Endülüs'ün Narin ve Alımlı İncisi: Sevilla...


7 günlük Endülüs gezimizde en son keyifli Ronda şehrinden bahsetmiştik. Kaldığımız yerden devam edelim. Ronda’dan 14.35’de hareket ettik ve Sevilla’ya vardığımızda saatler 16.30’u gösteriyordu. Sevilla, Endülüs’ün başkenti olarak kabul edilen, rehberimiz Murat beyin ifadesiyle “Endülüs’ün İncisi” bir şehir. Mağribiler döneminde İşbiliye olarak adlandırılan Sevilla’nın merkez nüfusu 700.000 civarında iken çevresi ile birlikte toplam 1,5 milyonu buluyor. Guadalquivir Nehrinin ikiye böldüğü şehrin Roma dönemindeki adı Betis olarak biliniyor. 711 yılında Mağribiler şehri ele geçiriyor ve Müslüman hakimiyeti 1248 yılına kadar devam ediyor. Bu dönem tarımın öğrenildiği, mimarinin baştan başa değiştiği farklı bir dönem. Kastilya Leon Kralı 3. Ferdinand’ın şehri ele geçirmesinden sonra artık Hristiyan dönem başlıyor. 1492 yılında Yeni Dünya’nın keşfi ile Sevilla altın çağını yaşamaya başlıyor. Yeni kıtanın tüm zenginlikleri İspanya’ya akarken, önemli bir liman olarak Sevilla da bu durumdan maksimum kazançlı çıkıyor. Amerika’dan gelen ve oraya giden malların ilk giriş-çıkış noktası olduğu için gittikçe zenginleşiyor. Öyle ki Kraliçe İsabel, Kolomb ve kilise arasında yapılan özel anlaşma gereği kiliseye düşen pay o kadar muazzam bir servet ki Katedralin belirli bölümleri som altından parçalarla inşa ediliyor ya da kaplanıyor. Elbette bu zenginlik sürekli devam etmiyor, 18. Yüzyılla birlikte yepyeni rakiplerin sahneye çıkması ile İspanya’nın gelirleri azalıyor ve doğal olarak Sevilla da eski önemini yitiriyor. Bugün için Sevilla, Endülüs’ün başkenti, Flamenko’nun başkenti ve İspanya’nın en çok turist alan şehirlerinden birisi.

Gezi ekibimiz toplu halde Sevilla’da Dona Elvira Meydanı’nda…

Sevilla hakkında söylenecek o kadar çok söz var ki hepsini burada anlatmaya kalksak koca bir kitap olurdu herhalde. Yeri geldiğinde anlatırız diyerek Sevilla gezi notlarımıza geri dönelim. Otobüsle yaklaşık 45 dakika süren panoramik bir tur yaptıktan sonra merkezin güneyinde kalan Maria Luisa Park’ının giriş bölümündeki Amerika Meydanına geldik. Montpensier Prensesi Maria Luisa, 1893 yılında San Telmo Sarayının arazisinden bir bölümünü büyük bir park yapılması için kente bağışlar. Bu bahçeler, genç yaşta kral olan 12. Alfonso’nun Mercedes ile yaşadığı aşka şahitlik etmiş olan bahçelerdir. 1911 yılında Fransız mimar Jean Forestier tarafından başlayan çalışmalar yaklaşık 3 yılda tamamlanır. Sonrasında 1929 yılında yapılması planlanan Ibero Amerika Fuarı (Bir zamanlar İspanya ya da Portekiz tarafından kolonileştirilmiş olan ve bu ülkelere ait dillerin hakim olduğu ülkeler) için parkta çalışmalar yeniden başlar. Aslında bundan çok önceleri, 1889 yılında elindeki son sömürgeler Küba ve Endonezya’yı kaptırmış olan İspanya için küllerinden sıyrılma girişimi de denilebilir.

Amerika Meydanı uzun zaman geçirebileceğiniz keyifli bir yer. Sağ taraftaki bina Arkeoloji Müzesi olarak kullanılıyor…

Sol taraftaki bina bugün için Modern Sanatlar ve Gelenekler Müzesi olarak kullanılan “Mudejar Pavyonu”…

Amerika Meydanı, üç tarafında binalarla süslü, ortasında çimenler, yeşil çitler, havuzlar ve güvercinlerle dolu bir meydan. Gelmeden önce güvercinlerin insanın kafasına ve ellerine konduğunu okumuştum ama insan kalabalığından dolayı fazla beslendikleri için aldığımız kuşyemine neredeyse hiç itibar etmediler. Meydandaki binaların tamamı fuar öncesi döneme tarihleniyor ve o dönemde fuara katılan ülkelerin kayıt ve diğer işlemlerinin yapıldığı binalar. Katılan ülkelerin yerel kültür ve mimari anlayışlarına göre inşa edilmiş olan binaların neredeyse tamamı bugün için elçilik binası ya da kültür ve sanat merkezi ile müze olarak kullanılıyor. Bunlardan Amerika Meydanının sağ tarafında olan büyük bina, Arkeoloji Müzesi olarak kullanılırken, solda yer alan çift kuleli, mozaik işlemeli, desenli ve gösterişli bina ise Modern Sanatlar ve Gelenekler Müzesi. Ya da daha bilinen adıyla “Mudejar Pavyonu”. Bazı Sevilla gezi yazılarında, uygun güneşi sağladığınızda, hemen ön taraftaki havuza yansımış nefis fotoğraflarını görebilirsiniz. Mudejar, en kaba anlamda Endülüs Emevi Devleti yıkıldıktan sonra Hristiyan topraklarda kalan Müslümanlar anlamında kullanılıyor. Mudejar üslubu da, Hristiyan gotik sanatıyla Müslüman sentezin bir araya gelmesi olarak adlandırılabilir. Tuğla, alçı, sıva ve seramik süslemeleriyle özgün bir mimari olarak ortaya çıkan yapılar buram buram Müslüman izleri taşıyor. Bunu Endülüs’te pek çok eserde görmeniz mümkün. 

1929 yılında düzenlenen fuarda İspanya için inşa edilen pavyon müthiş keyifli bir mesire yeri haline gelmiş…

Pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi pazartesi günü olduğu için Parktaki müzeleri ziyaret etme şansımız yok. Meraklısı için giriş ücretinin 1,5€ olduğunu söyleyelim. Amerika Meydanının hemen arka tarafındaki Aslanlar Çeşmesi de görülmesi gereken yerlerden birisi. Maria Luisa Parkı, şehrin içinde adeta bir cennet gibi yükseliyor. Ağaçların arasında neredeyse güneşi görmeden ilerlerken bir an büyük bir şehirde olduğunuzu unutuyorsunuz. Etrafınızdan geçen faytonlar ve bisikletli insanlarla, her tarafta kendini gösteren portakal ağaçları ve çevreye yayılmış huzurlu bir ortamda ilerlerken birden Maria Luisa Parkı’nın en gözde noktalarından birisi olan, fotoğraf ve videolardan aşina olduğumuz harika bir meydan ve yapı çıkıveriyor karşımıza: Plaza Espana…

İspanya Meydanı’nda soldaki kule Isabel’i, sağdaki kule ise Ferdinand’ı temsil ediyor…

1929 yılındaki Fuarda İspanya’nın sanayi ve teknolojik ürünlerinin sergileneceği bir yer olarak düzenlenen bu meydandaki yapılar bugün için bazı hükümet binaları ile Askeri Müzeye ev sahipliği yapıyor. İspanyol mimar Anibal Gonzales tarafından art deco ve neo-mudejar tarzında, yarım daire şeklinde inşa edilmiş olan yapının her iki yanında dev ikiz kuleler ve ortasında da fıskiyeli dev bir avlu bulunuyor. İkiz kuleler 80 m yüksekliğinde ve soldaki Kastilyalı İsabel’i, sağdaki ise Aragonlu Ferdinand’ı temsil ediyormuş. İber Yarımadası’nın yeniden Hristiyanlaşmasını sağlayan kral ve kraliçelerine adanan kulelerden İsabel’i temsil edenin az bir miktar daha yüksek olduğunu söyledi Murat bey. Ben onun yalancısıyım…

İspanya Meydanı’ndan kareler…

Meydanın tam ortasında İspanya’nın dört eski krallığını temsil eden gösterişli dört adet köprü bulunuyor ve hemen bunlara açılan noktada da fıskiyeli Vicente Traver havuzu var. Meydandaki su kanallarının uzunluğu yaklaşık 515 m olarak belirtiliyor. Ana bina ahşap görünümünde tuğla dekorasyon ve sütunlarla süslenmiş. Meydandan binaya doğru baktığınızda alt tarafta, ön cephenin tamamını çevreleyecek şekilde İspanya’nın 58 farklı şehrini simgeleyen, seramik karolarla duvarlara işlenmiş resimleri ve tabanında da o dönemdeki haritaları görmek mümkün. Meydan bir süre kapalı kalmış ve 2010 yılında yaklaşık 14 milyon euro harcanarak yenilenmiş. Sadece kanallar için 5 milyon euro harcanmış. Meydan, Hollywood’un da dikkatini çekmiş olmalı ki 1962 yılında Arabistanlı Lawrance, 2002 yılında Star Wars:2 ve 2012 yılında Diktatör filmlerinin bazı bölümlerine de ev sahipliği yapmış.

İspanya’nın 58 farklı şehrini simgeleyen haritalar ve bölümler mevcut…

Verilen serbest zamanda İspanya Meydanını baştan başa gezmeye çalıştım. 50.000 metrekarelik, beş futbol sahası büyüklüğündeki alanıyla tek bir fotoğraf karesine sığdırılamayacak kadar büyük bir meydan. Yeni teknolojinin bize sunduğu panoramik çekimler imdadımıza yetişiyor ama yine de parça parça fotolarla yetinmek durumunda kalıyoruz. Alanın üçte ikisi bahçelere ve yürüyüş yollarına ayrılmış. Binanın ikinci katına çıkışlar açık ancak ön tarafı tellerle kapalı olduğu için yukarıya çıkmanın çok da anlamı olmuyor. Saatler beş buçuğu göstermesine rağmen hava halen çok sıcak. Bugün için Sevilla’da hava sıcaklığını 30 derece gösteriyordu ama güneşin altında bunun çok daha yüksek olduğunu söylemek lazım. Kiralayabileceğiniz minik sandallarla kanallarda dolaşabiliyorsunuz. Seyyar satıcıların çok fazla olduğunu söylemem lazım. Özellikle 30 derece sıcaklıkta en çok ihtiyaç duyulabilecek şeylerden birisi olan yelpaze satıcıları bir numara diyebilirim. Kalitesine göre çifti ya da üç tanesi 5€’dan başlıyor, pazarlık fayda sağlayabiliyor. İspanya Meydanı, Sevilla gezilerinin olmazsa olmazlarından birisi. Her ne kadar geçmişi çok eski olmasa da kendinizi böyle bir atmosferde hissetmemeniz için hiçbir sebep yok. Siz siz olun buraya yeteri kadar zaman ayırın.

Akşam yemeğini yediğimiz Mercado Lonja del Barranco, başka alternatiniz yoksa iyi bir yer. Nehir kenarındaki konumu ise en güzel noktası…

Saat 18.00’de grup olarak buluştuk. Normalde Sevilla’daki programımızın ilk akşamında toplu yemeğimiz olacaktı ancak Flamenko gösterimiz de olduğu için Murat bey programın sıkışabileceğini söylediği için grup yemeğini bir sonraki güne aldık. Murat bey bize, önceleri balık pazarı olarak faaliyet gösteren, 2014 Kasım ayında yepyeni bir formatla açılan ve şehrin en popüler gastronomi merkezlerinden birisi haline gelmiş olan Mercado Lonja del Barranco’nun akşam yemeği için güzel bir alternatif olacağını söyleyince yollandık oraya. Guadalquivir nehrinin kıyısında, Triana Köprüsüne yakın bir yerde bulunan market, deniz ürünleri başta olmak üzere pek çok şeyi yiyebileceğiniz ve içebileceğiniz farklı dükkanlardan oluşan bir yer. Bilenler için Barselona’daki La Boqueria markete benziyor ama Barselona’dakinin fiziki anlamda daha büyük ve çok daha lezzetli ve keyifli olduğunu söyleyebilirim. Burası daha lüks bir yer, bir tür AVM’de yemek yiyormuş hissine kapılabilirsiniz. Porsiyonlar çok büyük değil, fiyatlar Malaga’da yemek yediğimiz markete göre yüksek. Fikir vermesi açısından parça pizza 4 €, sandviçler 4,90-7,90€, makarnalar 6-8€, meşhur İspanyol omleti tortillonun dilimi 3,5€, soft içecekler 3-5€, sangria 4,5€. Mekan oldukça kalabalık. Özellikle arka tarafı dediğimiz bölge nehre indiği için görsellik ve konum açısından oldukça güzel olduğunu söylemeliyim. Yemeklerimizi bitirdikten sonra nehir kenarında kısa bir yürüyüş yapmaya yeltendik ama saat 19.00 civarında bile güneş buna çok da izin vermedi. Biz de köprünün sağladığı gölgeden yararlanarak nehri ve diğer taraftaki az katlı renkli binaları seyre dalarak sohbet ettik. Birkaç yüz metre ileride Altın Kule ziyaretçilerini bekliyordu. Ama biz ziyaretçiler arasında olmayı ertesi güne bıraktık.


El Palacio Andaluz, Sevilla’da Flamenko gösterisi izleyebileceğiniz en güzel yerlerden birisi. Oldukça profesyonel dansçılardan oluşan kadro müthiş bir gösteri sundu bizlere…

Saat 19.30’da otelimize geçmek için otobüse bindik. Otelimiz Melia Lebreros, Sevilla’nın modern bölgesinde, tarihi merkeze yaklaşık 1,5-2 km mesafede dört yıldızlı şık bir otel. Santa Justa tren istasyonu ile Sevilla Stadyumu birkaç yüz metre ötede konuşlanıyor. Melia oteller zincirini İspanya’nın pek çok şehrinde bulabiliyorsunuz. Genelde konaklayanların beğendiği bir otel zinciri. Hemen karşısında İspanya’nın en popüler alışveriş merkezlerinden birisi olan El Corte Ingles bulunuyor. Biraz ileride de Nervion Plaza adlı AVM var. Kullanmasak da açık yüzme havuzu bulunduğunu da ekleyeyim. Önceden katılımcı listeleri verildiği için kayıt işlemleri çok uzun sürmedi ve odalarımıza çıktık. Odalarda yerleri süsleyen halılar dışında her şey oldukça modern ve temiz. 

Murillo Bahçeleri’ndeki Kolomb Anıtı’nı (Kimilerine göre Aslanlı Heykel) selamladıktan sonra Alcazar boyunca ilerleyip Santa Cruz bölgesine geliyoruz…

Kısa bir dinlenme molasından sonra saat 21.30’da başlayacak olan Flamenko gösterisine gitmek için lobide buluştuk. Gösteriyi seyredeceğimiz El Palacio Andaluz, Sevilla’nın en popüler Flamenko salonlarından birisi. İspanyol devlet kanalı TVE tarafından flamenkonun yayılması ve beğenilmesine destek verici “saf gösteri” lerden birisi olarak seçilmiş. Her gün iki gösteri yapılıyor: 19.30 ve 21.30. Gösteri yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Gösteriyi küçük meze tabakları olarak bilinen tapas ve içeceklerle almak isterseniz 57€, sadece tek içecekle almak isterseniz 37€ ödemeniz gerekiyor. Akşam yemekli Flamenko için sadece 19.30’daki gösteriyi izleyebiliyorsunuz ve bedeli de 77€. Fiyatların internet üzerinden alımlarda geçerli olduğunu, gişeden daha yüksek bedel ödenebileceğini, gruplar için küçük iskontonun yapıldığını  unutmayın. Gösteri yapılan salonun ön tarafında yemeksiz bölüm bulunuyor, bunların bittiği noktada ise tapas ya da yemekli bölüm var. Başka bir deyişle yemekli bölüm en arkadan izliyor. Bence bizim yaptığımız gibi yemek sonrası içecek eşliğindeki gösteriyi izlemek daha mantıklı. Alkollü ya da alkolsüz pek çok içecek servis ediliyor. Gösteri başlamadan önce siparişler alınıyor ve başladıktan sonra 15-20 dakika içinde servis tamamlanıyor.

Don Juan’ın yaşadığı rivayet edilen ev…

Santa Cruz’a adımımızı atar atmaz bir sokak sanatçısı gitarı ile keyifli latin ezgileri çalarak bizlere dar sokaklar boyunca bir süre eşlik etti. Bu noktada bir dönem şehre su getirmek için kullanılan boruları da görebiliyorsunuz…

Gelelim flamenkoya… Pek çokları flamenkonun sadece bir dans olmadığını, acıyı ve sevinci ifade etmenin en tutkulu yollarından birisi olduğu noktasında birleşiyor. Rehberimiz Murat Bey flamenkoyu şöyle anlatıyor: “Flâmenko’nun başkenti Sevilla’dır. Bir Endülüs mirasıdır flamenko. Kelimenin kökeni Arapçadır. Mısır’ın çöl danslarını Müslümanlar buraya getirmiş, buradaki ortamdan da etkilenip yeni form ortaya çıkmıştır. Kelimenin kökeni “fellah manko”dur. Fellah “toprak işçisi”, manko ise “çığlık, feryat” demektir. Flamenko en kaba tabirle,  “ırgatın çığlığı, feryadı” anlamına gelir. Müslümanlar burada yenilgiye uğradıktan sonra atalarının memleketinden ayrılmak istemediler, kendilerini gizlemeye çalıştılar. Orta çağın karanlığından kaçan çingeneler de kiliseden kaçıyorlardı. Böylece Müslümanlarla çingenelerin kaderi birleşti. İki dışlanmış, zulme uğramış topluluğun ritim ve acıları birleşti ve bir tür arabesk dediğimiz flamenko ortaya çıktı. Aynen bizdeki arabesk gibi toplum dışına itilmiş insanların duyguları anlatılmaktadır Ama çok basit sözlerle. Ümitsiz aşkları, acıları, yoksullukları anlatır. Onu öyle bir söyler ki sizi ağlatabilir. Bizzat hayatın kendisini ifade eder. Bize çok benzer. Flamenko acının anlatılması, çaresizliğin türküsüdür. Flamenko’nun arkasındaki hikâye, ezilmişlerin, dışlanmışların feryadıdır. Hâlâ çingeneler tarafından söylenir, oynanır ve yeniden icat edilir. Çingeneler Flamenko’yu kanıyla, geniyle söyler, oynar. Kesin bir koreografi yoktur, çoğu zaman doğaçlama oynarlar.”

Santa Cruz’da gezerken her sokağa ve meydana girmek için müthiş bir istek duyuyorsunuz…

Aslında Murat bey neredeyse her şeyi anlatmış bizlere. Ben de kısa bir araştırma yaptığımda, sözcükler farklılaşsa da hemen hemen aynı sonuçlara ulaştım. Flamenko, bugünkü formunu 18. Yüzyılda almaya başlıyor. Flamenko kulüplerine “tablao” adı veriliyor. Klasik bir flamenko gösterisi için sahnede ellerini çırpan kişiler de dahil olmak üzere en az dört kişi gerekiyor. Şarkı söylemek, en az dans kadar flamenkonun önemli bir parçası. Şarkıcı genellikle solo olarak söylüyor, titreşen sesi tipik bir özellik olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel anlamda şarkıcıya eşlik eden gitar, flamenkoda çok önemli bir rol oynuyor. Modern klasik gitardan üretilen flamenko gitarında daha ince bir gövde, ve ritim vurmak için kullanılan kalınca bir levha bulunuyor. Bu özel gitarla üretilen flamenko ritmi nerede olursa olsun tanınıyor. Erkek dansçılar “bailaor”, kadın dansçılar ise “bailaora” olarak adlandırılıyor. Dansçıların kıyafetleri, mağrur duruşları, zarif el hareketleri o anki duygularını ifade ediyor. Elbette pek çoğunda daha önceden belirlenmemiş, doğaçlama, kişiden kişiye değişen hareketler bunlar.

Bugün için kültürel faaliyetler için kullanılan bir zamanların rahip hastanesi; Santa Cruz sokaklarında gezerken mis gibi baharat kokularına da hazır olun. Neredeyse her köşe başında bir baharatçıya rastlıyorsunuz…

El Palacio Andaluz’daki gösteri gerçekten nefes kesiciydi. Bundan önce canlı bir performans seyretmediğim için kıyaslama şansım yok ama bütün arkadaşlarımızın ortak kanaati buydu. 30-40 kişilik kadro, bir buçuk saat boyunca hiç durmadan harika bir gösteri sundular. Özellikle baş erkek dansçı Emilio Ramiraz’in masanın üzerinde yaptığı şovu ağzım açık izledim. Grup, yaklaşık 10 dakikalık küçük bir Carmen uyarlaması da izlettirdi bizlere. Gösteri tamamlandıktan sonra Gökhan, şovun tamamını kapsayan bir CD satın aldı (10€). Herkes dansçılarla fotoğraf çektirmek için sıraya girmişti, bende aynısını yaptım. 

Müthiş keyifli biçimde salondan çıkıp otele ulaştığımızda saatler 23.30’u gösteriyordu. Aslında vücutlar yorgundu ama Cem’ler otelin hemen arka tarafında bulunan Magnum Cafe’de bir şeyler içeceklerini söyleyince onlara katıldım. Otelden de girişi olan Magnum Cafe, Sevilla’nın popüler barlarından birisiymiş, normalde oldukça kalabalık olurmuş ama o gece oldukça sakindi. Biraz sohbet ettikten sonra dinlenmek için odalarımıza çıktık….……..

Plaza de Dona Elvira’da Elvira’nın bir zamanlar yaşadığı ev solda; Daracık Santa Cruz sokaklarında dolaşmak çok keyifli…

Sevilla’daki ikinci günümüzde programımız yine çok yoğundu. Kahvaltımızı yapıp otobüsle hareket ettiğimizde saat 09.30’du. Aslında daha erken hareket etmek istedik ama İspanya’da kurallar gereği bir otobüs şoförünün en az 10 saat dinlenmesi gerekiyormuş. Bir önceki gece Jose bizi 23.30’da bıraktığı için 09.30’dan önce hareket etme şansımız yoktu. Neyse, bugünkü ilk gezi noktamız olan Santa Cruz bölgesine doğru yollandık. Santa Cruz, Sevilla’nın eski Yahudi mahallesi olarak biliniyor ancak Murat bey burasının tüm özellikleriyle bir Müslüman mahallesi olduğunu söylüyor. Yaygın görüşe göre, yahudilerin yaşadığı bu bölge 15. Yüzyıldan itibaren engizisyonun baskılarına dayanamayarak boşaltılıyor ve her geçen yıl biraz daha hristiyanlaştırılıyor, sinagoglar kiliselere döndürülüyor. Sevilla’nın en canlı, hareketli semti olan Santa Cruz adeta bir açık hava müzesi işlevi görüyor. Dar sokakları, begonvilli balkonları, bembeyaz evleri, “reja” adı verilen demir parmaklıklı pencereleri, minicik fıskiyeli avluları ve meydanları yanında Sevilla’nın olmazsa olmazları kabul edilen katedral, Giralda, Alcazar, Yerli Arşivleri Müzesi gibi yerlerin tamamı da Santa Cruz bölgesinde bulunuyor. Sizin anlayacağınız tek başına bir tam günde dahi Santa Cruz bölgesini gezmek oldukça zor. Aynı zamanda flamenkonun doğduğu yer olarak da Santa Cruz gösteriliyor.

Plaza Virgen de los Reyes oldukça hareketli bir meydan. Katedralin ana giriş kapısının burada olması bunun en temel nedeni elbette. Bunun dışında başka binalar da var elbette. Faytonlu fotoğrafın arkasındaki kırmızı tuğlalı bina Piskoposlar Sarayı…

Otobüsümüzden inerek Santa Cruz’a giriş yaptığımız ilk nokta Murillo Bahçeleri ve Kolomb Anıtı oluyor. 20. Yüzyılın başlarında oluşturulan bahçeler, Alcazar Sarayının duvarı ile sınırlanıyor. Devasa ağaçlar ve bitkilerle süslenen bahçeleri gezmek oldukça keyifli. Tabanı bir havuza oturtulan, iki sütunlu, en tepesinde aslan figürü, ortasındaki bölümde ise Kolomb’un gemisini tasvir eden metal bir geminin bulunduğu anıt 1921 yılında inşa edilmiş. 23 metrelik anıt uzun zaman “Aslanlı Heykel” olarak bilinmiş. Hatta Sevilla’lı ebeveynler çocukları oyundan alıkoymak için “şimdi aslan aşağıya gelip su içecek, bizi görmesin” derlermiş. Orta bölümdeki geminin bir tarafında Ferdinand, diğer tarafında ise İsabel yazıları rahatlıkla okunuyor.

Anayasa Bulvarı tarafından katedrale ait panoramik bir çalışma…

Alcazar’ın surları solumuzda kalacak şekilde Santa Cruz mahallesine doğru yürüyüşe geçtik. Duvarda yer alan iki boruyu sorduğumuzda Murat bey, Müslüman döneminde şehre temiz su sağlayan borular olduğunu söylüyor. Hemen arka tarafta yer alan küçük balkonlu, tepesi sarı boyalı ev ise ünlü Don Juan’ın yaşadığı rivayet edilen evmiş. Çapkınlık ve baştan çıkarmanın efsanevi kahramanı olarak bilinen masal kahramanı Don Juan’da Sevilla’lıymış sizin anlayacağınız. Don Juan somut bir karakter değil, birkaç kişinin yaşam öykülerinden türetilmiş, kurmaca bir karakter. 14. Yüzyılda Sevilla’da yaşamış Don Juan Tenario ile yine 17. Yüzyılda aynı yerde yaşamış olan Don Miguel de Manara bu kişilerden en öne çıkanları. Don Juan, sanat yapıtları aracılığıyla uluslararası bir üne kavuşuyor. Kızını baştan çıkarıp kaçırdıktan sonra komutan Ulloa'yı öldüren Don Juan Tenorio, Fransiskenler tarafından kiliseye çağrılıp öldürülür. Daha sonra da, Don Juan'ın kumandana mezarı başında hakaret etmeye geldiği ve böylece heykelin onu yutup cehenneme götürdüğü söylentisi yayılır. Fransiskenlerin bu masalı birçok yazara esin kaynağı olmuş ve Don Juan, Avrupa edebiyatının birçok yapıtında çapkın, yeni aşk serüvenleri arayan bir tip olarak yer almış.

Katedrale girdiğinizde portakal ağaçları ile süslü bahçe karşılıyor bizi. Giriş bölümünün üst tarafında sallanan fildişi, 1250’lerde Mısır Sultanının hediye olarak krala gönderdiği filden geriye kalan son parça imiş…

Santa Cruz sokaklarındaki yürüyüşümüz Latin ezgileri çalan bir sokak müzisyeni ile başlıyor. Kıvrak ezgilerle grup dar sokakta havaya girerken biz de yavaş yavaş Saygıdeğer Rahipler Hastanesi’ne (Hospital de los Venerables Sacerdotes) ulaştık. 17. Yüzyıla tarihlenen siyah demir kapılı bina, bir zamanlar yaşlı rahiplerin yaşadığı ve tedavi edildiği bir tür huzurevi olarak kullanılmış. Aynı zamanda içerisinde barok bir kilisenin de yer aldığı yapı 1991’den beri Sevilla Kültür Vakfı’na aitmiş. Bugün için sergi ve diğer kültürel faaliyetler için kullanılıyormuş. Biraz daha devam edince Santa Cruz’un en keyifli ve güzel meydanlarından birisi olan Plaza de Dona Elvira’ya geldik. Portakal ağaçları, tam ortasındaki küçük çeşme, mavi işlemeli seramiklerden yapılmış bankları ve çevresine dizilmiş kaliteli restoranları ile adeta cennetten bir köşe gibi duruyor. Dona Elvira, bugünkü meydandaki evlerden birisinde yaşamış ve önce sokaklarda sonra da evinin avlusunda teatral gösterilerde bulunmuş ve halkın sevgisini kazanmış birisiymiş. O dönemde atların bağlandığı bir yer olan meydanın adı önce Atlar Meydanı sonrasında da Dona Elvira olarak değiştirilmiş. Burası gerçekten de çok güzel bir meydan. Meydandaki La Cueva Restoran, Murat Beyin Sevilla’daki favori restoranlarından birisiymiş. Aman dikkat, öğle yemeği molasında buraya yemek yemeye geldik ama yer bulabilmek ve zamanında servis alabilmek için bayağı bir uğraş vermek zorunda kaldığımızı hatırlıyorum.

Katedral çok büyük ve oldukça kalabalık…

Santa Cruz nefis bir bölge ama en güzel eserleri elbette henüz gezmediklerimiz olduğu için ara sokakları takip ederek Katedral’in bulunduğu Plaza Virgen de los Reyes’e geldik. Sevilla Katedrali ve Giralda’nın görkemli mimarisi ile ilk karşılaşmamız oldukça etkileyici oldu. Faytonların müşteri beklediği meydanın ortasında 1929 Fuarı için inşa edilmiş olan bir çeşme yer alıyor. Hemen sağ tarafta bulunan kırmızı tuğlalı, çatısı çift pencereli yapı ise Piskoposlar Sarayı. Bugün de din adamları tarafından kullanılan sarayın inşası 16. Yüzyılda başlamış. Barok ön cephesi ile oldukça gösterişli bir görünümü olan yapı Napolyon ordularının 1810 yılındaki işgali sırasında, Fransız ordularının komutanı olan Mareşal Soult tarafından karargâh olarak kullanılmış. Piskoposlar Sarayı’nın karşı tarafında yer alan beyaz bina ise 1591 yılına tarihlenen Enkarnasyon Manastırı. Santa Marta Hastanesinin üzerine inşa edilen manastır bugünde halk arasında böyle anılıyormuş.

Katedral çok büyük ve oldukça kalabalık…

Katedral ve Alcazar’ı gezeceğimiz yerel rehberin gelmesine yarım saatlik bir süre olduğu için kısa bir kahve molası vermenin iyi olacağını düşündük. Meydana yakın bir kafede kahvelerimizi yudumlarken (1,20€) haritadan gezeceğimiz yerler hakkında araştırma yapmaya devam ettim. Molanın ardından Manastırın altında yerel rehberlerimiz ile buluştuk ve kulaklıklarımızı aldık. Bu tip gezilerde kulaklıklarla dolaşmak çok güzel oluyor. Hem rehber bilgi verirken zorlanmıyor hem de fotoğraf çekmek için gruptan biraz ayrılmış olsanız bile anlatılanları dinleme şansınız oluyor. Yaklaşık 20 metrelik mesafede düzgün biçimde çalışıyor. Katedrale giriş için iki farklı sıra var. Bireysel girişler bir kapıdan gruplar için girişler başka bir kapıdan yapılıyor. Baktığınız zaman ikisi de oldukça yoğun. Grup kuyruğuna girerek yaklaşık 20 dakika bekledik. Bu sırada Murat bey Katedral hakkında bilgiler vermeye devam etti.

Dört kralın taşıdığı Kolomb’un mezarıkatedralin önemli parçalarından birisi. Kılıçla şişlenmiş nar ise başka anlamlar katıyor…

Sevilla Katedrali ya da resmi adıyla “Santa Maria de la sede”, 12. Yüzyıl sonlarında muvahhidlerin inşa ettikleri bir caminin üzerine 1401 yılında inşa edilmeye başlanmış ve yapımı yaklaşık 100 yıl sürmüş.  Katedralin inşa edilmesinde 1356 yılındaki depremde eski caminin ciddi anlamda hasar görmesinin de büyük etkisi var. Yerel söylentiye göre planlar hazırlanırken “Öyle güzel ve büyük bir katedral inşa edelim ki bittiğinde görenler bizim deli olduğumuzu düşünsün” düşüncesi hakim olmuş. Zaten gotik tarzda inşa edilmiş en büyük katedral olarak biliniyor. Bu tarz bir bakış aslında kilisenin gücünü göstermesi açısından da önemli. Kulübesinden başka bir şey görmemiş köylüler katedrali ziyaret ettiklerinde çarpılmamaları mümkün değil. Dinin toplum üzerindeki baskı araçlarından birisi de bu tarz görkemli kilise ve katedraller değil midir zaten? Katedralin inşaatı tamamlandıktan beş yıl sonra kubbesi çökmüş, yeniden inşa etmişler. Sonrasında 1888 yılında bir daha çökmüş ve restorasyon faaliyetleri 1903 yılında tamamlanmış. Beş farklı nefi olan katedralin altın varaklarla süslenmiş ortadaki nefinin yüksekliği 42 metre. Dikdörtgen yapıdaki katedralin toplam kapladığı alan ise 11.520 metrekare. Bazı eklemelerle orijinalinde değişiklikler yapılsa da katedralin çan kulesi Giralda ve kapıdan girişte karşılaştığımız portakal ağaçlı bahçe (Patio de los Naranjos) eski cami döneminden kalma bölümler.
 
Katedralde her şey büyük bir incelikle inşa edilmiş. Özellikle Capitular tavan detayları müthiş… Ama en değerli parça şüphesiz ana şapel olarak bilinen ve 45 altın kabartmadan oluşan eşsiz bölüm. Elimizi demirlerin ardına sokarak ancak bu kadar çekebildik…

Alemanes Caddesindeki Perdon Kapısından katedrale giriş yaptığımızda öncelikle belirli bir sırayla dizilmiş portakal ağaçları karşılıyor bizi. Müslüman döneminden kalan iki bölümden birisi olan bahçenin orta yerinde, ağaçların altında kalan havuzlu çeşme bir zamanlar aptest alınan yerlerden birisiymiş. Dikdörtgen şeklindeki bahçenin eni 43m, boyu ise 81m. Katedralin içi, dışarıdan daha heybetli görünüyor. 30’a yakın ayrı bölüm olduğu için ne tarafa bakacağınıza şaşırıyorsunuz. Çok kalabalık olması da rahat fotoğraf çekme şansınızı neredeyse yok ediyor. En görkemli bölümlerinden birisi Capilla Mayor adı verilen “Ana Şapel”. 1482-1564 yılları arasında Rönesans stilinde yapılan şapel Hz. İsa, Meryem ve Sevilla’nın koruyucu azizi edilen Santa Maria de la Sede’nin hayatından kesitler sunan 45 altın kabartmayla süslenmiş. Tabi bu altınların Kolomb’un Amerika’dan getirdiği altınlar olduğunu söylemeye gerek yok. Etrafı demir parmaklıklarla kapatılmış ana şapeli ancak dışarıdan izleyebiliyorsunuz. O dönemde kilisenin zenginliğini, gücünü görmek açısından tek başına katedral de yeterli ama Ana Şapel de hiç yabana atılacak gibi değil doğrusu.

Katedralden detaylar…

Mermer zemini ile Capitular adı verilen geniş yuvarlak bölümün kubbesi tek kelimeyle harika. Etrafındaki resimlerle birlikte oldukça etkileyici olduğunu söylemeliyim. Yine aynı şekilde katedrale ait nispeten daha kıymetli eşyaların muhafaza edildiği Hazine Dairesi’de (Sacrista Mayor) görülmeye değer. Burada kutsal emanetlerin saklandığı gümüş sandık ve gümüş ekmek kapları ile ünlü ressam Murillo’nun eserlerini de görebiliyorsunuz. Ayrıca şehrin Hristiyanların eline geçmesi üzerine Müslüman ve Yahudilerin kral Ferdinand’a sundukları anahtarları betimleyen heykel de bu bölümde yer alıyor. Katedralin pek çok noktasındaki resimler İncildeki mesellerin hikayesini anlatan resimlermiş. O dönemde kilise ile ressamlar hep içiçe olmuş, bunun güzel bir sonucu da kilise her zaman bu resimleri itina ile korumuş ve bugünlere kadar gelebilmiş.

Katedralin Hazineler bölümünden kareler…

Katedralin tarihi açıdan da oldukça önemli bir özelliği var: Kristof Kolomb’un mezarı Sevilla Katedralinde yer alıyor. Cenevizli Kolomb, kendini bildi bileli rakip kent Venedik’ten ünü tüm dünyaya yayılmış olan Marco Polo’yu örnek almış. Tıpkı onun gibi Asya’ya gitmek istiyor ancak orayı denizden keşfetmek istiyormuş. Amacına ulaşmak için önce Portekiz Krallığını denemiş ancak burada yeterli ilgiyi göremeyince bu sefer rotasını İspanya’ya çevirmiş. İşler başlangıçta çok da iyi gitmemiş, aradığı desteği bulamayacağını düşündüğü bir anda bir tavsiye üzerine Huelva yakınlarındaki Palos’ta bulunan Fransisken Manastırı’nın nüfus sahibi rahibi Juan Perez’le görüşmüş. Bu ziyaretin sebebi rahibin kraliçe İsabel üzerinde önemli bir etkisi olmasıymış. Rahibi ikna edince gerisi çorap söküğü gibi gelmiş ve Isabel, Granada yakınlarındaki Santa Fe’de Kolomb’a üç gemiyle birlikte gerekli izin belgesini vermiş. Yaklaşık bir aylık seyahat sonunda Antiller’e ayak basan Kolomb, burayı Hindistan toprakları sanmış, yani yeni bir kıta keşfettiğinden haberi yokmuş. Ölümüne kadar da hiçbir zaman yeni bir kıta keşfettiğini bilememiş. Bu, aslında denizcilik hesaplamaları anlamında tam bir fiyasko olarak görülmeli ama o dönem böyle algılanmamış. Kolomb geriye döndükten sonra bu sefer daha büyük bir filoyla ikinci yolculuğuna çıkmış. Bu noktadan sonra da İspanya, ve özellikle de Sevilla, zenginliklerin ve baş döndürücü koloni servetinin merkezi haline gelmiş. Ancak bu servet ve Amerika’da dökülen onca kan Kolomb’un mezarını dahi rahat bırakmamış. İspanya’nın Valladolid şehrinde ölen Kolomb’un mezarı bir yıl sonra önce Sevilla’ya, sonra karısının isteği üzerine ilk keşfettiği Amerika topraklarındaki Santa Domingo’ya götürülmüş. Yolculuk burada da bitmemiş, sömürge topraklar bir bir elden çıkmaya başlayınca önce Küba’ya sonra da 1889’da Küba düşünce de yeniden İspanya’ya taşınmış ve katedrale getirilmiş. İşin garip tarafı hem Santa Domingo hem de Küba, Kolomb’a ait kemiklerin kendilerinde olduğunu iddia ediyorlarmış. Sizin anlayacağınız Kolomb’un mezarı gerçekten katedralde mi yoksa başka bir yerde mi hala tartışma konusu…

Giralda, bir zamanların ulu minaresi. 97,5 metre yüksekliği ile tüm bölgeye hakim…

Giralda’ya çıkmak için oldukça dar koridorda dönerek yürümeniz gerekiyor. Aralarda bazı tarihsel parçaları görmeniz mümkün. En tepedeki terasta devasa çan kuleleri sizi bekliyor…

Katedralde Kolomb’un mezarının olduğu yerde büyük bir mozole bulunuyor. İlk Hristiyan birliğini kuran dört Katolik krallık, Kastilya, Leon, Navarra ve Aragon’u temsil eden heykellerin taşıdığı tabutun öndeki heykellerinden birinin mızrağının ucunda nar şeklinde bir şey duruyor. Granada İspanyolca “nar” demek olduğundan kentin Hristiyanlar tarafından düşürülmesinin sembolik ifadesi olarak oraya yerleştirilmiş. Yani biz narı aldık ve Müslümanların hakimiyetini sona erdirdik demenin sanatsal ifadesi oluyor. Bolca fotoğraf çektikten sonra katedral gezimizi tamamlıyor ve Sevilla’nın sembollerinden birisi olarak bilinen Giralda Kulesine geçiyoruz.

Giralda’dan portakal ağaçları ile süslü katedral bahçesi çok güzel görünüyor…

Giralda, 1184-1198 yılları arasında o dönem Endülüs’te hüküm süren Muvahitler zamanında minare olarak inşa edilmiş. 97,5 metre yüksekliğindeki kare şeklindeki minare, Fas’ın Marakeş şehrindeki Kutubiyye Caminin minaresinin bire bir aynısı olarak planlanmış. Minareye çıkılması için merdiven yerine hafif meyilli bir rampa inşa edilmiş. Bunun en önemli sebebi olarak da ezan çağrısı yapacak olan kişinin arzu ederse at ya da eşekle yukarıya rahat çıkabilmesini sağlamakmış. Duvarlarının kalınlığı yaklaşık 2,5 metre olan minarenin güneş ışığından yararlanabilmesi için her tarafına pencereler açılmış. Hristiyanlık döneminin başlamasıyla birlikte minare çan kulesi olarak değiştirilmiş ve bazı Hristiyanlık sembolleri eklenmiş. En büyük değişiklik ise 16. Yüzyılda yapılmış; barok üslubunda, 5 katlı bir çan kulesi ile onun üzerine de 4 metre yüksekliğinde ve 1288 kg ağırlığında kadın figürlü bir rüzgâr gülü ilave edilmiş. Aslında kulenin ismi de bu rüzgâr gülünden geliyormuş. İspanyolca’da “dönmek” fiilinin karşılığı “girar” olarak kullanılıyor. Bu kadar ağır bir şey olmasına rağmen en ufak bir rüzgârda döndüğü için zamanla kulenin tepesindeki kadın figürü “La Giralda” yani “Dönen Kadın” olarak anılmaya başlanmış. Bu arada yeri gelmişken Giralda’nın başta ABD olmak üzere pek çok farklı yerde benzerlerinin inşa edildiğini okudum. Özellikle Kansas City ve New York şehirlerinde bire bir aynıları bulunuyormuş.

Giralda’dan manzaralar… Soldaki resmin yine sol tarafında Alcazar oldukça güzel fotoğraflar veriyor…

Maalesef Giralda’ya çıkış için herhangi bir asansör söz konusu değil. Ancak minare olarak kullanıldığı dönemde yapılan rampa merdivene göre biraz daha rahat çıkış sağlıyor. Sonradan ilave edilen beş kat ise merdivenle çıkılıyor. Yol boyunca çıkarken solunuzda kalan bazı noktalarda tarihi objeler, askeri aletler konulmuş. En üst kata çıktığınızda harika bir Sevilla manzarası sizleri bekliyor. Özellikle Alcazar Sarayı, Santa Cruz Mahallesi ve katedrale ait detayları izlemek oldukça keyifli. Bulunduğunuz alan çok geniş olmadığı için kalabalık nedeniyle biraz zorluk çekebiliyorsunuz ama her şeye değer diyebilirim. Bol bol fotoğraf çekip güzel manzaranın keyfini çıkardıktan sonra Sevilla gezimize devam etmek için aşağıya indik.

Alcazar’in ilk giriş kapısı elinde haç taşıyan aslan figürü ile Aslanlı Kapı. Biraz daha ilerlediğimizde sarayın en eski bölümlerinden birisi olan kemerli kapı karşılıyor bizi…

Bu arada yeri gelmişken bilet fiyatları ve ziyaret saatleri hakkında da biraz bilgi vereyim. Katedral haftanın her günü saat 11.00’den itibaren ziyarete açık, pazartesi günleri 15.30’da kapanırken diğer günler 17.00’a kadar gezilebiliyor. Giralda dahil katedral kompleksine giriş ücreti 9 €, elektronik rehber için ayrıca 3€ ödemeniz gerekiyor. Bu biletle aynı zamanda Sevilla’da katedralden sonra en büyük dini yapı olan El Salvador Kilisesini de ziyaret edebiliyorsunuz. Eğer önceden rezervasyon yaptırırsanız pazartesi günleri saat 16.30’dan itibaren ücretsiz gezme şansınız var.

Alcazar’ın iç giriş avlusu olarak bilinen Süvariler Avlusu’ndan kareler…

Katedral gezimizi tamamladıktan sonra bu seferki durağımız Sevilla’da “mudejar” üslubunun en etkileyici örneği olarak kabul edilen Alcazar Sarayı oldu. Alcazar sözcüğünün “al-kasr”dan geldiğine inanılıyor. Bu yüzden de yüksek sur duvarları karşılıyor bizi. Avrupa’nın en yaşlı saraylarından birisi olarak bilinen Alcazar’ın yapımına Muvahidler zamanında 1181 yılında başlanıyor ve sultanın sarayı olarak hizmet veriyor. Sevilla’da Müslüman egemenliği sona erdikten sonra bir süre kaderine terkedilen yapı, 1356 yılında meydana gelen depremle birlikte oldukça ciddi hasar görüyor ve tarihi yapı neredeyse tamamen tahrip oluyor. 1364 yılında Gaddar Pedro lakabı ile bilinen 1. Pedro, özellikle Toledo ve Granada’dan getirilen Müslüman ustaların çalıştığı “Palacio Pedro 1” sarayını iki senede yaptırıyor. O dönem Müslümanların ayakta kalan tek kalesi olan Granada ile ilişkileri oldukça iyi olan Pedro’nun neden mudejar üslubu ile yaptırdığını sorduğumuzda iki cevap alabiliyoruz: İlki, o dönemde en güzel eserlerin Müslüman ustalar eliyle yapılması ve henüz bölge halkının ve İspanyolların diğer mimari tarzlarla tanışmamış olması. İkinci ve daha insani olanı ise Pedro’nun inşa ettireceği sarayın dillere destan El Hamra sarayı kadar, hatta ondan da gösterişli olmasını istemesi. Açıkçası bana ikincisi de hiç mantıksız gelmiyor doğrusu…

Denizcilerin koruyucu bakiresi Meryem ve Kolomb’un kaptanlık gemisi Santa Maria’nın maketi…

1 Pedro, karısı Maria de Padilla ile birlikte Alcazar’a yerleşmiş ve uzun yıllar hüküm sürmüş. Sonrasında pek çok kralın kullandığı saray, Granada düşene kadar kraliçe Isabel’e de ev sahipliği yapmış. 16. Yüzyılda dönemin imparatoru 5. Karl, saraya gotik ve Rönesans tarzında ilaveler yaptırmış. Sarayın üst katlarındaki özel odalar bugün de İspanya kralı tarafından kullanılıyormuş. Kral Sevilla’ya geldiğinde burada ikamet ediyormuş. Hatta 1995 yılında büyük kızı Elena’nın düğünü burada yapılmış. Sarayın ana giriş kapısı kırmızı duvarın oradaki Aslanlı Kapı. Sevilla seramik sanatının örneklerinden birisi olan aslan figürü elinde bir haç taşıyor. İspanyol yerel rehberlerimiz biletlerimizi daha önceden ayarladıkları için sıra beklemeden Aslanlı Kapı’dan içeriye giriş yaptık. Girişte bizleri selamlayan yüksek ağaçlar, yeşil bitkilerle oluşturulmuş çitler ve mavi mavi açmış çiçekleri ile jakarandalar oldukça etkileyici. Biraz ilerlediğimizde sarayın en eski yapılarından birisi olan ve Vizigot döneminden kalan kemerli kapıyı görüyoruz. Arkeolojik çalışmalarda birbirine geçen dönemlere ait pek çok kalıntı tespit edilmiş burada. Zaten her zaman yeni yapılanlar ya eskinin kalıntılarına inşa edilmiş oluyor ya da eskiyi koruyarak yeni ilaveler ekliyor. Bu açıdan bakınca Alcazar Sarayını da tek bir döneme işaretlemek haksızlık olur.

Sarayın içinden tavan ve kapı detayları…

Kemerli tarihi yapıyı geçince geniş bir avluya giriyoruz. “Patio de la Monteria” yani “Süvariler Avlusu” olarak bilinen avlu, Saray kompleksinin ana avlusu olarak kullanılıyor. Bir zamanlar av seferlerine çıkmadan önce buluşulan avlu Isabel döneminde inşa edilmiş, bu yüzden de saray kompleksinde mudejar stilinin en az görülebildiği yer olarak ifade edilse de kemerli sütunlar yine de yabancı bir yerde olmadığınızı hissettiriyor insana. Özellikle ana sarayın giriş kapısı da burada yer alıyor. Avlunun sağ tarafında bulunan girişten içeriye girdiğimizde “Salon del Almirante” karşılıyor bizi. Bugünün konferans salonu 1503 yılında Kraliçe Isabel tarafından yeni kolonilerle ticareti düzenlemek amacıyla oluşturulan Casa de Contratacion yani Ticaret Evi. 1717 yılında Cadiz’e taşınana kadar deniz ticaretinde önemli bir işlevi olan Ticaret Evi’nin devamında önceden bir şapel olarak düzenlenen ve bugün için bir müzeye dönüştürülen bölüm yer alıyor. Burası kraliçe Isabel’in, Kristof Kolomb’u Amerika seyahati sonrasında kabul ettiği yer olarak biliniyor. Salondaki duvarlar birbirinden farklı kraliyet armaları ve resimlerle süslenmiş. Ticaret Evi’nin eski şapelinin altarındaki beyaz mermer bir kaidenin üzerinde yer alan denizcilerin koruyucu bakiresi Meryem, kırmızı peleriniyle sömürgeler fatihi imparator Şarlken ve Kolomb’un üç gemisinin resmedildiği ve Alejo Fernandez tarafından 1531-1536 yılları arasında yapılmış olan resim oldukça etkileyici. Salonda aynı zamanda kaptanlık gemisi olarak kullanılan Santa Maria’nın bir de maketi mevcut.

Çok halkalı kemerler Arapça’da “sebka” olarak biliniyor. Sarayın pek çok yerinde bunları görmeniz mümkün…

Sıra geldi Alcazar’ın en görkemli yeri olan Saray kısmına. Pedro’nun inşa ettirdiği sarayın ön cephesi gerçekten de mudejar stilinin en güzel örneklerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Çok halkalı kemerleri ve Arapçada “sebka” olarak bilinen baklava biçimli taş ve ahşap oymalarıyla bakmaya doyamıyorsunuz. Biraz daha ilerlediğimizde Alcazar denildiğinde pek çok resimde gördüğümüz Bakireler Avlusu (Bazı kaynaklarda Nedimeler Avlusu olarak da geçiyor) yani Patio de las Doncellas karşımıza çıkıyor. Sarayın ana avlusu, ismini her yıl Hristiyan İber kralları tarafından Mağribîlere sağlanan 100 bakire kızdan aldığı efsanesine dayanıyor. 40 tanesi ikiz halinde olmak üzere toplam 52 mermer sütunla bezenmiş avlunun ortasında ince uzun dikdörtgen bir havuz, havuzun etrafında da ağaç ve çiçekler yer alıyor. Havuz bölgesine geçişi engellemek için her iki taraftan zincirler çekilmiş. Avlunun etrafındaki iki katlı yapıların alt katları mudejar stili ile inşa edilmiş iken üst bölümü ise 1500’li yılların ortalarında Venedik tarzı Rönesans kemerleriyle yapılmış. Ancak Elhamra Sarayında olduğu gibi farklı iki mimari üslubun çok da sırıtmadığını söylemek lazım. Bir dönem tüm saray hayatının avlunun çevresinde döndüğü her halinden belli oluyor. Avludan sarayın küçük kilisesine, Elçiler Salonuna ve krallara ait özel odalara geçişler bulunuyor. Avlu sinema sanatına da ev sahipliği yapan mekanlardan birisi. 1992 yapımı “1492-Cennetin Keşfi” ile 2004 yapımı “Cennetin Krallığı” filmlerinin bazı sahneleri bu avluda çekilmiş.

Bakireler Avlusu…

Bakireler Avlusunda bolca fotoğraf çektikten sonra rehberimiz Murat beyin anlattıklarını kulaklıklarımızdan dinlemeye devam ederek avlunun diğer tarafındaki “Salon de Embajadores” yani Elçiler Salonu’na geçtik. Sarayın en gösterişli bölümlerinden birisi olan mekân kuvvetle muhtemel yabancı elçi ve konukların hükümdarın huzuruna çıktıkları yermiş. Bu yüzdende her bir tarafında üç at nalı kemerin bulunduğu simetrik kemerli kapıların yer aldığı salon taş işçiliği, alçı süslemeleri ve mavi ile yeşilin muhteşem uyumunu sağlayan çini fayansları ile oldukça görkemli. Yine de salonun 1427 yılında inşa edilmiş olan ve cenneti temsil ettiğine inanılan altın varak kaplamalı ahşap kubbesinin eline hiç birisinin su dökemeyeceğini düşünüyorum. Tahta işçiliğinin en üst seviyesini temsil eden kubbe görenleri kendisine hayran bırakıyor.

Elçiler Salonu…

Elçiler Salonuna açılan bir diğer avlu ise Bebekler Avlusu (Patio de las Munecas) olarak biliniyor. Burasının daha çok sarayın özel bölümü olduğunu söyleyebiliriz. Duvarları çinilerle süslenmiş avlunun ismi kemerlerden birisinde yer alan dokuz küçük bebek suratı nedeniyle böyle adlandırılmış. Şans getirdiğine inanıldığı için biraz bakındım ama ilk anda bulamadığımı söylemem lazım. Sonrasında etrafta gezen turistlerden birisinin parmağıyla gösterdiği yöne bakınca minik suratlardan birisini gördüm. Avlunun üst katı ise çok sonraları 19. Yüzyılda inşa edilmiş.

Gotik Sarayda duvarlarda savaş figürlerini gösteren halılar…

Pedro’nun sarayını tamamladıktan sonra bu seferde Gotik Saray ya da 5. Karl Odaları olarak bilinen bölüme geçtik. 13. Yüzyılda kral Alfonso X zamanında inşa edilen ve sonradan 16. Yüzyılda 5. Karl döneminde önemli ilaveler yapılan saray dört farklı odadan oluşuyor. Özellikle çini işlemeli duvarları, yüksek tonozlu ve büyük avizelerle bezenmiş yapısıyla oldukça etkileyici olduğunu söylemem lazım. Salon de los Tapices olarak bilinen koridorda ilerlerken kendinizi oldukça farklı bir yerde yürüyormuş gibi hissediyorsunuz. Duvarlarda yer alan devasa halılar tarihi savaşların betimlemelerini taşıyor. Özellikle Ana Salon’daki duvarlarda bulunan halılar, 5. Karl’ın 1535 yılında gerçekleştirdiği Tunus seferi ile ilgili çok keyifli görseller sunuyor. Gotik Sarayın çiçeklerle bezenmiş küçük avlusu Patio del Crucero’da görülebilecek yerler arasında.


Alcazar Bahçelerinde gezerken kendinizi kaybediyorsunuz…

İnsan böyle bir yapıda zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor. Bir saatten fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen bana sanki 15 dakikadır buradayız gibi geliyor. Zaten bir haftalık Endülüs gezimiz boyunca pek çok yerde aynı şeyi hissettiğimi söylemem lazım. Diğer turlarla kıyasladığımızda aynı yerlere neredeyse %50-60 daha fazla zaman ayırmamıza rağmen yine de yetmiyor işte. Neyse, bu da yeni yerler keşfetmenin kaderi diyelim ve Alcazar’a geri dönelim. Alcazar Sarayı’nı tam anlamıyla sindirerek gezebilmek için bahçeler hariç en az 2 saate ihtiyacınız var. Yine de kulaklıklarımız ve rehberimiz Murat beyle oldukça doyurucu bir gezi olduğunu söylemem lazım. Sırada Alcazar’ın son gezilmesi gereken yeri kaldı. Bahçeler..


Kendimizi Game of Thrones karakterlerini görmeye hazırlıyoruz…

Bahçeler, Alcazar Sarayını tamamlayan en güzel köşelerden birisi. Yeşilin her tonunu görebileceğiniz bahçede gezerken kendinizi tarihin kucağına da bırakıyorsunuz. Bir zamanlar buralarda sultanların, prenslerin ve kraliçelerin gezdiğini düşününce içiniz kıpır kıpır oluyor. Bunda biraz da son dönemin popüler dizisi Game of Thrones’un Dorne Krallığına ait bazı çekimlerinin bu bahçelerde yapılmasının etkisi de vardır elbette. Birbirine geçmeli pek çok farklı bölüm var. İslami özellikler taşıyan, ortasında çeşmesi ile Troy Bahçesi, 16. Yüzyıla tarihlenen Kadınlar Bahçesi, kare havuzun ortasında yer alan Merkür Heykeli ve hemen arkasında Muvahitler döneminden kalan Grutescos Galerisi, Pedro’nun eşi Maria de Padilla’nın adını taşıyan hamamlar, onlarca kuş ve harika bir ortam ilk anda aklıma gelenler. Bu arada “azulejo” adı verilen rengarenk seramikler her yerde gözünüze çarpıyor. Mağribiler tarafından İspanya’ya tanıtılan bu el sanatı Sevilla’da hiç terkedilmemiş, hatta yeni tekniklerle tabelalarda, mağaza ve evlerin ön cephelerinde kullanılmaya devam edilmiş. Bahçelerin bir tarafında açık olan kapıdan bir gün önce gezdiğimiz Maria Louis Parkına geçebiliyorsunuz. Kısıtlı zamanımız olduğu için açıkçası bahçe keyfimiz biraz eksik kaldı ama yine de çok güzel vakit geçirdiğimizi söyleyebilirim. Alcazar Sarayını ziyaret etmek için 9,50€ ödemeniz gerekiyor. Eğer üst kattaki kraliyet odalarını da görmek isterseniz (10.00-13.30) ayrıca 4,50€ daha ödüyorsunuz. 17 yaşından küçüklerle pazartesi günleri 18.00-19.00 saatleri arasında ücretsiz gezilebiliyor.

La Cueva oldukça popüler bir restoran. Öğle yemeği için erken bir saat olması nedeniyle nispeten sakindi ama kalabalık bir gruba aynı anda hizmet vermeye henüz hazır değillerdi diye düşünüyorum. Deniz ürünlü paella güzeldi ama “masada 6 kişi iseniz en az 3 paella söylemek zorundasınız şartı biraz saçma geldi bana…

Saatler 14.30’u gösteriyor ve Alcazar’dan ayrıldıktan sonra grup gezimiz sona eriyor. Saat 19.45’te Türkiye konsolosluğunun oradaki Starbucks’ta buluşmak üzere serbest zaman veriyoruz. Gruptan bazıları ayrılsa da pek çok arkadaş Murat beyle birlikte La Cueva Restorana geliyoruz. Restoranın küçük bahçesi minik bir arbede yaşıyor. “Her masanın asgari şu kadar miktar yemesi gerekiyor” tarzında saçmalık dışında her şey düzeldi. Sonuçta deniz ürünlü paellamızla güzel bir öğle yemeği yedikten sonra saat 16.00 gibi restorandan ayrılıyoruz. Santa Cruz mahallesinin dar sokaklarında dolaştıktan sonra Anayasa Bulvarında, katedralin hemen yanı başında bulunan Yerli Arşivleri Müzesine geldik. Aslında isminin orijinali “Archivo de Indias” yani “Hintli Arşivleri” olarak çevriliyor. Buradaki gariplik Kolomb’dan geliyormuş. Kolomb Asya’ya gidiyorum diye Amerika’ya gitmiş ve ilk ayak bastığı yeri Hindistan olarak belirlediği için sonradan Güney Amerika’daki yerli nüfusa da İspanyollar tarafından “Indias” adı verilmiş. Bu yüzden de binanın adı böyle konulmuş. 1584-1598 yılları arasında tüccarlar için bir tür borsa binası olarak inşa edilen yapı, Sevilla limanının ticaretteki önemi azalınca, 1785 yılında III. Carlos’un Amerika kıtasındaki yerlilerle ilgili bütün İspanyolca belgeleri bir çatı altında toplama fikrine paralel olarak bir müzeye dönüştürülmüş. Yaklaşık 9 km’yi bulan raflarda 90 milyon sayfadan fazla belge ve haritaya ev sahipliği yapan müze müthiş bir kültür abidesi olarak karşımıza çıkıyor. Kolomb, Cortes ve Cervantes’e ait mektuplar, kraliyet ailesinin yazışmaları, okyanus ötesi deniz seferlerinin hikayeleri ile hazine öyküleri görebilecekleriniz arasında. Arşivleri gezmek ücretsiz.

Üzerinden tramvay da geçen Anayasa Bulvarı şehrin en hareketli yerlerinden birisi. Katedrale bakan tarafında aynı zamanda Hintli Arşivleri Binasına da ev sahipliği yapıyor…

Anayasa Bulvarından nehir tarafına değil de aksi istikamete doğru yürüdüğümüzde ön cephesindeki balkonda üç bayrak dalgalanan neo-klasik belediye binasına yani “Ayuntamiento” ya ulaşıyoruz.  1527-1534 yılları arasında tamamlanan bina Sevilla’nın en güzel kamu binalarından birisi olarak kabul ediliyor. Binanın San Francisco Meydanına bakan tarafındaki dış cephe süslemeleri “platereskler” oldukça etkileyici. Binanın içine girmedik ama Velazquez ve Zurbaran’ın eserleri de yer alıyormuş. San Francisco Meydanı geçmişte engizisyon mahkemelerinin kurulduğu, kraliyet merasimlerinin yapıldığı yer olarak öne çıkıyor. Bugün de İspanya’da dinsel kutlamalarının en yoğun yaşandığı nisan ayındaki Semana Santa yani Kutsal Yortu Haftasının yapıldığı önemli bir mekan.

Belediye binası “Ayuntamiento”nun Plaza Nueva’ya bakan tarafı daha renkli ve minik balkonlarla süslenmiş. San Francisco Meydanına bakan tarafındaki dış cephe süslemeleri ise nefis (Sağdaki foto kaynak: Anual/Wikimedia) …

Belediye binasının yanından devam eden trafiğe kapalı alışveriş caddesi Sierpes’den yolculuğumuz devam etti. “Sierpe” kelimesi İspanyolca’da “yılan” anlamına geliyor. Rivayete göre eski bir Katolik tarikatının simgesi yılanmış ve onların merkezlerinden birisi de burada yer aldığından caddeye böyle bir isim verilmiş. Henüz siesta saati tam olarak tamamlanmadığı için bazı dükkanların kepenkleri yarı kapalı, çalışanlar da ortada yok. Çok da geniş olmayan bu cadde ve bunu kesen sokaklar Sevilla’nın en popüler alışveriş noktaları olarak biliniyor. Bildik markalar dışında yelpazeler, kıyafetler, şekerleme ve çikolata satan yerel mağazaları da bulabilmek mümkün. 36 numaradaki Ceramica Aracena adlı minik dükkanda birbirinden güzel seramik biblolar ve ev eşyaları satılırken, 69/71 numaradaki Diaz’da şallar, küpeler, el yapımı dantelli yelpazeler bulabilirsiniz. 19 numaradaki tarihi saatçi Enrique Sanchis’in dükkanını selamladıktan sonra 1 numaradaki şehrin en ünlü şekerleme ve pastacısı La Campana’ya ulaşıyoruz. İster pastalar ve çikolatalarla dolu vitrinini seyredin isterseniz Güney İspanya’nın en meşhur tatlılarından birisi olan, bir tür krem karamel olarak tarif edebileceğimiz “Tocino de cielo” sipariş edin. Pişman olmayacaksınız.

Sierpes Caddesi trafiğe kapalı konumu ile dolaşması oldukça keyifli bir yer. Tarihi saatçi Enrique Sanchis’in dükkanı da bu caddede yer alıyor…

Sierpes Caddesinin edebiyatçılar açısından da hazin bir hatırası olduğu kabul ediliyor. 65 numarada bugün için bir banka olarak faaliyet gösteren bina bir zamanlar hapishaneymiş ve ünlü Cervantes bir süre burada yatmak zorunda kalmış. Hatta dünya edebiyatının bilinen ilk romanlarından birisi olarak kabul edilen Don Kişot’u da burada yazdığı söyleniyor. Bugün için sadece duvardaki bir seramik plakette İspanyolca olarak bu hatıra paylaşılıyor.

Larana Caddesinden sağa dönerek yukarı doğru yürümeye başladık. Sevilla Güzel Sanatlar Fakültesi binasını da gördükten sonra Enkarnasyon Meydanında enteresan mimarisi ile Antiquarium Müzesi karşımıza çıktı. Yukarıdan bakıldığında mantara benzeyen bina 2011 yılında açılmış ve dört katlı.  Roma ve Mağribi dönemine ait eserlerin sergilendiği arkeoloji müzesi birinci katta yer alıyor. En üst katında ise panoramik bir teras ve restoran varmış. Müzeyi ziyaret etmek için 2,10€ ödemeniz gerekiyor.  

Sierpes Caddesi ve çevresindeki sokakların köşelerinde yer alan enteresan binalar…

Enkarnasyon Meydanı portakal ve çam ağaçları ile kaplı harika bir yer. Anunciación Kilisesine de ev sahipliği yapıyor. Meydanın keyfini çıkarmak için Spala 2 Kafede kısa bir mola verdik (sıcak içecekler 1,5-3€) Sonrasında kilisenin arka tarafındaki dar sokaklarda yürüyerek şehrin keyfini çıkarmaya devam ettik. Ara sokaklardaki kayboluşumuz bizi Salvador Meydanına çıkardı. Meydan gerek turistler için gerekse de yerli halk için önemli bir sosyalleşme merkezi olarak biliniyormuş. Çevresindeki kafe ve restoranlarla oldukça hareketli olan meydan aynı zamanda San Salvador Kilisesine de ev sahipliği yapıyor. San Salvador, katedralden sonra Sevilla’nın en büyük kiliseymiş. Şehrin en büyük camiinin üzerine 1694 yılında yapımına başlanan kilisenin tamamlanması 1792 yılını bulmuş. Kiremit rengine benzeyen dış cephesi oldukça fotografik. Ortasındaki minik şadırvanıyla Abluciones Avlusu, 9. Yüzyıla tarihlenen camiden bugüne miras kalmış.

Sierpes Caddesi 1 numarada şehrin en ünlü şekerleme ve pastacısı La Campana bulunuyor. Şehrin katedralden sonra en büyük kilisesi San Salvador…

Belediye binasının arka sokaklarında biraz daha dolaştıktan sonra Sevilla’nın önemli meydanlarından birisi olarak kabul edilen Plaza Nueva yani “Yeni Meydan”a ulaştık. Ortasında geniş bir boşluk bulunan, zemini granit ve mermerle kaplı olan meydanın yan tarafları portakal ağaçları ve palmiyelerle ile süslü. Çevresindeki kafelerle, erken saatlerde emeklilerin öğleden sonraları ise genç ve çocuklu ailelerin uğrak yeri olan meydan özellikle noel zamanında ayrı bir güzelliğe bürünürmüş. Meydan bugünkü görünümünü 1840 yılında kazanmış. Meydanın bir tarafında yer alan tarihi İngiltere Oteli 1857 yılında açılmış ancak 1970 yılında yapılan ciddi değişiklikle tarihi dokusu bir miktar bozulmuş. Meydanın tam ortasında atının üzerinde, şehri 1248 yılında Mağribilerin elinden alan III. Fernando’nun heykeli bulunuyor. Bizim orada bulunduğumuz zamanda kitap fuarı için kurulmuş olan stantlar vardı. Yanımızda Necip abi olunca şöyle bir göz gezdirmemek olmazdı tabi. Hemen alt taraftaki çeşmede kısa bir süre soluklanıp şişelerimizi doldurduktan sonra Sevilla’nın bir başka keyifli mahallesi El Aranel’e doğru yollandık.

Enteresan mimarisi ile Antiquarium Müzesi ve eski posta binası…

Guadalquivir Nehrinin kenarına konuşlanmış olan Arenal semti eskiden cephaneliklerin, topçu birliğinin ve tersanelerin bulunduğu bölgeymiş. Oldukça hareketli, zengin ve popüler bir ticaret alanı olan Arenal, Sevilla’nın kaderine ortak olmuş denilebilir. 17. Yüzyılda alüvyonların etkisi ile nehir dolmaya başlayınca Sevilla’nın liman özelliği azalmış ve tıpkı Sevilla gibi bölge de biraz kaderine terkedilmiş. Uzun yıllar Sevilla’nın arka sokakları olarak ünlenen Arenal semti, 1992 yılında gerçekleşen Expo Fuarı ile birlikte yeniden elden geçirilmiş ve bugünkü görünümüne kavuşmuş. Boğa güreşleri sezonu olan Nisan-Eylül ayları arasında tartışma ve hararetli sohbetlerin bitmediği barları ve restoranları, bin bir çeşit ürünün ama özellikle de deri eşyaların satıldığı hediyelik eşya dükkanları ile Arenal bugün için Sevilla’nın olmazsa olmaz bölgelerinden birisi olarak kabul ediliyor.

Plaza de Toros de la Maestranza… Yani Sevilla Boğa Güreşleri Arenası…

Arenal sokaklarındaki yolculuğumuz bizi Sevilla’nın boğa güreşleri arenası “Plaza de Toros de la Maestranza”ya kadar getiriyor. İspanya’nın en eski ve en görkemli arenalarından birisi olan Sevilla Arenası, İlk yapıldığı 1762 yılında kare biçiminde ve ahşap olarak inşa edilmiş, bugünkü görünümüne ise 1881 yılında kavuşmuş. Sarı-turuncu barok ön cephesi ile dikkatleri üzerine çeken arena 12.500 kapasitesi ve muhteşem akustiği ile ön plana çıkıyor. Arena, aynı zamanda ülkenin en önemli Boğa Güreşleri Müzesine de ev sahipliği yapıyor. Arena ve müzeyi gezmek isterseniz 8€ ödemeniz ve her 20 dakikada bir organize edilen rehberli turlara katılmanız gerekiyor. Program uygun olsaydı böyle harika bir ortamda boğa güreşi seyretmeyi arzu ederdim doğrusu.

Puerte de Jerez’den kareler…

Buluşma vaktimize az bir zaman kaldığı için Arenal semtindeki gezimizi kısa kesmek durumunda kaldık.  Ben ve Arzu hariç grup toplu halde tekne turuna katılacaktı, bu yüzden onlar Yerli Arşivleri Müzesinin hemen karşısındaki Türkiye Konsolosluğunun altındaki Starbucks’ta buluşacak, oradan da yürüyerek nehir kenarına geleceklerdi. Biz de onların güzergahında bulunan, ortasında Sevilla’yı temsil eden bir kadın figürünün yer aldığı fıskiyeli çeşmesiyle dikkat çeken Puerte de Jerez’de Bodeguita Kafede bir şeyler içerek (Sangria 3,50€, tinto de verano 2,50€, kahve 1,50€) onların yanımızdan geçmelerini bekledik. Çeşmenin hemen yanı başında klasik gitar eşliğinde Flamenko gösterisi yapan ve oldukça büyük alkış alan sokak sanatçıları topladıkları paraları saymak için hemen yan tarafımızdaki masaya oturdular. Hasılat hiç de fena görünmüyordu ama yoruldukları da her hallerinden belli oluyordu. Yaklaşık yarım saatlik kısa mola sonrasında grup toplu halde yanımızdan geçerken hesabı ödedik ve onlara katıldık.

Altın Kule…

Guadalquivir Nehrinde yapılan tekne turları hemen Altın Kule yani “Torro Del Oro” nun alt tarafında kalıyor. Yaklaşık 50 dakika süren turun ücreti 16 €. Biz, dolaşmak için daha fazla vaktimiz kalsın diye Arzu ile tekne turunu tercih etmedik ama gruptaki tüm arkadaşlar güzeller güzeli Guadalquivir üzerindeki tekne turuna katıldı. Endülüs bölgesinin en büyük nehri olan Guadalquivir’in kelime anlamı Arapça “Büyük ırmak” imiş. Romalılar döneminde ismi ise “Betis” olarak anılıyormuş. Cordoba’dan da geçen nehir İspanya’da üzerinde taşımacılığa elverişli tek nehirmiş.

Bizimkilerin nehir turuna katıldığı tekneyi köprüden selamladık…

36 metre yüksekliğindeki Altın Kule, Sevilla’nın simgelerinden bir başkası. 12. Yüzyılın sonlarında Muvahitler tarafından şehrin güvenliğini sağlamak için inşa edilmiş. Aslında Mağribiler döneminde inşa edilmiş olan ve Alcazar Sarayına kadar giden 166 kule ve 15 kapılı yüksek surların nehir kıyısındaki kontrol noktası olduğu da söyleniyor. 12 köşeli bir yapıya sahip olan kuleye “Altın Kule” adı verilmesine yönelik farklı hikâyeler var. Bunlardan en çok kabul edileni ve rehberler tarafından dile getirileni Güney Amerika’dan gelen altın ve kıymetli eşyaların Sevilla şehrine vardıktan sonra ilk muhafaza edildiği yer olmasından dolayıymış. Bir diğeri ise eskiden cephesindeki altın kaplama çini fayanslar nedeniyle bu ismin verilmesi. Sonuncusu ve belki de en romantik olanı da tamda kulenin bulunduğu nehir yakasının karşısından batan güneşin kulenin üzerinde altınımsı bir yansıma yapması. Artık siz hangisini kabul ederseniz. Benim oyum sonuncudan yana. Kule, 1755 yılındaki Lizbon depremi sırasında ciddi hasar görmüş ve sonrasında onarılmış. Altın Kule bugün için Denizcilik Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Kuleyi ve müzeyi ziyaret etmek için giriş ücreti 3€.

Herkes tekne turuna katıldığında biz de soluklanmak için buzla dolu iki kova birayı gövdeye indirdik…

Sadi abi de tekne turuna katılmayıp bizimle kaldı. Tekne turu başladıktan sonra 1931 yılına tarihlenen San Telmo Köprüsünün ortasına kadar gelip bizimkilere el salladık. Köprünün sol tarafında kalan semtin adı Triana. Sevilla’nın en özgün, en geleneksel semti bir dönem flamenkonun mabedi olarak anılırmış. Bugün çingeneler kentin dış bölgelerine gönderilmiş olsa da bir zamanlar oralarda olduklarını bilmek insana değişik bir keyif veriyor. Triana, aynı zamanda şehrin seramik ve çömlek sanatının da merkezi olarak kabul ediliyor. Zamanımız olmadığı için nehrin diğer tarafında kalan Triana bölgesine geçme fırsatı bulamadık. Umarım, bir gün yolum tekrar Sevilla’ya düşer de daha fazla vakit geçirme şansım olur. Biraz dolaştıktan sonra tekne turuna gelirken gördüğümüz, kovayla bira satan Surena birahanesine oturduk. 200cl küçük biralardan arzu ettiğiniz beş tanesini buz dolu kovaya koyuyorlar ve siz de bu beşliye tercihinize göre 3,5€ ile 6€ arasında bedel ödüyorsunuz. Sadi abiyle beraber ikişer kova birayı tükettiğimizde bizimkilerin tekne turunun bitmesine birkaç dakika kalmıştı. Biz de nehre doğru yürüdük ve yolda onları karşıladık. Tekne turundan çok memnun olan arkadaşlar olduğu gibi pek güzel bulmayanlar da vardı. Anladığım kadarı ile Sevilla’da tekne turu önceden araştırılması gereken bir aksiyon olarak karşımıza çıkıyor. 

Akşam yemeğini yediğimiz La Gourmet Viajera Restoran…

Tüm grup toplu halde yürüyerek akşam yemeğini yiyeceğimiz Calle Harinas 13 numaradaki La Gourmet Viajera Restorana geldik. Rehberimiz Murat beyin tecrübesiyle geldiğimiz restoran çok da büyük olmayan, yerel halkın tercih ettiği modern bir mekan. Hem İspanyol hem de uluslararası mutfaklara ait yemekleri yiyebileceğiniz restoran samimi bir ortama sahip. Fiyatları da oldukça makul. Murat beyin sürpriz olması adına menüyü sır gibi saklaması nedeniyle kurt gibi acıkan bizler ne gelirse saldırdık. Tapaslar, salatalar, tavuk kızartması derken en son olarak da büyük tabaklar halinde gelen dana gulaşlar karşısında neredeyse patladık. En sonunda gelen tatlıyla birlikte bazılarımızın “yiyecek yerimiz kalmadı, yeter” isyanına şahit oldum. Restoranın duvarındaki dünya haritasında kırmızı nokta ile işaretli yerlerin zincir şubeler olduğu noktasında neredeyse hem fikir olmuştuk ki o kırmızı noktaların restoranın güzel şefi Ellen Koberer’in şef olarak çalıştığı ülkelere ait olduğunu öğrendik. Gecenin sonunda güzel şefimiz Ellen’le fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik tabi. 

Otelimize vardığımızda saatler gece yarısına yaklaşıyordu. Sevilla gezimiz tamamlanmıştı. Hepimiz Sevilla’nın büyüsüne kapılmıştık. Endülüs’ün başkenti olarak anılmanın Sevilla için söylenecek en küçük övgülerden birisi olduğunu düşünüyorum. Keşke bir günümüz daha olsaydı da bu güzel şehrin keyfini doyasıya çıkarabilseydik. Yarın Endülüs’ün bir başka güzeli Cordoba, sonrasında da akşam vakitlerinde Granada’ya geçiyoruz. …

Görüşmek üzere…
 















 Yazılan Yorumlar...
TAMER
(23 Ağustos 2017)
Sevgili Hakan yine ne güzel anlatmışsın. Ben de şu an Sevilla yazımı hazırlıyorum. Siz 2016 Mayıs ayında gitmişsiniz, biz de 2016 Eylülde oradaydık. Hafızamı tazelemek açısından iyi oldu. Eline sağlık...
Şükran Şahin
(12 Haziran 2017)
Hakan bey doyamadım Sevilla yazınıza. Yine bilgilendirici, samimi sanki oralarda bizde sizinle geziyormuş gibiydim okurken. Flamenkoyu daha ayrıntılı öğrendik sayenizde. Sevilla benim içinde Endülüsün 1. İncisidir.