Endülüs gezimiz devam ediyor. Gezimizin üçüncü gününde otelden eşyaları toplayıp kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 09.30 gibi hareket ettik. Nihai durağımız Endülüs’ün başkenti olarak kabul edilen Sevilla ancak yolda Ronda kasabasında da molamız olacak. Malaga çıkışından itibaren yolculuğumuz, kısa süreliğine güzel bir otobandan sonra gidiş-gelişli yolda devam etti. Endülüs coğrafyası bazen bizim İç Anadolu’ya benzese de genel olarak yeşil, sulak ve her yerinde tarım yapılan arazilerden oluşuyor. Özellikle zeytin ağaçları bazen kilometrelerce uzanıyor. Yol boyunca rehberimiz Murat beyin genelde Endülüs, özelde de Ronda hakkında verdiği bilgilerle saat 11.00 gibi Ronda’ya varıyoruz.
Gezi ekibimiz toplu halde Ronda’da “Viajeros Romanticos” da poz verirken…
Malaga, Sevilla ve Cordoba üçgeninde adeta bir kesişme noktasında yer alan Ronda’nın nüfusu yaklaşık 40.000. İspanya’nın en eski yerleşim yerlerinden birisi olarak kabul edilen Ronda’nın tarihteki ilk adı “Arunda” olarak biliniyor. En basit anlamda “dağlarla çevrili” demekmiş. 713 yılında Mağribiler tarafından ele geçirildiğinde, muhteşem sarp bir kanyon üzerindeki stratejik konumu nedeniyle oldukça beğenilmiş. Zaten bu yüzden de 1492 yılında son Müslüman kenti olan Granada İspanyolların eline geçtikten sonra dahi Müslümanlar burada varlıklarını sürdürmeye devam etmişler. Hatta bazıları buradan gitmek istemedikleri için ciddi mücadele de vermişler. Bir anlamda Ronda, son Müslüman kalıntılarının kaldığı yer olarak da adlandırılabilir.
Merced Kilisesi kapalı olduğu için rahibelerin yaptığı özel tatlılardan yiyemedik…
Deniz seviyesinden 1200 metre yüksekliğindeki kasaba doğanın bahşettiği muazzam bir kanyon üzerine kurulmuş. Guadalevin Nehrinin zarafetle süzülüşüyle bütünleşen beyaz badanalı evler nereden bakarsanız bakın eşsiz bir güzellik katıyor. İspanyolların deyimiyle “Las Casas Blancas” yani “Beyaz Evler”in en meşhur yerlerinden birisi Ronda. Hemen uçurumun kenarında, adeta düşecekmiş gibi asılı duran beyaz evler Endülüs’ün en önemli özelliklerinden birisi. Ronda coğrafi zenginliğini son dönemlerde paraya çevirmeyi başarmış görünüyor. Özellikle turizm anlamında son yıllarda büyük mesafeler katetmiş.
Plaza de Toros’da bulunan Arenanın önünde bulunan iki matador heykeli…
İspanya’da 1936-39 yılları arasında faşistlerle cumhuriyetçiler arasında yaşanan ve pek çokları tarafından 2. Dünya Savaşı’nın mini bir provası olarak algılanan İç Savaştan elbette Ronda’da etkilenir. Ulaşım zorluğu nedeniyle savunma ve saklanma imkanlarının oldukça kolay olduğu bir yer olan kasaba iç savaşta da bu özelliğini korur. General Franco’nun seçilmiş hükümete karşı başlattığı savaş bir milyondan fazla kayıpla Avrupa’nın yakın tarihimizdeki en büyük olaylarından birisi olarak kabul edilir. Dünyanın en önemli yazarlarından birisi olan Ernest Hemingway, İspanya iç savaşı sırasında savaş muhabiri olarak görev yapar ve önemli gözlemlerde bulunur. 1940 yılında kaleme aldığı “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanı da bu savaşın küçük parçasını anlatır. Özellikle de elleri arkalarından bağlanmış Franco yanlısı faşistlerin meydanda toplanıp, hemen ilerideki uçurumdan Tajo Nehrine atıldıkları sahne gerek edebiyatseverlerin gerekse de sinemaseverlerin akıllarından çıkmayan bir sahne olarak kalır. Murat beyin söylediğine göre kurşuna dizmek yerine uçurumdan atılmalarının yegâne sebebi ise daha çok faşist öldürebilmek amacıyla kurşunların ziyan edilmek istenmemesi. İşte Ronda kasabasını edebiyat düşkünleri ve turistler için ziyaret edilir kılan sebeplerden birisinin de Hemingway olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz kanaatindeyim.
İki rakip Arena’nın bulunduğu meydanda adeta birbirlerini bekliyorlar…
Ronda’nın İspanya için bir başka önemi daha olduğunu söylemek lazım: Boğa güreşleri… Boğa sembolü ve boğa güreşlerinin tarihinin Mezopotamya’ya kadar gittiği bilinir. Hatta ilk boğa güreşlerinin Frigyalılar zamanında Kütahya’da yapıldığına dair ciddi bulgular da söz konusu. Ancak kabul etmek gerekir ki boğa güreşleri bir Endülüs mirasıdır. Tarih boyunca en ünlü matadorların Endülüs’ten çıkmaları tesadüf olmasa gerek. İşte bugün bildiğimiz anlamda ilk boğa güreşinin de Endülüs’ün Ronda kasabasında yapıldığı söyleniyor. Muhtemelen soylular tarafından boğaları önlerine katarak koşturmak ve insanların bulunduğu yerde at üstünde öldürmekle başlayan boğa güreşleri 18. Yüzyılda kabuk değiştirmiş. Ronda’lı meşhur Romero sülalesinin matadorlarından birisi olarak bilinen Francisco Romero, 1700’lerin başında atından inerek boğayı kendisi öldürmek istemiş ve bu tarihten sonra boğa güreşleri at sırtında değil ayakta yapılmaya başlanmış. Aynı zamanda ilk kez kırmızı pelerin yani “muleta” kullanan matadorun da kendisi olduğu söyleniyor.
Alameda Park…
İspanya’da boğa güreşlerinde kullanılan boğalar özel olarak yetiştiriliyormuş. Güreşin yapıldığı güne kadar hiç ringe çıkmayan boğalar, güreşi adeta bir oyun zannederlermiş. Zira hayvanların aynı hatayı iki kere yapmayacağını, içgüdüleri ile her hatadan ders çıkardıklarını, daha önceden arenaya çıkarlarsa kendilerini yaralayacaklarını bileceklerini söyledi Murat bey. Sanıldığının aksine boğa güreşlerinde matador hemen sahneye çıkmazmış, at üstündeki pikadorlar, bir tür oyun oynadığını zanneden boğayı kızdırmak için ellerinden geleni yaparlarmış. “Cuadrilla” denilen matador yardımcıları da boğanın yorulmasına katkıda bulunduktan sonra assolist olan matador sahneye çıkarmış. Kırmızı pelerini ile şovunu yaptıktan sonra iyice bitkin haldeki boğaya son darbeyi vuran matador izleyenlerin çılgın nidaları eşliğinde görevini tamamlarmış. Seyretmek nasip olmadı. Boğa güreşleri genelde hafta sonları, saat 18-20.00 gibi yapılıyormuş. Kışın toprak çoğunlukla ıslak olduğu için ve boğanın ayağı kaydığı için güreşler yapılmazmış. Hüzünlü bir son olduğu kesin. Hayvanseverler yıllardır bu duruma karşı çıkıyorlar, farklı düzeyde etkinlikler yapıyorlarmış. Murat bey, boğa güreşleri geleneği olmasa bu boğaların ortadan kalkacağı, yetiştirilmeyeceği tezini savunan gruba giriyormuş. Kendi içinde ters bir döngü gibi. Yani güreşler yapıldığı için bu özel boğalar yetiştiriliyor, eğer yapılmazsa zaten bu boğalar yetiştirilmeyecek. Murat bey İspanyollar için boğa güreşlerinin önemini, matadorların İspanyollar için oldukça hatırı sayılır olduğunu, hatta pop yıldızlarından bile daha çok kazandıklarını anlattı uzun uzun.
Ronda için Orson Welles ve Ernest Hemingway önemli iki şahsiyet…
Ronda merkezine vardığımızda otobüsümüzü bu iş ayrılmış özel park alanına bıraktıktan sonra yürüyerek yaklaşık 10 dakikada tarihi bölgeye ulaştık. İlk durağımız Merced Kilisesi oldu. Aynı isimli meydanda bulunan kilise 1585 yılına tarihleniyor. Kırmızı tuğlalarla süslenen sütunları ve aynı tuğlalardan yapılmış kulesi ile oldukça güzel görünüyor. Kilisenin en önemli özelliğinin buradaki rahibelerin yaptıkları nefis tatlılar olduğunu söylüyor Murat Bey. Rahibeler hazırladıkları tatlı ve çörekleri misafirlere satarak kilisenin masraflarını karşılıyorlarmış. Maalesef bizim orada bulunduğumuz sırada kilise kapalı olduğu için ne gezebildik ne de tatlılardan yiyebildik.
Uçurumun kenarındaki beyaz evler Ronda’nın simgelerinden adeta…
Kilisenin hemen sağ tarafında kalan alan Alameda Park olarak biliniyor. Üç sıra ağaç ve yolla bölünen parkın sonu derin uçurumun ilk izlerini görebildiğimiz yere ilerliyor. Gittikçe yakmaya başlayan güneşin altında bir parça serinlik duygusu veriyor. Biraz daha ilerleyince İspanya’nın en eski boğa güreşleri arenası olarak bilinen Ronda Arenasına geldik. Hemen Arenanın önünde şehrin en büyük matadorlarından ikisinin heykeli bulunuyor. Bunlardan Pedro Romero, modern boğa güreşine “Ronda Tarzı” uygulamasını armağan etmiş. Ana kapının oradaki meydanda ise devasa bir boğa heykeli görmek hiç de şaşırtıcı değil elbette. 1784 yılında neo-klasik tarzda inşa edilmiş olan bembeyaz Arena, ülkenin en anıtsal arenası olarak kabul ediliyor. Uzun yıllar Romero sülalesinin önderliğinde birbirinden heyecanlı güreşlere ev sahipliği yapsa da 1954 yılından beri sadece yılda bir defa “Costume Goyesca” adı verilen tarihsel boğa güreşlerinde kullanılıyor. Bunun dışında boğa güreşleri tarihi, Ronda ve Romero sülalesi hakkında çok keyifli bilgiler alabileceğiniz Müze işlevi görüyor. Müzeyi ziyaret etmek için adam başı 7 € ödemeniz gerekiyor. Elektronik kulaklık isteseniz ayrıca 1,5 € daha ödüyorsunuz. Çok zamanımız olmadığı için maalesef müzeyi ve arenayı gezme şansımız olmadı.
Ronda ile ilgili her yerde göreceğiniz meşhur Yeni Köprü…
Arenanın hemen arka tarafındaki yürüyüş güzergahları bizi aynı zamanda Ronda’nın dört gözle beklediğimiz manzaralarına doğru yaklaştırıyor. İki ünlü şahıs, Ernest Hemingway ve Orson Welles’in ismiyle anılan bu yürüyüş güzergâhı boyunca belirli noktalarda fotoğraf çekebileceğiniz teraslar oluşturulmuş. Hepimizin elinde fotoğraf makineleri, tek bir anı dahi kaçırmak istemeden ilerliyoruz. Sağ tarafınızda kalan uçsuz bucaksız ovalar, hemen altınızda yer alan Tejo Vadisi ile birleşince muazzam görüntüler ortaya çıkıyor. Elbette yolun sonu Ronda’nın en meşhur anıtlarından birisi olan Yeni Köprü’ye yani Puente Nuevo’ya çıkıyor.
Ronda’dan farklı noktalarda seyir terasları bulunuyor. Sol tarafta uç noktada ünlü "el Balcon del Coño", sağ taraftaki fotoğrafta yer alan teras ise Franco yanlısı faşistlerin uçurumdan aşağıya atıldıkları nokta…
Ronda’da El Tajo kanyonunun iki yakasını birbirine bağlayan üç farklı köprü var: Roma Köprüsü, Eski Köprü ve Yeni Köprü. İlk ikisi yaya geçişleri için kullanılıyor. Tüm Ronda fotoğraflarında gördüğümüz, derin vadiyi birbirine bağlayan, İspanyol faşistlerin atıldıkları heybetli köprü Yeni Köprü. İsminin yeni olması üç köprü içinde en son yapılan olduğu için, yoksa 1793 yılına tarihleniyor. Mimar Jose Martin de Aldehuela tarafından inşa edilen köprü İspanya’nın en çok fotoğraflanan noktalarından birisi olarak kabul ediliyor. 98 metre ile diğerlerinden çok daha yüksek olan köprü gerçekten oldukça heybetli ve bir o kadar da ürkütücü. Kanyonun yüksek tepe ve kayalarıyla birlikte inşa edildiği için daha da büyük göründüğü kesin. Aşağıda akan yemyeşil nehirle birleşen vadi ve köprü sanki çok daha yüksek bir mesafede olduğunuz hissini yaratıyor. Köprünün orta katında yapılışını ve bazı diğer bilgileri bulabileceğiniz küçük bir müze var. Giriş ücreti 2€.
Yeni Köprü’nün arka tarafındaki manzara da muhteşem. Cuenca Bahçeleri olarak bilinen teraslar yemyeşil akan Tajo Nehri ile birleşirken sağ üst tarafta görülen yeşil çatılı bina Mağribi’nin Sarayı olarak adlandırılıyor. En arkadaki küçük köprü ise Eski Köprü…
Oldukça fazla sayıda ziyaretçi var. Ronda pek çok turist için Malaga’dan Sevilla’ya (ya da tam tersi) geçerken ziyaret edilen bir yer. Birkaç saatlik yoğunluktan sonra şehrin sakinleştiğini söylüyor Murat bey. Bizim ziyaret zamanımızda en yoğun saate denk geldiği için köprü, sokaklar, meydanlar hınca hınç dolu. Öyle ki fotoğraf çekmek için uygun ve boş bir anı bulmak neredeyse imkansız. En iyi manzaralardan birini köprünün hemen bitişiğinde konuşlanmış olan Parador de Ronda otelinden alabiliyorsunuz. Bu parador otelleri, daha çok tarihi kale ya da binaları restore eden ve İspanya’da oldukça lüks kategoride hizmet veren bir oteller zinciriymiş. Burada da köprünün sol tarafında yer alan ve şehrin ana meydanı olarak kabul edilen Plaza de Espana’daki eski Belediye binasında konuşlanmış.
Yeni Köprü araç trafiğine de açık. Yolun devamı Plaza de Espana’ya çıkıyor. Bu küçük meydanın incisi de bir zamanların belediye binası, şimdinin lüks Parador Oteli…
Köprünün sağ tarafı tarihi Mağribi bölgesine gidiyor. Bitirdikten sonraki sol tarafta yer alan seyir terası içinde bulunduğunuz güzellikler hakkında daha net manzaralar sunuyor. Uçurumun hemen kenarına inşa edilmiş ve neredeyse yıkılacakmış havası veren beyaz badanalı evler, yer yer ağaçlarla süslenmiş minik patikaların bulunduğu Cuenca Bahçeleri, 231 basamak merdivenle nehre kadar inebileceğiniz, hiçbir zaman bir Mağribi krala ev sahipliği yapmamasına rağmen ismi Mağribi Sarayı olarak geçen ve bugün için pahalı bir restoran olarak hizmet veren Mağribi Sarayı, Yeni Köprünün inşasından sonra eski önemini kaybeden ve çoğu kez şehre gelen misafirlerin uzaktan fotoğraflamakla yetindiği Eski Köprü, en aşağıda sessiz sedasız akışını sürdüren yemyeşil renge bürünmüş Guadalevin Nehri. Tajo Kanyonu’nun kenarlarında açılmış minik patikaları kullanarak macera arayan insanların gölgeleri eşliğinde kendinizi bırakıp dalıyorsunuz zamanın içine. Kesin olan bir şey var ki Ronda birkaç saatten çok daha fazlasını hak ediyor.
Socorro Meydanı Ronda’nın en keyifli ve hareketli noktalarından birisi…
Aynı isimli kilise ve Blas Infante’nın birinci katın balkonundan Otonom Endülüs Meclisi’nin kurulduğunu haykırdığı bina…
Tarihi bölgede Arminian Caddesinde biraz ilerleyince “Viajeros Romanticos” adı verilen ve eski manastır Santa Domingo’nun duvarına işlenmiş mozaiklerden oluşan bir noktaya geldik. Burası grup fotoğraf çektireceğimiz bir yer. 18. ve 19. yüzyıllarda, gittikçe sanayileşen ve geleneklerini kaybetmeye doğru ilerleyen toplumsal yapıya bir tür tepki olarak, edebiyat ve sanat akımlarına öncülük etmesi için, Avrupa’nın keşfedilmemiş köşelerine seyahat eden gruplara “Romantik Seyahatseverler” adı verilmiş. Bu kişiler özellikle Avrupa’nın güneyinde kırsal yaşamın güzellikleriyle bütünleşip, buradan aldıkları ilhamla oldukça önemli eserler armağan etmişler. Belki de bunlardan en çok bilineni ve en son örnekleri Hemingway ve Welles. İşte Ronda’da bu şirin mekanlardan birisi olarak kabul edilmiş ve burayı ziyaret edenlerin burası hakkındaki sözleri ve diğer bazı düşünceler duvardaki mozaiklere işlenmiş. İşte Ronda'nın romantik bir şehir olduğu efsanesi buradan geliyor. Ne hikaye ama…
Adını Barıştan alan minik Kilise değişik ön cephesi ile dikkat çekiyor…
Romantik grup fotoğrafımızı da çektirdikten sonra tekrar Yeni Köprü üzerinden geçerek İspanya Meydanı’na geldik. Turizm Danışma Ofisinin de bulunduğu meydanı geçtikten sonra ara sokaklara daldık. Öğlen saati olmasına rağmen kafeler ve restoranlar daha yeni açılmış, sandalye ve masalar henüz hazırlanıyor. Bu kadar turistik bir kasaba bizde olsa dükkanlar çoktan müşterilerini bekliyor olur, hatta beklemekle yetinmez yoldan geçenleri karga tulumba içeri atmaya çalışırlar. Burada mekanlar sanki “bizim ihtiyacımız yok, sizin ihtiyacınız varsa az bekleyin de şu masa düzenini kuralım” havasındalar. Ctra.Espinel, 16 numarada yer alan “El Pensamiento” Murat bey tarafından özellikle üzerinde durulan bir nokta oldu. Mavi fayanslara işlenmiş tabelası, ahşap kaplı sütunları ile oldukça albenili görünen dükkan, çocukları ve hatta büyükleri mutlu edebilecek her türlü oyuncak ve türevleri olan hediyelik eşyayı bulabileceğiniz bir yer. Çok kalabalık olduğu için serbest zamanda yeniden gelmek üzere yolumuza devam ettik ve Ronda’nın olmazsa olmazlarından birisi olarak kabul edilen Plaza del Socorro’ya geldik.
Santa Maria La Mayor Kilisesi ön cephesi ile mudajer tarz özellikleri taşıyor. Belediye binası aynı zamanda halka açık kafeterya olarak da hizmet veriyor…
Socorro Meydanı, iki tarafında aslanlarıyla yarı çıplak Herkül figürünün bulunduğu bir havuzun süslediği dikdörtgen şeklinde bir yer. Franco zamanında O’nun ismiyle anılan meydan, aynı isimli güzel kilise ile birlikte pek çok restoran ve kafeye de ev sahipliği yapıyor. Çok tarihi bir havası olsa da İkiz kuleli Socorro Kilisesi, iç savaş sırasında 1936 yılında yıkıldığı için 1956 yılında yeniden inşa edilmiş. Herkül heykelinin arka tarafında bulunan üç katlı ahşap pencereli bina “Circulo de Artistas”. En üst tarafta C ve A harflerini görmek mümkün. Endülüs bölgesinin otonom yönetimi için büyük mücadeleler veren ve “Endülüs’ün Babası” olarak alınan Blas Infante’nin 1918 yılında ilk kez toplanan Endülüs Otonom Meclis’nin açılış konuşmasını yaptığı bina burası olduğu Endülüs’te yaşayan insanlar için özel bir önemi var. Hatta meydanın ortasındaki Herkül heykelinin de onun onuruna yapıldığı belirtiliyor. Özellikle buluşma ve gezi sonrasında dinlenmek amaçlı kullanılan Socorro Meydanı, bizim de serbest zaman sonrasında toplanacağımız yer olarak belirleniyor.
Ronda sokaklarında insanın kendini yavaş ilerleyen zamana bırakması en güzeli…
Yaklaşık 1,5 saatlik zamanda önceliği şehrin tarihi bölgesinde yer alan Plaza Mayor’a verdim. Kendinizi medinanın küçük dar sokaklarına bıraktığınızda kavuştuğunuz minik meydanlardan birisi olan Plaza Mayor, ya da resmi adıyla Plaza Duquesa de Parcent, yüksek ağaçların gölgesinde Ronda’nın en güzel kilisesi olan Santa Maria La Mayor’a ve Belediye Binasına ev sahipliği yapıyor. İlk önce bir Roma Bazilikası olarak inşa edilen yapı Endülüs Emevileri zamanında camiye dönüştürülmüş ve şehrin merkez camisi olarak kullanılmış. Katoliklerin şehri fethinden sonra ise 1485 yılında kilise inşa edilmiş. 1580 yılındaki depremde oldukça büyük hasar görmüş ve sonrasında onarılmış. Kilise inşaatı sırasında eski caminin minaresi yıkılmayarak sadece dönüştürüldüğü için bugün de karşıdan baktığınızda izlerini görebilmek mümkün. Sütunlu ön cephesi de buram buram İslam kokmuyor değil. Küçük meydandaki hediyelik eşya satıcılarının hemen yan tarafında, kilisenin çaprazında bulunan Belediye Binası ise 1734 yılında, askeri hapishane olarak inşa edilmiş. Daha sonra yeniden düzenlenerek Belediye binası olarak kullanılan yapının önündeki bayraklardan burasının resmi bir yer olduğunu anlamak çok kolay. Aynı zamanda polis merkezi ve halka açık bir kafeterya da hizmet veriyor. Açık olmadığı için gezemedim ama girişteki tavan işlemelerinin Arap mimarisinin izlerini taşıdığını okumuştum.
Panoramik Ronda fotoğrafı denemesi…
Mondragon Meydanı şehirdeki bir diğer minik meydan. Beyaz badanalı evlerin arasında kendine yer bulan Mondragon Sarayı’da burada yer alıyor. Ziyaret etme şansımız olmadı ama Mağribi ve Rönesans mimarisi tarzında inşa edilmiş olan yapı 1300’lü yılların başına tarihleniyor. Bir dönem Mağribi sultanına ev sahipliği yapan bina, 1490’lı yıllarda Ferdinand ve İsabel’e de ev sahipliği yapmış. Bugün için Ronda Arkeoloji Müzesi olarak hizmet veren binayı ve sonradan düzenlenen bahçeleri ziyaret etmek isterseniz 3€ ödemeniz gerekiyor.
Plaza de Maria Auxiliadora’da Bosco heykelinin hemen ön tarafında yer alan havuzda kısa bir mola hepimize iyi geldi…
Ara sokaklarda dolaşırken değişik mimarisi ile minik bir kilise karşımıza çıktı. Meryem Ana Barış Kilisesi (Iglesia de Nuestra Senora de la Paz) 16 yüzyılın ortalarında Kan Hastalıkları Hastanesi olarak düşünülmüş ve Ronda’nın azizi olarak kabul edilen “Virgen de la Paz”dan adını almış. Kırmızı tuğlalarla bezeli, yer yer sarı işlemelerle süslenmiş dış cephe çok güzel görünüyor. 18. Yüzyılda ciddi bir restorasyondan geçmiş ve mudajer sitili daha az hissedilir olmuş. İçeride altın kaplama bir Meryem ana heykeli bulunuyor.
Restoranlar yeni yeni açılmaya başlarken “El Pensamiento” dolup boşalmaya devam ediyor…
Serbest zamanımız gittikçe daralıyordu. Ronda, her sokağıyla ziyaret edilmesi gereken, dar sokakları, beyaz badanalı evleri, küçük balkonları, saksıda çiçekleriyle saatlerce gezebileceğiniz şirinlikte bir yer. Dönüş yolumuzda Plaza de Maria Auxiliadora’daki havuzun başında kısa bir fotoğraf molası vererek aynı zamanda upuzun engebeli vadiyi de farklı bir açıdan görebilme şansına sahip olduk. Ünlü İtalyan rahip San Juan Bosco’nun heykelini de selamlamayı unutmadık.
Gezmek çok güzel de insanın bir şeyler de yemesi gerekiyor. Fazla vaktimiz kalmadığı için hemen yol üzerindeki Cafeteria Maestranza’ya oturduk ve kaşarlı-domatesli bagetlerimizi sallama çay eşliğinde afiyetle mideye indirdik. (Tanesi 4€, çay 1,50€) Sonrasında ara sokaklardaki alışveriş dükkanlarını inceleyerek Socorro Meydanındaki buluşma yerimiz olan Herkül heykelinin oraya vardık. Saat 14.20 olmuştu ve güneş gerçekten yakıcı bir hal almıştı. Mayıs ayının başlarında hava bu kadar sıcak olunca yaz döneminde İspanya’ya, özellikle de Endülüs’e gelmenin akıllıca bir davranış olmayacağını kesin olarak anlamış oldum. Özellikle kültür yönü ağır basan, saatlerce sokaklarda dolaşılması gereken böyle bir gezinin 40 derece ve hatta üzerinde bir sıcakta yapılamayacağı kesin. Bu yüzden programınızı ayarlarken bu hususu mutlaka dikkate alın derim.
Devam edecek…