İRAN’ın BATI AZERBAYCAN’ı - Bazargân, Maku, Urmiye


Baharın müjdecisi bir hava. “Dört
bin tepe”
olarak anılan, dört bin kültür anıtına ev sahipliği yapan İran’a
düşüyor yolumuz. Ağrı’nın Doğubayazıt ilçesine bağlı GÜRBULAK Köyü’nün adını taşıyan sınır kapısındayız. Koli koli
meşrubat, Paşabahçe bardaklar, bisküviler, makine halılar taşınıyor durmadan
İran tarafına. Türkiye’ye de İran’dan kömür, tuz, kayısı geliyor. Gürbulak’ı geçip İran sınır kapısı BAZARGÂN’a
varıyoruz. Komşuya vize yok. İranlı gümrük polisleri kekikli çay ikram
ediyorlar bize. Saatlerimizi İran saatine göre ayarlayıp yarım saat ileri
alıyoruz.



Sınırda çevremizdeki insanlar, İran’la ilgili bildikleri şeyleri aktarıyorlar
bize. İthalat ve ihracatından tutun, bu ülkede “ne ucuzdur, ne pahalıdır”a ve hatta İranlıların, karşılaştıklarında
birbirlerinin yanaklarını kaç kez öptüğüne kadar pek çok şeyden haberdar
oluyoruz kısa sürede.



MAKU - BATI
AZERBAYCAN’da pilavlar, kebaplar enfes



İran gümrüğünde, “Haydi, siz bir
düşün!” diyor Azeri gümrükçü. Birbirimize bakıyoruz, meğer araçtan inmemizi
istermiş. “Ne Doğu, Ne Batı, İran İslâm
Cumhuriyeti” yazılı kapıdan geçiyoruz. Artık İran’dayız.


İlk durağımız, Türk sınırına 15, Ağrı’ya ise sadece 5 km mesafedeki MAKU.
İran'ın Batı Azerbaycan Eyaleti'ndeyiz.
Maku, Türkiye ve Azerbaycan sınırında. Şehirde herkes Türkçe konuşuyor. Kent “İran’ın küçük Bağdat’ı” olarak
anılıyor.


Maku’nun içinden geçen ve Hazar Denizi’ne dökülen Zangmar Nehri
kıyısındayız. Bir lokantaya giriyoruz. Rehberimiz bize pilavla çello arasındaki
farkı anlatıyor. Yarı pişmiş pilava su katarsanız buna, “çello” diyorlar. Yarı pişmiş pilava su yerine yoğurt ilave
edilirse, huzurlarınıza “katte”
geliyor. Pişmiş aşa katılan su ve yoğurdun sonucunda katte pilav katı, çello pilav
da tane tane oluyor.


Pilav dağarcığımızı bir hayli geliştirdik; bu kez de sıra soslara
geliyor. İran’da on dört değişik baharatın karıştırılıp pilava, tavuğa, ete
konduğunu öğreniyoruz.


Azeri garsonumuz bize, “Haletun
çeturi?” diye hal hatır soruyor. Hepimiz, Kubide denilen köfte kebabı sipariş ediyoruz. Azeri garson sos
getiriyor ve “Bırakın onun üstüne!”
diyor önümüzdeki pilavları işaret ederek. Biz de bırakıveriyoruz sosu, pilavın
üstüne. Pilavı, çatal ve kaşıkla yiyor İranlılar. Rehberimize göre, çatal
kaşıkla yenen pilav daha lezzetli oluyormuş.


Yemekler nefis. Yavaş yavaş Fars rakamlarına da aşina oluyoruz. Fars alfabesi,
Arap alfabesine çok benziyor. Ancak, fazladan sekiz harf daha bulunuyor bu
alfabede.


Çorbaya “Aş”, Aşçıya “Aşpaz” Deniyor



 “Tavuk şiş”e İranlıların “cüce kebap” dediğini öğrenince,
rehberimize “cüce” sözcüğünün
anlamını soruyorum. O da, İran’da, örneğin, iki insan tartışıyorsa,
birbirlerini küçümsemek için “Hadi oradan
cüce!” diye takıldıklarını anlatıyor.


İranlıların, cacığın içine kuru üzüm koymak, meyve tabağının içinde
salatalık ikram etmek gibi çok hoş alışkanlıkları var.


Zaman zaman, fırınların önünde kuyruklar görüyoruz. İran’da ekmek,
belli saatlerde satışa sunuluyor. Sabah 6-8, 10-12 ve öğleden sonra da 3-6
arası taze ekmek saatleri. Fransa’da da benzer bir adet var.


Alkolsüz bebek biraları yanı sıra maden sulu ayranları da var
İranlıların. Bu ülkenin, kocaman kocaman karpuzlarının tadı ise tek kelimeyle harika.
“Nan” dedikleri incecik pideler de
öyle.


İran mutfağında çorbaya son derece özel bir yer verilmiş. Zaten çorbaya
“aş”, aşçıya ise “aşpaz” denmesinden de belli İran’da çorbaya gösterilen özen.


Bir gelincik tarlasından geçiyoruz. Müthiş bir renk dünyasındayız.



URMİYE - “Turki danışırsen?”



İran Azerbaycanı’nın ikinci büyük
kenti URMİYE’yi ziyaret ediyoruz.
Öğrendiğimiz ilk Farsça sözcükler olan “Heyli
memnun”, “Müteşekkirem”, “Huda Hafız”’ı dilimizden düşürmüyoruz.


Urmiye’de bir lokantaya giriyoruz. “Çorba
çok güzel” diyorum garsona. Garson da bana “Sen de çok güzelsin” diyor ve tabağıma iki kaşık çorba daha
koyuyor. Samimi insanlar doğrusu Azeri kardeşlerimiz...


Ekmek yerine ikram edilen lavaş tam bize göre. İran’da çörek diyorlar. Çörekler kâğıt gibi ince
olduğundan, garsona, “Getir abicim biraz
A-4” diyoruz. Domates yerken, yıllar öncesinden bir tat anımsıyoruz. Sera
domatesi değil bunlar; çok lezzetli.


Urmiye’de Azericemizi hayli geliştirme imkânı buluyoruz. Ancak, anlam
kaymaları da az değil doğrusu. Örneğin, Azeriler, “ayak” yerine “kıç” sözcüğünü
kullanıyorlar. Ayağınız burkulursa “Kıçım burkuldu” diyorsunuz bu yörede. “Kıç” yerine ise, “yan” sözcüğü kullanılıyor.


“Turki danışırsen?” diye
sorduklarında “İstanbuli danışırem”
dememiz gerektiğini öğreniyoruz yavaş yavaş. Bizim konuştuğumuz Türkçeye Azeriler
“İstanbul Türkçesi” diyorlar. “Anladın mı?” yerine “Başın taptı mı?” diye soruyorlar. Azerbaycan’da
da “Başın düştü mü?” diyorlar.
Bizdeki “Jeton düştü mü?” sözünü
anımsatıyor.


Bir keresinde, hoş beşten sonra bir İran Azerisi kardeşimiz, “Evli misin, subay mısın?” diye sordu
bana. “Evli de değilim, subay da…”
diye yanıtladım. Sözlerim karşımdakine, pek bir şey ifade etmedi ki, bir kez
daha yineledi sorusunu. Ben de çaresiz aynı cevabı verdim. Bir de “Bekârım, bekâr…” diye ekledim.


Sonradan öğreniyorum ki, bizim kırk yıllık “bekâr” yerine, onlar, “subay”ı
kullanıyorlar. Gerçi, onlarda da “bekâr” sözcüğü var, ama “işsiz” anlamına geliyor. Sonuç olarak ben “Evli de değilim, bekâr da... İşsizim işsiz!” anlamına gelen bir
yanıt vermiş oluyorum.


“Sen bekâr mısın?” diye
soruyorum. “Benim sandviçim var”
diyor. “Benim de pilav üstü az dönerim!”
dememek için güç tutuyorum kendimi. Bayılıyorum doğrusu Azericeye. Anlıyorum
ki, dostumuzun sandviççi dükkânı varmış.


“Sakla, düşak!”



Azerbaycan’dan bir şair, İstanbul’a gelmiş. Dolmuşa binmiş, Aksaray’a
gelince “Ben düşüyorum!” demiş.
Şoför, başını çevirmiş, “Niye
düşecekmişsin abicim! Kapılar sağlam, hiç merak etme sen!” demiş.


Ancak, Azeri şair sürekli, “Ben
düşüyorum, ben düşüyorum!” der dururmuş. Ara sıra da “Maşini sakla” dermiş. Sonra anlaşılmış ki, Azeriler, “Dur, inelim!” yerine “Sakla, düşak!”, “araba” yerine de “maşin”
derler.    


Otelde, telefon etmeye çalışırken, biri, yanınıza yaklaşıp “O telefon tutmaz!” derse, bileceksiniz
ki o telefon çalışmıyor. İran Azerbaycanı’nda kısa sürede, müthiş bir anlam
kayması bombardımanına uğruyoruz.


İstanbul’a gelmiş olan Azeriler, “Su
içsek para!” diye yakınıyorlar pahalılıktan. Memnun olduklarında “Çok hoşal oldum!” diyorlar. Bir
keresinde, bir Azeri arkadaşa “Yemeği
güzel midir?” dedim, bir lokantayı göstererek. “Evet” dedi, “Çok beter
kasası vardır!”


Öğrendiğimiz üç beş kelime Farsçaya güvenip, “Kem Farsi bilirem!” diyoruz bazen. “Az” anlamına gelen “kem”i,
bizdeki “kem küm”den ötürü, kısa
sürede öğreniverdik. Çok sık kullanıldığından, hemen öğrendiğimiz sözcüklerden
biri de, “Ya Ali”. Örneğin, birisini uğurlarken
“Ya Ali” diyorlar. Bu sözcük “Tamam, anlaştık!” anlamında da
kullanılıyor.



URMİYE’de iki bin yıllık kilise



Türkiye sınırına 50 kilometre mesafedeyiz. İran'ın Batı Azerbaycan
Eyaleti'nin merkezi Urmiye’deyiz. Rus-İran savaşı sırasında kent aylarca Rus kuvvetleri
tarafından işgal edilmiş. Nüfusun yüzde doksanı Azeri.


Meryem Ana Asurî Kilisesi’ni
ziyaret ediyoruz. Filistin Beytullahim’deki Doğuş Kilisesi’nden sonra
Hıristiyanlığın en eski kilisesi olduğuna inanılıyor. Ünlü İtalyan seyyah Marco
Polo anılarında bu kiliseden söz ediyor.


“Karanlık mı kilisenin içi?”
diye soruyoruz. “Çırağ vardır!”
diyorlar lamba sözcüğü yerine. Kiliseyi bir keşiş gezdiriyor bize. 642 yılında bir
Çin prensesi kilisenin restorasyonuna katkıda bulunmuş. Kilisenin içinde
asırlık kabirler bulunuyor.


Urmiye’den ayrılıp yola çıkıyoruz. Bir mola yerinde Azeri gençler
sarıyor yine çevremizi. El sıkışırken, biz “Merhaba”
diyoruz, onlarsa “Yallah”.


“Evlilik ne zaman?” diye
soruyoruz bıyıkları yeni terleyen gençlere. “Ders
kurtuldu, askerlik kurtuldu, iki yıl bekâr işteba, sonra evlencez.” diye
yanıtlıyor içlerinden biri.