Paris: Aşıklar Şehrinde Büyülü Günler


Uzun yıllardır Paris’i görme
hayali ile yaşıyordum. Fransa’ya daha önce gitmiş ancak güney Fransa
şehirlerini görme fırsatı bulmuş, Paris’i görememiştim. Birçok ülkeyi kapsayan
bir tur eşliğinde Benelüks ülkelerine ve Paris’e gitme şansını elde ettiğimde
çok sevinmiştim. Tur kapsamında Paris’den önce Brüksel, Brugge, Lüksemburg
şehirlerini görmüştük. Paris şehrinde konaklama bittikten sonra da Amsterdam
şehrinde turu tamamlayacaktık. Ancak uzun zamandır beklediğim Paris’e ayak
bastığımda kalbim bir farklı atmaya başlamıştı.




Şehrin tur programında ilk olarak
Seine nehri gezisi bulunmaktaydı. Şehrin doğusundan tekneye bindikten sonra
tur teknesi nehir üzerinde şehrin batısına doğru yol alacaktı. Tekne oldukça
kalabalık olmasına rağmen teknenin kenar taraflarında yer bulduktan sonra
kalabalık pek gözünüze çarpmaz duruma gelmişti.



Nehirde bulunan köprülerin
altından geçerken, nehir kenarında bulunan görkemli yapıları gördükçe
heyecanlanmaya başlamıştım. haritadan teknenin konumunu kestirdikten sonra
önümüze çıkacak olan en önemli yapılardan birinin Notre Damme Katedrali
olduğunu gördüm. Akşam güneşi batıdan ağır ağır süzülürken yüzünü gün batımına
dönmüş olan katedrali görünce adeta soluksuz kaldım. Güzel havanın ve bulutsuz
bir gökyüzünün birleşiminde altın sarısı görünümüne bürünen katedral tüm
ilginin odağı olmuştu.



Tekne yavaş yavaş ilerlerken
güneşin de batışının yaklaşmasıyla Notre Damme Katedrali ve güneşin bir
oldukları görüntü muazzam bir güzellikteydi. Katedralin arkasına saklanmış
şekliyle uzaktan göz kırparken sadece uzaktan bu görkemi görmenin
yetmeyeceğinin bilincindeydim.







 



Güneşin batmasına yakın tekne turunu
tamamladık. Tekne turu tamamlandıktan sonra otelimize yerleşerek yorgunluğumuzu
attık ve bir sonraki gün için hazırlandık.



Bir sonraki gün serbest zaman
kapsamında olduğundan dolayı otelimizden çıkıp metro ile Trocadero istasyonuna
geldik. Konum olarak Eiffel kulesinin hemen yanıbaşında olan bu durak, ayrıca
Trocadero bahçelerinin önünde olduğundan dolayı karçırılmayacak bir başlangıç
olarak görülebilir. Bahçelerin bulunduğu meydana geldiğinizde önünüzde Eiffel
kulesi, arkanızda Trocadero bahçelerinin bütünleşmesi muhteşem bir manzara
ortaya koymaktadır.



Yıllar boyunca Paris ve Paris’in
büyüleyici sembolü olan Eiffel kulesini görmek için sabırsızlandığım için,
uzakta duran bu güzelliğin daha da yakınına gelmek için adımlarımı
hızlandırmaya başladım. Kısa bir süre içinde kendimizi aynı kare içinde hem
Eiffel kulesini hemde Trocadero bahçelerini alabilecek konumda bulmuştuk. Uzun
zamandır bu anın hayalini kurmak için beklemiştim. Avrupa’da en çok görmek
istediğim yere gelmiştim ve bunun tadını doya doya çıkarmak istiyordum.







 



Havanın güzel olmasıyla da
birlikte kule önünde bulunan çimlerde güzel vakit geçirmek mümkündür. Bir
yandan tüm günü bu güzelliklerin etrafında geçirmek istesek de, rotamızda ve
görülecek yerler listesinde bir çok nokta mevcut olduğundan ötürü hazırlanıp
bir sonraki durağımız olan Les Invalides; diğer bilinen adıyla Napolyon’un
mezarının olduğu binaya doğru yola koyulduk.



Aldığım bilgiye göre, Napolyon
ölmeden önce mezarının özellikleri konusunda birkaç önemli koşulu olmuş.
Napolyon’un isteği, mezarını ziyarete gelen kişilerin kendisine saygı duyması
ve şapkalarını mezarının başında çıkartmasıdır. Mezarı tasarlayan mimar bu
isteği yerine getirmek için ilginç bir yöntem izlemiş. Kendisini ziyarete gelen
kişiler balkon gibi bir yapı önünde durup aşağı bakacakları şekilde mezarı daha
alçağa yerleştirmiş. Bu şekilde mezarına bakmak için başını aşağı indiren
kişilerin şapkalarının düşmemesi için şapkalarını çıkarmaları neredeyse zorunlu
hale gelmiştir.



 







 Les Invalides



Les Invalides önünden Seine nehri
üzerinden Doğu’ya doğru hareket edildiği zaman ana yol üzerinde D’Orsay
Müzesini görmek mümkündür.



D'Orsay müzesi Fransa'nın Paris
kentinde, Seine'nin sol kıyısındadır. 1898-1900 yılları arasında inşa edilen
bir Beaux-Arts tren istasyonu olan eski Gare d'Orsay'de yer almaktadır. Müze,
1848'den 1914'e kadar resimler, heykeller, mobilyalar ve fotoğrafçılık dahil
olmak üzere Fransız sanat eserlerinden oluşmaktadır. Monet, Manet, Degas,
Renoir, Cézanne, Seurat, Sisley, Gauguin ve Van Gogh gibi ressamlar tarafından
dünyadaki en büyük izlenimci ve post-Empresyonist başyapıt koleksiyonuna ev
sahipliği yapıyor. Bu eserlerin çoğu, müzenin 1986'da açılmasından önce Galerie
nationale du Jeu de Paume'de gerçekleştirildi. Avrupa'daki en büyük sanat
müzelerinden biridir.



Bu müze, bize göre olmazsa olmazlar arasında
olduğu için hemen içeri girmek üzere sıraya girdik. Ancak gün ortası ve havanın
güzel olmasından dolayı oluşan sıra oldukça kalabalıktı. Daha önceden bir bilet
almadığımızdan dolayı yaklaşık 40-45 dakika beklediğimizi hatırlıyorum.
İçerideki insan sayısı belli bir rakamın üzerine çıktığında kalabalık kontrolü
için ziyaretçiler belli aralıklarla alınmaktadır. Bilet parası yetişkinler için
12 ile 15 euro arası değişmektedir.



Müze kapsamında gördüğüm ve en
çok hoşuma giden resimler;      James
McNeill Whistler, Whistler's Mother, (1871), Self-portrait (1889) by , Pierre-Auguste Renoir, Dance in the Country (Aline Charigot and Paul
Lhote), 1883, Paul Cézanne, Portrait of Achille Emperaire, 1868, Edgar Degas,
L'Absinthe, 1876, Claude Monet, Le déjeuner sur l'herbe, (right section), with
Gustave Courbet, (1865-1866), Gustave Caillebotte, Les raboteurs de parquet
(The Floor Scrapers), 1875







 



Bunların dışında birçok ünlü
heykeltraşın heykelleri de bulunmaktadır. Heykellerin çoğu giriş katında
sergilenmekte ve ziyaretçilere adeta bir şölen sergilemektedir. Zemin kata
gözüme çarpan bir diğer güzel durum da; bir çok sanat öğrencisinin heykeller önünde
çizim yapması ve bu güzellikleri daha da ölümsüzleştirmesiydi. D'Orsay müzesinde vaktimizi
geçirdikten sonra bir sonraki durağımız olan Louvre müzesini görmek için
müzeden ayrıldık. Louvre müzesine gitmek için D'Orsay müzesinden çıktıktan
sonra Seine nehri üzerinden karşıya geçmek gerekmektedir.




 







Seine nehri üzerinde yer yer
köprünün kenarlarına asılmış olan kilitleri görmek mümkündür. Bu hikayenin
orijini yaklaşık 100 sene öncesine dayanmaktadır. Aşklarını korumak isteyen
kişiler, kilitlerin üzerine isimlerini yazarak köprünün kenarına takar ve
anahtarını nehre atarlar. Bu vesile ile aşkları ve ilişkileri ömür boyu
ayrılıklardan korunacaktır. Yer yer kilitlerin fazlalaşması
ve ağırlaşması ile köprü duvarlarının yıkıldığı görülmüştür. Bir çok yerde bu
uygulamalar tarihi örüntüyü bozduğu gerekçesiyle kaldırılmaya başlamıştır.



 







Köprülerin biraz ilerisinde
Louvre Müzesi bulunmaktadır. Geniş bir Alana kurulmuş olan bu müze, girişinde
bulunan camdan piramit ile de tanınmaktadır. Louvre Müzesi dünyanın en büyük
sanat müzesi olarak bilinmektedir. Müze kentin 1. Bölgesinde ve Seine nehrinin
hemen kıyısında yer almaktadır. 72.735 metre kare Alana kurulmuş olan bu müzede
perhistorya’dan 21. Yüzyıl nesnelerine kadar yaklaşık 38.000 nesne
sergilenmektedir. 2016 yılında dünyanın en çok ziyaret edilen sanat müzesi
olmakla birlikte tam 7.3 milyon adet ziyaretçi almıştır. Müze biletleri 9 euro
civarlarındadır. Belli bir saatten sonra müzeye girişlerde bu ücret 6 euroya
kadar düşmektedir.



Müzeye girdiğimizde Leonardo Da
Vinci’nin ünlü Mona Lisa tablosunu yoğun bir kalabalık ile birlikte gördükten
sonra yönümüzü diğer röneans dönemi tablolarının olduğu bölümlere çevirdik.



 







Bu tablolar içinde şüphesiz en
sevdiklerimden biri 1789 Fransız devriminin resmedildiği Eugène Delacroix
tarafından 1830 yılında resmedilen La
Liberté guidant le people
 isimli
tablodur. Kral X. Charles’in devrilmesinin resmedildiği bu resimde, Özgürlük
Tanrıçasını simgeleyen bir kadın, Fransız Devrimi bayrağını taşıyan bir barikat
ve düşen bedenleri öne çıkarıyor; üç boyutlu bayrak, Fransa ulusal bayrağı
olarak kalıyor; bir taraftan bir bayrak altına alınmış bir musket Diğerleri
ile. Özgürlük figürü, Fransa'nın ve Fransız Cumhuriyeti'nin Marianne olarak da
bilinen bir sembolü olarak görülüyor.



Louvre müzesinde bulunan
koleksiyon ögelerine sadece 3 dakika bakılsa tüm ögelerin bitirilme süresi
yaklaşık 3 yıl olarak ön görülmektedir. Bu sebepten dolayı müzeye gelen
kişilerin tüm koleksiyonları ve bölümleri göremeyeceğini kabul etmesi
gerekmektedir. Buna göre kendinize bir rota belirlemeli ve müzeyi en verimli şekilde gezmelisiniz.







 



Daha önceden yaptığım
araştırmalarda en ünlü eserlerinden biri olan, torunu XIV. Louis bir portresi için arzusunu tatmin etmek
isteyen kralın görevlendirmesinden sonra Fransız ressam Hyacinthe Rigaud
tarafından 1701'de boyandı. Özellikle bu resmi görmek beni mutlu etmişti.
Fransa'nın bilinen sembollerinden biri olan bu resmi kendi gözlerimle görmekten
ayrı bir mutluluk duymuştum.







 


Zafer An�t�







Sabahın güzel havasının yerini,
Louvre Müze’sinden çıktıktan sonra kapalı bulutlar, rüzgar ve yağmur aldı.
Avrupa havasının belirsizliğini bir defa daha görmüş olmanın şaşkınlığı ile
montlar ve kalın kıyafetlerimizi giydik. Champs-Élysées caddesi üzerinden
yürümeye başladığımızda, caddenin en sonunda olsak bile Zafer Anıtı uzaklardan
bize el sallamaya başlamıştı bile. Yürüdükçe bu görkemli yapı devleşmeye
başlamıştı.



Zafer Anıtı, merkezinden çıkan 12
adet anayolun kesişiminde bulunan meydanın ortasında bulunmaktadır. Tüm
yolların bu meydandan geçtiğini gördüğümde alt yapının ve şehirciliğin ne kadar
da geliştiğini bir defa daha görmüş oldum. Ancak bu kadar yolun kesişiminde
olan bu yapının yer üstünden bir erişimi bulunmamaktadır. Zafer Anıtı’na
erişmek isteyen ziyaretçiler yolun karşısında bulunan alt geçit vasıtasıyla
yolu geçebilmektedir. Bunu ilk başta bilmediğimden dolayı, Anıta vardığımda bir
müddet hesap yapmakta zorlanmıştım. Herhangi bir yaya geçidi veya ortaya
geçişinizi kolaylaştıracak bir trafik lambası bulunmadığından dolayı ortaya
goğru geçmek için bulunduğunuz yollardan diğer kesişen yollara gitmeniz nafile
bir çaba olacaktır. Dilenirse anıta gelindiğinde anıtın yukarısına çıkılarak
Paris manzaralı güzel fotoğraflar almak mümkündür.



Tur kapsamında boş vakit olarak
verilmiş zamanın sonuna gelindiğinde, buluşma yeri olarak Eiffel Kulesi
belirtilmişti. Tur ekibi ile Eiffel Kulesinin tepesine çıkmak üzere sıraya
girdik. Günün her anı kalabalık olan bu gözde mekanda bu gibi durumlarda
beklerken en azından 25-30 dakikanın gözden çıkartılması gerekmektedir. Kulenin
2. Katı olarak  görülen 115 metre
yüksekliğe geldik. Yukarıda rüzgar çok kuvvetli olduğundan dolayı etrafı
dolaşırken kenarlara tutunmamak elde değil.

Eiffel kulesinin tepesine
geldiğimizde muhteşem Paris manzarası bizi karşıladı. Kulenin tepesinde 360
derecelik kapsama alanıyla Paris’in dört köşesini birden görmek mümkün. Bir
yanda Seine nehri, bir yanda göz alabildiğince uzanan güzellikler ile birlikte
insanın kendinden geçmesi son derece muhtemel.



Yukarı çıkacak insanların dikkat
etmesi gereken bir husus; gözetleme noktaları tamamen kapalı olmadığı için
oldukça rüzgar almaktadır. Soğuk günlerde de eklenen yağmur ve soğuğun
etkisiyle oldukça zor zamanlar geçirebilirsiniz, dikkat etmekte fayda var.







 




Hava ne kadar soğuk olsa da bir
yandan manzaranın güzelliği ile birlikte insanın yukarıda zaman geçiresi
gelmektedir. Ancak tur kapsamında daha görülecek yerler olduğundan dolayı
Eiffel kulesinden inerek bir sonraki durağımız olan Notre-Damme Katedraline
doğru yola koyulmak üzere otobüse bindik.




 









Notre-Dame Katedrali bir ortaçağ Katolik katedralidir. Katedral, Fransız Gotik
mimarisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Fransa ve
dünyanın Katolik Kilisesi'nin en büyük ve en bilinen kilise binaları arasında
yer almaktadır.



Paris Archdiocese'ın katedrali
olarak, Notre-Dame, şu anda Kardinal André Vingt-Trois adlı Paris
Başpiskoposunun katederini içermektedir. Katedral hazinesi, Katolikliğin en
önemli kalıntılarını barındıran bir güvenceye sahiptir. Bunlardan biri, kutsal
Haçların bir parçası olan, Gerçek Haç'ın bir parçası ve Kutsal Çivilerden bir
tanesidir.



1790'larda, Notre-Dame, dini
imgelerin büyük bir kısmının tahrip edildiği veya yıkıldığı Fransız Devrimi'nin
radikal evresinde küçümseme gördü. Eugène Viollet-le-Duc tarafından denetlenen
kapsamlı bir restorasyon 1845'te başladı. 1991'de daha fazla restorasyon ve
bakım projesi başladı. Yine mevcut dönemlerde katedralin tahribatının
engellenmesi ve halk gözünde itibarının arttırılması için Notre-Damme
Kamburu isimli müzikal hazırlanmıştır.



Notre-Damme katedrali Eiffel
kulesinden sonra en çok görmek istediğim yapılar arasında yer almaktaydı. Bu
sebepten ötürü burada olabildiğince vakit geçirmeye ve vaktimi güzel
fotoğraflar ile eğerlendirmeye çalıştım. Tur kapsamında gündüz görülecek yerler
kapsamında sona doğru yaklaşırken bir sonraki durağımız aşıklar tepesi olarak
bilinen Montemarte  ve Sacre Coeur katedraliydi.



 



 Montmartre Sacre Coeur







 



Tepenin eteklerine kurulmuş olan
bu Katedral, gördüğüm öncekilerden hiç bir eksiğinin olmadığını hatta manzara
faktörü eklendiğinde fazlası bile olduğunu gösterdi bizlere. Katedral de
gezdikten sonra yakınlarda bir restoranda yemek ve şarap eşliğinde dinlenmeye
başladık. Açıkça söylemem gerekir ki hayatımda ilk kez olmasına rağmen orada
yediğim soğan çorbası sanırım hayatımda içtiğim birçok çorbadan daha güzeldi.
Tadı hala damağımdadır, bir de bunun yanına güzel bir kırmızı şarap ile ekleme
yapıldığında manzara eşliğinde çok güzel bir akşam üstü geçirmiş olduk.



Yemeğimizi yedikten ve etrafta
hediyelik eşya dükkanlarında gezdikten sonra hava yavaş yavaş kararmaya
başlamıştı. Bu kararma ile turun son adımı olan “Paris By Night” turu
başlamıştı. Otobüs ile Paris’in sokaklarında akşamın da güzelliği ile gezmeye
başlamıştık. Otobüste Paris ve Fransa temalı şarkılar eşliğinde güzel bir gezi
planlaması yapılmıştı.


Eiffel By Night







Tur kapsamında “Paris By Night”
gezisi oldukça renkli ve güzel görüntülere vesile oldu. Paris’in belli
başlı noktalarının akşamın karanlığında kendi ışıklandırmaları ile oluşan
görüntüler görmeye değerdi. Saat 23.00 de rehberin bize söylediği Eiffel
kulesinde ışık gösterisinin olacağı yönündeydi. Otobüs ile turu tamamlayıp
Eiffel kulesinin yakın bir yerinde ekipçe otobüsten inerek saatin gelmesini
bekledik. Vakit geçtikçe içimizdeki heyecan ufak ufak artmaktaydı. Saatler tam
23.00 gösterdiğinde güneşin de yerini tamamen karanlığa bırakmasıyla (Avrupa’da
daha geç hava kararmakta, saat 9-10 dolayları bile tamamen karanlık olmadığını
gördüm) ışık gösterisi de başlamış oldu. Paris’de geçireceğimiz son günün
şerefine bu şekilde uğurlanmak çok hoşumuza gitmişti.



Ertesi gün bir sonraki durağımız
olan Amsterdam kentine doğru yola çıkmak üzere otobüslere bindik, gideceğimiz
şehrin bize hazırladıklarını tahmin etmeye koyulurken bir yandan da güzeller
güzeli aşıklar şehri Paris’i arkamızda bırakmanın verdiği burukluk ile yola
koyulduk.