Albayzin mahallesinin dar sokaklarında gezerken insan kendini başka bir dünyada gibi hissediyor. Sanki film platosunda geziyoruz da birazdan atlılar sol taraftan çıkıvericekler…
Emevilerin İspanya’ya girmesinde üç kesimin daveti etkili olmuştur. 1. Devrik kral Witiza taraftarları. 2. Devlet baskısı altında bulunan Aryanlar (Muvahhid Hıristiyanlar). 3. İç kargaşa ve adaletsiz yönetimin maddi-manevi sıkıntılarından bunalan İberya halkı.756 yılına kadar 21 valinin görev yaptığı bu dönemde fetih hareketleri Avrupa içlerine kadar ilerledi. 732 yılında Paris yakınlarındaki Tours vya Poitiesr Savaşı’nda Müslümanlar Franklara yenildi. Böylece kuzeye yapılan fetih hareketi bu savaşla noktalanmış oldu. Ama bu bölgede Müslümanların hâkimiyeti 10. yüzyıla kadar devam etti.Fethinden 756 yılına kadar Endülüs merkezli dev bir dünya İmparatorluğu olan Emevilere bağlı bir eyalet olarak yönetildi. 750’de gerçekleşen bir ihtilalle bu büyük Emevi İmparatorluğun idaresi Abbasilerin eline geçti. (750-1258). Bunun üzerine Endülüs’e gelen Abdurrahman 756 yılında Endülüs’ün idaresini eline geçirdi ve 1031’kadar sürecek bağımsız Endülüs Devletinin kurucusu oldu. Bugün Endülüs olarak anılan en parlak dönem bu dönemdir. Endülüs 1031’den 1090’na kadar bağımsız hanedanlar tarafından yönetildi. Bu dönem Müslümanların içte ve dışta zayıfladığı bir dönem olmuştur. Emeviler kendi iç çekişmeleri yaşarken, “Reconquesta”, yeniden fethetme anlamına gelen dini bir ayaklanma ile İspanyollar Emevilerin elindeki toprakları alma yoluna gittiler.
Bir zamanların Pazar yeri Plaza Larga, bugün şirin kafelere ev sahipliği yapıyor. İsmi “büyük” ama siz buralarda buna pek aldanmayın…
Reconquesta’nın ilk başarısı Teloda olur. 1085’te Tuleytula (Telodo) şehri yedi yıllık kuşatmanın ardından Hırıstiyan İspanya Kralı VI. Alfonsa tarafından ele geçirildi. Bu arada Müslümanlar arasında da iç savaşlar ve kırışıklar devam etmektedir. Hıristiyanların Endülüs topraklarındaki katliam ve tahribatlara karşı halk ayaklanır. Bu iktidarlara karşı yapılan ayaklanmaları bizzat Hıristiyanlar destekler. Karışıklıklar nedeniyle Endülüs toprakları küçülmeye başlar. 1236 yılında efsane şehir Kurtuba da düşer. Artık çöküş başlamıştır. 1248 yılında İşbiliye (Sevilla) şehri Hırıstiyanların eline geçer. Bunun üzerine bütün Müslümanlar Gırnata’da (Granada) toplanır. Endülüs artık Meriye-Gırnata-Kâdis arasında birkaç şehirden ibaret kalmıştır. 1440’da Gırnata’da veba salgını başlar. 1469’da Kastilya Prensesi İzabella, Aragon Prensi Ferdinand ile evlenir ve iki krallık birleşir. 1489’da Granada dışında tüm şehirler Hıristiyanların eline geçer. Nihayet 1492’de son kale Granada’nın da düşmesiyle Endülüs’teki Emevi varlığı sona erer. 1492’da zorla Hıristiyanlaştırılmaya çalışılan Granada halkı isyan eder. 1502’de, Kraliçe İzabella İspanya’daki Müslümanların ve Yahudilerin Hıristiyanlığı kabul etmedikleri takdirde sürgün edilecekleri bildiren bir ferman yayınlar. 1609’da kalan son Müslüman ve Yahudiler de İspanya’dan uzaklaştırılırlar.”
Hile yapan satıcıların deşifre edildikleri “Tartılar Kemeri” ve hemen çaprazında bugün artık satılan nefis dondurmasıyla ön plana çıkan iki katlı mudajer tarzı bina…
Necip abiye teşekkür ettikten sonra biraz da Granada hakkında kitabi bilgi verelim. Granada, Endülüs’ün doğusunda, Sierra Nevada dağlarının eteklerinde, dört farklı nehrin birleştiği bir coğrafyada kurulmuş. Nüfusu yaklaşık 250.000 olan şehrin tarihi MÖ 5000’lere kadar gidiyor. Zeytin başta olmak üzere pek çok Akdeniz meyve ve sebzesini bulabileceğiniz Granada’nın en önemli geçim kaynaklarından birisi de tahmin edebileceğiniz gibi turizm.
Bu kısa bilgiyi de verdikten sonra Elhamra Sarayının ana kapısında bizi bekleyen otobüsümüze binerek şehrin tarihi bölgesinde yer alan, Granada’nın en eski mahallesi Albayzin’e doğru yola çıkalım. Adı ile ilgili anlamlardan birisi “Atmaca avcılarının yeri” anlamına gelen “el baizin”den gelmesi. Yüksek bir tepelik olduğu için son derece mantıklı geliyor insana. Bunun dışında ilk yerleşenlerin Baeza kasabasından gelmesi nedeniyle “Baezalılar” anlamına gelen Al-Bayazin ismini aldığı söylemi de hiç de yabana atılacak gibi değil doğrusu. Albayzin Vizigotlar ve Romalılar zamanında ilk yerleşim yeri olarak kullanılmış. 11. Yüzyılın başlarında Müslüman hanedanlığı Ziridler tarafından da kullanılan tepe o dönemde surlarla çevrelenmiş, bu surların bazı bölümlerini bugün de görebilmek mümkün. Nasiriler zamanında da Elhamra Sarayına taşınana kadar sultanların ikametgahı olarak kullanılmış. Bu dönemden sonra daha çok bir ön savunma hattı olarak düşünülmüş.
San Nicholas Meydanındaki seyir terası güzeller güzeli Elhamra Sarayını görebileceğiniz en harika yerlerden birisi olarak karşımıza çıkıyor…
Otobüsten Calle Pages’te indikten sonra dar sokaklara kendimizi attık. “Calle del Agua” yani Sular Sokağı olarak adlandırılan hafif meyilli bu sokağın kenarlarında su olukları var. Yağmur sularını aşağıya doğru yönlendiren bu minik kanallar sokağa ismini vermiş. Dar sokakta ilerlerken Murat beyin uyarısıyla, çiçeklerle ve çini tabaklarla bezenmiş küçük balkonun ve Ikaros Kafenin önünde topluca bir fotoğraf çektiriyoruz. Bir sonraki durağımız ise Plaza Larga.
San Nicholas Meydanı ile aynı adı taşıyan kilise eski bir caminin kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Hemen meydanın sol tarafında biraz aşağıdaki Yeni Camii…
Dikdörtgen biçimindeki meydan çoğunlukla iki katlı, çiçek ve çinilerle süslü binalardan oluşuyor. 1200’lü yıllarda Pazar yeri olarak kullanılıyormuş. Bugün bile Cumartesi günleri bizdeki Salı pazarına benzer biçimde tekstilden meyve sebzeye, incik boncuktan elektronik eşyaya ne arasanız bulabileceğiniz küçük bir pazar kuruluyormuş. Her daim hareketli meydanın etrafında kafeler ve şekerleme satışı yapan dükkanlar bulunuyor. Meydanın biraz ilerisindeki köşede eski bir kemer-kapı var. Bunun hikayesi de enteresan; Müslüman dönemde sokak pazarının kurulduğu gün buraya gelen satıcılar tartıda hile yaparlarsa bu satıcıların adları tartılarıyla birlikte bu kemerin duvarlarında teşhir edilirmiş. Gelen geçen insanlar görsün ve rezil olsunlar diye. Halk arasında Larga Meydanına “Arco de las Pesas” yani “Tartılar Kemeri” denmesinin sebebi de bu olsa gerek. Bu arada bugün dondurmacı olarak hizmet veren, kemerin yan tarafındaki köşede kırmızı tuğladan mudajer tarzında inşa edilen iki katlı nefis binayı da fotoğraflamayı unutmayın.
Salın kendinizi Albayzin’in labirentvari sokaklarına. Yer yer sizi selamlayan Elhamra Sarayını da fotoğraflamayı sakın unutmayın…
San Cecilio Sokağından ilerlediğimizde ortam hareketlenmeye başladı ve Albayzin’in en güzel seyir teraslarından birisi olarak kabul edilen Mirador de San Nicholas Meydanına geldik. Zaten tam karşınızda yer alan eşsiz Elhamra Sarayı manzarasını görünce neden buranın en güzel seyir noktalarından birisini olduğunu anlıyorsunuz. Elhamra ile ilgili çeşitli kaynaklarda gördüğünüz pek çok fotoğraf buradan çekilmiş. 1997 yılında o dönemki başkan Bill Clinton buradan Elhamra Sarayını ve Generalife’ı seyretmiş. O tarihten sonra teras daha popüler hale gelmiş ancak kafe ve restoranların fiyatları da oldukça yükselmiş. Duvarın kenarına konuşlanmış bulunan banklara ya da doğrudan duvara oturarak uzun uzun Sabıka Tepesinde konuşlanmış olan Elhamra’yı seyre daldım. Elbette bolca fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedim. Aslında en güzel fotoğrafların akşamüzeri güneş batmadan çekilebildiği yazıyor kaynaklarda ama bizim o kadar vaktimiz yok. Keşke güneş batmadan önce burada ya da Albayzin’de Elhamra’yı gören bir kafede yerimi alıp, müthiş güneş oyunlarının süslediği nefis fotoğraflar çekme şansım olsaydı. Neyse…
San Jose Kilisesi’nin çan kulesi bir zamanlar minare olarak kullanılmış. Albayzin’de pek çok noktada performansını sergileyen sokak sanatçılarını görebiliyorsunuz…
Meydana ismini veren San Nicholas Kilisesi, eski bir caminin kalıntıları üzerine, 1525 yılında gotik ve mudejar mimari üsluplarının karışımı ile inşa edilmiş. “Mozarabic” olarak da adlandırılan bu traz mimari stilde inşa edilen en eski kilise olarak biliniyormuş. 1932 yılında çıkan yangında neredeyse tamamen yanmış ve daha sonra yeniden inşa edilmiş. Bu yangın sırasında oldukça etkileyici olduğu belirtilen mudejar çatı da yok olmuş. Ön tarafında kilise ile yanı tarihlerde dikilmiş büyükçe bir haç sizi selamlıyor. Beyazlar içindeki çan kulesine çıkarak daha da yüksek bir noktadan manzaranın keyfini çıkarabilirsiniz. Bedeli 2€.
Meydan pek çok sokak satıcısı ile sanatçısına da ev sahipliği yapıyor. İncik, boncuk, kolye vb. satanlardan enstrümanı ile gösteri yaparak birkaç Euro kazanmaya çalışan gençler terasa ayrı bir hava katıyor.
Sol tarafta San Miguel Bajo Meydanı ve beyaz badanalı kilise. Solda ise Boabdil’in annesi Ayşe Sultan’ın yaşadığı Dar-el Horra (Foto Kaynak: Wikimedia Commons)…
Terasın bir tarafında Granada’nın Yeni Camii ve İslam Merkezi yer alıyor. “Yeni” kelimesi tam anlamıyla doğru zira 500 yıllık bir kalıntının bulunduğu yere inşa edilmiş olsa da cami 2003 yılı yazında açılmış. 1492 yılında başlayan Hristiyan egemenliğinden sonra şehirde açılan ilk cami olma özelliği taşıyor. Aslında hikayesi de ilginç: Bugün caminin yapıldığı yerde bir ev inşa edilmeye karar verilmiş. Kazılar başladığında tarihi çok eskilere giden bir cami kalıntısı ortaya çıkmış. O andan itibaren tartışmalar da başlamış, ev mi inşa edilsin yoksa yerine bir cami mi yapılsın diye. Granada İslam cemaati cami yapımını savunurken Granada Belediyesi ise ev yapımına devam edilmesini istiyormuş. Sonunda yerel idare kararını camiden yana vermiş ve bugünkü yapı ortaya çıkmış. Bugün Cerrahi tarikatına mensup bir vakıf tarafından yönetilen cami hem beş vakit namaza ev sahipliği yaparken hem de kuran ve diğer islami eğitimler de veriyormuş. Caminin bahçesi Elhamra’yı tam karşıdan görecek biçimde inşa edilmiş, sanki bir döneme iç çeker gibi karşıdan bakıyor. Bahçe ve avluyu ziyaret edebiliyorsunuz.
San Gregoria Meydanı Albayzin’de her daim hareketli noktalardan birisi…
Caminin yan tarafından giden sokakta biraz ilerlediğinizde Salvador Meydanı ve aynı isimli kilise çıkıyor karşımıza. Burası, her ne kadar tüm bölgeye aynı isim verilmiş olsa da, aslında Albayzin semtinin tam da doğduğu yer olarak kabul ediliyor. Hatta bugün San Salvador Kilisesi’nin bulunduğu yerde tüm Granada’nın en güzel camisinin bulunduğu söyleniyor. Bazı kaynaklar caminin 16. Yüzyılda yıkıldığını ve yerine San Salvador Kilisesi’nin yapıldığını yazıyor. Hatta kilisenin ilk yapılış amacı Hristiyan egemenliğine geçen Granada’da kalan Müslümanlardan din değiştirip Hristiyan olanların eğitilmesi olarak biliniyor. 1771 yılından itibaren sadece kilise olarak kullanılan yapı 1936 yılındaki büyük yangında ciddi anlamda tahrip olmuş ve gerçekleştirilen restorasyonla bugünkü görünümüne kavuşmuş. Kapalı olduğu için ziyaret etme şansımız olmadı ama özellikle avlusunun (Patio de los Naranjos) islami mimarinin güzel örneklerinden birisi olduğuna dair yazılar okudum.
Calle Caldereria Nueva adeta bir Arap çarşısında geziyormuşsunuz hissi uyandırıyor.…
Tomasas Sokağında ilerleyerek kendimizi Murat Bey’in rehberliğinde Albayzin’in dar sokaklarına bıraktık. Albayzin’de daracık sokaklar minicik meydanlara açılıyor. Hatta bunlara meydan demek de belki büyük abilerine haksızlık gibi gelebilir insana. Dar sokaklar araç trafiğine çok da müsait olmadığı için rahatlıkla gezebilme şansınız var. Bazı sokaklar da iki kişinin yan yana yürümesi bile imkansız gibi. Geniş bahçeli, pek çoğunda çini fayanslarla süslü iç avlular ve fıskiyeli havuzlar bulunan beyaz renkli evler genellikle tek ya da iki katlı. Pek çoğunun etrafı duvarlarla çevrili. Bazılarında kapıların yan taraflarında “carmen” tabelaları göze çarpıyor. Kelimenin kökeni Arapça “carmo” yani üzüm asmasından geliyormuş. Zamanında daha çok zanaatkar sınıfın, orta halli insanların yaşadığı yerler olan carmenler bugün artık lüks evler olarak algılanmaya başlanmış. Buradaki beyaz boyalı, yer yer çinilerle ve çiçeklerle süslenmiş güzel evleri, her an kaybolacakmışsınız gibi hissettiren labirentvari daracık sokakları ve adı meydan ama kendisi bir evin salonundan daha büyük olmayan keyifli mekanları tek tek anlatmaya kalksak koca bir kitap yazılabilir. Ama dikkat çekenlerden de bahsetmeden olmaz elbette. Bunlardan ilki San Jose Sokağında yer alan San Jose Kilisesi. Şehrin en eski kiliselerinden birisi olan San Jose 1525 yılına tarihleniyor ve tahmin edebileceğiniz gibi bir caminin kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Bunun en güzel kanıtı da kilisenin çan kulesi. Bugün çan kulesi ama gerçekte 11. Yüzyıla tarihlenen bir minare olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zirid Hanedanlığı zamanında inşa edilen minare şehrin en eski Müslüman kalıntılarından birisi olarak kabul ediliyor.
Zafer Meydanına açılan Elvira Kapısı Hristiyanların şehre giriş yaptığı ilk yer olarak biliniyor. Plaza Nueva her daim hareketli ve cıvıl cıvıl bir meydan (Foto Kaynak: www.countryhouseinspain.wordpress.com)…
San Jose Kilisesinden yukarıya doğru biraz yürüdüğünüzde Albayzin’in en büyük! meydanlarından birisi olan Plaza de San Miguel Bajo’ya ulaşıyorsunuz. 12. Yüzyılda şehre hükmeden Ziri Hanedanlığının Sarayının bulunduğu yerde bugün için 1530’da inşa edilmiş olan beyaz badanalı San Miguel Kilisesi yer alıyor. Etrafı kafelerle süslü bu meydan Albayzin’de kısa bir mola verilebilecek keyifli yerlerden birisi. Meydanın biraz ilerisinde Boabdil’in annesi Ayşe Sultan’ın yaşadığı saray da bulunuyormuş ama görmek nasip olmadı. “Dar-el Horra” yani “Hanımın Sarayı” olarak bilinen yapı 11. Yüzyılda inşa edilmiş olan Zirid Hanedanlığı sarayının üzerine yapılmış. Boabdil’in doğduğu saray bugün için Güzel Sanatlar Müzesi olarak kullanılıyormuş. Keşke zamanımız olsaydı da orayı da görebilseydik.
Katolik Krallar Caddesi Granada’nın lüks alışveriş markalarının bulunduğu en büyük caddesi. Caddede bulunan küçük Katolik Isabel Meydanı’nda Isabel ve Kolomb Anıtı…
Albayzin’in keyifli noktalarından birisi de San Gregorio Meydanı (Albayzin’de geziyorsanız siz onu meydancık olarak düşünebilirsiniz). Minik bir kafe ve hediyelik eşya dükkanın süslediği küçük meydan Albayzin’de gençlerin buluşma noktalarından birisi. Yani bölgenin en şenlikli alanlarından birisi olduğu söylenebilir. Müslüman döneminde Hristiyan mahkumların kapatıldığı hapishane binası, şehir Hristiyanların eline geçtikten sonra piskopos Gregori Betico’ya adanan bir kiliseye döndürülmüş. San Gregorio Meydanından aşağıya doğru Calle Caldereria Nueva’ya doğru ilerlediğimizde kendimizi bir anda Fas tarzı çayevleri (teteria), baharatçılar ve envai çeşit hediyelik eşyanın satıldığı bir yerde buluverdik. Geleneksel bir Arap çarşısında geziyormuş hissi veren dar sokak boyunca yürüdük. Kafalarımız bir o tarafa bir bu tarafa dönüyor, sanki daha önce benzer bir yer görmemişçesine fotoğraflamaya çalışıyorduk.
Katedralle ilgili pek çok fotoğraf çektim ama internette gezerken gördüğüm bu fotoğrafı buraya koymadan edemedim (Foto Kaynak: www.inmsol.com)…
Sokağı bitirdikten sonra çıktığımız caddenin adı, tarihi Granada’nın önemli caddelerinden birisi olan Elvira. Caddenin bir tarafı ünlü Plaza Nueva’ya açılırken diğer tarafı ise Zafer Meydanına (Plaza Del Triunfo) kadar gidiyor. Burdan sonrası şehrin modern yüzü olarak görülebilir. Bir rivayete göre Elvira, Granada’nın eski isimlerinden birisi. Triunfo’ya açılan yerde tarihi Elvira Kapısı bulunuyor. Müslüman Granada döneminde şehrin ana giriş kapılarından birisi olan Elvira Kapısı, 9. Yüzyıla tarihleniyor. Rivayet odur ki şehri ele geçirdikleri dönemde Hristiyanlar Granada’ya bu kapıdan girmişler. Pek çok bölümü tahrip olmuş olmasına rağmen mimari üslup olarak halen ayakta olduğunu söylemek lazım. Kapıdan giriş yaptıktan sonra sağa doğru dönünce Elvira Caddesine çıkıyorsunuz. Bugün için sağlı sollu restoran, kafe, çaycılar, kasap dükkanları ve tapas barların bulunduğu caddenin diğer tarafı ise daha önce söylediğim gibi Plaza Nueva, yani Yeni Meydan.
Granada Katedrali…
Yaklaşık 5000 metrekare büyüklüğündeki meydan hemen hemen dikdörtgen şeklinde. Adı yeni olsa da aslında Granada’nın en eski meydanlarından birisi. Şehir Hristiyanların eline geçtikten sonra yeniden düzenlendiği için böyle adlandırılmış. Darro Nehri’nin yükselmesinden kaynaklanan taşkınları ortadan kaldırmak için nehrin yatağını kısmen değiştiriyorlar ve bu bölümün üstünü kapatıyorlar. Nehrin bir bölümüm alttaki kanallardan akmaya devam ediyormuş. 1530 yılında yapılan İdare Binası bugün Yüksek Mahkeme olarak görev yapıyor. Meydanın sonunda bulunan San Gil y Santa Ana Kilisesi ise bir başka caminin üzerine 1537 yılında inşa ediliyor. Çevresinde kafe ve restoranlarla, Albayzin ve Elhamra’nın arasında kalmasıyla Granada ziyaretimiz sırasında birden fazla ziyaret ettiğimiz noktalardan birisi oluyor.
Çevredeki restoran ve tapas barlardan gelen kokular bizi tahrik etse de rehberli turumuz daha tamamlanmadığı için öğle yemeğini sürekli erteliyorduk. Katolik Krallar Caddesi (Calle Reyes Catolicos) boyunca aşağıya doğru yürümeye başladık. Bu cadde Granada’nın en lüks alışveriş dükkanları ile popüler İspanyol markalarının mağazalarının bulunduğu önemli bir cadde. Biraz daha ilerleyince tanıdık bir isimle karşılaştık: Katolik Isabel Meydanı. Gran Via de Colon Bulvarı ile Katolik Krallar Caddesinin kesiştiği noktada yer alan meydan Nueva’ya göre çok daha küçük ama ortasındaki devasa heykel İspanyollar için çok anlamlı. Heykel Amerika kıtasının keşfinin 400. Yıl anısına Roma’da yapılmış ve 1892 yılında şimdiki yerine yerleştirilmiş. Heykel, Kristof Kolomb’un Kraliçe Isabel’e harita ve planlarını sunduğu ve büyük ihtimalle onu ikna ettiği sahneyi anlatıyor. Granadalılar, biraz da dalga geçer gibi, bu meydana Kolomb Meydanı diyorlarmış, aslında haklılar. Sonuçta gerçek kahraman Kraliçe değil, aylarca yolculuk eden Kolomb. Tarihte böyle yazmıyor mu zaten…
Sol tarafta Yusufiye Medresesi, sağda ise Isabel ve Ferdinand’ın naaşlarının bulunduğu Kraliyet Şapeli…
Heykelin fotoğraflarını da çektikten sonra Gran Via de Colon Bulvarına doğru sağa döndük. İstikamet Katedral olunca hemen yolun karşı tarafında yer alan, demir kapıdan girilen Oficios Sokağından içeriye daldık. Hemen yanı başından yürüdüğümüz için katedral çok daha heybetli görünüyordu. Granada Katedralinin inşası 1523 yılında bizzat Katolik kral ve kraliçenin emriyle İspanyol mimar Enrique Egas tarafından başlamış ve pek çok diğer örnekte olduğu gibi tamamlanması uzun yıllar almış. Neden buraya yapıldı derseniz cevap çok basit: Şehrin tam merkezi, aynı zamanda o dönem Granada’nın en büyük camii olan Ulu Caminin bulunduğu yer. Elbette yabancı kaynaklar farklı şeyler söylese de Caminin yıkıldığı ve yerine katedralin yapıldığı kesin.
Sol taraftaki La Nueva Bodega bizim tapasla öğle yemeğini yediğimiz yer, sağ tarafta ise Levent abilerin tercih ettiği Plaza Nueva’daki Nemrut Restoran…
Egas, işe başladıktan beş yıl sonra baş mimarlıktan alınınca yerine Diego de Siloe gelmiş. İlki gotik planla başlamışken diğeri İtalya’da eğitim gördüğü için Rönesans tarzında planlar yapmış. Böylece ön cephesi barok-rönesans, kubbesi tamamen Rönesans, gövdesi ise gotik mimari tarzında bir yapı ortaya çıkmış. Şimdi sizde benim gibi böyle saçmalık olur mu diye düşüneceksiniz ama bu durum Granada katedraline, mimari anlamda pek çok benzerinden ayıran bambaşka bir önem atfedilmesine imkan vermiş. Planlanan iki kuleden birisi tamamlanmış, diğeri ise yarım kalmış. Bağışlarla tamamlanmasına karar verilmiş ama mevcut bağışlarla tamamlanması imkansız gibi diyor Murat Bey. Kubbesi 45metre yüksekliğinde olan katedral aynı zamanda İspanya’nın en büyük ikinci katedraliymiş.
Alhambra Cafeteria’da churros…
Katedralin ana girişinde üç kapı var. Ortadaki ana giriş kapısının iki tarafında daha küçük kapılar mevcut. Her birisinin ayrı adları bulunuyor. Dışarıdan daha heybetli görünmekle birlikte içerisi daha mütevazi, beklediğiniz kadar büyük değil. Ama diğerlerine göre daha aydınlık olduğunu söyleyebilirim. İlk bakışta bembeyaz sütunlar dikkatinizi çekiyor. Kubbesi ünlü sanatçı Alonso Cano’nun resimleri ve heykelleri ile süslü. Katedralin altında aynı zamanda azizlerin mezarları bulunuyor. Yapımı çok uzun sürdüğü için tamamlanana kadar hemen yan tarafta bulunan Iglesia del Sagrario Hristiyanların ibadet merkezi olarak kullanılmaya devam etmiş. Granada’yı gezenler için Elhamra her şey demek ama siz siz olun buralara kadar gelmişken katedrali de gezmeyi sakın unutmayın.
Bib-Rambla Meydanı…
Katedralin hemen yan tarafında ona bitişik olarak inşa edilmiş olan küçük bir tarihi bina daha var. Burası Capilla Real ya da Royal Chapel, yani Kraliyet Şapeli. İspanya’da gotik mimari tarzında inşa edilen son dini yapı olarak biliniyor. En az katedral kadar hatta bazı kaynaklara göre katedralden bile önemli bir eser. Aslında, 1504-1521 yılları arasında önce şapel yapılıyor, katedral ise daha sonra inşa ediliyor. 1504 yılında kraliyet kararnamesiyle kraliyet mezar yeri olarak tespit ediliyor ve tamamlandıktan sonra kraliyet üyeleri buraya gömülüyor. En önemli misafirleri hiç kuşkusuz Isabel ve Ferdinand. Bunun yanında kızları Juana ve eşi Felibe’de burada yatıyor. Gerçi Isabel ve Ferdinand öldüklerinde henüz Şapel tamamlanmadığı için bir süreliğine Elhamra’da yatıyorlar, sonradan törenle buraya naklediliyorlar. Amaç sonra gelen tüm İspanya krallarının buraya gömülmesi ama bu durum onların vefatından sonra değişiyor. Sonraki kraliyet üyeleri Madrid’in 45 km kuzeybatısında kalan ve El Escorial olarak bilinen Kraliyet Sarayına gömülüyorlar. Şapelin altarında ahşap işlemeli, altın sarısı renklerle bezenmiş tablo ve heykellerde Granada’nın Müslümanlardan ele geçirilmesini simgeleyen eserler var. Birinde vaftiz edilen Müslümanlar betimlenmiş. Hemen altarın diğer tarafında Isabel ve Ferdinand’ın dua eden heykelleri bulunuyor. Ayrıca yan tarafta ünlü sanatçı Domenico Fancelli tarafından 1517 yılında yapılan Katolik krallara ait lahit yer alıyor. Kraliyet ailesine ait kılıçlar, sancaklar, taçlar vb. görülebilecek diğer eşyalar arasında. Şapel giriş ücreti 4 €, her Pazar 14.30-18.00 saatleri arasında ücretsiz gezilebiliyor.
Pasiegas Meydanı ve şehir turu yapan küçük tren…
Katedralin doğusunda, yan taraftaki Oficios Sokağında, Yusufiye Medresesi (Palacio de la Madraza)bulunuyor. İki katlı, küçük Fransız balkonlu yapı Sultan 1. Yusuf zamanında 1349 yılında inşa edilmiş. Devlet işlerinde çalışacak kişilerin yetiştirilmesinin amaçlandığı Medrese, Katedralin ve şapelin turistlerin ilgisini yoğun biçimde çekmesi nedeniyle daha az ilgi görüyor gibi. Hristiyanlar şehri ele geçirdikten sonra 1858 yılına kadar Şehir Meclisi (Casa de Cabildos) olarak kullanılmaya başlanan yapı bu tarihten sonra satılığa çıkarılmış ve tekstil deposu olarak kullanılmaya başlanmış. Bu süreçte bölgede çıkan yangın yapıyı etkilemiş ve bina restorasyondan geçirilmiş. Bu dönemde ön cephesinde ciddi değişiklikler yapılmış. Sonrasında şehir meclisi binayı yeniden kamuya kazandırmış ve 1939 yılında yeniden restorasyon çalışmaları başlamış. 1976 yılından itibaren de Granada Üniversitesi’nin bir parçası haline gelmiş. Medresenin içi oldukça iyi korunmuş. Bunda en önemli sebep şehir meclisi olarak kullanıldığı dönemde islami motifler içeren duvarların kapatılmış olması. Özellikle mihrabı ve duvar süsleri orijinal haliyle korunmuş. Tıpkı Elhamra’da olduğu gibi taş işçiliği ve renklerin uyumu mükemmel biçimde birleştirilmiş. Geometrik şekiller çok yaygın. Üst kattaki tavan bölümünde hem Müslüman hem de Hristiyan izlerini görebiliyorsunuz. İslami mimarinin izlerini taşıyan sütunlar, ahşap işlemeler, hatta bazı kapılardaki ayetler yanında azizlere ait resimleri görebilmek mümkün. Medrese giriş ücreti 2 €.
Arkadaş Kraliyet Şapeli önünde günlük yevmiyesini çıkarmaya çalışırken Alcaiseria ise öğlen saatlerinin fiesta sakinliğini yaşıyor…
Rehberli turumuzu saat 15.00 civarında tamamladık. Otele otobüsle gitmek isteyen arkadaşların buluşma noktasını ayarladıktan sonra serbest zamanımız başlamış oldu. Karnımız acıkmıştı ve bir şeyler yemek için Nueva Meydanına geldik. Rehberimiz Murat bey meydandaki Nemrut Restoranın kebap ve pidelerinin lezzetli olduğunu söyleyince Arzu, Levent abiler ve Necip abi Murat beyle kalmaya karar verdiler. Biz de Safiye ablayla İspanyolların tapaslarından oluşan bir öğle yemeğine karar verip onlardan ayrıldık. Elvira Caddesini kesen dar sokaklarda biraz dolaştıktan sonra yine Elvira ile Cetti Meriem Sokağının kesiştiği yerdeki La Nueva Bodega tapas barda karar kıldık. Dışarıdaki yüksek masalardan birisine oturduktan sonra patates, deniz ürünleri tabağı, kızartma ve ikişer biradan oluşan öğle yemeğimizi bol sohbetle birlikte mideye indirdik. Altıncı günde artık yorulmuştuk ama insan yeni yerleri keşfetmenin ve görmenin heyecanı ile bunu oradayken anlayamıyor. Ne zaman memlekete dönüyorsunuz ondan sonraki birkaç gün yorgunluğu daha çok hissediyorsunuz. Safiye ablayla gezinin genel değerlendirmesi yaptık ve gezdiğimiz şehirler hakkında konuştuk. Ama daha Granada’da görülecek yerler var diyerek hesabımızı ödedik (18€) ve Levent abilerin oraya gittik.
Sokaklar nispeten tenha, özellikle 16.00’dan sonra ortalık biraz daha hareketleniyor. Önünde bayraklarla beyazlar içindeki Belediye Binası da oldukça güzel görünüyor doğrusu…
Diğerleri de yemeklerini yemişler kahvelerini içiyorlardı. Keyifli bir sohbetin sonunda Murat beyin tavsiyesiyle Bib-Rambla Meydanına geldik. Buraya gelme sebebimiz Granada’da oldukça meşhur olan churros yemek. Daha yeni yemekten kalkmadın mı kardeşim dediğinizi duyar gibiyim ama churro bir tatlı. Kökenlerinin Latin Amerika’ya kadar gittiği söyleniyor ama bizim halka tatlısı veya tulumbaya benzetebiliriz. Ancak bizdeki gibi şerbet dökülmediği için bazıları lokmanın ince uzun olanı diye tarif ediyorlar. Peki tatlı bunun neresinde derseniz bardakta servis edilen sıcak çikolataya batıra batıra yeniliyor. Hamuru iki kez pişirildiği için çıtır çıtır oluyor. Aslında öğle yemeğini geçiştirmek için de tüketilebilir. Hem ucuz hem de pek çok yerde bulabiliyorsunuz. Murat beye göre Granada’da churros yemek isterseniz en doğru adres Bib-Rambla’daki Alhambra Cafeteria. Hem sıcak, hem çıtır hem de çok lezzetli. Biz de siparişlerimizi verdik ve sıcak çikolata bardaklarımıza batıra batıra churrosları silip süpürdük. İyi ki öğle yemeği yemişiz, bir de yemesek kimbilir. Kaç tabak sipariş edecektik. Bir porsiyon (3-4 büyük parça) churros 1.80€. Yanında getirilen sıcak çikolata ise 2.60€. Murat bey İspanya’nın pek çok şehrinde bulabileceğimizi ama buradaki lezzetin hiçbir yerde olmadığını söyledi. Gerçekten çikolata ile oldukça lezzetli bir atıştırmalık tatlı olduğunu söylemem lazım.
Carrera del Darro mutlaka yürünmesi gereken çok şirin bir güzergah. Güzergah boyunca fotoğraflayabileceğiniz kiliselerden birisi de San Pedro y San Pablo Kilisesi …
Churrosları yediğimiz Alhambra Cafeteria, Bib-Rambla Meydanında. Dikdörtgen şeklindeki meydanın adı “Nehrin Kapısı” olarak çevrilebilir. Müslümanların hakimiyetindeki dönemde nehrin hemen yan tarafında bulunuyormuş. Bayram zamanlarında kutlamaların ana mekanı burasıymış. Aynı zamanda şehrin ticaret merkezlerinin de yakınında olduğu için her daim hareketli bir meydanmış. Şehir Hristiyan hakimiyetine geçtikten sonra nehirde dolgu çalışmaları yapılmış ve meydanın nehirle irtibatı kesilmiş ama ismi de değişmemiş. Meydanı süsleyen yüzlerce islami motif sökülüp atılmış. Bir dönem boğa güreşlerinin de yapıldığı meydan Ağustos 1609’da İspanya’nın en kanlı boğa güreşine ev sahipliği yapmış. 20 boğanın 36 kişiyi öldürdüğü, 60’dan fazlasını da yaraladığı gün bu alanda en kanlı günlerden birisi olarak kabul ediliyor. Halk arasında Çiçekçiler Meydanı olarak da adlandırılan meydanın ortasındaki çeşmeli havuzun en tepesinde bir Neptün Heykeli bulunuyor. 19. Yüzyılda bugünkü görünümüne kavuşan meydanın etrafı alt katlarında kafe, restoran ve hediyelik eşya dükkanları ile bezenmiş binalarla dolu. Aslında büyük bir bölümü en çok 100-150 yıllık olsa da tarihi doku korunduğu için meydana ayrı bir güzellik ve hava katmış. Mutlaka gelin demiyorum zira Granada’yı gezmeye gelirseniz birkaç kez uğrayacağınız yerlerden birisi olacaktır.
Paseo de los Tristes yani “Hüzünlüler Yolu” oldukça keyifli bir yer…
Bib-Rambla’dan tekrar Plaza Nueva’ya ulaştıktan sonra bu sefer San Gil y Santa Ana Kilisesi’nin yan tarafındaki Carrera del Darro sokağından yürümeye başladık. Irmak boyunca giden sokak boyunca pek çok mimari eser var ama bunlardan belki de en önemlisi El Bañuelo adı verilen hamam. Müslüman Granada’nın en eski örneklerinden birisi olarak kabul edilen hamam 11. Yüzyılda inşa edilmiş. Katolik krallar döneminde Albayzin’deki pek çok hamam, bunların bir tür eğlence ve fuhuş yeri olarak kullanıldığı gerekçesiyle, yıkılmış. Elbette yıkanmanın pek de makbul kabul edilmediği bir toplumda hamam kültürünü devam ettirmenin de onlar açısından pek anlamı yok. Peki bu hamam nasıl kurtulmuş diye sorarsanız bende size özel mülkiyet diyorum. Biz oradayken kapalıydı ama hamamı gezmek için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Hamamın hemen karşısında Kadı Köprüsü var. Aslında varmış demek daha doğru zira kalıntıları kalmış. Albayzin ile Elhamra’yı birbirine bağlayan köprülerden birisiymiş. Yol biraz ileride uzunca bir meydana açılıyor. Etrafında kafeler, sağ tarafta Darro Nehri, kafanızı kaldırdığınızda görebileceğiniz Nasri Sarayları ile oldukça keyifli olan meydanın adı biraz üzüntü verici: Paseo de los Tristes, yani “Hüzünlüler Yolu”. Müslüman döneminde cenazeler bu yoldan geçer, Elhamra’nın arka tarafındaki mezarlığa götürüldüğü için böyle bir ad verilmiş. Tam da ismiyle müstesna diyebiliriz.
Yüzyılın efsanevi şairi kabul edilen Lorca ve O’nun adına düzenlenen Kültür Merkezi…
Yeniden katedral civarına döndükten sonra bu sefer ki rotamız dar sokakların arasına gizlenmiş hediyelik eşya dükkanlarından oluşan Pazar yeri, Alcaiseria. Üzerinde çini ile isminin yazılı olduğu özel bir kapısı da olan Alcaiseria, klasik doğu tarzı bir çarşı. Adı ise Romalılar zamanından geliyor. Roma İmparatoru “Kayzer Justinian” doğu ipeklerinin ülkesinin pazarlarında satılma iznini verdikten sonra, bir tür teşekkür mahiyetinde, bu tip çarşılara “El-Kayzerriye” adı verilmeye başlanmış. Orijinal hali 15. Yüzyılda inşa edilen çarşı, ufak tefek değişikliklerle, 19. Yüzyıla kadar süregelmiş. Labirent tarzı sokaklarda 200’den fazla dükkanın yer aldığı çarşının akşam vakitlerinde kitlenen demirden kapıları varmış. Bu kapıların sebebi hem güvenlik hem de bir soylu ya da korumanın at üzerinde çarşıya girmesine engel olmakmış. 1843 yılında buradaki bir kibrit imalathanesinde çıkan yangın sonucu çarşının neredeyse tamamı yok olmuş. Sonrasında orijinal büyüklüğünün yarısından daha küçük olacak şekilde yeniden inşa etmişler. Dar sokaklarda gezerken birbirine benzeyen, daha çok doğu havasındaki dükkanları görebiliyorsunuz. Kumaşlar, baharatlar, takılar, bıçaklar, her türlü giysi ve diğer pek çok hediyelikler bulabileceğiniz çarşı hoşça vakit geçirebileceğiniz alanlardan birisi.
Romanilla Meydanı Granada’nın hareketli yerlerinden. Ünlü Saka Heykeli’de bu meydana çıkan köşede yer alıyor…
Katedralin yan tarafından kendimizi Granada’nın sokaklarına bırakma vakti gelmişti. Daha bir köşeyi henüz dönmüştük ki Plaza de la Romanilla’nın bir tarafında yuvarlak bir platformun üzerinde eşeğiyle küp taşıyan adam heykeli dikkatimi çekti. Geziden döndükten sonra internette küçük bir araştırma yaptım. Heykelin ismi “Monumento al Aguador” yani “Saka Heykeli”. Bilirsiniz saka, su taşıyanlara verilen ad. Bir dönem garibanların Granada’da en çok yaptıkları işmiş. Eşekleriyle ve bazen de sırtlarında taşıdıkları küplere doldurdukları suları sokak sokak gezerek insanlara satarlar, ekmek paralarını çıkarmaya çalışırlarmış. 1997 yılında Aurelio Teno tarafından yapılan heykel, Granada resmi statülü heykeller arasında sayılıyormuş.
Trinidad meydanı yemyeşil, insana huzur veriyor. Grandada’da hediyelik için uygun adres bence Artesanias…
İki tarafı ağaçlarla süslü, ortası kısmen trafiğe kapalı Romanilla Meydanı aynı zamanda yüzyılın efsanevi şairi olarak kabul edilen Federico Garcia Lorca ile aynı ismi taşıyan Kültür Merkezi’ne de ev sahipliği yapıyor. Lorca, 1898 yılında Granada’nın Vega Ovasında bulunan Fuente Vaqueros köyünde varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğmuş ve yaklaşık 10 yaşlarında ailesiyle Granada’ya taşınmış. Babası çiftçi, annesi ise öğretmen olan Lorca Granada’da bir Cizvit Okuluna gitmiş. Sonrasında hukuk fakültesinde eğitim alan Lorca çok geçmeden okulu bırakmış ve esas ilgisi olan edebiyat, resim ve müzikle uğraşmış. Henüz 20 yaşındayken ilk kitabı “Impresiones y palsajes”i (İzlenimler ve Manzaralar) yayımlamış. 1928 yılında kaleme aldığı Primer Romancero Gitano (Çingene Baladı) ile büyük ün kazanan Lorca Madrid, New York ve Buenos Aires yıllarından sonra İspanya’ya geri dönmüş. Önce Madrit’te yaşayan Lorca, İspanya’da ortalık karışmaya başlayınca 1936’da Granada’ya gelmiş. Ancak birkaç gün içinde ayaklanan Franco’cu faşistler pek çok insanı tutuklarken Lorca’da bundan nasibini almış ve 19 Ağustos 1936 tarihinde, henüz 38 yaşındayken Viznar ile Alfacar kötleri arasındaki bir bölgede kurşuna dizilmiş. Lorca’nın infazı faşistlere yetmemiş olacak ki eserleri önce Granada’daki Plaza del Carmen’de yakılmış, 1953 yılına kadar da tüm İspanya’da yasaklamış.
Işıklar altında Elhamra…
Şiirinde ve tüm yaşamında çağdaşlığın en yılmaz savunucularından olan Lorca eşcinsel olduğu için her zaman muhafazakar kesimin ve kilisenin tepkisini çeken bir şahsiyet olmuş. Başka bir ifadeyle saygın ama marjinal… Şiirin yanında tiyatrı oyunları da yazan Lorca’nın en bilinen oyunlarından birisi 1933 yılında sahnelenen Bodas de Sangre’ymiş. (Kanlı Düğün) Geleneksel İspanyol kültürü ile modern yaşamın problemlerini bütünleştirerek aktaran Lorca’nın eserlerinde herkes kendisinden bir parça bulabiliyor. Granada’da Kültür Merkezi dışında Lorca’nın adını taşıyan büyük bir park ve bu parkın içinde de Lorca Müzesi bulunuyor. Bizim gezme şansımız olmadı ama müzenin giriş ücreti 3 € ve Çarşamba günleri de ücretsiz.
Toplu halde Flamenkoya giderken evlerin duvar ve balkonlarındaki çiçekler bize eşlik ediyor…
Granada’nın dar sokaklarındaki keyifli yolculuğumuz bir süre daha devam etti Granada’yı gezen her fanide olduğu gibi yolumuz tekrar Bib-Rambla Meydanına çıktı. Meydan pek çok kafeye ev sahipliği yaptığı gibi Granada’nın olduğu kadar Endülüs’ün bir çok şehrinde karşılaşabileceğiniz Artesanias Medina hediyelik eşya dükkanına da ev sahipliği yapıyor. Meydan bu kadar turistik olunca bu durum da kaçınılmaz elbette. İlk mağazasını 1948 yılında açan Medina bir aile işletmesi. Burada hediyelik eşya anlamında ne ararsanız bulabilirsiniz: Bardaklar, magnetler, yelpazeler, kartpostallar, tişörtler, cam işçiliği eşyalar… Mağazayı gezip artık klasiğim hale gelen magnetlerden (1,80€) ve oldukça güzel yelpazelerden (2,50€) aldıktan sonra meydandaki kafelerden birisinde soluklandık. Saatler yediyi gösterdiği için güneşin etkisi yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Yaz sıcağında Endülüs’ü gezmenin bir noktadan sonra işkence olacağı yorumlarını tekrar yaptıktan sonra otele doğru ağır adımlarla hareket ettik.
Cueva de la Rocio Sacromonte’deki en popüler zambra mekanlarından birisi…
Yemyeşil ağaçlarla bezenmiş Trinidad Meydanı, diğerleri kadar olmasa da, oldukça gözalıcı bir meydan. Özellikle şehrin en huzurlu yerlerinden birisi olduğunu söylemem lazım. Tam ortasındaki havuzla bütünleşen meydandaki banklarda Granada’lılar günün keyfini çıkarmaya devam ediyorlar. Meydanın etrafında ve ara sokaklarda pek çok bar ve restoran bulunuyor. Buraların keyfini daha fazla vakti olanlara bıraktıktan sonra ara sokaklardaki yürüyüşümüze devam ederek otelimizin bulunduğu yere geldik. Aslında karnımız çok fazla acıkmamıştı ama gece daha uzun olduğu için bir şeyler atıştırmaya karar verdik. Otelin bulunduğu meydanın biraz ilerisinde cadde üzerindeki minik kafe La Leyenda Del Pan’da kısa bir mola verip tanesi 2-3 € olan minik peynirli sandviç ve keklerle kendimizi şımarttıktan sonra otelimize geçtik. Tüm grup saat 21.45’te otel lobisinde buluşup Sacromonte’nin mağaralarından birinde çingene flamenkosu izleyeceğiz. Bu yüzden kısa bir dinlenme molası herkese iyi gelecek…
La Rocio’da iki mağara salon var. Sandalyelerin renklerine bakarak onları yeşil ve kırmızı diye adlandırabiliriz…
Flamenko gösterisi için bizleri almaya gelen iki adet minibüsümüz hareket ettiğinde saatler 21.50’yi gösteriyordu. Gösteriden önce hep birlikte gündüz ziyaret ettiğimiz Mirador de San Nicholas Meydanına geldik. Rehberimiz Murat bey nefis Elhamra manzarasının bir de gece görülmesinin Granada’nın olmazsa olmazlarından olduğunu söylemişti. İkram ettiği soft içecekler ve kırmızı şarap eşliğinde tüm görkemi ve güzelliğiyle hemen karşımızda duran Elhamra’yı görünce O’na katılmamanın imkansız olduğunu anladım. İnsan böyle bir yapıyı saatlerce hareketsiz olarak seyredebilir. Yapının görkemi nefis ışıklandırmayla birleşince ortaya nasıl bir güzellik çıkabileceğini tahmin etmeniz güç olmayacaktır. Gösterimiz 23.00’da başlayacağı için maalesef bu güzelliği yeni misafirlerine bırakmak zorunda kalarak birkaç dakikalık mesafede yer alan Sacromonte’ye doğru yola çıktık.
Gösteriden kareler…
Sacromonte Mahallesi aslında geniş düşündüğümüzde Albayzin bölgesi içinde bulunan bir yer ancak bazıları burayı tamamen ayrı bir bölge olarak nitelendiriyor. Sacromonte, “Kutsal Dağ” anlamına geliyor. Adın kaynağı olarak da 1500’lü yıllarda bugünkü manastırın olduğu yerde şehrin kutsal azizi olarak kabul edilen San Cecilio’nun kemiklerinin bulunması gösteriliyor. Zaten manastır da bu yüzden buraya yapılmış. Yüksek bir tepelik olduğu için dar sokaklara ve dik yokuşlara hazırlıklı olmak gerekiyor. Pek çokları tarafından “Çingene Mahallesi” olarak nitelendirilmesi boş değil zira 1532 yılından beri Granada’da varolan çingene nüfus özellikle 18. Yüzyılın ortalarından itibaren bu bölgedeki mağaralarda yaşamaya başlamış. Yıllar geçtikçe yaşam koşulları iyileşip mağaralar terkedilmiş ancak bugün bile önemli bir çingene nüfusu Sacromonte’de yaşıyor. Bu yüzden de flamenkonun doğduğu ve en saf halinin yaşandığı yerlerden birisi olarak nitelendirilmesi de boşuna değil elbette. Peki mağaralar ne olmuş derseniz, bazılarına evsiz, gariban hippi kılıklı tipler yerleşirken bazıları da modern hayatla birleştirilerek sabahlara kadar süren “zambra” adı verilen flamenko gösterilerinin yapıldığı mekanlar ve restoranlara dönüşmüş. İşte bizim de bugün gideceğimiz “Cueva de la Rocio” bunlardan en popüler olanı.
Gösteriden kareler…
Cueva de la Rocio, Sacromonte’deki en eski mağaralardan birisiymiş. Maya ailesine ait olan mağarada 50 yıldan fazla süredir gösteriler devam ediyormuş. Gösteriyi sunanların tamamı aynı ailenin fertleri. Bugün için ailenin en yaşlı üyesi “babaanne” sıfatıyla yaklaşık 70 yaşındaki Isabel. Gösteride kısa süre de olsa aktif olarak yer aldığını belirtmem lazım. La Rocio, aynı zamanda pek çok ünlüyü de misafir etmiş: İspanya Kralı Juan Carlos, Bill Clinton, Michelle Obama ilk akla gelenler. Gösterinin yapıldığı yere gelince…Yaklaşık 3,5 metre eninde ve 3 metre yüksekliğinde, derinliği de 20 metre civarında tünel şeklinde bir mağara düşünün. İki tarafında ve en dipte yaklaşık 80 kişinin oturabileceği hasır sandalyeler bulunuyor. Zemin sert tahta ile kaplanmış. Kapıdan girişteki bölümde ise müzisyenler bulunuyor. Duvarlar tamamen eski eşyalarla otantik bir havaya büründürülmüş. Ve bu mağaralardan yan yana iki adet var. Başka bir deyişle aynı anda iki gösteri icra edilebiliyor. Hatta dansçılar bir tarafta gösterilerini bitirdikten sonra diğer tarafa geçiyorlar. Bir üçüncü mağara daha varmış ama biz onu görmedik. Onun da otantik bir restoran olduğundan bahsetti Murat Bey. Bir de minik merdivenlerden yukarıya çıktığınızda mağaraların hemen ön tarafında geniş bir teras var. Burası aynı zamanda keyifli bir manzaranın tadını çıkarabileceğiniz bir kafe ve restoran olarak kullanılıyormuş.
Gösteriden kareler…
Gösteriye gelince… Daha önce de bahsettiğim gibi burada yapılan yaklaşık bir saatlik gösteriye “zambra” adı veriliyor. Buna daha çok flamenkonun en yalın ve Granada hali diyebiliriz. Klasik özelliklerinden birisi dansçıların büyük oranda aynı aileye mensup olması. Flamenkoya göre daha sert bir şekilde icra ediliyor. Dansçıların yüz ifadeleri de oldukça sert. Daha önce Sevilla’daki gösteriyi de izlediğim için farkı net biçimde görebiliyorsunuz. Aynı zamanda orada dansçılar daha özenli ve bakımlı giyinmişlerken burada dış görünüş çok da önemsenmiyor. Yere döşenmiş tahtanın hakkını vermek istercesine topuk ve ayak bileklerine büyük iş düşüyor. En önemli fark belki de dansçılarla seyircinin içiçe olması. Zira her şey 3,5 metre içinde cereyan ediyor ve bunu yaşamamanız imkansız. Seyircileri de sahneye çıkardıkları son dans olan “rumba” anlarında yıllardır tanıdığınız ama bu tarz meziyetlerini bilemediğiniz dostlarınızı görünce geçirdiğiniz şok da cabası elbette. Peki böyle bir eğlencenin maliyeti ne kadar derseniz alacağınız hizmete göre değişiyor. Ben kendim giderim, bir içecekle birlikte gösteriyi izlerim derseniz 20€. Eğer bizimkisi gibi merkezde kaldığınız yerden sizi almalarını ve Albayzin’de kısa bir geziyi isterseniz aynı gösteriye 30€ ödüyorsunuz. Yok benim programım yemekli olsun derseniz fiyat 55-60€ olarak değişiyor. Tercih sizin. Dürüst olmak gerekirse zambra gösterisi oldukça etkileyici ve görsel anlamda hoş ancak ben gene de Sevilla’da izlediğimiz tarzda bir Flamenko gösterisini tercih ederim.
Rocio’nun “babaannesi” Isabel ile küçük bir hatıra fotosu…
Gece otele vardığımızda saatler neredeyse 01.00 olmuştu. Hepimiz çok yorgunduk, kolay değil Malaga’dan başlayan dopdolu Endülüs gezimizin son gecesine gelmiştik. Pek çok yer görüp, yüzlerce fotoğraf çekip, kilometrelerce yürümüştük. Geziye çıkmadan önce “6 gün çok değil mi” diye soran bazı arkadaşlarımın ertesi gün Malaga havalimanına giderken “keşke bir ya da iki gün daha olsaydı” demeleri gezimizin nasıl geçtiği hakkında en net ipuçlarını veriyordu. Yorgunduk ama çok mutluyduk, çünkü yıllardır görmek istediğimiz, filmlerden izleyip başkalarından dinlediğimiz muhteşem Endülüs güzelliğini, en ufak bir sorun yaşamadan, kendi gözlerimizle ve tüm benliğimizle görebilmiştik. İster pek çokları tarafından ikinci plana itilen Malaga olsun isterse de herkesin olmazsa olmazı olan Elhamra Sarayı olsun, Endülüs gezmeyi sevenlerin mutlaka ama mutlaka görmesi gereken bir bölge. Ama öyle 2-3 günde yıldırım hızıyla değil, en az 5-6 gün ve hatta daha da fazla bir süre ayırarak…Asla pişman olmayacaksınız, söz veriyorum…
Seyahatle kalın…