Sakız kokulu karşı komşu, SAKIZ ADASI | |
2014 yılında başlayan Yunan Adaları sevdamız Rodos, Mikonos, Santorini, Midilli ve Girit' ten sonra bu sefer Sakız Adası için atmaya başlıyor yüreğimizde... Balık, Yunan mezeleri, ahtapot, kalamar, barbun ve tabi ki Uzo... Burnumuzda tütmeye başlamış yine. Bu sene içimize kurt kaçmış gibiyiz zaten. Bayramlar bir iki ufak izin katkısı ile uzatılabilir şekilde geldiği için bu fırsatları değerlendirmek de haliyle bize düşüyor. Salı gününe denk gelen 30 Ağustos' un önüne ve arkasına birer gün izin ayarlayıp hafta sonu ile de birleştirince 5 günlük Sakız Adası tatilinin temelleri atılmış oluyor. Önce Sakız adasına geçiş için Çeşme' den feribot bileti araştırıyorum. Okuduğum gezi yazılarındaki tecrübelerden faydalanarak Ertürk Lines' ın internet sitesine giriyorum. Midilli' ye de Turyol ile gitmiştik, ondan da çok memnun kalmıştık. Diğer seçenekler ise; http://www.turyolonline.com/ İstanbul' dan arabayla Çeşme' ye gideceğim için Cuma akşamı 19:00 feribotuna, dönüşü de Çarşamba sabahı 08:00 feribotuna alıyorum. Dolayısıyla Cuma sabahtan yola çıkacağım için bir gün izin de Cuma için alıyorum. Ertürk Lines' ın iki tip gemisi var. Biri Ertürk 1, diğeri hızlı feribot olan Ertürk H/S. Hızlı feribot 20 dakikada gidiyor fiyatı gidiş-dönüş 35 €, diğeri ise 50 dakikada gidiyor fiyatı gidiş-dönüş 26 €. Ertürk 1 araç da taşıyabiliyor. Acelemiz yok o yüzden Ertürk 1' i tercih ediyoruz. İnternet sitesinden biletlerimizi alıp parasını ödüyoruz. Bu şekilde çıktılarını alsanız bile mutlaka gidiş saatinden en geç yarım saat önce Ertürk Ofisine uğrayıp Check-in yaptırmanız ve fiziki biletlerinizi almanız gerekiyor. Bu süre araçlı yolcular için 1,5 saat. Ofisleri ise hemen Ulusoy liman girişine giderken sağda. Otel rezervasyonumuzu Booking.com' dan 3 kişi 5 gece için 200 Euro' ya yapıyorum. Fiyat gayet makul. Konaklama yerimiz Kambos olacak. Chios şehir merkezinde değil araba ile 10-15 dakikalık bir mesafede. Gezinin genelini düşündüğümde adanın güneyi batısı ve kuzeyi arasında bir pivot nokta olması sebebiyle bu oteli tercih ediyorum. Araç kiralama işi için ise bazı endişelerim var. 19:00 feribotu 1 saatte Sakız Adasına ulaşıyor, pasaport işlemleri vs. herhangi bir gecikme de olduğu takdirde adaya inişimiz 20:30' u bulacak. Ancak Avis, Hertz gibi şirketlerin hepsinin mesaisi 20:00 gibi bitiyor diye gözüküyor internet sitelerinde. Otele arabasız gitme imkanım olmadığı için yorumlarında ücretsiz limana kadar arabayı teslim edip, tüm işlemleri sorunsuz hallettiklerine dair bir çok olumlu yorum okuduğum Vassilakis Car Rental firmasına mail ile isteklerimi belirtiyorum. http://www.rentacarinchios.com/en/ Çünkü dönüşümüzde sabah 08:00 feribotu olacağı için sabah 07:15 - 07:30 gibi arabayı yine limanda teslim etmem gerekiyor. Hemen mailime olumlu bir dönüş yapıyorlar ve günlük 40 €' ya bir Hyundai İ20 aracı benim için rezerve ediyorlar. Ön ödeme gönderme teklifime ise teslimde hepsini ödersiniz şeklinde memnun edici bir cevap veriyorlar. Yetkili bir kişi limanda üzerinde adımın yazılı olduğu bir kağıt ile beni bekleyecek. İçim rahatlıyor. Bu arada 30 €' ya Hyundai İ10 ve 35 €' ya Nissan Micra gibi seçeneklerde vardı ama ben yeni araç olduğu ve 3 kişi olduğumuzdan dolayı bagajının bu seçeneklere göre nispeten biraz daha geniş olabileceği için İ20' yi tercih ediyorum. Bu arada küçük bir bilgi daha verip Sakız maceramıza giriş yapacağım. Sakız Adası da Midilli, Samos, Kos, Rodos ve Meis adaları gibi Schengen Vizeniz olmasa da kapı vizesiyle giriş yapabileceğiniz bir ada. Bunun için; * 3 ay geçerli ve en az 2 sayfası boş, K.K.T.C girişi damgası olmayan bir pasaport, Bu evrakları girişte Kapı vizesi kısmına teslim edebiliyor ve vizenizi alabiliyorsunuz. Ya da aracı firmaya 36 saat öncesinden gönderip + 15 € hizmet bedeli karşılığında kapı vizenizi alabiliyorsunuz. Kapı vizesi sadece seyahat süreniz kadar veriliyor ve tek girişli. K.K.T.C ve enteresan bir şekilde Rodos doğumlu Türk vatandaşlarını Sakız adasına almıyorlar.Bir ufak not daha, OHAL nedeniyle Türkiye çıkışında gümrük polisi;
Liman içindeki SGK bürosundan dökümleri temin edebiliyorsunuz. Evet bu kadar bilgilendirici girişten sonra Sakız maceramızı anlatmaya başlayabilirim... Feribotumuz cuma akşamı 20:00'de Sakız limanına yanaşıyor. Çok kısa bir süre içerisinde gümrük kontrolünden geçiyoruz. Sakız Belediyesi adayı tanıtan çok güzel bir kitap yapmış hem de Türkçe. Pasaport kuyruğunda beklerken yanınızda göreceğiniz tanıtım broşürleri arasında yer alıyor. mutlaka alın bir tane derim. Çok kısa bir süre sonra dışarıda adımızın yazılı olduğu kağıt ile bizi bekleyen Dimitri hemen orada bulunan aracımızın yanında 10 dakikada tüm işlemleri hallediyor ve aracımızı teslim ediyor. Bavullarımızı yerleştirip otelin adresini telefonumdaki navigasyona giriyorum ve yola çıkıyoruz. Otelimiz Kambos bölgesinde bulunuyor Sakız merkeze arabayla 10 dakika falan. Navigasyon bizi hemen ulaştırıyor zaten. Ancak navigasyona göre gelmiş olmamıza rağmen etrafta ne bir tabela ne de otele benzer bir ibare var. Kambos bölgesi zaten geniş narenciye bahçelerinin bulunduğu evlerden oluşuyor ve sonradan öğrendiğimiz kadarıyla da evler ve tüm bahçe, bahçedeki ürünlerin rüzgardan etkilenmemesi için yüksek yüksek duvarlar ile çevrili. Dolayısıyla öyle bir alandayız. Navigasyon bizi ana yoldan ayırıp dar bir sokağa soktu ve ona göre otelin hemen sağımızda olması gerekiyor ama yol zaten sadece arabanın sığacağı kadar, sağımız solumuz duvar, gerçekten çok karanlık ve karşıdan araba falan gelse geri geri gitmek çok zor olacak. Sol tarafım narenciye bahçesi, sağ tarafım duvar... Otel burada bir yerde olmalı!.. Kızıyorum kendime. Biraz daha ilerliyorum ve sağda bahçeye girebileceğim bir açıklık görüyorum. Yer beton dönüyorum hemen, içeri girince bir oh çekiyorum. Burası otopark. Hemen yanımız narenciye bahçeleri ve karşımızda da iki katlı eski ama güzel bir bina bulunuyor. Evet işte otelimiz karşımızda...Otel Manganos, Booking.com' dan ayırtmıştım. Şirin eski bir çiftlik evi desek yeridir. Ancak etrafta kimse olmadığı gibi resepsiyon diye tabir edebileceğimiz bir yer veya kapı da yok. Önde belli ki ev sahibinin oturduğu giriş katının önünde bir masa ve iki sandalye var. Sandalyelerden birinin üzerinde bir kedi mışıl mışıl uyumakta. Arkada daha geniş bir bahçe bir havu, büyük bir değirmen ve birkaç masa ve sandalyeler bulunmakta. Etraf çok düzenli. Burada yemek, kahvaltı vs yeniyor belli ki ama hiç hayat belirtisi yok. Tekrar ön tarafa geçiyorum, ev sahibinin kapısını çalıyorum. Önce ses gelmiyor. Bir daha çalıyorum, bu sefer içeriden Yunanca konuşmalar geliyor, sonra kapı açılıyor yaşlı tonton bir kadın açıyor kapıyı gülümseyerek... "İyi akşamlar" diyorum İngilizce, "Bir rezervasyonumuz vardı"... Kadın surat ifadesinde en ufak bir değişiklik olmadan gülümsemeye devam ediyor. Booking.com' da otel ile ilgili yorumları okurken ev sahiplerinin İngilizce bilmediklerini ama kızları Poli' nin İngilizce konuşabildiğini ve çok yardımcı olduğunu söylüyordu geniş bir kitle. Poli' yi soruyorum yine İngilizce sanki beni anlayacağını düşünerek. "Ah Poli!" diyor sonrasına bir takım Yunanca kelimeler katarak, sonra içeriye doğru dönüp o yaşlı tonton kadından beklenmeyecek bir sertlikte yine bir şeyler söylüyor. Aklıma Güldür Güldür Show' da seyredenlerin hatırlayacağı kimsenin gitmediği dağın başındaki restorana giden çiftin skeci geliyor. Korku filmi kıvamında bir an yaşıyoruz kısa bir süre. Ürpermiyor da değilim hafiften. İçeriden elindeki bastona dayanarak zorla yürüyerek gelen yaşlı adamı görünce kadın yine yüzüne o gülümsemeyi konduruyor nasıl başarıyor bir anda bunu hakikaten hayret verici. "Poli" diyor adam yürürken, içeriden bana doğru geliyor, dışarı çıkıyor ben de ona bakıyorum. Bahçedeki sandalyelerden birine oturuyor. Masanın üzerinde duran benim önceden görmediğim cep telefonunu eline alıp bir numara çeviriyor, biraz bekledikten sonra bana uzatıyor; "Poli!..." Neyse ki Poli ile hemen anlaşıyoruz, benim gelirken 14-15 yaşında olduğunu hayal ettiğim Poli sesinden anladığım kadarıyla 40 yaşlarında falan. Annesi ve babası için özür diliyor, hemen odamı göstereceklerini söylüyor ve babasını telefona istiyor. Aralarında Yunanca bir şeyler konuştuktan sonra adam içeriden anahtarımızı getiriyor üst kata çıkıyoruz ve odamıza yerleşiyoruz. Bu kadar maceradan sonra bahçeye bakan geniş balkonlu, çok güzel döşenmiş ve tertemiz odamıza eşyalarımızı bırakıp akşam yemeği yemek üzere dışarı çıkıyoruz.
Odamız çok şık ve temiz... Sahildeki Karfas kasabasına gidip kendimize bir şeyler yiyecek bir restoran bulduğumuzda saat neredeyse 22:00' ye gelmek üzereydi. Ama yine de restoran inanılmaz kalabalıktı. Yunanların geç akşam yemeği alışkanlığına bizde bu gece uymuş oluyoruz böylece... Otele döndüğümüzde sabah erken kalkmamız ile başlayan ve tüm gün süren yolculuğun yorgunluğunun etkisi ile neredeyse sızıyoruz.Ertesi sabah dinç bir şekilde uyanıyoruz. Kahvaltı oda fiyatımıza dahil değil ancak kişi başı 5 Euro' ya açık büfe kahvaltı imkanı olduğu Booking. com' da rezervasyon yaparken görmüştüm. Ancak ne öyle bir büfe var görünürde ne de zaten sorsam da beni anlamayacak olan ev sahiplerimiz... Arka bahçedeki masalarda oturmuş bir çift kahve içiyorlar sadece. Kibarca selamlaşıp arabamıza atlıyoruz ve Chios merkeze doğru yola çıkıyoruz. Kordonda deniz kenarında kahvaltı edecek yer buluruz nasılsa. 7 dakika sonra merkezdeyiz. Arabayı limanın sağındaki ücretsiz bir otoparka bırakıp kordonda yürüyoruz. Hava çok güzel, deniz hafif dalgalı, sanki denizin doldurulmadığı zamanlarındaki eski İzmir kordonun havası var. Sahildeki restoranlar ve kafelerdeki kahvaltı menüleri çok çeşitli ve gayet uygun fiyatlı. Delfinia Restoran' ın önünden geçerken kırık bir Türkçe ile "hoşgeldiniz, buyrun" diye gülümseyen adamın güler yüzü bizi içeri çekiyor. Çok hoş bir balık restoranı aslında burası, tahtadaki iştah açıcı Türkçe menü akşam burada uzo/balık yapmanın çok doğru bir karar olacağını söylüyor. Ben İzmir Kordon' un eski haline benzettim...
Deniz hafif dalgalıydı...
Otlu omletler, Feta peynirli Greek Salata, çeşit çeşit zeytin, reçeller, ızgara Mastelo peyniri ve çay ile şahane bir kahvaltı yapıyoruz.Yannis epey Türkçe anlıyor. Akşam için mutlaka bana bir masa ayırmasını söylüyorum. Kordonun sonundan sağımızda liman kalacak şekilde içeriye doğru yürüyoruz. Sağ tarafta ülkemizden de görmeye alıştığımız yani hiç de yabancı olmadığımız bir erkek erkeğe kahvesi var. Emekli adalılar kahve içip kağıt oynuyorlar. Biraz ileride sağda büyük bir UN (Birleşmiş Milletler) çadırı var. Önünde oturan, ayakta duran, birbirleri ile konuşan Suriyeli mülteciler. Burası onlar için ayrılmış kamp alanı, aşağı sahile doğru da uzanıyor. Vatanlarından uzakta ne olacakları belirsiz bir şekilde vakit geçirmeye çalışıyorlar. Akıbetlerini bekliyorlar. Çok acı verici bir durum aslında. Onları ruhen incitmemek için fotoğraf bile çekmiyorum. Hemen sol tarafta Palmiyeli Park bulunmakta ve bu parkın girişinde sağ tarafa aktivistler toplanmış Suriyeli Mülteciler için büyük kazanlarda yemek yapıyorlar ve bağış topluyorlar. Gönlümüzden koptuğunca destek oluyoruz yaptıkları işin yüceliğine saygı duyarak... Palmiyeli Park... Palmiyeli Park girişinde Suriyeli Mülteciler için bedava yemek pişiren aktivistler... Parkın girişinde 2004 yılında Atina' da düzenlenmiş olan Olimpiyat oyunları anısına dikilmiş olan ve sembolik olimpiyat ateşi anıtı biraz bakımsız da olsa hala duruyor. 1896 yılında ilk modern olimpiyatları düzenleyen Atina şehri 2004 yılında tekrar olimpiyatları düzenleme hakkı elde edince bu olay tüm Yunanistan' da ve Adalarda çok büyük sevinçle karşılanmıştı.
Bu büyük parkın tam girişinde durarak tekrar denize doğru döndüğünüzde ise Osmanlı' dan kalma Mecidiye Camisini görebilirsiniz. Aynı zamanda önünüzde Melek Paşa Çeşmesi de yer alacaktır. Mecidiye Camii Melek Paşa Çeşmesi... Caminin içine girmek istiyoruz ve bulunduğu alanın etrafında tam bir tur dönüp kapısını arıyoruz ama bir tam tur atmamıza rağmen kapıyı bulamıyoruz. Ön tarafı olduğunu tahmin ettiğim yer bir pasaj içerisinde kalıyor ve önü hep irili ufaklı dükkanlar ile dolu herhangi giriş ibaresi olabilecek bir açıklık yok. Etrafındaki tam turu tamamlayınca arka tarafında yani parka bakan kısmında müze girişi gibi bir kapısı var ancak ne yazık ki demir parmaklık ile kapalı. Haftada bir gün ziyarete kapalı olan Caminin içini ne yazık ki gezemiyoruz. Ziyaret ücreti 2 Euro... Pasajın içerisinde ise Türkiye' de asla birlikte göremeyeceğiniz bir ikilinin adını taşıyan küçük bir lokanta vardı ismi hoşuma gitti o yüzden fotoğrafını sizlerle de paylaşıyorum. "Minare - Rakı"...
Minare - Rakı Lokantası...
Mecidiye Camisini karşınıza, Palmiyeli Parkı arkanıza aldığınızda sağ taraftan gireceğiniz "Aplotarias Caddesi" Sakız Adasının en büyük ve en güzel alışveriş caddesi. Ünlü markaların mağazalarını bulabileceğiniz üzeri brandalarla örtülü olan bu caddede güneşin yakıcı etkisinden kurtularak rahatça keyifle dolaşmanız mümkün. Aplotarias Caddesi... Bu caddeyi tavaf edip görevimizi tamamlayınca Porta Maggiore kapısını ve Kale içini gezmek üzere Kale tarafına doğru yöneliyoruz... Kaleye giden yolun girişinde avlu gibi bir meydan ve dört tarafına da konumlanmış cafeler mevcut. Meydanda da zaten bu cafelerin masaları ağaç gölgelerinin altına yerleştirilmiş. Eski yerleşim yerlerinin bulunduğu ve sahildeki Türk Hamamına kadar giden alana doğru giden yolun başlangıcı olan bu meydandaki cafelerden birinin sahibi hemen bize Türkçe hoşgeldiniz diyor ve çok bilgilendirici bir broşürü bize verip aynı zamanda da kısa bir İngilizce brifing veriyor yapılar hakkında...
Verdiği bilgiler ve broşür karşılığında dönüşte bir kahve veya bira içmek farz oluyor. Hemen kafenin yanında bulunan eski Osmanlı mezarlığı ilk ziyaret yerimiz oluyor. Sonra dar sokaklara vuruyoruz kendimizi. Sakin bir yaşam var bu sokaklarda, kimi arabasını yıkıyor daracık bir alanda kimi de hiç bir şey yapmadan sadece sandalyesinde oturuyor. Genel bir sessizlik var sokaklarda... Evlerin her birinde bir anı, bir yaşanmışlık var.
Eski bir harabe kafeye çevrilmiş ancak hiç müşterisi yok... Yolun sonu denize doğru kıvrıldığında nispeten iyi şekilde korunmuş diyebileceğimiz Türk Hamamı bizi selamlıyor... Bahçesine giriyoruz. Aşağıdaki resimde sağda göreceğiniz kapı kilitli açamıyoruz, soldaki kapıya doğru gidiyoruz ama o da kapalı. Üzülüyorum bu izlerimizi taşıyan hamamın içerisini göremeyeceğim için. Tam geri dönmüşken kapı açılıyor arkamızdan, içerde elinde sandviçi ve gülümseyen kocaman suratıyla toraman bir Yunan genç irisi arkadaş çıkıyor ve "kapalı, öğle tatilindeyiz" anlamına geldiğini düşündüğüm yunanca bir kaç kelime söylüyor. Şansımı denemek için Türk olduğumuzu ve mümkünse şöyle bir dolaşabilme imkanımızı soruyorum. "Türk müsünüz?" diyor toraman genç gülümsemeye devam ederek. Sonra "gelin gelin o zaman" diyor. İçeri girince arkamızdan kapıyı kapatıp bize bir broşür veriyor ve yemeğine devam etmek üzere küçük ofisine geri dönüyor. Bizde küçük gezimize başlıyoruz içimizden şanslı olduğumuzu düşünerek. Osmanlı döneminden kalma hamam... Kurna ve çiniler nispeten iyi durumda... Havuz sanırım restore edilmiş... Göbek taşı...
Çok eski bir alaturka tuvalet ve takunyalar... Hamamdaki gezimizi tamamlayıp tekrar geri dönüyoruz. Uzun gezimiz başladığımız meydanda sona eriyor. Bize bilgiler veren dostumuzun kafesine oturuyoruz, hem karnımız acıkmış hem de taze soğuk Chios birası artık burnumuzda tüter olmuş... Taze Chios Birası enfes... Eşim ve kızım ise çay tercih ettiler... Menüler her yerde Türkçe... Karnımızı burada doyurmak yerine zaten neredeyse akşam üstü olduğu için biraz oyalanıp kordondaki sabahtan uzo-balık için yer ayırttığımız dostumuz Yannis' in yeri Delfinia' ya gidiyoruz. İyice yorulmuşuz... Ege denizine karşı hiç de yabancı olmadığımız mezeler, Greek salat, Barbayanni uzo' muz ve tabi ki barbun tava ile yorgunluğumuzu atıyoruz.Gece otelimizde deliksiz bir uyku da bize çok iyi geliyor... *** Sabah ilk durağımız Lagada. Burası Sakız merkezin 20 km kuzeyinde çok hoş bir balıkçı kasabası. Deniz kıyısında sıra sıra dizilmiş balık restoranları esasında güzel bir akşam yemeği için iyi bir alternatif oluşturuyor. Koyun genelde sol tarafında yer alıyor bu restoranlar, sağ tarafta ise denize girebileceğiniz alanlar bulunuyor. Aynı zamanda denize kavuşan küçük bir nehir ve bu nehir üzerinde de küçük bir köprü yer alıyor. Yukarıdan Lagada' ya bakış... Lagada sahili... Lagada nehri ve köprüsü... Kısa bir tur sonrasında kuzeye doğru yola devam ediyoruz. İstikamet Kardamyla ve Nagos... Araçla Kardamyla içinden geçiyoruz inmemizi gerektirecek çok cazip bir şey görmeyince vakit kaybetmemek için Nagos'a doğru ilerliyoruz. Nagos çok güzel sahili olan çok küçük bir yerleşim yeri. Ancak denize girme amacımız olmadığı için burada da yukarıdan fotoğraf almak bize yeterli oluyor...
Nagos Sahili...
Adanın batısına geçmek üzere direksiyonumuzu kırıyoruz. İstikamet Volissos. Doğudan batıya doğru geçerken adanın tam ortasında bir köyden geçiyor yolumuz. Köy meydanında ufak bir kahve var ve adalılar kadınlı erkekli oturmuş kahvelerini yudumluyorlar. Pitious köyün adı. Hemen arabamızı park edip bizde birer sade kahve söylüyoruz kendimize. ,Yunan adalarının en sevdiğim özelliklerinden biri de bu; Türk kahvesini (hoş onlar Yunan kahvesi dese de) her yerde bulabiliyorsunuz. Tadı aynı olduktan sonra ne dersen de. Aynı damak tadına sahip olmak yıllarca birlikte yaşamış bu iki milletin ortak özelliklerinden biri bence... Gölgede püfür püfür eserken içilen kahve keyfi gibisi yok.
Yola devam ediyoruz. Kısa bir süre sonra Volissos' a varıyoruz. Burası da çok sessiz ve sakin bir kasaba, eski taş yapılar ve değirmenler kasabaya değişik bir atmosfer kazandırmış. Volissos' ta bir zamanlar antic Aeolic kenti bulunmaktaymış. Ayrıca burası İngiliz bilim adamı George Thomson' ın "Tarih öncesi Ege" adlı eserinde Homeros' un doğduğu yer olarak en yüksek olasılığa sahip olan yer olarak geçmekteymiş. Tepenin üzerinde ise Ortaçağ' da inşa edilmiş bir kale bulunmakta... Havanın sıcaklığı ve zamanı verimli kullanmak adına biz kaleye çıkmayı tercih etmiyoruz ama isteyenler dar patika yolu takip ederek kaleye ulaşabilirler. Ayrıca Volissos meydanından başlayan ve Malagkiotis Vadisi ile Panagia Neromylon' u takiben tekrar Volissos' a ulaşan bir yürüyüş parkuru bulunmakta. Bu parkur zeytin ağaçları arasında yol alıp iki küçük taş kilise, dokuz tane irili ufaklı şelale, bir büyük bizans kilisesini görmenize imkan tanıyor.
Yanmış ağaçlar yürekleri yakıyor... Kısa bir süre sonra Anavatos' tayız... Bomboş terk edilmiş bir kasaba gibi, inip biraz dolaşmak istiyoruz ama kasabanın girişinden park edene kadar bizi takip eden köpekler aracımızın yanından ayrılmıyor. Böylece köpek fobisi olan eşimin "Aman matah bir yer değil zaten inmeyelim." demesiyle aracın yönünü Avgonima'ya doğru çeviriyorum.
Artık neredeyse saat altıya gelmek üzere. Dönüş yoluna geçiyoruz... *** Ertesi gün kahvaltımızın ardından tekrar yola koyuluyoruz. Bugün planımızda Sakız adasının meşhur kasabaları Mesta ve Pirgi' yi ziyaret etmek var. Dönüşte de Komi kasabasına uğrayıp denize girmeyi düşünüyoruz.
Güneye doğru ilerledikçe yolun kenarlarında sakız ağaçları gözükmeye başlıyor. Yolun kenarında durup bu muhteşem ağaçları yakından inceliyoruz. Sakız ağaçlarının altına özel beyaz bir toz serpiliyor, sonra ağacın gövdesi belirli aralıklarla keskin bir aletle çiziliyor. Ağaç sanki ağlar gibi bu çiziklerden yavaş yavaş sakız özünü damlatıyor. Yerde toprağa bulaşmasını önlemek için serpildiğini düşündüğüm beyaz tozun üzerinde ise katılaşarak toplanmayı bekliyor. Son derece meşakkatli ve sabır isteyen bir işlemler silsilesi sonucunda bu değerli malzeme işlenmek ve adanın ekonomisine son derece büyük katkı sağlamak üzere toplanıyor. Sakız ağacının gövdesindeki kesikler... Yere damlayan damla sakızları, sakız ağacının gözyaşları... Ve Sakız şekeri... Yolumuza devam ediyoruz. Pirgi ve Olimpi' yi dönüşe bırakıp önce en uzakta kalan Mesta' ya gidiyoruz. Mesta, taş evleri, labirent gibi dar ara sokakları ile turistleri ağırlayan çok güzel bir kasaba.Hani yurt dışına çıkanlar genelde söylerler ya "dar sokaklarda kaybolun" diye işte bu mistik ve dar sokaklarda dolaşırken gerçekten kayboluyorsunuz. Özellikle bu şekilde inşa edilmiş olan kasaba 14. ve 15. yüzyıldan kalma bir kale-köy şeklinde korunaklı bir yapıya sahip. Korsan saldırılarına ve Türk istilalarına karşı en iyi savunmayı sağlayacak şekilde dizayn edilmiş olan evler ve sokaklar şimdi turistlerin çok fazla ilgisini çekmekte. Bu evlerin ve sokakların açıldığı küçük meydanlar ise şimdi korsan endişesi olmadan rahatça bir şeyler yiyip içeceğiniz nefes alma duraklarına dönüşmüş. Turistler ile hiç alakası olmayan kasaba halkı ise evlerinin önüne attıkları sandalyelerde serin serin oturup tembellik etmekteler... Mesta'nın görülmesi gereken bir de eski kilisesi bulunmakta. "Eski Taxiarchi kilisesi..." Kemerli ve tek geçitli olan bu eski bazilika Sakız Adasının, belki de büyük ihtimalle Kuzey Ege'nin en eski Hıristiyan Kilisesi. Ne zaman inşa edildiğine dair kesin bir bilgi bulunmasa da M.S. 1412' li yıllarda tamamlandığı düşünülmekte. 1794 yılında ise yenilenen ve baş meleklerin tahta ikonlarının işlendiği 300 yıllık mihrabıyla görülmeye değer bir yapı...
Eski Taxiarchi kemerli bazilika... Bu kilise ile aynı yerde bulunan Yeni Taxiarchi Kilisesi ise halk arasında "Büyük Taxiarchi" olarak anılıyor. Hakikaten avlusuyla beraber 1000 metrekare, yapı olarak ise 450 metrekare yüz ölçümündeki bu kilise Sakız Adasının en büyük kilisesi olup Yunanistan'ın da en büyük kiliselerinden birisi.
Büyük (Yeni) Taxiarchi kilisesi... Mesta'nın büyülü sokakları... Domatesler kururken iki sohbetin belini kıralım... Mesta'nın meydan kafeleri... Bu meydan kafelerinde birer sade kahve içtikten sonra Pirgi'ye doğru yola çıkıyoruz. Ama Pirgi' ye dönmeden önce Mesta'nın sahiline doğru inip Limenas'ı da görmek istiyorum. Çok kısa bir süre sonra deniz gözüküyor zaten, sahil boyunca uzanan yol bir liman ile sonlanıyor. Buradan yol tekrar içerilere doğru giriyor. Küçük bir balıkçı sahili burası...
Mesta Limenas... Burayı da gördükten sonra artık Pirgi'ye dönüyoruz. Pirgi binaların dış cepheleriyle ilk anda sizi hayretlere düşüren çok ilginç bir kasaba. Bütün binaların cepheleri çok güzel süslemeler ile bezenecek şekilde özel bir teknikle sıvanmış ve boyanmış. İstisnasız neredeyse bütün binalarda aynı uygulama var. Önce sıvanın üzerine çizilerek geometrik şekiller kazınıyor. Sonra tüm bina beyaza boyanıyor. En sonunda da bu geometrik şekillerin bazı bölümleri daha da fazla kazınıyor böylece belli kısımlar beyaz ve yüksek, gri olarak gözüken sıva ise alçakta kalarak çok hoş bir görüntü sağlanıyor. Bu tür bir tekniği Sevilla' da bir kaç binada görmüştüm ama buraya has bir teknik olduğu aşikar. Çünkü gözünüzün gördüğü neredeyse bütün binalar bu şekilde boyanmış...
Pirgi sokakları...
Pirgi' nin muhteşem evleri...
Süslemeli kemerler...
Pirgi meydanı... Pirgi köyünde yaşamın 1080' lerde başladığı söyleniyor. Bu tarih burada yaşam izlerinin ne kadar eskiye dayandığı konusunda bize bir fikir veriyor. Zaten köydeki yaşam, binalar ve sokaklar tam bir Ortaçağ köyünün izlerini neredeyse hala yaşatıyor. 1346 - 1566 yılları arasında burada hakimiyet kurup sakız ticaretinin nimetlerinden faydalanan Cenova' lılar ise burayı korsan saldırılarından korumak amacıyla kendi mimarilerini kullanarak korunaklı bir kale-köy olarak düzenlemişler. Ortaçağ köylerinde mutlaka bulunan gözetleme kulesi hasar görmüş haliyle de olsa köyün meydanında bulunmakta. Köyün adı da bu kuleden (Pyrgos) gelmekte zaten.
Pirgi Gözetleme Kulesi... (Pyrgos)
Agioi Apostoloi Mabedi (13. - 14. YY)... Pirgi meydanı solunuzda kalacak şekilde aşağı doğru yürüdüğünüzde hemen sağınızda kalacak dar sokak 13. - 14. yüzyılda yapımına başlandığı tahmin edilen ve neredeyse Nea Moni kilisesinin bir kopyası olan Agioi Apostoloi Mabedini görebiliyorsunuz. Dar dehlizin sonu demir parmaklıkla çevrili, buradan mabede ulaşamıyorsunuz. Bir kaç fotoğraf çektikten sonra tekrar geri çıkıp daha aşağıdan bu sefer mabedin arkasına doğru dolaşabiliyoruz. Ama içine giremiyorsunuz. Tabi bu köyde ayrıca 17. yüzyılın sonlarına doğru inşa edilmiş ve iyi korunmuş Meryem Ana ve Taxiarchi kiliseleri de bulunmakta... Pirgi köyünde sokaklarda dolaşmak çok keyifli ve biz de bu keyfi iyice sindiriyoruz içimize. Sonunda ayrılma vakti geliyor. Pirgi'den ayrılıp Chios'a doğru dönüyoruz. Daha önce önünden geçerken dikkatimizi çeken büyük ve modern bir binanın ne olduğunu da ancak bu taraftaki tabelasını görünce anlayabiliyoruz;
Modern bir bina, geniş bir otoparkı var. Arabamızı bırakıp büyük kapıdan içeri giriyoruz. Giriş ücreti sanırım 4 Euro idi yanlış aklımda kalmadıysa. Biletlerimizi alıp içeri giriyoruz. İki katlı kapalı alan ve fidandan ağaca kadar Sakız Ağacının gelişimini izleyebileceğiniz çok büyük bir bir bahçesi var. Giriş katında tohum, ekim, sakız işçilerinin ve köylerinin yaşamı, toplama araçları sergileniyor. Burada bir dönem Osmanlı egemenliğinde kalan Sakız Adasında kullanılan Osmanlıca yemek kitapları ve çinili kapları da görebiliyorsunuz. Bu katta sakızın tarih boyunca hikayesinin anlatıldığı bir video gösterimi perdelerle kapalı küçük bir salonda devamlı olarak gösteriliyor. Alt katta ise sakızın gıda, ilaç ve diğer değişik sektörlerde kullanılmak üzere işlendiği makinalar vs bulunmakta.
Mastik Müzesi girişi...
Süpürgeler ve toplama ekipmanları...
Sakız işçisi köylülerin ev yaşamı...
Osmanlıca yemek kitabı ve sakızlıklar...
Sakız tartıları...
Sakız ayıklayan kadınlar...
Sakızın gıda ve kozmetikte kullanımı... Buradan isterseniz dışarı bahçeye çıkıp Sakız ağacının fidandan başlayan yaşam yolculuğunu gözlemleyebileceğiniz bir alanı gezebiliyorsunuz. İlginç bir deneyim, bence müzeye girdiyseniz bu alanı da gezmenizde fayda var.
Fidandan ağaca sakızın gelişimi... Bu kulvarı tamamladıktan sonra arzu ederseniz hem çeşitli sakız ürünlerinden satın alabileceğiniz hem de güzel bir manzara eşliğinde terasında bir şeyler yiyip içerek biraz soluklanabileceğiniz bir kafe bulunmakta. Bizde öyle yapıyoruz. Ben soğuk bir Mytos birası, eşim de sakızlı bir kahve içiyoruz. Bu günkü son planımız Komi' de denize girmek. Akşam yemeğimizi de aynı yerde yemeyi planlıyoruz. Sakız müzesinden çıktıktan 20 dakika sonra Komi'deyiz. Çok güzel bir sahilin kenarına konumlanmış olan Komi kasabasının hemen girişinde arabamızı park ediyoruz. Sahile araç girişi yasak, çok kısa 100 - 150 m yürüyerek sahile ulaşıyoruz. Geniş kumsal kafeler ve restoranlar ile süslenmiş. Hemen yanımıza yanaşan genç bir kız bize hoş geldiniz diyor Türkçe. Denize girmek istersek restoranda üzerimizi değiştirebileceğimizi söylüyor. Hem yemek hem deniz, ikisi bir arada, zaten bizim isteğimizde bu... Bizi hemen en ön masaya alıyor.
Masamız hemen kumsalın dibinde...
Barbun ve Uzo muhteşem ikili... Bir kaç meze, kalamar, ahtapot, Grek Salat, barbun ve küçük bir Uzo söylüyoruz. Çok keyifli bir sofra oluyor, acıkmışız iyice... Yemeğimize eşlik eden sevimli bir köpek bizi neşelendirirken karnını da iyice doyuruyor sayemizde.
Bizimle yemeğe eşlik eden sevimli çomar... Yemek faslımızı birer sakızlı kahve ile tamamlayınca artık deniz zamanı geliyor. Kızım girmek istemiyor nedense, eşimle biz üzerimizi değişip Komi'nin gerçekten çok güzel olan sahilinden kendimizi serin sulara bırakıyoruz. Neredeyse 1 saate yakın suda kalıyorum. Sonra duş ve tekrar giyinme, bir kahve daha derken kalkma zamanı geliyor. Burayı gerçekten çok seviyoruz.
Komi'nin muhteşem denizi... Sakızın diğer meşhur plajı Mavra Volia. Volkanik plaj diye de biliniyor. Chios merkeze dönmeden önce orayı da görelim istiyoruz. Komi' ye komşu bir koy, aracımıza atlayıp 10 dakika sonra Emporios' a varıyoruz. Aşağısı meşhur Volkanik plaj Mavra Volia. Aracı yukarıda otoparka bırakıp 500 - 600 metre sahile iniyorsunuz. Belki denize girerim diye yine çantamı alıyorum. Sahil komple siyah taşlardan oluşuyor. Santorini adasında da buna benzer volkanik bir plajdan denize girmiştik. Orası çok keyifliydi. Yüzme isteği gelmiyor içimden. Saatin 18:00'i geçmesiyle hemen dağların ardına saklanan güneşin kaybolması ile ortaya çıkan serinlik hissi denizden çıkınca kuruyamama endişesi yaratıyor bende belki de... Sadece denizi seyrediyoruz. Zaten sahildeki bir kaç kişide toparlanıyor. Demek ki buranın zamanı bitmiş artık.
Mavra Volia' da gün sonu yelkenli keyfi...
Mavra Volia sahili...
Volkanik sahil... Günü Mavra Volia'da bitirip otelimize dönüyoruz. * * * Bugün artık Sakız adasında son günümüz, yarın sabah 08:00 feribotu ile adadan ayrılacağız. Bugün planımızda önce Lithi sahil kasabasını sonra Nea Moni manastırını ziyaret etmek ve sonra da Yunanca'da Öğretmen'in Kayası anlamına gelen Daskalopetra'da Homeros'un kayasını görmek var. Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası Lithi'ye varıyoruz. Lithi'ye inen yolun üzerinde küçük bir kilise var. Herhalde manzarası en güzel kiliselerden biri olsa gerek, biraz duruyoruz bahçesinde. Kapı kilitli, içine giremiyoruz ama bahçeden görünen manzara güzel...
Lithi'ye inen yoldaki kilise ve manzarası...
Lithi sahilinde kahve keyfi... Lithi' de bir kahve molası veriyoruz. Gölgede serin bir kafede birer sade kahve içip soluklanıyoruz deniz havasını da içimize çekerek. Çok sakin bir yer Lithi. Arada denize girenler biraz olsun sessizliği bozuyor. Kahve iyi geliyor, şimdi istikametimiz Nea Moni... Nea Moni manastırı adanın tam ortasında bulunuyor. Yani adanın kuzeyinden güneyine ve doğusundan batısına iki çizgi çizerseniz ikisinin kesiştiği nokta Nea Moni manastırı...
Konum olarak ise Chios merkezin batısında kalıyor. Nea Moni otoparkına bizimle aynı anda bir araç daha giriyor. Başka bir araç veya ortalıkta kimse gözükmüyor. İnip kapıya doğru yürüyoruz, diğer araçtan da bir turist çift aynı anda geliyor bizimle... Saat 13:40 ama kapı duvar, açılış saati için aşağıdaki tabelayı görüyoruz ama tabela sadece Yunanca yazılmış olduğu için tam olarak anlayamıyorum. Açılış, kapanış, öğle tatili ne zaman belli değil... Soracak kimse de yok, diğer turist çiftte aynı bizim gibi anlamıyor.
Nea Moni açılış kapanış saatleri ?!... Onlar arabalarına atlayıp geri dönüyor. Ama biz biraz bahçedeki banklarda oturup sessizliğin keyfini yanımızdaki sandviçleri yiyerek çıkartıyoruz. Biraz zaman geçirdikten sonra Daskalopetra'ya gitmek için arabamıza doğru giderken oda ne? Büyük kapı açılmış... Bingo!... İçeri giriyoruz, bahçe çok güzel, ama ne yazık ki binanın içine girebileceğimiz kapı yine kilitli. Binanın etrafında dolaşıp başka bir giriş arıyoruz ama yok, olan tüm kapılar kilitli. Etrafta kimsecikler yok. Bir kaç fotoğraf alıyoruz. Girişteki müze kısmının kapısı itince açılıyor, biraz da çekinerek içeri giriyoruz. Yine kimse yok. Ama içerideki kuru kafalar dikkatimizi çekiyor. 1822 Sakız isyanında Osmanlı'dan kaçıp Nea Moni'ye sığınan Sakız'lıların kafalarının Osmanlı askerlerince kesildiği varsayımı ile oluşturulmuş bu kuru kafa ve kemiklerin sergilendiği sözde müze canımızı sıkıyor. Zaten içini göremediğimiz Nea Moni gezimizi burada bitiriyoruz...
Nea Moni bahçesinden... Bahçenin en keyifli anı... 1822 yılında sözde Osmanlı askerleri tarafından katledildiği söylenen Sakızlılar...
Daskalopetra Chios merkezin kuzeyine doğru ilerlerken yol sahilden içeri dönmeye başladığı andaki küçük yerleşim yeri.Homeros' un kürsüsü olduğu söylenen bir kaya bu şekilde ünlenmiş. Madem bu şekilde bir ünü var bize de ziyaret etmek düşer. Daskalopetra'nın Yunanca anlamı da zaten Öğretmenin Kayası anlamına geliyor.
Homeros kadar olamam elbette ama kürsüyü buldum bir kere... Homeros' un kürsüsü ve öğrenci sıraları... Kürsü ziyaretimiz için arabayı otoparktan almadan hemen denize yakın bir kafede bir şeyler atıştırıyoruz. Bira, patates ve kalamar iyi gidiyor. Yemek yerken Türkçe konuştuğumuzu duyan arka masadaki kadın kibarca bize doğru dönüp, "Türkçe konuştuğunuzu duydum çok mutlu oldum, afiyet olsun size" diyor. Bir süre İstanbul' da bulunmuş, şimdi ise İskeçe' de yaşıyormuş. Türkçe' yi duyunca İstanbul'daki günleri aklına gelmiş, birlikte yemek yediği eşi Türkçe anlamıyor. Arada dönüp konuştuklarımızı ona anlatıyor. Bu kısa sohbet bizimde hoşumuza gidiyor... Sakız likörü, sakız şekeri, reçel, sabun, peynir, uzo ve bilumum hediyelik eşya için hesaplı bir yer arıyoruz. Palmiyeli Park' a çıkarken sol tarafta "Andonis - Sweet Art" mağazası hem konukseverliği hem de bol çeşidi ile bizi içeri davet ediyor. Her ihtiyacımıza cevap verebilecek güzel bir mağaza. Mağazada bize yardımcı olan Selda Hanım ve Işık Hanım İzmir' den Sakız' a gelin gelmişler Türkçeleri fena değil :) çok yardımcı oldular... Bilgi için internet sitelerine buradan ulaşabilirsiniz, www.sweet-art.gr Alışverişimizi tamamlayıp Selda Hanımın ikram ettiği kahve ve sakız likörlerini içtikten sonra Sakız Adası maceramıza noktayı koyuyoruz. Sabah feribotumuz 08:00' de hareket edeceğinden dolayı kiralık araç teslimi için de ofisi arayıp yarın iskelede buluşmak için sözleşiyoruz.Artık otelimize dönüp dinlenmenin zamanı geliyor, yarın erken kalkacağız...
Bizi adadan uğurlayan sevimli papağan... Ada gün batımı ile bize elveda diyor...
Kalispera Chios... Tekrar görüşürüz inşallah... |
Yazılan Yorumlar... | |
TAMER (09 Mart 2017) |
Değerli yorumun için çok teşekkürler Hakan. Sakız Adası çok enteresan bir ada evet. Geçtiğimiz haftalarda da karnavalı oldu zaten, yani anlayacağın yazın ayrı kışın ayrı güzel bence... |
hakangeziyor (07 Mart 2017) |
Sevgili Tamer, yine müthiş bir yazı ve görsellerle bizimlesin. Belki de gezip de yazısını geziseverlerle paylaşamadığım tek yer olan Sakız Adasını senden okumak beni oralara yeniden götürdü. Gerçi ben bir gece iki günlük çok daha kısa bir seyahat yaptığım için senin gezdiğin kadar yer göremedim doğal olarak. 2015 Ocak ayı sonunda, nispeten ılık ve güneşli bir hafta sonunu geçirmiştim Sakızda. Günler kısaydı ama deniz vb. detaylar olamdığı için vurmuştuk kendimizi sokaklara. 35 Euroya bir araç kiralamış ve iki gün boyunca talan etmeye çalışmıştık. Mesta ve Pirgi çok hoşuma gitmişti. Dar sokaklarda, üstelik kışın getirdiği sakinlikle oldukça güzeldi. Keşke köpeklere takılmayıp Anavatosun yukarı bölümüne çıksaydınız, oldukça enteresan şeyler görebilirdiniz. Keçi gibi tırmandığımızı hatırlıyorum. Nea Moni bizim için de çok enteresan olmuştu. Kapı açıktı ama pazar günü olduğu için ayin sonrasına denk gelmiştik. Adalılar Türk olduğumuzu duyunca bizi aralarında verdikleri bir tür küçük ayin sonrası toplantıya davet etmişler, evlerinden getirdikleri yiyeceklerden ikram etmişlerdi. O geziden aklımda kalan en büyük ayrıntılardan birisi de Cumartesi akşamı merkezde bulunan bar-kafelerin sabahın ilk saatlerine dek ağzına kadar dolu olduğuydu. Çeşmede in cin top atarken tam da tezat bir durum. Neyse, biraz daha zorlarsam yazmadığım yazıyı buraya alacağım :) Kalemine sağlık... |