TAHRAN (Sıcak yer) - Saraylar ve Müzeler Kenti | |
Tahran yolundayız. Kandowan Tüneli’nden geçiyoruz. Tünelle birlikte ormanlar sona eriyor, çorak dağlar arasında ilerlemeye başlıyoruz. Yolda, çay molası veriyoruz, bir ara. Çay, çok sıcak geliyor rehberimize. Tabağa döküyor, soğutup öyle içiyor. “Böyle yaparız biz” diyor. Ve işte Tahran’dayız. İstanbul gibi dev bir kent Tahran. Kaçar Hanedanı döneminde 1788’de başkent olmuş. İki asrı aşkın bir süredir başkentliğe devam ediyor. II. Dünya Savaşı sırasında Tahran Konferansı’na ev sahipliği yaptı. Kent trafiğinin yoğun olduğu bir kavşakta beklerken, koşa koşa, bir trafik polisi geldi yanımıza. Meğer polis Azeri’ymiş. “Yaşasın Türkiye” dedi gülerek. Camdan başını uzattı, ellerimizi sıktı tek tek. Sonra, yine, koşa koşa caddenin ortasına gitti, bize yolu açtı... İran’ın eski başkenti Rey, Moğollar tarafından yerle bir edilince, Tahran, bölgenin önemli kenti haline geliyor. Tahran, “sıcak” anlamına gelen “teh” ve “yer” anlamındaki “ran” sözcüklerinden türetilmiş. Bu kent, adının hakkını fazlasıyla veriyor doğrusu. Yazın, havası sıcak ve kuru. Yüzümüze, sürekli, sıcak hava çarpıyor bu kentte. Kışlar soğuk geçiyor, kar yağıyor. Gece gündüz arasında da önemli sıcaklık farkları var. Tahran’ın kuzeyinde modern semtler, güneyinde ise eski kent ve çarşı yer alıyor. Yollarda, İngiliz motorlu İran üretimi Peykan marka arabalara sıkça rastlanıyor. Tahran, Ortadoğu'daki en büyük metro ağlarından birine sahip. Tahran’da pek çok saray ve müze geziyoruz. Özgürlük Meydanı anlamına gelen AZADİ MEYDANI’ndayız. 50 bin metrekarelik dev meydanda kentin simgesi AZADİ KULESİ yükseliyor. İsfahan’ın 90 bin metrekarelik ünlü Nakş-ı Cihan Meydanı’ndan sonra İran’ın en büyük meydanındayız. Burası pek çok gösteriye de ev sahipliği yapmış bir meydan. İRAN ULUSAL MÜZESİ salonlarını arkeoloji ve tarihe ayırmış. Taş Çağı’ndan Demir Çağı’na, Medler’den Sasani İmparatorluğu’na dek pek çok eseri hayranlıkla izliyoruz bu müzede. 1937’ye tarihlenen ABGİNEH CAM VE SERAMİK MÜZESİ’nin merdivenleri, ikinci kattaki aynalı salonu, bin yıllık seramikleri gerçekten çok etkileyiciydi. HALI MÜZESİ sanatın doruklarında. Çünkü 3.500 yıllık halıcılık geçmişine sahip İran. Sonu gelmez bir zenginlikle karşılaşıyoruz. 3.400 metrekareye uzanmış salonlar asırlık halılarla dolu. İran’ın her yöresinden halılar bir çiçek gibi açıvermiş salonlarda. GÜLİSTAN SARAYI Türk Kaçar Hanedanı şahlarının sarayını geziyoruz. Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde bu saray. 1806’ya tarihlenen Mermer Taht muhteşem. Yezd Eyaletinden getirilmiş sarı mermerden yapılmış 65 parçadan oluşan bir taht bu. SADABAD SARAYI Kaçarlar ve Pehlevi Hanedanı tarafından inşa edilmiş. Yarım asırlık bir çalışmayla 1970’te tamamlanmış. 3 bin dönüm araziye yayılmış saray bizi çok etkiledi. İçinden Caferabad Irmağı geçiyor. Saray 19 müzeye ev sahipliği yapıyor. MİLAD KULESİ 435 metre ile dünyanın en uzunlarından. Teras katından seyrettiğimiz Tahran manzarası muhteşemdi doğrusu. ULUSAL MÜCEVHERLER HAZİNESİ’ni ziyaret ediyoruz. Firdevsî Bulvarı’ndayız. Bundan bin yıl önce yaşamış, İran edebiyatının önde gelen Fars şairinin adının verildiği ana caddedeyiz. Hazine, Merkez Bankası içinde müthiş güvenlik önlemleriyle muhafaza ediliyor. Muazzam kalın çelik kapılardan geçip mücevher salonuna ulaşıyoruz. Öyle muazzam bir zenginlik ki, bu ihtişamı sözcüklerle ifade etmek hiç kolay değil. Dünyada eşi benzeri olmayan öyle mücevherler bulunuyor ki müzede, uzmanlarca değer biçilemiyor bu hazineye. İranlılar da bir değer biçemiyorlar bu müthiş mücevherlere ama diyorlar ki, “Bu hazineyle bir Tahran daha kurulur!” Güç, Kuvvet Evi ZURHANEGeleneksel bir sporun yapıldığı Zurhane’ye gidiyoruz. ZURHANE, “güç, kuvvet evi” anlamına geliyor. Unesco İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesinde Zurhaneye yer verilmiş. Bütün duvarlar, çepeçevre, Hz. Ali’nin resimleri ve 1980-88 İran-Irak savaşında şehit düşen pehlivanların fotoğraflarıyla dolu. Zurhaneye devam edenlerle sohbet ediyoruz. “Bu, ruh sporudur” diyorlar... Zarb dedikleri davulların çalınmasıyla birlikte, yetmiş yaşlarında ak saçlı bir amca, “mil” denilen tahta lobutlarla hareketlere başladı. Amca, tam da “yaş yetmiş iş bitmemiş!” denilen cinsten. Hiç durmamacasına, hızla sallıyor lobutları. Piste girenler, iki parmaklarını yere sürüyor, sonra, parmaklarını dudaklarına ve alınlarına götürüyorlar. Yere, bir havlu serdiler. Biri, yere yattı. Eline, kalkan gibi iki tahta aldı. Zarb çalanın söylediği şarkıların ritmine uyarak bu iki kalkanı ve bacaklarını hareket ettirmeye başladı. Sonra, hepsi, ellerindeki tahtaları yere koyup dizleri üstüne çömeldiler ve yine zarbın ritmine uyarak şınav benzeri hareketler yapmaya başladılar. Ortadakinin işaretlerine bağlı olarak zarbın ritmi ve yapılan hareketler değişiyor. Yan yana geldiklerinde, yaşlıdan gence doğru sıralanıyorlar. Ancak, bizim izlediğimiz grubun içinde, genç bir oğlan, bu sıralamaya uymayıp, istediği yerde duruyordu. Meğer, o Hz. Muhammed’in soyundan gelen bir “seyit” imiş ve seyitler istedikleri yerde dururmuş. Zarb çalan kişi, sık sık bir çana vuruyor ve o zaman, topluca salâvat getiriliyor. Hep bir ağızdan, “Allahümmesallialâ Muhammed ve âli Muhammed” diyorlar. Bir ara, kendi çevrelerinde hızla dönmeye başladılar. Dönüşü tamamlayana, diğerleri, “Maşallah” diyorlar. Zaman zaman da, “Kemgöze bin lanet!” ya da “İnşallah bunları Kerbelâ’da da tekrarlamak nasip olur.” dediklerini öğreniyoruz rehberimizden. |