleri bekliyordu. Bavullar yerleşti ve Endülüs gezimizin ilk durağı olan sahil beldesi Marbella’ya doğru hareket ettik.

Malaga’ya yaklaşık 60 km mesafede bulunan Marbella, İspanya’nın güneyinde, Costa del Sol bölgesinde yer alan bir şehir. Yaklaşık 140.000 nüfusu olan şehir Mağribiler tarafından 6. Yüzyılda ele geçiriliyor. Onların gelmesiyle birlikte portakal, limon ve şeftali ağaçları da buraya getiriliyor. Yaklaşık 900 yıllık Arap egemenliği 1485 yılında Ferdinand tarafından sona erdirilmiş ve Halife Muhammed Abuenza şehrin anahtarlarını Ferdinand’a teslim etmiş. Yıllar içinde bir tarım ve liman kasabası olarak bilinen Marbella, 1940’lara kadar küçük, yaklaşık 10.000 nüfuslu şirin bir sahil kasabası iken 1950’li yılların sonlarından itibaren deniz turizminin keşfedilmesiyle birlikte farklı bir kimliğe bürünmüş. İnanılmaz bir pazarlama stratejisiyle başta Avrupa olmak üzere tüm dünya Marbella’yı tanımış ve turizmden büyük gelir elde etmiş. Uzun yıllar devam eden akın yeni yerlerin keşfedilmesiyle Marbella’ya olan ilgiyi bir miktar azaltsa da bugün de Avrupa’nın önemli turizm beldelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Aslında bu keşifle ilgili enteresan bir hikaye de var: 1946 yılında bölgeyi ziyaret eden prens Alfonso de Hohenlohe’nin Rolls Royce marka arabası Marbella yakınlarında bozulunca, Prens mecburen burada konaklamak zorunda kalmış. Bu sırada bölgeyi çok beğenen prens buradan araziler satın alarak oteller inşa ettirmiş. Avrupa sosyetesi ile de arası iyi olunca onları da bu bölgeye davet etmiş ve Marbella patlamış gitmiş. Kısmetten başka ne denir ki…

Mavi saksılarla bezenmiş duvar bizi Carmen Sokağına çıkarıyor. Tarihi bölgenin her köşesi gizli bir hazine gibi macera severleri bekliyor…

Marbella’yı iki farklı kategoride ele almak lazım. Birisi tarihi şehir merkezi ve eski şehir bölgesi. Diğeri ise şehirden yaklaşık 7-8 km uzaklıkta olan ve Puerto Banus adı verilen liman bölgesi. Burası küçük bir yer ama birbirinden lüks yatların ve otomobillerin bulunduğu, Avrupa’nın zengin turistlerinin upuzun plajlarda sere serpe güneşlendiği bir tatil bölgesi. Rehberimiz Murat beye göre, dünyanın kara para zenginlerinin, Rus mafyasının ve Arap yarımadası şeyhlerinin uğrak mekanı. Özellikle kendi ülkelerinde vatandaşlarına her şeyi yasaklayan Arap Emirlerinin keyif yaptığı, paralarının ne kadar olduğunu sayamayan insanların para harcadığı bir yer. Öyle ki burada yaptırdığı saray ve camide iki ay boyunca kalan ve sadece güvenlik hizmetleri için 200 milyon dolar para harcayan zengin şeyhler varmış. Ne diyelim, zenginin malı züğürdün klavyesine uzanan parmaklarını yorarmış…

Kilise Meydanı’nın adı doğal olarak Enkarnasyon Kilisesi’nden geliyor. Şehrin koruyucu azizi olarak kabul edilen Aziz Bernabe’nin heykeli de burada…

Gezimizin ilk durağı Marbella’nın eski şehir adı verilen tarihi bölgesi. Otobüsten indikten sonra alt katlarında hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu sağlı sollu beyaz evlerin arasından geçerek tarihi bölgenin tam ortasındaki Portakallar Meydanı’na (Plaza de Los Naranjos) ulaştık. Gruptaki herkes içinde bulunduğumuz sakinlik, doğallık ve güzellik karşısında etrafı hayran hayran izlemeye başladı. Rehberimiz Murat Bey meydan ve genel olarak eski şehirle ilgili bilgi verdikten sonra yaklaşık 1 saatlik serbest zaman verildi. Herkes meydan ve etrafındaki sokaklara dağılırken ben de elimde kameram kendimi dar sokaklara attım.

Öğlen saati olması ve hava sıcaklığının da etkisiyle Marbella tarihi bölgedeki dar sokaklar bomboş…

Ferdinand kansız bir şekilde Marbella’yı ele geçirdikten sonra Müslümanların izlerini silmek için “medina” denilen eski mahalleleri yıktırarak bugünkü tarihi şehri ve Portakallar Meydanı’nı inşa ettirmiş. Kimi zaman Anayasa Meydanı, kimi zaman da 2. Isabel Meydanı olarak anılan küçük meydanın ortasındaki minik parkın her tarafında, portakal ağaçları bulunuyor. Zaten meydan da ismini bunlardan alıyor ve resmi olarak da adı bu. Meydandaki kafelerin şemsiyeleri de ismine uygun olarak turuncu renkte bezenmiş. Dikdörtgen biçimindeki meydan 1485 yılına tarihleniyor. Beyaz boyalı evlerin yanında meydanda üç önemli yapı var: Belediye Binası, Eski Vali Konağı ve Santiago Şapeli. Meydanın tam ortasında ağaçların arasında Kral Carlos 1’in küçük bir heykeli bulunuyor.  

Endülüs sokaklarında herhangi bir gösteri ya da eğlenceden dönen yerel kıyafetli insanları görmek oldukça sıradan bir durum. Vaktiniz varsa Marbella sokaklarında faytonla da gezinti yapabilirsiniz…

Üç farklı bayrak dalgalanan iki katlı Belediye Binası 1568 yılında inşa edilmiş. Balkondaki saksılarda yer alan çiçeklere bakarsanız buranın resmi bir bina olduğunu söylemek oldukça güç. Daha çok tarihi bir bina, belki de bir müze olduğunu düşünebilirsiniz. 19. Yüzyılda bir süre hapishane olarak kullanılan yapının içinde turizm danışma ofisi var. Buradan şehirle ilgili bilgileri ve küçük bir turistik harita alabilirsiniz.

Belediye binasının karşı tarafındaki köşede, minik havuzun hemen yanında yer alan küçük kilise Santiago Şapeli. 1522 yılında inşa edilmiş olan şapel, şehirdeki en eski dini yapı olarak biliniyor. Kapısının üzerinde çarmıha gerilmiş İsa rölyefi ve sarı/turuncu renkle süslenmiş yapısıyla oldukça şirin bir görüntüsü var. İçeride azizlerin heykelleri ve diğer dini figürler bulunuyor.

Kaptan şoförümüz güleryüzü ile gezi boyunca bizlere eşlik etti. Marbella’nın sahil ve lüks tarafında geldiğimizde tarihi bölgeden eser kalmadığı o kadar net anlaşılıyordu ki…

Portakallar Meydanına açılan dar ve kısa Chinchilla Sokağına girdiğimde yolun sonu beni beyaz duvarın üzerindeki mavi saksılardaki kırmızı çiçeklerle süslenmiş Carmen Sokağına çıkardı. Sağa doğru ilerleyince eski şehrin bir diğer önemli yerlerinden birisi olan Kilise Meydanına ulaştım. Buradan geçen Trinidad Sokağına paralel biçimde uzayan ve arka taraftaki Portada Sokağına kadar giden surlar Mağribiler döneminden bugüne ayakta kalabilmiş. Meydanın adı, elbette burada bulunan Church of Our Lady of the Incarnation (Iglesia Mayor de la Encarnación) Kilisesinden geliyor. Kilise’nin tarihi 1505 yılına dek gidiyor ancak 1712 ve 1756 yıllarında ciddi değişimler geçirmiş. Turuncu renklerle süslenmiş kilisenin 1975 yılında monte edilen orgu İspanya’nın en önemlilerinden birisi olarak kabul ediliyor. Hemen giriş kapısının önünde şehrin koruyucu azizi Bernabe’nin heykeli var.

Puerto Banus’un farklı bir dünya olduğu kesin…

Eski Şehrin dar sokaklarında amaçsızca dolaşmak insana büyük bir keyif veriyor. Küçük ve neredeyse birbirine dokunacak kadar yakın balkonlardan sarkan begonviller ve adını bilemediğim başka çiçeklerle birlikte rengarenk bir cümbüş var. Aralara serpiştirilmiş kafe ve restoranlarda insanlar yorgunluklarını atmaya çalışıyorlar. Küçük bölgenin hangi sokağına girersem gireyim mutlaka gruptan birileriyle karşılaşıyorum. Küçük bir selamlaşma sonrası keşfimi tamamlamak için acele ediyorum. Zira zaman kısıtlı ve hiçbir şeyi atlamamaya çalışıyorum. Neden böyle yaptığımı da bilmiyorum aslında. Başkaları gibi meydanın ortasında veya çevresinde dizilmiş kafelerde soluklanıp keyfini çıkarmaktansa önce gezimi tamamlıyor sonra onlara katılıyorum. Bu da benim tarzım olsa gerek…

Minik gezimi tamamladıktan sonra yeniden Portakallar Meydanına çıktım. Arzu’ların oturduğu Las Naranjas kafede kısa bir soluklanıp meydanı seyre devam ettim. Dingin ve huzurlu bir ortam var. Gruptaki herkes bir tarafa çekilmiş, bu huzurun keyfini çıkarmaya çalışıyor. Kafede otururken masada bulunan menüyü de karıştırmadan yapamıyorum: Sandviçler 4-6 €, kahveler 2-2,5 €, kalamar 8 €, biralar 4-5 €.

Alabildiğince uzun plajlar Marbella’yı ve Puerto Banus’un her kesimiz gözdesi haline getirmiş…

Bir saatlik serbest zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçince yeniden buluştuk ve otobüsümüz hareket ettiğinde saat 15.45’ti. Yaklaşık 10 dakikalık kısa bir yolculuk sonrasında sosyetenin gözbebeği olarak bilinen Puerto Banus’a ulaştık. Öğle yemeğini de burada verilecek serbest zamanda alacağımız için Murat beyle birlikte liman boyunca kısa bir yürüyüş yaparak buluşma yerini öğrendik. Eski Şehir bölgesinden farklı olarak burada pek de tarih yok. Limanın sonundaki Fener’i saymazsanız hiç yok da diyebiliriz. Uzun bir plaj, bolca lüks yat, deniz kenarına kat kat sıralanmış beyaz evler, arka arkaya görebileceğiniz özel seri Ferrari ve Mustang otomobiller, bikinileri ile yollarda boy gösteren güzel kızlar, buralara kadar gelen insanlara hizmet vermeyi bekleyen ucuz ya da pahalı kafe ve restoranlarla dolu eğlenceli bir yer. Gece eğlencelerinin sabahlara kadar devam ettiği, bazı mekanlara giriş ücretlerinin 100 €’ya dahi çıkabildiği değişik bir mekan. Aslında bizim Bodrum, Çeşme gibi tatil beldelerinden pek de farkı yok.

Limanın uç noktasındaki ana fener binası bölgenin en eski yapısı olarak biliniyor. Sokaklar düzenli ve temiz, sıcaklarda insanlar kafelerde toplanıyor…

Gerek sahil tarafında yatların yanında gerekse de arka sokaklarda biraz dolaştık. Tarihi bir esprisi olmayan liman bölgesi özellikle sabahlara kadar süren eğlencelerle anılıyor. Henüz mayıs ayının ilk günleri olmasına rağmen insanlar şimdiden yakıcı güneşin keyfini sürmeye başlamışlar. Fazla zaman kaybetmemek için aperatif bir şeyler yemek adına ara sokakta bulunan Donna Kebap’ta bir şeyler atıştırdık. Farklı türdeki fastfood tarzı sandviç ve tostların fiyatları 5-9 €, içecekler de 2-4 € arasında değişiyor. Biraz daha dolaştıktan sonra buluşma noktamıza geldik. Otobüsümüzün hareket saati 18.00 ve istikamet “Beyaz Evler” in örneklerini görebileceğimiz Mijas Köyü.

Beyaz evler konseptinin en keyifli yerlerinden birisi Mijas.…

Programı hazırlarken ana merkezlere yakın gezilebilecek yerler olup olmadığını araştırmış ve o zaman tespit etmiştim Mijas köyünü. Marbella’ya mesafesi yaklaşık 20 km ve Malaga-Marbella arasında yer alıyor. Yolculuğun zamanında gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilemediğim için bu köyle ilgili düşüncelerimi sadece rehberimiz Murat beyle paylaşmıştım. Her şey yolunda gidince vaktimiz kalmış olduğundan Murat beyle anlaşarak tüm ekibe sürpriz olacak şekilde Mijas’a uğramayı kararlaştırmıştık.

Plakalı “burro”lar, yani eşeklerle ulaşım isterseniz ya doğrudan üzerine biniyor ya da faytonu kullanıyorsunuz…

Mijas Köyü, “Beyaz Evler” yani “Las Casas Blancas” ın şirin örneklerinden birisi. Beyaz Evler dediysem öyle bizdeki tek katlı köy evleri aklınıza gelmesin. Gerçi bir zamanlar öyleymiş ama sonradan Avrupa’nın zenginleri buralardaki evleri satın alıp tadilat yapmışlar. Bayağı lüks konutlar ortaya çıkmış ama dışarıdan bakıldığında eski mimari özenle korunmaya çalışılmış. Bir tepenin yamaçlarına konuşlanmış Mijas bembeyaz evleri, “burro” adı verilen ve taksi olarak da kullanılan “plakalı” eşekleri, otantik çarşısı ve muazzam Costa Del Sol manzarası ile öne çıkıyor. Köyün ana meydanında yapılan kaldırım düzenleme çalışmaları ile yaz dönemine hazırlandığını görebiliyorsunuz. Plaza Nazareno’da seramik tabaklar ve vazolarla süslenmiş duvarları seyretmek oldukça keyifli. Biraz ileride yer alan Plaza de Torros’daki küçük havuz havayı serinletmeye yetiyor. Özellikle küçük mağara şapelin oradaki kafede oturup muazzam manzarayı seyre dalmak insanı ayrıca mutlu ediyor. Ben de diğer arkadaşlar da Mijas’dan büyük keyif aldığımızı söyleyebilirim. Yolunuz bu taraflara düşerse bir saatlik kısa bir mola verebilirsiniz. İnanın pişman olmayacaksınız. Özel aracınız yoksa Torremolinos kasabasından 121 no2lu otobüslerle Mijas’a gelmeniz mümkün.


Saatler akşamüzeri olduğu için iyice sakinleşen küçük kasabanın dar sokaklarında dolaşmak oldukça keyif verici. Gezi ve fotoğraf işlerini tamamladıktan sonra su sesleri ile insanı rahatlatan manzaralı kafenin oradaki mağara şapeli ziyaret edebilir ve kahve eşliğinde nefis Costa del Sol’u izleyebilirsiniz…

Malaga’da iki gece konaklayacağımız otelimiz aslında Terremolinos’da. Burası Malaga’ya yaklaşık 15 km mesafede tipik bir sahil şeridi kasabası. Malaga’yı Antalya’ya benzetirsek buranın da bizim Kemer ya da Belek gibi bir yer olduğunu söyleyebilirim. Türkiye’den bu taraflara gelen pek çok turizm firması Malaga konaklamalarını bu bölgede yapıyorlar. Fiyatlar Malaga merkeze göre oldukça uygun. Yıldız ve konumuna göre iki kişilik odalarda 40-80€ bandında konaklayabiliyorsunuz. Genel olarak fiyatlandırma yarım pansiyon olduğu için akşam yemekleri de açık büfe şeklinde alınabiliyor. Bu yüzden de upuzun harika sahili ve güzel otelleriyle hem cazip hem de ekonomik bir alternatif olarak karşımıza çıkıyor. 

Panoramik Costa Del Sol manzarası…

Otelimiz, ünlü Melia grubu bünyesinde faaliyet gösteren Sol House Aloha. Dört yıldızlı otel ünlü Carihuela Sahilinde ve meşhur yürüyüş yolu olarak bilinen Paseo Maritimo’nun kıyısında yer alıyor. Aynı zamanda yatlarla bezenmiş Puerto Marina’ya da oldukça yakın. Odalar gayet güzel, temelde deniz tatili düşünülerek yapılması nedeniyle çocuklu aileler unutulmamış ve otelin büyük bölümü birbirine geçmeli iki oda olarak tasarlanmış. Banyo, havlular, çarşaflar pırıl pırıl. Denize sıfır olmasının yanında ön tarafında yetişkinler ve çocuklar için havuzlar bulunuyor. Bizim de konaklamamız yarım pansiyon olduğu için açık büfe akşam yemeğine indik. Oldukça zengin bir açık büfesi olduğunu belirtmeliyim. Birkaç çeşit et, deniz ürünleri, sebze yemekleri ile beklentilerin çok üzerindeydi. Tatlı bölümü biraz zayıf kalsa da çeşit çeşit meyveler bu eksikliği fazlasıyla kapattı. 

İrice çipuralar gerçek odun ateşinde yavaş yavaş pişirildikten sonra servis ediliyor. Sahil boyunca kumdan yapılmış figürleri izlemek ayrı bir keyif elbette…

Sabaha karşı yollara koyulmuş olsak da yemekten sonra metrelerce uzanan Carihuela Sahil yolunu görmemek olmazdı diyerek saat 22.00 gibi Levent ve Necip abilerle dışarıya çıktık. Trafiğe kapalı yürüyüş yolunda sıra sıra oteller, kafeler, restoranlar, seyyar satıcılar kısaca ne ararsanız var. Kömür ateşinde pişirilen balıkları bir gurme edasıyla!! inceledikten sonra upuzun kumsalın belli noktalarında bir tür “sanat eseri” olarak nitelendirebileceğim kumdan yapılmış farklı figürleri görmek de ayrıca büyük keyif verici. Sahildeki marketten su ve buna benzer ihtiyaçlarınızı karşılayabiliyorsunuz. Yaklaşık iki saatlik yürüyüşten sonra gece yarısına doğru otele döndüğümüzde oldukça yorgun ama keyifli bir yolculuğun başlangıcında olarak yataklara uzandık. Hemen uyumuşum…

Temel amacı kasabayı savunma olan Gibralfaro denizden yaklaşık 130 metre yükseklikte…

Endülüs gezimizin ikinci gününde programımızda Malaga var. Sabah kahvaltımızı yapıp otobüsle hareket ettiğimizde saatler 09.00’u gösteriyordu. Yaklaşık 15 km lik kısa bir yolculuktan sonra Malaga’ya vardık. Öncelikle liman bölgesi dahil otobüsle panoramik bir şehir turu yaptık. Limanda verdiğimiz kısa bir fotoğraf molası ile Murat beyden şehir hakkında genel bilgileri aldık. Malaga, yaklaşık 600.000 nüfusu ile Sevilla’dan sonra Endülüs’ün ikinci, Costa Del Sol bölgesinin ise en büyük liman şehri.  Fenikeliler zamanında “Malaka” yani balıkların tuzlandığı yer olarak bilinen şehir tarih boyunca her daim ticaretin önemli bir merkezi olmuş. 8. Yüzyılda başlayan Arap hakimiyeti 1487 yılına kadar devam etmiş, sonrasında Hristiyan kralların egemenliğine girmiş. Arapların Malaga için “yeryüzündeki cennet” ifadesini kullandıklarını okumuştum. Son 60 yıldaki turizm patlamasıyla kabuk değiştiren şehir özellikle Avrupa’da pek çok insanın favori tatil mekanları arasına girmiş. Türkiye’den bölgeye uçma imkanı olan tek şehir olduğu için Endülüs gezilerinin de olmazsa olmaz mekanlarından birisi haline gelmiş. Malaga’nın sanatsal açıdan da çok önemli bir tarafı var kuşkusuz. Ünlü ressam Pablo Picasso’nun doğduğu yer.

Askeri müzenin içinde Malaga’nın eski tarihlere uzanan minik bir maketini ve askeri personele ait bazı malzemeleri görmek mümkün…

Limandaki kısa fotoğraf turumuzdan sonra yukarıda tepelik bölgede yer alan Gibralfaro’ya doğru devam ettik. Gibralfaro, aynı isimli yaklaşık 130 metre yükseklikteki tepede Granada Sultanı 1. Yusuf tarafından 1340 yılında inşa ettirilmiş bir kale. Temel amacı savunma ve  “Alcazaba” denilen kasabayı korumak. Daha öncesinden deniz feneri olarak da kullanılmış. Zaten “gebel-faro”nun anlamı “ışık evi” demekmiş. 1487 yılında Ferdinand şehri ele geçirmesine rağmen kaleye çekilen yerliler yaklaşık 3 ay boyunca direnmişler ancak sonunda açlığa boyun eğmek durumunda kalmışlar. Kale bir süre Ferdinand’ın geçici ikametgâhı olarak kullanılmış. Uzun yıllar bölgenin zaptedilmesi en zor kalesi olarak bilinmiş. İki sıra surlar, 8 farklı noktadaki kuleler ve Alcazaba’ya geçiş imkanı veren gizli patikalarla oldukça korunaklı bir konumda bulunuyor. Kale esas olarak iki bölüme ayrılmış. 17 metrelik Ana Kule’nin (Torre Mayor) yer aldığı üst taraf bugün için küçük askeri bir müzeye de ev sahipliği yapıyor.

Etrafı surlarla çevrili Gibralfaro’nun hemen alt tarafında bir zamanların ana yerleşme yeri olan Alcazaba bulunuyor…

Gibralfaro Kalesinin gezmek isterseniz iki tür bilet alabiliyorsunuz. Eğer sadece Kaleyi gezmek isterseniz adam başı 2,20€ ödüyorsunuz. Kale ile birlikte eski kasaba olan Alcazaba’yı da gezmek istiyorsunuz bu sefer 3,55€ ödemek durumundasınız. Gişenin kapalı olduğu durumlarda kullanabilmek için otomatik bilet makinesi bulunuyor ve parayı atıp biletinizi alıyorsunuz. Normal şartlarda Gibralfaro’dan Alcazaba’ya yürüyerek geçilebiliyormuş ancak son dönemde bu geçişi kapatmışlar. Bu yüzden Alcazaba gezisini sonraya bıraktık. Kalenin içindeki askeri müze önce Kale Cami, sonra Aziz Luis Kilisesi, sonra da cephanelik olarak kullanılmış. Bugün için müzede o dönemdeki Malaga’nın temsili bir maketi bulunuyor. Şehrin gelişmesini buradan rahatlıkla görebiliyorsunuz. Ayrıca 16-20. Yüzyıllar arasındaki askeri personele ait kıyafetler, silahlar ve diğer bazı eşyaları da görebilmeniz mümkün. 

Malaga’nın boğa güreşi alanı olan “La Malaqueta” 1874 yılında inşa edilmiş.14.000 kapasiteli arena her yıl Nisan-Eylül ayları arasında boğa güreşlerine ev sahipliği yapıyor…

Kalenin içindeki surlarda gezmek insanda bambaşka hisler uyandırıyor. Bugün için modern Malaga’nın nefis bir manzarasını gözleyebilirken bir taraftan 500 yıl önceki kuşatmalar, saldırılar ve koşuşturmaları da hissedebiliyorsunuz. Onarılmış surları kullanarak kalenin etrafında keyifli bir tur atmanız mümkün. Malaga Katedrali, liman, tarihi bölge ayaklarınızın altında kalıyor. Surların köşe noktalarında kurulan burçlar hem kısa bir soluklanma hem de keyifli fotoğraflar çekme imkanı tanıyor. Ayrıca yüksek binaların arasına sıkışıp kalmış olan Malaga’nın Boğa Güreşi alanını da herhalde kuşbakışı en iyi buradan izleyebilirsiniz. Yorulanlar için tuvaletin biraz ilerisindeki kafede mola vermek mümkün. Meraklısı için kahve 1,50€. 

Gibralfaro, sadece eşsiz Malaga manzarası için bile ziyaret edilmeye değer…

Gibralfaro ziyaretimizi tamamladıktan sonra durağımız Merced Meydanı oldu. Kelime anlamı  “merhamet” olarak biliniyor. 16. Yüzyılda şehrin en önemli açık pazarının bulunduğu meydan ismini çok daha önceleri meydanın kuzey batısında yer alan bir kiliseden alıyormuş. Murat bey ünlü Alman otomobil üreticisi Mercedes’in isminin de firmanın sahibinin İspanyol eşi olan Mercedes ten geldiğini söyledi. Merced Meydanı Malaga’nın en hareketli yerlerinden birisi. Hemen meydanın ortasında Fransızlara karşı kazanılan zaferde hayatını kaybeden 49 askerin anısına 1842 yılında Belediye tarafından konulan neo-klasik obelisk bulunuyor. Obeliskin dört tarafında ölen askerlerin isimlerini görebiliyorsunuz.

Merced Meydanı, Malaga’nın en önemli meydanlarından birisi. Tam ortasında yer alan obeliskin etrafı 1 Mayıs kutlamalarına ev sahipliği yapıyor. Meydanın bir köşesi de ünlü ressam Picasso’nun doğduğu ve 7 yaşına kadar yaşadığı ev…

Merced Meydanının bir köşesi ünlü ressam Pablo Picasso’nun 1881 yılında doğduğu ve 7 yaşına kadar yaşadığı eve ev sahipliği yapıyor (Casa Natal Picasso). Dünyanın en meşhur ressamlarından birisi olan Pablo Picasso 1881 yılında Malaga’da doğmuş. Resme olan ilgisi küçük yaşlarda ortaya çıkmış ve La Coruna ve Barselona Güzel Sanatlar Okullarında eğitim almış. Kayıtlara göre 100.000 baskı, 34.000 kitap resmi ve 300 heykel ve birçok seramik ve çizim üretmiş. Guernica, Avignonlu Genç Kızlar,  Oturan Kadın en bilinen eserlerinden bir kaçı. Picasso, enteresan bir şekilde soyadını annesinden almış. 1998 yılında tarihi bina Picasso Vakfı tarafından satın alınıyor ve müze haline getiriliyor. Yalnız burada Picasso’nun resimlerinden çok yaşamına dair kesitler sergileniyor. Zira Malaga’da ayrı bir Picasso Müzesi bulunuyor. Ayrıca kendisi de ressam olan babasına ait bazı eserleri de görebilmek mümkün. Binanın 3. Katı kütüphane ve araştırma merkezi olarak kullanılıyor. Meraklısı için giriş ücreti 2€.

Merced Meydanında ünlü ressam Picasso’nun bronz heykeli herkesin uğrak noktalarından birisi…

Merced Meydanının Picasso’nun doğduğu eve doğru olan bölümündeki banklardan birisinde ressamın bronz heykeli bulunuyor. Biz de pek çok turistin yaptığından geri kalmadık ve Picasso ile fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik. Meydanın iki tarafında sıra sıra dizilmiş restoran ve kafelerde soluklanmak için mola vermiş insanları görmek mümkün. Malaga ziyaretimiz 1 Mayıs’a denk geldiği için Merced Meydanı aynı zamanda pek çok etkinliğe de ev sahipliği yapıyor.

Malaga’nın en eski tarihi yapısı olan antik tiyatronun hemen üst tarafında Alcazaba tüm haşmetiyle insanlara yukarıdan bakıyor…

Rehberimiz Murat bey eşliğinde bir sonraki durağımız ünlü Teatro Romano oldu. Alcazaba’nın hemen altında yer alan bu antik tiyatro, Malaga’nın en eski tarihi yapısı olarak biliniyor. Tiyatro MÖ 1. Yüzyılda inşa edilmiş ve yaklaşık 400 yıl boyunca kullanılmış. Sonrasında kaderine terk edilen yapı Arapların gelmesiyle birlikte bir tür taş ocağı olarak kullanılmış. Hatta hemen üst tarafındaki Alcazaba’nın yapımında buradaki taşların kullanıldığı belirtiliyor. Bugünkü kalıntılar 1951 yılında keşfedilmiş ancak halka açık bir yer haline gelmesi 2011’leri bulmuş. 220 oturma kapasitesine sahip tiyatro yaz döneminde açık hava konserlerine ev sahipliği yapıyormuş.

Aslında bir restoran olan El Pimpi, sadece yemek yemek isteyenlerin değil aynı zamanda enteresan mimarisi ve tasarımı ile de ziyaretçilerini ağırlıyor…

Tiyatronun hemen karşısında Malaga’nın hatta belki de Endülüs’ün en popüler restoranlarından birisi olarak bilinen El Pimpi yer alıyor. 1971 yılından beri faaliyet gösteren mekan aynı zamanda 18. Yüzyıla uzanan tarihiyle şehrin en eski şarap evlerinden birisi. “Pimpi” gemicilere ve yolculara yardım eden yerel bir karakter olarak biliniyor. Restoran olmanın ötesinde içerisi ve duvarları ile farklı bir müze havasında olduğunu söyleyebilirim. Herhangi bir şey yemeseniz dahi masalardaki insanları rahatsız etmeyecek şekilde bir kapıdan girerek diğerinden çıkabiliyorsunuz. Şarap fıçıları, bolca fotoğraf, asılı et parçaları, boğa başları ve bahçedeki çiçekler eşliğinde müthiş keyifli bir görsellik yaşayabiliyorsunuz. Fiyatları Malaga’ya göre biraz pahalı olsa da diğer popüler Avrupa şehirlerine göre makul denilebilir.

Picasso Müzesi her daim uzun kuyruklara hazır olmanız gereken bir yer. Müzeden biraz ilerlediğimizde Podemos’un gösterisine denk geldik…

Malaga’nın tarihi sokaklarında yaptığımız yürüyüş bizi Picasso Müzesine çıkardı. Malaga’da bir Picasso Müzesi kurulması fikri 1950’lere kadar gitse de resmi açılışı 27 Ekim 2003 tarihinde gerçekleştirilmiş. Kral ve kraliçe tarafından açılışı yapılan Müze’nin oluşturulmasında sanatçıya ait 204 eseri bağışlayan üvey kızı Christine ile torunu Bernard’ın büyük katkıları olmuş. Buenavista Palace olarak bilinen yapıda oluşturulan müzede 12 farklı salonda 250’den fazla eser sergileniyor. Pek çokları için olmazsa olmazlardan birisi olarak kabul edildiği için burayı ziyaret etmek isteyenler uzun kuyruklar oluşturabiliyor. Müzenin önünden geçerken yine böyle uzun bir kuyrukla karşılaştık. Giriş ücreti 8 € ancak günlerden pazar olduğu için saat 17.00’dan sonra müzenin ücretsiz gezilebileceğini söyledi Murat Bey. Zira her Pazar kapanmadan önceki son iki saat müze ücretsiz gezilebiliyormuş. Toplu gezimiz tamamlandıktan sonra verilecek serbest zamanda müzeyi gezmek isteyen arkadaşlar için oldukça keyifli bir haber olduğunu söylemem lazım.


Malaga Katedrali bir anlamda tek kollu kahraman gibi duruyor. Maddi imkansızlık nedeniyle bitirilemeyen güney kule nedeniyle halk arasında “tek kollu kadın” olarak adlandırılıyor…

Picasso Müzesi’nden biraz ilerlemiştik ki İspanya’da son dönem siyasi hayata büyük renk katan “Podemos” partisinin gösterisine rastladık. Kelime anlamı “Yapabiliriz” olan Podemos, 2014 yılının ocak ayında kurulmuş sol bir parti. İlk kez katıldığı seçimlerde %21 oy alarak tüm Avrupa’da şaşkınlığa sebep olan parti İspanya’da iki parti arasında gidip gelen hükümetlerin yeni alternatiflerinden birisi olmuştu. Biz de 1 Mayıs günü keyifli bir protesto ve kutlamaya şahitlik etmiş olduk böylece.


Katedralden kareler…

Serbest zaman öncesinde son durak noktamız ise ünlü Malaga Katedrali oldu. Katedral, 1528 yılında Almohad Camiinin yakınlarında inşa edilmeye başlanmış ve inşaat 1782 yılına kadar devam etmiş. Aslında orijinalinde iki kuleli olarak planlamış olsa da güney kulesi maddi imkânsızlıklar nedeniyle tamamlanamamış. Bu yüzden halk arasında “tek kollu kadın” anlamına gelen “La Manquita” olarak biliniyormuş. Kulenin yüksekliği 84 m ve Sevilla’daki La Giralda’dan sonra Endülüs’teki ikinci en yüksek kuleymiş. Yapımı çok uzun sürdüğü için barok, gotik vb. farklı sanatsal akımların izlerini görebilmek mümkün. Katedralin giriş kapısı ile yanlardaki kapılar üzerinde bulunan işlemeler gerçekten çok etkileyici. Kapılardaki mermer sütunlar da ayrı bir görsellik katıyor. Bazı kapıların üzerinde madalyon bulunsa da ne anlama geldiğini öğrenemedim. Katedralin iç bölümü oldukça geniş ancak çok fazla bölümlere ayrıldığı ve eser barındırdığı için ferah olduğunu söyleyemeyeceğim. Tavandaki kubbe tarzı yapılarda yer alan işlemeler göz alıcı. Dikkat çeken koro bölümü maun sedir ağacından inşa edilmiş.  Burada yer alan azizlerin ağaç oyması işleri ünlü usta Pedro de Mena tarafından yapılmış. 4000’den fazla boru ile İspanya’nın en önemli orglarından birisi olarak kabul ediliyormuş. İçeride değerli eşyaların sergilendiği bir de müze var. Katedrale giriş ücreti 5 €.

Plaza del Obispo’da bulunan turuncu-sarı piskoposluk sarayı 1762 yılında inşa edilmiş. Trafiğe kapalı olan Marques de Larios caddesi sağlı sollu dükkanlar ve cadde boyunca gösteri yapan sokak sanatçıları ile dolu…

Katedralin ana giriş kapısının bulunduğu küçük meydan Plaza del Obispo hem serbest zamanın başlangıç noktası hem de akşamüzeri buluşma noktamız olarak belirlendi. Meydan, etrafındaki küçük kafelerle hem bir buluşma hem de kısa bir mola noktası olarak düşünülebilir. Burası aynı zamanda turuncu renkte mimarisi ile 18. Yüzyıla tarihlenen Piskopaslar Sarayı’na da ev sahipliği yapıyor. Mimar Antonio Ramos tarafından yapımına başlanan ve onun ölümünden sonra mimar Aldehuela tarafından tamamlanan bina üç katlı ve turuncu-sarı ön cephesiyle oldukça gösterişli görünüyor. 1940 yılında restore edilen binaya Fransız tarzı minik balkonları da çok yakışmış doğrusu. Bina bugün için Dini Sanat Müzesi olarak kullanılıyormuş. 

Caddede sokak gösterisi yapanlardan iki örnek…

Verilen serbest zamanda saat 19.00’a kadar herkes dilediği şekilde Malaga’yı keşfedecekti. Biz de Levent ağabeyler, Ali’ler, Safiye abla ve Necip abiyle birlikte keşfimize başladık. Öncelikle şehrin en eski caddelerinden birisi olan Marques de Larios’a geldik. Sağlı sollu alışveriş dükkanlarının yer aldığı trafiğe kapalı bu geniş cadde biraz bizim İstiklal Caddesi havasında. Bir tarafı sahile diğer tarafı ise Anayasa Meydanına çıkan cadde aynı zamanda pek çok farklı etkinliğe de ev sahipliği yapıyormuş. Cadde boyunca sokak sanatları icra eden sanatçılarla da karşılaşmanız mümkün. Elimizde şehrin haritası bulunmadığı için ilk tercihimiz deniz kenarına doğru ilerleyip yolun diğer tarafındaki turizm danışmaya uğramak oldu. Buradan haritalarımızı aldıktan sonra Malaga Park’a girdik.

Paso del Parque, koca şehir içinde minik de olsa yemyeşil bir kaçamak imkanı veriyor insana…

Paseo del Parque olarak da bilinen yaklaşık 800 metre uzunluğundaki park, her iki taraftan trafiğe açık bölgenin ortasında yer alıyor. 19. Yüzyılda oluşturulan parkta havuzlar, çeşmeler, tropikal ağaçlar ve bitkiler arasında keyifli bir yolculuk yaptık. Dünyanın farklı bölgelerinden getirilmiş çiçek ve bitkilere ait bilgiler özenle hazırlanmış tabelalarda okunabiliyor. Yeşillikler içinde keyifli bir yolculuk yanında gittikçe içimizi yakan güneşin kavurucu etkisi de bir parça yok olmuştu. Yürüyüş sırasında yüksek ağaçların altında olmak öğle sıcağına meydan okumanın en güzel yolu olsa gerek.

Sol tarafta bayrakları ile Belediye binası, sağ tarafta ise bir zamanların Posta Ofisi, şimdinin rektörlük binası…

Park gezimizi tamamladıktan sonra Belediye Binasının bulunduğu yerden eski şehre doğru ilerledik. 1919 yılında açılışı gerçekleştirilen Belediye binası (Ayuntamiento) dikdörtgen biçiminde. Dört tarafında da giriş kapısı bulunan yapının ana girişi ise Malaga Park tarafında yer alıyor. Ana girişte dört farklı dilde “Belediye Binası “yazan yapının hemen yan tarafında ise İspanya Merkez Bankası Malaga şubesi bulunuyor. Onun biraz ilerisinde tuğladan cephesi ve minik kulesi ile adeta küçük bir kaleyi anımsatan bina ise Malaga Üniversitesine ait. 1916-1923 yılları arasında Posta Ofisi olarak inşa edilen bina 1986 yılında yetersiz kaldığı gerekçesiyle boşaltılmış ve Malaga Üniversitesi tarafından satın alınmış. Restore edilen bina bugün üniversite rektörlük binası olarak hizmet veriyor. Böyle güzel bir bina bende olsa hiçbir surette terk etmezdim. Posta İdaresi için talihsiz bir karar…

Mercado Merced, her türlü deniz ürününü tadabileceğiniz keyifli bir mekan…

Malaga keşfimiz keyifli biçimde devam ediyordu ama karınlarımız da zil çalmaya başlamıştı. Antik tiyatronun orada El Pimpi’nin oldukça kalabalık olduğunu görünce tekrar Merced Meydanına geldik. Buraya geldiğimizde Murat Bey bize çok güzel deniz ürünleri ve diğer Endülüs lezzetlerini tadabileceğimiz Mercado Merced’i göstermiş ve hatta kendisinin de öğle yemeğini burada alacağını söylemişti. Burası minik dükkanların olduğu kapalı bir pazar yeri. Başta deniz ürünleri olmak üzeri pek çok şey yiyip içebiliyorsunuz. Neler yiyebileceğimize bakarken Gökhan’lar ve Nevin’lerin de burada olduğunu gördük. Biz tercihimizi La Paradita’da kalamar, karides, hamsi, levrekten oluşan karışık deniz ürünleri tabağı (16 €) ile patlıcan, kabak ve havuç gibi sebzelerden oluşan ve devasa külahlarda servis edilen kızartmadan (5 €) yana kullandık. Porsiyonlar oldukça büyük, rahatlıkla iki kişi düşünülerek sipariş edilebilir. Yediklerimiz lezzetli, ambiyans güzel ama kalabalık bir zamana denk geldiğimiz için uzun süre siparişleri bekledik. Hatta İngilizce problemi nedeniyle siparişleri verirken de zorlandığımızı söylemem lazım. Allahtan çat pat İspanyolcam sıkıştığımız yerlerde işe yaradı. Uzun zamandır kafamı meşgul eden ve hayattaki en büyük arzularımdan birisi olan Peru-Bolivya seyahatimin daha kolay geçmesi için öğrenmeye başladığım İspanyolca, Endülüs gezisi boyunca bana refakat etti. Sipariş verirken, herhangi bir yeri ararken ya da sadece tabelaları okurken oldukça düşük düzeydeki İspanyolcamın bana faydalı olduğunu görmek beni fazlasıyla mutlu etti. Bir süredir ilgilenmeye vakit bulamadığım için kendime kızdığımı hatırlıyorum. Türkiye’ye döndükten sonra bu işin üzerine biraz daha eğilmeye karar verdim.

Anayasa Meydanından kareler…

Karnımızı doyurduktan sonra Merced Meydanındaki Picasso Kafede molamıza devam ettik. Meydan kalabalıklaşmış, çevredeki kafelerde ise oturacak yer bulmak zorlaşmıştı. İspanya’ya gelen turistlerin vazgeçilmez içeceklerinden birisi olan Sangria’dan bir sürahi sipariş ettik (9,5 €). Barselona’da hazırlanandan biraz daha farklı geldi bana. Orada daha yoğun portakal, elma parçaları ile süslenen bu popüler içecek Endülüs’te daha sade hazırlanıyor. Çoğu zaman içerisinde sadece birkaç parça portakalla servis ediliyor. Yine de sıcak havada buz gibi bir bardak sangrianın çok iyi geldiğini söylemeliyim. Bunun yanında buz gibi birayla (2€) dumanı tüten keyifli bir kahveyi de (2 €) yabana atmamak lazım.

Solda Anayasa meydanındaki en eski bina olan Sociedad Económica de Amigos del País; sağda ise Carmen Thyseen Müzesi…

Yeterince dinlendiğimize kanaat getirip kalktık ve yeniden tarihi bölgeye geçtik. Ziyaret etme fırsatım olmamasına rağmen Malaga gezimiz boyunca ünlü Alcazaba pek çok kez bizi selamlamaya devam etti. Mağribilerin şehirdeki en büyük mirası olarak kabul edilen Alcazaba, 8. Yüzyılın sonlarında Roma imparatorluğuna ait kalıntıların üzerine inşa edilmiş. Temel amacı korsan saldırılarından şehri korumak olan hisar, ilk olarak iki büyük duvar ve üçgen şeklinde bir kule olarak inşa edilmiş. Sonraları yapılan ilavelerle bugünkü görünümüne kavuşmuş. 1930’larda başlayan renovasyon çalışmaları bugün de devam ediyor. Kaleyi ziyaret eden arkadaşlar yukarıdan tarihi bölgenin güzel bir manzarası olduğunu söylediler. Meraklısı için giriş ücreti 2,20€. Yolunuz Malaga’ya düşerse ziyaret etmeyi unutmayın.

Malaga tarihi merkez sokaklarında amaçsızca dolaşmak pek çok şeyden daha fazla keyif verebiliyor insana…

Dar ve keyifli sokaklarındaki gezimiz bizi şehrin bir diğer önemli meydanı olarak kabul edilen Anayasa Meydanına (Plaza de la Constitución) getirdi. Dört farklı yolun kesiştiği bu meydan 1812 yılına kadar Plaza Mayor olarak adlandırılmış, yani kabaca “Ana Meydan”. 1869 yılına kadar Belediye Meclisi Binası burada bulunuyormuş. Meydanın tam ortasında havuzun içinde yükselen bir çeşme var. En eski bina ise, geçmiş dönemde bir vakfa ait olan üç katlı “Sociedad Económica de Amigos del País” binası. 


Meydandaki hediyelik eşya dükkânında hanımların isteği üzerine kısa bir mola verdikten sonra Compania Caddesi boyunca ilerledik. 16. Yüzyıla tarihlenen Santo Cristo Kilisesini selamladıktan sonra Endülüs’ün 19. Yüzyıla ait önemli resimlerinin sergilendiği Carmen Thyssen Müzesi çıktı karşımıza. Mart 2011’de açılan müze dört farklı bölümde sergilenen 230 eserden oluşuyor. İki katlı, beyaz sütunlu mimarisi ile oldukça keyifli bir yer olan müzeyi gezmek isterseniz 6€ ödemeniz gerekiyor.

Liman bölgesinde kurulmuş olan panayırda envai çeşit hediyelik ve yerel eşyalar bulmak mümkün…

Yaklaşık bir saat boyunca Malaga tarihi şehir bölgesinin sokaklarında dolaştık. Kimi zaman dar, kimi zaman çiçekli ama her koşulda sevimli sokaklarda dolaşmak bana çok iyi geldi. Saatler ilerledikçe yerli insanlar da sokaklardaki, kafe ve restoranlardaki yerlerini almışlardı. Kimi zaman yüksek sesli sohbetler, kimi zaman şen kahkahalarla içeceklerini yudumluyor, bölgenin lezzetli tapaslarını atıştırıyorlardı. Genel olarak neşeli bir huzurun hakim olduğunu söylemem lazım. İspanyollar rahat insanlar. Tıpkı İtalyanlar, Yunanlılar ya da Portekizliler gibi. Bizden çok şeyler bulabildiğimiz bu coğrafyanın insanları da bize benziyorlar. Belki de bu yüzden Akdeniz coğrafyasında gezerken insanın kendini oldukça rahat hissetmesi, bizden bir yerde geziyormuş duygusuna kapılması. Gerçi bizde rahatlıktan ziyade sürekli bir gerginlik de var ama neyse...

Otelimizin bulunduğu yerdeki sahil bandı günün her saatinde güzel…

Dolaşırken kendimizi buluşma noktamız olan Piskopos Meydanında bulduk ama saat 17.00’ye geliyordu ve daha iki saatlik bir zamanımız vardı. Burada da kafeler tıklım tıklım dolu. Katedralin oradaki hediyelik eşya dükkânlarından alışveriş yaptık. Ben her zaman ki gibi sadece buzdolabı magneti aldım (2€). Arkadaşlar açacak, kitap ayracı gibi şeyler de aldılar. İstikamet Picasso Müzesi zira Safiye abla ve Necip abi gezmek istiyorlar. Upuzun kuyruğu görünce moralimiz bozuldu. Ücretsiz ziyaret saatine 15 dakika kaldığı için kimse bilet bedelini ödeyerek girmek istemiyordu. Görevliye para ödenerek girip giremeyeceğimizi sorunca güler yüzlü biçimde “elbette ücretini ödeyerek girebilirsiniz” dedi. Bizimkiler de kuyruğa girmek yerine biletlerini aldılar ve daldılar içeriye.

Kumdaki eserlerden örnekler…

Sanatsever dostlarımızı Picasso Müzesinde bıraktıktan sonra Levent ağabeylerle birlikte marinaya doğru yollandık. Liman bölgesi de en az tarihi merkez kadar kalabalık. Bütün kafeler ve restoranlar dolu, yer bulabilmek için beklemeniz gerekiyor. Biz de limanın sonuna kadar uzunca bir yürüyüş yaptık. Yol boyunca canlı müzik yapan gençleri izledik, diğer izleyicilerle tempo tuttuk. Hediyelik eşya satan standları gezdik, elbiseler, şapkalar, kemerler, ne ararsanız var. Adeta bir panayır ortamı olduğunu söyleyebilirim. Geri dönüş yolluna geçtiğimizde daha önceden gözümüze kestirdiğimiz canlı müzik yapan Kaleido Kafede boş yer olduğunu görünce hemen oturduk. Geleni geçeni izlerken gruptan bazı arkadaşları da gördük. Hatta biraz sonra Sadi abiyle Murat Bey de bizlere katıldılar. Baileys’li sütlü kahve (2,5€), kapuçino (2,5€) ve soda (2,5€) eşliğinde hem canlı müziğin keyfini çıkardık hem de yavaş yavaş tamamlanmaya yüz tutan Malaga gezimizi kritik ettik.

Deniz ürünleri festivali tüm canlılığıyla devam ediyor. Tok olmama rağmen ahtapotlara içim gitmedi değil doğrusu…

Saat 18.30 civarında buluşmanın gerçekleşeceği Katedral’e doğru yola çıktık. Her ne kadar öğlen saatleri gibi olmasa da akşamüzeri bu saatlerde dahi hava sıcaktı. Buraların yazın gezilemeyeceği noktasında herkes hem fikirdi. Deniz tatili düşünenler için sorun yok ancak kültür turizmi için en uygun mevsim ilkbahar ve sonbahar dönemleri. Hatta yağmur riskini göze alanlar kışın dahi Malaga’ya gelebilirler. Katedrale geldiğimizde yüzlerde tatlı bir yorgunluk vardı. Saat 19.00’da herkes toplanınca belediye binasının oraya gelecek olan otobüsümüze doğru yürümeye başladık. Cevval şoförümüz Jose karşıdan göründüğünde saat 19.20 olmuştu. Kısa bir yolculuk sonrası otelimize ulaştığımızda saatler 19.45’i gösteriyordu.

Sahilin diğer tarafı ışıl ışıl. Lüks yat ve teknelere restoran ve kafeler eşlik ediyor…

Bir önceki akşam sahil bandını hava karardıktan sonra gezdiğimiz için bu sefer güneş batmadan gezmek istedim. Bu isteğime sadece Sadi abiden olumlu yanıt alınca yemekten sonra buluşmak üzere diğerlerinden ayrıldık ve birlikte sahil boyunca yürüdük. Önceki akşam karanlıkta gördüğümüz kumdaki sanat eserlerini bu sefer gündüz gözüyle görmek nasip oldu. Yine büyük bir kalabalık olduğunu söylemeliyim. Bu bölgede konaklayan insanların en büyük eğlencesi yemek öncesi ya da sonrasında upuzun kumsal boyunca oluşturulmuş olan sahil bandında yürümek. Neden olmasın ki? Hem denizin keyfini çıkarıyorlar, hem de kendileri çevrelerindeki diğer güzellikleri yaşıyorlar. İnsan daha ne ister ki?

Gece turu grubu yorgun ama keyifli…

Akşam yemeğimizi otelde yedikten sonra bu sefer Levent abiler ve Uğur’larla birlikte liman bölgesi olan diğer tarafa doğru yürüdük. Otellerden ziyade daha çok konutların olduğu bölge aynı zamanda birbirinden lüks yatlara da ev sahipliği yapıyor. Yat limanının orada 8. Deniz Ürünleri Festivali için kurulmuş devasa bir çadır görünce daldık içeri. Ortada masalar, her iki yanda her türlü deniz ürününü yiyebileceğiniz seyyar dükkanlar ve yüzlerce insan. Ahtapotlar neredeyse bütün halinde pişiriliyor. Kalabalık, keyifli bir ortam var ancak insan yemeği yedikten sonra böyle yerlere gelince bir noktadan sonra rahatsız olmaya başlıyor. Oradan çıktıktan sonra gündüz yat limanında keyifli vakit geçirdiğimiz Kaleido Kafenin bir başka şubesine oturduk. Uzun sohbet sonunda herkesin uykusu gelmeye başladı. Otele dönüp yatağa girdiğimde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Ertesi gün otelden ayrılacak ve Sevilla’ya doğru hareket edecektik.

Devam edecek….

 



 Yazılan Yorumlar...
Turker
(13 Mart 2017)
Merhaba Hakan Bey, tam da Nisan sonu Mayıs Başı için bir İspanya/Endülüs tatili planladığım bir dönemde bu yazı dizinizi görmek beni çok mutlu etti. Daha önce de Metz ve Trier yazılarınızı okumuş ve çok faydalanmıştım. Tecrübelerinizi bizimle paylaştığınız ve güzel yazılarınız için teşekkürler.