Endülüs'te Tarihle Yıkanmak: Cordoba...


Endülüs gezimiz devam ediyor. Sabah kahvaltısının ardından saat 09.30’da Sevilla’daki otelimizden ayrıldık. Bugünkü son noktamız Granada ancak öncesinde Endülüs’ün en özel kentlerinden birisi olarak kabul edilen Cordoba’yı ziyaret edeceğiz. Yola çıktıktan sonra yaklaşık 40 km ilerlemiştik ki Murat beyin küçük bir sürprizi ile karşılaştık. Parador otelleri hakkında size Ronda’yı anlatırken bilgi vermiştim. Hani şu tarihi yerleri alıp restore ettikten sonra butik otel olarak hizmete açan vakıf oteller zinciri. İşte yol üzerinde Carmona denilen köyde de böyle bir otele kısa bir ziyaret gerçekleştirdik. 14. Yüzyıla tarihlenen bir Müslüman kalesi restore edilmiş ve buraya konuşlanan otel uçsuz bucaksız ova manzarası ile karşılıyor bizi. Kemerli sütunlarla süslenen avlusuyla kısa bir mola için oldukça keyifli bir yer olduğunu söylemem lazım. Yalnız bir şeyler yemek ya da içmek isteyenler için fiyatlar da high class…

Gezi ekibimiz toplu halde Cordoba’daki Endülüs Evi ya da La Casa Andalusia’da…

Yarım saatlik kısa molanın ardından yolumuza devam ettik ve saat 12.15’de Cordoba’ya ulaştık.  Guadalquivir Nehri’nin kenarına kurulmuş olan Cordoba ya da Kurtuba, 350.000’lik nüfusa sahip orta büyüklükte bir İspanyol şehri. Tarihi çok çok eskilere dayanan şehrin Romalılar döneminde İberya Eyaletinin başkenti olduğu biliniyor. Ünlü Romalı devlet adamı ve filozof Seneca’nın doğduğu şehir olarak da bilinen şehir 711 yılında Mağribi ordusu tarafından ele geçirilir ve çok kısa bir sürede müslümanlaşarak başkent haline gelir. 10. Yüzyılın sonlarında dünyanın en gelişmiş şehirlerinden birisi haline gelen Cordoba, Halife El Hakem döneminde İslami eğitimin merkezi haline gelmiş, hiçbir Avrupa şehrinde bulunmayan büyüklükte kütüphane ve okullar açılmış. Öyle ki kütüphanedeki kitapların sayısı 600.000 cilde ulaşıyormuş. Fransa’daki ilk kütüphanenin bundan 400 yıl sonra oluşturulduğunda sadece 900 cilt kitaba sahip olması aradaki uçurumu gözler önüne seriyor.


Carmona Köyünde yer alan Parador Otellerinden birisinde kısa bir mola veriyoruz. Eski bir Müslüman kalesi olan otelin oldukça lüks bir zincirin parçası olduğu her halinden belli…

Sokakları kandillerle aydınlatılan, 28 adet medresenin bulunduğu, yüzlerce hamam, caminin inşa edildiği, mükemmel bir kanalizasyon sisteminin işlediği, Avrupa’nın ilk katarakt ameliyatının yapıldığı muazzam bir medeniyetmiş Cordoba. Öyle ki ABD’li tarihçi Bernard Lewis’e göre yirminci yüzyılda Oxford neyse onuncu yüzyılın Cordoba’sı da odur. Tüm bu medeniyet, aylarca süren kuşatma sonunda 1236 yılında şehrin Hristiyanlar tarafından ele geçirilmesiyle sona erer. Şehir hızla Hristiyanlaştırılır ancak Hristiyan krallar dahi bazı güzelliklere dokunmazlar. Birkaç yüzyıl boyunca diğer Endülüs şehirlerinin gölgesinde kalan Cordoba’nın nüfusu 18. Yüzyılda 20.000’e kadar geriler. Sonrasında yeniden eski günlerine dönen Cordoba, turizmle birlikte gittikçe gelişir ve şehrin pek çok noktası 1984 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilir.

Cordoba’da otobüsten indikten sonra karşılatığımız ilk manzara önde Puenta Kapısı, arkada ise Kurtuba Camii. Yaklaşık üçyüz yılda tamamlanan “Köprü Kapısı” oldukça heybetli duruyor…

Cordoba’ya vardıktan sonra otobüsten indik ve köprünün bitiminde yer alan Puenta Kapısından şehre girdik. “Köprü Kapısı” anlamına gelen devasa kapı eski dönemde de şehre giriş kapısı olarak kullanılıyormuş. Tarihi 720’lere dayanan kapının yerine yeni bir kapı yapılması fikri 1572 yılında kararlaştırılmış ancak kapının tamamlanması 18. Yüzyılda olmuş. Arkasındaki tarihi dokuyla çok da uyuşmasa da yine de heybetiyle insanları etkilemeyi başarıyor doğrusu.

La Mezquita’ya doğru ilerlerken sağ tarafımızda kalan yüksek duvarları ve bugün için bazıları aktif olarak kullanılmayan eski giriş kapıları bizi etkisine alıyor bile…

Katedralin yan tarafında yerel rehberimizle buluşup kulaklıklarımızı takıyor ve Cordoba’nın dillere destan tarihi yapısı Kurtuba Camii ya da eski adıyla La Mezquita’ya giriş yapıyoruz. Roma tanrısı Janus adına yapılan pagan tapınağın üzerine Vizigotlar tarafından 572 yılında inşa edilen Saint Vicente Kilisesi bölgenin ilk sahibi olarak biliniyor. Müslümanlar şehri ele geçirdikten sonra yaklaşık 30 yıl boyunca Vicente Kilise hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar için ortak ibadet mekanı olarak kullanılmış. Ana nef bir perdeyle ikiyi bölünmüş ve öyle kullanılmış. Aslında bu ikilik ve ortaklık bugün dahi yapının kimileri tarafından “Cordoba Katedrali” kimileri tarafından da “Cordoba Camii” olarak adlandırılmasında kendini buluyor. Ancak nüfusun giderek artmasıyla mevcut mekan yetersiz kalmaya başlamış ve yeni bir camii inşa edilmesi kaçınılmaz olmuş. Arka tarafta nehre doğru olan araziler yaklaşık 100.000 dinara satın alınarak inşaat başlamış ve Hristiyanların kendi kiliselerini kurmalarına destek verilmiş. Şam’daki Emevi Cami’i örnek alarak mevcut gotik sütunların üzerine inşaat yapılmış. Camii, ilk inşa edildiğinde 100x75m genişliğindeymiş. Kullanılan taş ve mermerler Morena bölgesindeki taş ocaklarından tedarik edilmiş, ahşap işlemeler için de Lübnan sedirleri kullanılmış. Irak ve Suriye’den getirtilen inci, zümrüt gibi kıymetli taşlar belirli noktalara yerleştirilmiş. İlavelerle birlikte caminin genişliği 175x134m’ye yükselmiş. Cami tamamlandığında altısı Batı duvarında, altısı avlu kenarında, yedisi Doğu duvarında olmak üzere 19 giriş kapısı varmış. Bu kadar büyük bir yapıyı ayakta tutabilmenin en önemli şartı olarak da taşıma sisteminin oluşturan mermer sütunlar ve at nalı biçimindeki kemerler ortaya çıkmış. Sayıları farklı kaynaklarda başka başka gösterilse de bugün için 856’sının ayakta olduğu söyleniyor. Bu sütunların oluşturduğu 19 paralel yol, buna dik gelen 36 yolu dik açıyla kesiyor.


Bir zamanların minaresi artık misafirlerini karşılayan gösterişli bir çan kulesi haline gelmiş. Bahçe bölümünden kapalı alana geçmeden önce duvarlarda eski ahşap parçalardan bazıları sergileniyor…

Cordoba Caminin hikayesinin devamını daha önce Gezialeminde muhteşem bir Endülüs yazısı yazarak bana ve pek çok gezgine ilham kaynağı olan Setenay Hanımın yazısından devam etmek istiyorum: “En önemli değişim ve caminin benzersiz güzellikteki muhteşem mihrabı, II. Hakem (961-976) zamanında yapılmıştır. Diğer camilerde mihrap duvarda açılmış niş içinde iken Kurtuba Ulu Camiinde oda şeklinde yapılmıştır, odanın zemini altıgen biçimli, köşelere denk gelen duvar da at nalı şeklinde süslemeler yerleştirilmiş küçük bir mekandır. Asıl özelliği istiridye motifiyle bezeli kubbeli  tavanıdır. Sekizgen yapılı tavanın kasnaklarını çepeçevre kufi yazılar süsler. Mihrap kemeri sağlı sollu biri mavi diğeri pembe iki çift sütun üzerine oturtulmuştur, bu sütunların üzerindeki her biri üç boğumlu oylumlu kemerler olağanüstü taş işçiliklidir. Mihrap üzeri ve tavanında kullanılan mozayikler, Bizans'ın başkenti Kostantinopolis'ten gelmiştir. II.Hakem'le dostluk ilişkileri içinde olduğu devrin Bizans İmparatoru Nikeforos, gemilerle 320 ton cam parçasını mozayik işçisi ustalarla birlikte Kurtubaya göndermiştir. Endülüs sanatı, Abbasi ve Bizans sanatı ile uyum sağlayarak bu eşsiz sanat eseri ortaya çıkmıştır. Mihrap kemerinin hemen üzerinde sarı zemin üzerine lacivert renkte Naşr suresinin son ayeti yazılmıştır. Onun üzerinde mihrabı çevreleyen kobalt mavisi zeminde altın varakla yazılı iki sıralı ayrı bir tezhip bulunur. Mihrabın kubbesindeki süslemelerde geometrik bir düzen içinde yerleştirilmiş çiçek ve bitki motifleri, bunları birbirine bağlayan simetrik kuşaklar, dallar ve gövdeler bulunur, renk olarak kırmızı mavi yeşil en çok ta altın sarısı kullanılmıştır. Mihrabın iki yanında benzer stilde ama daha sade yapıda bronz kapılı iki bölüm daha vardır. Bunlardan soldaki Beyt-ül Mal odasıdır, burada genellikle cami aydınlatması olarak kullanılan mumlar zeytinyağı kokulu tütsüler, bazı kutsal emanetler ile ilk dört sayfası Hz.Osman'ın el yazması ve üzerinde onun kan izleri olan kuran-ı kerim konmuştur. Kutsal emanetler her Ramazan ayının 27.gecesi (Kadir Gecesi) oradan çıkarılarak halkın huzuruna sunulurmuş. Hıristiyanlar zamanında bu oda kardinalin dua odası olarak düzenlenmiştir. Mihrabın sağındaki Sebat odası, Maksura bölümü olarak, halifenin ve diğer yöneticilerin namaz kılması için ayrılmıştır. Süslü bir kapı ile saraya giden yola açılır. Bu anlamda Maksura, Osmanlı sultanlarının camilerdeki hünkar mahfili vazifesini görür. Hazırlanışı yedi yıl süren, fildişi, değerli taşlar abanoz ağacı, altın çiviler kullanılarak yapılan ve ahşap işçiliğinin benzersiz örneği olarak belirlenen minberden bugün için hiçbir iz yoktur. Cami içindeki Doğu-Batı rüzgârlarının ayarlanması ile akustiği son derece mükemmeldir. Kurtuba Camii başkentte oluşu nedeniyle devletin merkez camisiydi, hükümdarlar Cuma hutbesini burada verirler, yeni devlet başkanları için orada biat olunur, cihat kararları gibi önemli olaylar onun minberinden ilan edilirdi. Avlusunun batı kanadında yer alan revaklar altında Yaz günleri İbn-i Rüşd gibi bilginler talebelerine ders verirdi, bazen de şehrin kadısı küçük anlaşmazlık davalarında tarafları dinleyip hemen karara bağlardı. O dönemde 113 avize içinde binlerce kandilin yanması için yılda 20 ton zeytinyağı kullanılır, havanın kokulandırılması için ödağacı, amber yakılırdı…”


Aslında La Mezquita’yı anlatmak beyhude çaba. Fotoğraflar dahi anlatabilmek için ne kadar yeterli olur bilemiyorum…

1236 yılında 3. Ferdinand şehri ele geçirince camiyi St. Marie Majuere adıyla takdis etmiş ancak herhangi bir değişiklik yapılmamış. Sonraki 300 yıl boyunca ilave edilen birkaç küçük şapel ve kilise dışında hiçbir şey değişmemiş. Ve nihayetinde 1523 yılında V. Carlos’tan alınan özel izinle caminin doğu-batı yönüne bir katedral yapılmasına karar verilmiş. Aslında tarih kitapları İmparator Carlos’un bu talebe uzun zaman direndiğini ancak sonunda kilisenin ve kardinallerin baskılarına dayanamadığını yazıyor. Hatta ilk inşaat tamamlandıktan sonra Carlos’un bizzat Cordoba’ya gelerek camiyi ziyaret ettiği ve “Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri tahrip edeceğinizi bilseydim, müsaade etmez ve hepinizi cezalandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdi bir binadan ibarettir. Hâlbuki, bu haşmetli caminin bir benzerini yapmak mümkün değildir” dediği rivayet edilir. Katedralin inşaatı için bazı sütunlar yıkılmış, 52x12m genişliğinde bir kilise inşa edilmiş, minarenin bulunduğu yere iki katlı çan kulesi ilave edilmiş, en üstüne de Aziz Rafael’in heykeli dikilmiş. Camiden daha gösterişli olsun düşüncesi ile sürekli ilaveler yapıldığından katedralin inşası neredeyse 250 yıldan fazla sürmüş. Ana altarın karşı tarafında 1766 yılında ağaçlarının Küba’dan getirildiği koro bölümünün yapılması ile katedralin inşaatı tamamlanmış.


Kalabalık nedeniyle mihraba yaklaşmakta oldukça zorluk çekiyoruz. Deniz kabuğu şeklindeki mihrap muhteşem bir güzellik sunuyor. Sarı ve mavi rengin uyumu harika…

Avludan içeriye girdiğimizde tıpkı Sevilla Katedralinde olduğu gibi ağaçlar karşılıyor bizi. İlk zamanlar hurma ağaçları ile süslü olan avlu zaman içinde yerlerini Endülüs’ün karakteristik özelliği olan portakal ve limon ağaçlarına bırakmış. Eskiden aptes alınan avluda bugün farklı yıllara tarihlenen beş çeşme bulunuyor. Kafanızı kaldırdığınızda bir zamanların minaresi şimdinin çan kulesi olan yapı var. 93 metrelik saatli kuleye dışarıdan bakıldığında kare planlı minarenin izlerini görmek mümkün değil zira kule, minareyi de içine alacak biçimde inşa edilmiş. 1763’teki Lizbon depreminden sonra tümüyle elden geçirilmiş ve bugünkü görünümüne kavuşmuş.


“İki zıt mimarinin zorunlu kardeşliği” tanımlaması burada tam anlamıyla gerçeğe dönüşüyor. Katedralin koro alanında yer alan “churriguera” gerçekten çok güzel görünüyor…

İçeriye girdiğimizde loş bir ışık hüzmesi içinde yüzlerce sütun karşılıyor bizi. Bunlardan bazıları kaide üzerindeyken bazıları ise doğrudan zemine gömülmüş halde duruyor. Murat bey bu durumu caminin oluşumunda ve genişlemesi sırasında mevcut sütunların kullanılabilmesi için yapılan ayarlamalardan kaynaklandığı ile açıklıyor. Kırmızı renkli tuğlalar ve beyaz kesme taşlarla süslenmiş at nalı kemerleri izlemek insana büyük bir keyif veriyor. Ancak üzerindeki mozaiklerle tüm iç mekanın en göz alıcı noktası kuşkusuz mihrap. Deniz kabuğu şeklinde bir görüntü veren mihrap oldukça göz alıcı. Kemerin üzerinde sarı zemin üzerine mavi renkte ayetler yazılmış. Kalabalık nedeniyle çok fazla yaklaşmak mümkün olmasa da mihrabın kubbesindeki altın sarısı, mavi ve yeşil çiçek ve bitki motiflerini görebilmek mümkün. Yerdeki izlerin hacıların dizlerinin bıraktığı izler olduğunu okumuştum bir kaynakta. Murat beyin dediğine göre mihrap, kıble yönünü doğru biçimde göstermiyormuş. Bunun bilinmemesinin mümkün olmadığını, eserin kendisine duyulan saygı ve estetik bütünlüğün buna sebebiyet verildiğine inanıldığını söylüyor Murat bey. Caminin içinde dua eden turistler görüldüğünde yetkililer tarafından uyarı aldıklarını söylüyor Murat bey. Enteresan bir yaklaşım, zorlama bir kural getirilmiş. İnsan nerde olursa olsun istediği biçimde dua edebilir, neden karışılır anlamıyorum.

Katedralden manzaralar…

Caminin bir kısmının yıkılması ile ortaya çıkan katedral, iki zıt mimarinin zorunlu kardeşliği gibi geliyor insana. Belki tek başına başka bir yerde inşa edilmiş olsa başlı başına bir sanat harikası olarak kabul edilecek bir yapı, başka bir mükemmel yapının içinde sönük ve tek başına kalmış. Katedralin koro alanı özellikle dikkat çekiyor. Küba’dan getirilen ağaçlarla inşa edilmiş sıralara “churriguera” deniyormuş. Pırıl pırıl, göz alıcı bir güzelliği olduğunu söylemem lazım. Camideki ilk Hristiyan şapeli olan ve 1371 yılında inşa edilen Villaviciosa Şapelinin kemerleri de oldukça güzel, katedral kadar sırıtmadığı için de camiyle bütünleşik bir yapısı var gibi geldi bana. Murat beyin kulaklıktan anlattıkları ile kendi halimde gezerken gerçekten de ne kadar göz alıcı bir eserin içinde olduğumu anladım. 30.000 kişinin aynı anda namaz kılabildiği dünyanın en güzel ibadethanelerinden birisi. Selimiye Caminin 3000 kişilik olduğunu dikkate aldığınızda nasıl bir görkemin içinde salındığınızı tasavvur edin. Estetik, mimari, tarihi ve dini açıdan eşine az rastlanır bir güzelliğin içinde kaybolup gidiyorsunuz. Endülüs, yeni her mekanında bir öncekine göre daha da büyük sürprizler sunuyor bizlere. Görmeden anlatılanların ne kadar eksik kaldığını anlıyorum yavaş yavaş…


Yahudi Mahallesi ya da Müslüman mahallesi, hangi şekilde adlandırırsanız adlandırın dar sokaklarda dolaşmak harika bir şey. İspanya’da fotoğrafı en çok çekilen noktalardan birisi olan “Çiçekli Sokak” gördüğüm kadarı ile bu ünvanı boşuna almamış…

La Mezquita’dan çıktığımızda Murat beyle turumuz devam ediyor. “Cordoba’nın kalbi, La Mezquita’nın yüksek duvarlarının batısında kalan Yahudi Mahallesinde atar” derler. Ya da Murat beyin tabiriyle “Müslüman mahallesi” dememek için böyle adlandırılan bölge. Buralarda dolaşırken 10. Yüzyıldaki görkeminden ve sadeliğinden çok da fazla bir şey kaybetmediğini görüyoruz. İlk durağımız Velazquez Busco sokağını kesen daracık, minik çıkmaz sokak Callejon de Los Flores, yani Çiçekli Sokak. Minicik bir avluya açılan sokak, İspanya’da fotoğrafı en çok çekilen sokaklardan birisi olarak biliniyor. Pencere önlerinde ve duvar yüzlerindeki saksılarda begonviller, sardunyalar ve güllerle süslenmiş sokağın sonundaki avluya varıp arkanızı döndüğünüzde dar sokağın arasından nefis bir çan kulesi manzarası sizi bekliyor. Fotoğraf makinelerimizi ayarlayıp bol bol fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyoruz elbette.


Duvarlar, binalar, dükkanlar ve hatta insanlar adeta bir renk cümbüşü içinde karşılıyor bizleri…

Pizzacılar, birbirinden nefis et kokularının geldiği restoranlar, kafeler ve hediyelik eşya dükkanlarının bulunduğu dar sokaklarda Murat beyle gezimiz devam ediyor. Belmonte Sokağındaki kafeleri serbest zamanda yemek yiyebileceğimiz alternatiflerden birisi olarak hafızama kazıdıktan sonra Conde ve Lugue’nin beyaz badanalı, sardunyalı dar sokaklarında gezimize devam ettik. Cordoba, bizim gibi pek çok turist kafilesi için Granada ya da Sevilla yolu üzerinde birkaç saatlik bir mola noktası olarak kabul edildiği için dar sokakların güzelliğini yüzlerce insanla paylaşmak zorunda kalıyorsunuz. Çok tenha olması için burada konaklanması ya da daha biçimsiz akşamüstü saatlerinde olunması gerekiyor. Bazı evlerden sarkan çamaşırlar ve kablolar içiçe geçmiş, uzansanız dokunacaksınız gibi geliyor insana. Tel kafesli balkonların bazılarında bizleri umursamadan kendi günlük işlerini yapan insanlar var. Evlerin pek çoğunun üzerinde kapı numaraları ya da sokak adları seramikten yapılmış. Buen Pastor sokağındaki Salon de Te, yani çay evi Murat beyin favori mekanlarından birisi. Burada her türlü çayı içebileceğimizi söylüyor.

Murat Bey’in favori mekanlarından birisi olan Salon de Te keyifli ve oturulası bir yer…

Sokağın sonundaki San Rogue Kilisesinin kapısından şöyle bir kaçamak bakış fırlattıktan sonra beyaz binaların sarı ile süslenmiş duvarları arasından Yahudi Mahallesi olarak bilinen Juderia’ya geldik. Yahudi ve Müslüman mahallelerini birbirinden ayıran herhangi bir mimari farkı ya da başka bir değişiklik yok. Sinagog’un hemen yan tarafındaki küçücük meydanda, Yahudi filozofu Rabbi Mosheh ben Maymun, ya da latince popüler ismiyle Maimonides’in heykeli bulunuyor. Ayrıca heykelin arkasında da bir zamanlar filozofun yaşadığı ev var. Sonrasında ise sırada El Gafaki… 8. Yüzyılın büyük göz cerrahı. Tarihte ilk katarakt ameliyatını yapan cerrah olarak bilinen Gafaki’nin heykelini selamladıktan sonra yolculuğumuza devam ediyoruz.


Gelelim Cordoba’nın simge şahıslarının heykellerine: Yukarıda solda Maimonides sağda ise ilk katarakt ameliyatını yapan El-Gafaki. Aşağı tarafta solda filozof Seneca,  sağda ise Averroes ya da bizim bildiğimiz ismiyle İbni Rüşd…

Biraz daha yürüyünce Endülüs’ün en güzel evlerinden birisi kabul edilen Endülüs Evi ya da La Casa Andalusia’ya varıyoruz. Roger Garaudy Vakfı’na ait bu müze ev baştan başa İslami döneme ait bir görüntüye sahip. Doğu işi halı ve kilimler, çini tabaklar, seramik çiçek saksıları, ortadaki fıskiyeli küçük avlu ile hiç de yabancılık çekmediğimiz bir yer. Üst kata çıkan merdivenlere grup olarak dizildikten sonra bu güzel evde toplu fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmiyoruz. Evden çıktıktan biraz sonra Almodovar Kapısından dışarıya küçük bir parkın oraya çıkıyoruz. Hemen sağ tarafta kalan heykel ünlü Romalı senatör, şair ve hatip Seneca’nın heykeli. Bulunduğumuz yerden aşağıya doğru ilerlediğimizde tarihi saray Alcazar’ın bugün de ayakta kalan yüksek surları ile hemen dibinde inşa edilmiş su kanalları boyunca ilerlediğimizi farkediyoruz. Trafiğe kapalı bu yolda yürürken surların karşı tarafındaki evlerin balkonlarına asılı saksılardaki çiçekler de en az surlar kadar dikkat çekici geliyor. Yolun sonunda elinde kitabıyla bir başka tanıdık karşılıyor bizi: İbni Rüşd…

Endülüs Evi ya da La Casa Andalusia…

Batılıların Averroes olarak bildikleri İbni Rüşd 1126 (bazıları 1120 olarak belirtiyor) yılında Cordoba’da doğmuş. Ünlü felsefeci, matematikçi, fıkıhçı ve tıpçı İbni Rüşd, İslam geleneği ile Yunan felsefesini birleştiren, özellikle Aristo üzerine yaptığı çalışmalarla tüm Avrupa’ya ışık tutmuş büyük bir düşünür. Özellikle, “Akıl ve Felsefe, inanç ve inanca dayalı bilgiye üstündür” teziyle anılıyor. Heykeli önünde fotoğraf çektirip bu ünlü düşünüre saygımızı bildiriyoruz.

Almodovar Kapısından çıktıktan sonra sola döndüğünüzde Alcazar’ın ayakta kalan surları selamlıyor bizleri…

Tekrar ara sokaklardan devam ederek saat 14.35’de başladığımız yer olan La Mezquita’nın önüne çıkıyoruz. Murat bey grubun buluşma noktasını gösterdikten sonra 16.30’a kadar serbest zamanımız var. Karnımız acıktığı için önceliğimiz elbette bir yerlerde bir şeyler atıştırmak. Deniz ablalar, Necip abi ve Safiye abla ile ara sokaklara kendimizi atıyoruz, yön duygusu gelişkin benim bile kafam karışmıyor değil. Hepsi birbirine benzeyen dar sokaklarda insanın belirli bir adresi ya da mekanı bulması oldukça zor. Nihayet daha önce toplu olarak geçtiğimiz Belmonte Sokağındaki küçük kafelerden birisini görüyor ve günün menüsü olan “Menu el dia” sipariş ediyoruz. 11 € değerindeki menüye soğan çorbası ya da balık çorbası, tavuk kızartma, tatlı ve bir içecek (sangrea-kahve-bira) dahil. Olağanüstü bir lezzet aramadığımız için hiç de fena olmayan yemeğimizi afiyetle yiyor ve biraz soluklanıyoruz. Buluşma saatimize yarım saatten az bir zaman kalınca yine dar sokaklardaki dükkanları, evleri ve süslü balkonları seyrederek La Mezquita’nın oraya çıkıyoruz. Yavaş yavaş grubun diğer üyeleri de toplanmaya başlamıştı ki Murat bey görünüyor sokak başında. Herkesin toplanması beş dakika gecikmeyle oluyor ve saat 16.35’de Cordoba’da üzerinden geçme fırsatı bulamadığımız Roma Köprüsüne doğru ilerliyoruz. 

Tarihi Roma Köprüsü her iki yönden de oldukça güzel görünüyor. Tarihi bölge ile bütünleştiği de kesin…

Köprüye doğru ilerlerken daha önce şehre girerken kullandığımız “Köprü Kapısı”nın tam altında genç ve güzel bir bayanın keman gösterisini izledik. Bazı arkadaşlar, hem kendisi hem de kemanı zarif bu genç bayanın hazırlamış olduğu cd den satın aldılar. Gözlerden sonra kulağımızın pasını da silerek Roma Köprüsüne doğru ilerledik. Guadalquivir Nehri üzerinde yer alan Roma Köprüsü ya da orijinal adıyla “El Puente Romano”, MÖ 1. Yüzyılda, isminden de anlaşılacağı gibi Romalılar tarafından inşa edilmiş. Zaman içinde pek çok farklılıklar geçirmiş olmasına rağmen, özellikle İslami dönemle birlikte 10. yüzyılda bugünkü halini almış. Uzunluğu 247 metre, genişliği 9 metre olan köprüde 16 adet kemer bulunuyor. Bu kemerlerden 14 ve 15. dışındakiler orijinal formatında değilmiş. Yüzyıllar boyunca hem ticari hem de başta savunma olmak üzere askeri anlamda çok önemli bir işlevi olan köprüye orta çağda Calahorra Kulesi ile bizim de altından geçtiğimiz devasa kapı eklenmiş. En son 2006 yılında yapılan restorasyon çalışmaları ile onbinlerce turistin üzerinden geçtiği bugünkü görünümüne kavuşmuş.

Köprünün sonunda yer alan Calahorra Kulesi artık bir müze işlevi görüyor. Köprünün ortasında şehrin koruyucu azizi Aziz Rafael’in heykeli bulunuyor…

Köprünün ortasına geldiğimizde, 1651 yılında eklenen ve şehrin koruyucu azizi olarak kabul edilen Aziz Rafael’in heykelinin bulunduğu yerden arkamı dönüp yavaş yavaş Cordoba’ya elveda demeye hazırlanıyorum. Kurtuba Caminin kuleleri ve çatı bölümü şehrin diğer güzellikleriyle birlikte bana selam veriyor adeta. Yine gel demeyi de unutmuyor. Bu arada bir zamanların gürül gürül aktığı söylenen Guadalquivir Nehri, bu noktada oldukça cılız kalmış.Şehir girişinin zıt tarafında yer alan Calahorra Kulesi Muhavvidler döneminde şehri ve köprüyü koruma amacıyla inşa edilmiş. Orijinal halinde iki sütunlu bir kapı da bulunuyormuş ancak zamanla bunlar tahrip olmuş. 1369 yılında kule restore edilirken üçüncü bir bölüm eklenmiş ve görüntü itibariyle minik bir kale haline gelmiş. 1931 yılında Ulusal Tarihi Anıt statüsüne alınan kule bugün için “Yaşayan Endülüs” adı altında müze haline getirilmiş. Giriş ücreti 4,5 € olan müzede dört kat ve  8 farklı salon bulunuyor. Bu salonlarda Cordoba ve genel anlamda Endülüs tarihine ait eserler sergileniyor. Dönemin cerrahi aletleri, saray hayatına yönelik maketler, askeri eşyalar görebilecekleriniz arasında. Özellikle LA Mezquita’nın katedral olmadan önceki halinin gösterildiği maket oldukça etkileyici. Yahudi, İslam ve Hristiyan dönemlerine ait parçaların yer aldığı müzede keyifli bir multivision şovu seyretmek de mümkün.

Granada yolu üzerindeki Luque bir zamanlar hareketli bir tren istasyonuymuş. Bugün zeytin ve zeytin ürünlerinin satıldığı şirin bir kafeteryaya dönüşmüş. Vagonlardan bir tanesi mütevazi bir restorana dönüştütürlmüş…

Otobüsümüz Granada’ya doğru hareket ettiğinde saatler 17.30’u gösteriyordu. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrasında molamızı, rehberimiz Murat beye göre bölgenin en güzel zeytin ve zeytinyağlarını alabileceğimiz birkaç yerden birisi olarak kabul edilen Luque’de verdik. Uzun yıllar önce bir tren istasyonu olan Luque, bu görevi tamamlanınca zeytin, zeytin yağı, incir vb. şeyler satan minik bir market haline getirilmiş. Aynı zamanda çay-kahve içebileceğiniz keyifli bir mola yeri olan Luque’da eski bir vagondan bozma, sadece dört adet masası olan minicik bir restoran da mevcut. Eski tren garının rayları ve bazı tabelaları halen muhafaza ediliyor. Zeytinyağının litre fiyatı, alacağınız miktara göre 5-10 € arasında değişiyor. Minik incir paketlerinden üç tanesi 5 €, küçük kutularda satılan harika aromalı yeşil zeytinlerin tanesi 1 €. Tadını nereden biliyorsun derseniz dükkândaki görevliler biz geldikten sonra en popüler ürünlerinden tadımlık paketleri açarak bizlere ikram ettiler. Hatta bittikçe yeniden açtılar. Yaklaşık yarım saatlik keyifli bir mola sonrasında Granada’ya doğru yola çıktık.

Devam edecek...

 



 Yazılan Yorumlar...
Şükran Şahin
(12 Haziran 2017)
Tarih, mimari, meraklı ruh ve gezgin gözlemi birleşince işte böyle keyifli ve bilgilendirici yazılar çıkıyor. Teşekkürler. Endülüs yazılarında İbni Rüşd, Lorcadan bahsetmeden olmazdı. Endülüsteki sadelik estetik; acaba diyorum bi dönem o coğrafyada, islamdaki reformist niyetler ve hareketlerden mi geliyor?